19 Ekim 2011 Çarşamba

"Yeni Osmanlı" mı, zaten Osmanlı mı?


Geniş toplumsal mutabakata dayanan sivil bir anayasa hazırlanması gündemde olmakla birlikte, bazı temel konularda, anayasanın, ana çizgilerini, mantığını belirleyecek bazı hususlarda bir fikir birliğinin bulunmadığını görüyoruz. Tartışmalara katkısı olabilir ümidiyle, Türkiye Devleti ve toplumu hakkında bazı tespitleri arz etmekte fayda mülahaza ediyorum. Kanaatimce çözülmez gibi görünen bir kısım çelişkilerin temelinde, resmi söylemin ezberletmiş olduğu umdeler yatıyor. Resmi söylem, devleti, halkın devletle bağını, devletin varlık sebebini izah bahislerinde realiteden sapmış ve umumi kabul görecek tanımlar yapmakta yetersiz kalmıştır. Mesele esasen anayasa yapılmasından da önce, zihinlerdeki kargaşanın sona erdirilmesi, çekişmelerin bir uzlaşma nizamına bağlanarak asgariye indirilmesi ve memleketin önündeki pratik meseleleri daha sakin bir akılla ele alabilmesini sağlamak meselesidir.
İnkılapçı kadroların sık sık ideolojik-teorik konuları reel-pratik konuların önünde tuttuğunu görüyoruz. Bu durum Devletimizin yaklaşık son bir asrında gösterdiği zaafların mühim bir cephesini teşkil etmektedir. Sistemi teşkil eden kadrolarla muhalefet arasındaki gerilim ideolojik bir vasatta şekillenmekte, bu durum ülkenin reel meselelere odaklanmasını güçleştirmektedir. Sistem ülke gerçeklerine sırtını dönerek adeta akıntıya kürek çekmekteyken, muhalefetin de yelkenlerini pratik konularla şişirmesinin yanında, gemisini yüzdürmek konusunda akıntıdan güç alması söz konusudur. Pratik konulardaki çözümlerin popülist yaklaşımlarla yarım bırakılması, ideolojik gerilimden kaynaklanan bir denetimsizliğin neticesidir. Pratik konularda asgari mutabakatın sağlanabilmesi için öncelikle teorideki anarşinin sona erdirilmesi gerekmektedir. Bu bâbda cevaplanması gereken sual, Türkiye neyin nesidir sualidir. Devlet, millet, vatan gibi mefhumlar hem kendi içlerinde sağlam bir zemine oturtulmalı, hem de ülkenin dünya üzerindeki yeri tayin edilmelidir.
Resmi söylemin oluşturduğu dezenformasyon perdesini araladığımızda şunları görüyoruz:
1. Yirminci asrın en büyük yalanı Osmanlı devletinin yıkıldığı iddiasıdır. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğundan ayrı bir devlet değildir. Elbette Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışmıştır, zira Osmanoğlu hanedanının iktidarını kaybetmesiyle Osmanlı olma vasfı ve Birinci Cihan Harbindeki muazzam toprak ve nüfus kaybıyla da İmparatorluk vasfı ortadan kalkmıştır. Ancak bunlar bir devletin yıkıldığı ve yerine ayrı bir devletin kurulduğu manasına gelmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağı Osmanlı bayrağının ta kendisidir, yeni olarak sadece nizami ölçüleri zaptürapt altına alınmıştır. Posta ve polis teşkilatları kendisinden eski bir devlet olabilir mi? Ziraat Bankasından Silahlı Kuvvetlerine kadar, parlamentosundan üniversitesine kadar bütün mülkî ve askerî teşkilat, fiziki varlığıyla, kadrolarıyla, idare zihniyetiyle eski iktidardan yenisine devredilmiştir. Mevcut kurumların ismini değiştirmekle, yapısını yenilemekle, bir kısmını ilga edip bir kısım yenilerini ihdas etmekle, anayasa veya rejim değiştirmekle, toprak kaybetmekle, yeni muahedeler imza etmekle yeni bir devlet kurulmuş olsa, Osmanlı’yı bir değil, birkaç devlet saymak iktiza ederdi. Yeniçeri Ocağı’nın lağvı, Hilafet’in lağvından daha tesirli neticeler vermiştir. Tanzimat askerî, mülkî, hukukî, siyasî sahalarda en az Cumhuriyet kadar, belki daha fazla yenilikler getirdi. Mesele Osmanoğlu iktidarı ise, Meşrutiyet’le zaten fiilen ortadan kalkmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan ayrı bir devlet olmadığı gibi, Osmanlı da Selçuklu’dan farklı bir devlet değildir. Türkiye üzerinde düşünürken, Oğuzların batıya göçü ve Rum diyarını yeni bir vatan haline getirmesinden itibaren başlayan süreci bir bütün olarak göz önünde bulundurmak yerinde olur. Devlette de, toplumda da bir süreklilik sözkonusudur.
2. İkinci büyük yalan, ulus devleti iddiasıdır. Türkiye Devleti etnik açıdan homojen bir ulus devleti değildir. Vatandaşlık bağı ve temel vatandaşlık tanımı etnik esasa istinad etmemektedir. Dünya konjonktüründeki yeri kadar, nüfusuyla da Türkiye, İmparatorluk mirasçısı bir ülkedir; tarihi ve kültürel mirası, Devlet geleneği, ulus devleti kavramıyla çelişmektedir. Türk unsurunu esas alır gibi görünen, fakat aslında onun değerleriyle de ters düşen, yeni bir ulus meydana getirme yönündeki toplum mühendisliği çabaları başarısız olmuştur. Siyasi ve hukuki kimlik konusunda bütünlüğün esas alınması yerinde olsa da, bunun temellendirilmesinde kurgusal bir ulus kimliğinin vurgulanması hatalıdır. Ulus devleti mantığı ile meselenin çözümlenmesi mümkün olmadığı gibi, böyle bir yaklaşım gerekli de değildir. Türkiye Devletinin vatandaşlık tanımı etnik temele dayanmaz. Kavmiyet açısından nötr ve bütün kavimlere eşit mesafede bir anlayış sözkonusudur. Ancak bunun formüle edilmesinde sıkıntı bulunmaktadır. Osmanlı kelimesi üzerinden millî ve dinî muhtevası olmayan bir terim üretmenin kolaylığına mukabil, Türk kelimesinin ne mânâya geldiği, millet deyince ne anlamak gerektiği muğlak ve tartışmalı vaziyettedir, bu yüzden de bir kör döğüşü sürüp gitmektedir. Millet tarifinde kimi bir kavmi esas almakta, kimi muhtelif kavimlerin mensuplarını içine alabilen, daha karmaşık bir sosyolojik yapıdan bahsetmekte, hatta kimi de kelimeyi ümmet kelimesiyle müteradif olarak kullanmaktadır. Aynı şekilde Türk deyince “Türkleri” kastedenler olduğu gibi, “Türkiye toplumunu” kastedenler de bulunmaktadır ve hatta Türk kelimesini Müslüman kelimesiyle aynı manada kullanan zevata da tesadüf edilmektedir. Birinci tarife göre Uygurlar Türktür ve Kürtler Türk değildir. İkinci tarife göre Kürtlerle birlikte Ermeniler de Türktür, ama Kırgızlar Türk değildir. Üçüncü tarife göre ise Arnavutlar Türktür, ama Gagavuzlar Türk değildir. Hukuki ve siyasi çerçevenin tarifinde mutabakat olmayan bir kavram üzerine inşası yeteri kadar sıkıntı çıkarmıyormuş gibi, Jöntürk idaresinin, iki tarif arasında yalpalayan çelişkili tutumu vaziyete tüy dikmektedir: resmi söylem ikinci tarifi esas alır, ama zaman zaman fiiliyatta birinci tanım tatbik edilir. Bunda Cihan Harbi sonrasında Türk aydınında hakim olan haletiruhiyenin payı büyüktür. Makedonya hadiselerinden itibaren, Devletin tebaası durumundaki muhtelif kavimlerin statüsü tartışma konusu olmuş, vatan parça parça küçüldükçe, Devlete sahip çıkmak mevkiinde giderek yalnız kalan Türk unsurunun mağduriyet hissi ve öfkesi büyümüştür. Nihayet harp bitip, mübadele de yapılınca memlekette sanki Türk unsuru dışında kimse kalmamış, Türkiye dışında da Türk unsurundan kimse kalmamış gibi bir tavır benimsenmiş, böylece birinci ve ikinci tarifler örtüşür hale gelmiş gibi yapılmıştır. Türk kavminin bütün mensupları Türkiye’de olsa ve Türkiye’de Türk kavminin mensuplarından başka kimse bulunmasa gerçekten de iki tarif de aynı kapıya çıkmış olurdu. Ne var ki sözkonusu deve kuşu tavrı, meselelerin üstünü örtme gayreti, bir yandan Devletin Dış Türkler hususunda atıl kalması ve onları yalnız bırakması, diğer yandan da Türkiye toplumunun Türk ve gayri Türk unsurlarının birbirine karşı tahrik edilmesinin kolaylaşması şeklinde netice vermiştir. Ezcümle Türkiye Devleti vatandaşlık tanımını formüle dökerken, tarihi köklerine ve mantık ve iz’an çizgisine dönerek; hakikate, vaziyete mutabık, net bir tarif yapmalıdır. Dikkatten kaçmaması gereken bir nokta da etnisite açısından nötr bir tarifin, etnik ayrımcılığa, etnik imtiyazlara da mahal bırakmayacağıdır.
Efradını cami, ağyarını mani bir vatandaşlık tarifi kurgulanırken, unutulmaması gereken bir husus da şudur: Türkiye, coğrafyası, kültürü, devlet geleneği bakımından meseleleri kendisiyle sınırlı olmayan, çevresiyle de ilgilenmek durumunda bulunan bir ülkedir. Bu ilginin esaslarını, sınırlarını tayin ederken, bu ülkenin hinterlandının neresi olduğunu da dikkate almak icap eder. Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar coğrafya, nüfus ve kültür bakımından bu ülkenin devamı olan bölgelerdir. Keza Sibirya’dan Gagavuz yurduna kadar Türklerle; Atlas Okyanusundan Büyük Okyanus’ kadar Müslümanlarla meskun bütün diyarlar ve elbette yeryüzünde bir mazlumun bulunduğu her yer Türkiye Devletinin ilgi sahası içindedir. Türkiye cihan devleti vizyonunu terk etme lüksüne sahip değildir.
3. Türkiye bir İslam ülkesidir. İslam Anadolu’nun bin yıllık hakikati ve Türk toplumunun temel dinamiğidir. Müslüman ekseriyetin meskûn bulunduğu, İslam dininin halen yaşandığı, tarihi ve kültürel dokusu büyük oranda İslamiyet tarafından meydana getirilen, İslam Medeniyeti’nin merkezlerinden biri olan bir ülke, şehir ve köylerinin silüetlerinde değişmez unsur minareler olan, ezanın bayrak gibi şiar sayıldığı bir ülke, kimi zaman minberlerine ayyıldızlı bayrak asılan bir ülke burası. Halkının zihninde ve kalbinde, devlet ve millet mefhumlarının dinden ayrı bulunmadığı bir ülke, Türkiye.
Hilafeti ilga eden, Tevhid-i Tedrisat kanununu çıkaran, medrese ve tekkeleri seddeyleyen yeni rejim, Şer’iye ve Evkaf vekâletlerini ismen kaldırırken, devlet teşkilatı bünyesindeki dinî müessese olarak Diyanet İşleri Başkanlığını ihdas suretiyle Şeyhülislamlık-Şer’iye teşkilatı geleneğini ibka etmekle bu hakikate en fazla ne kadar uzak durabileceğini göstermiştir. Keza millî mücadele boyunca temsil edilen zümre “Müslümanlar” olarak ifade edilmiş ve Lozan’da da vatandaşlık tanımı din üzerinden yapılmıştır.
Bir devletin İslam hukuku ile idare edilmemesi, o devletin Müslümanların devleti olmadığı manasına gelmez. Nitekim Osmanlı devleti şer’î hukuk yanında örfî hukukun da cari olduğu bir devletti ve hatta daha Osman Gazi devrinde Roma devletinden kalma Pazar bacı uygulamasını kabul ederek karma bir hukuk uygulamaya başlamıştı. Müslümanlar tarafından kurulan, Müslüman ekseriyete dayanan, Müslümanların kendilerini siyasi ve hukuki sahada ifade etmeleri gayesine hizmet eden bu devlet, siyasi ve hukuki yapısıyla “İslam devleti” olmasa bile, en az Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde olduğu kadar “Müslüman devleti”dir.
Bu noktada hilafet mefhumuna da temas etmek yerinde olur. Hilafet veya imamet, ruhani, uhrevi değil siyasi bir makamdır. Çok kısa bir ifadeyle söylemek gerekirse, halife İslam devletinin devlet başkanıdır. Dolayısıyla bir devlet başkanından bahsedebilmek için, önce ortada bir devletin bulunması gerekmektedir. Mevcut şartlarda, öngörülebilir bir vadede Müslümanların tamamını veya ekseriyetini tek bir siyasi organizasyonda toplamak imkanı bulunmadığına göre, hilafet makamını tartışmaları tıkayan bir nokta olarak gündeme getirmemekte fayda bulunmaktadır.
4. Türkiye’de mevcut şartlarda işlerliği olabilecek tek rejim demokrasidir. Demokrasi derken demokrasiyi kastediyoruz, demokrasi süsü verilmiş bir otokrasi veya oligarşiyi değil. Laiklik mefhumunun esası da demokrasi tabirinde mündemiçtir. Laiklik derken de Pozitivist dünya görüşünün tahakkümünden değil, farklı dünya görüşlerinin toplumsal uzlaşma içinde bir arada var olabilmesinden bahsediyoruz.
Sürüp giden darbe ve baskılara rağmen sindirilemeyen muhalefet, gücünü büyük oranda bahsettiğimiz hususlarda milletin nabzını tutabilmesinden ve bu suretle azınlık tahakkümüne karşı millî iradeyi temsil etmesinden almaktadır. Ancak muhalefet kadrolarının teorik sahadaki bu rakipsiz üstünlüğü, sistemin pratik konularda ciddî bir varlık gösterememesiyle birleşince, reel meselelerde hükümetlerin alternatifsiz ve denetimsiz kalmasıyla neticelenmektedir. Millî iradeyi temsil iddiasındaki kesimlerin, bu işin bu kadar ucuz olmadığını idrak etmeleri ne kadar elzemse, halka rağmen halkçılık davası güden kesimlerin de ideoloji muhafızlığından vazgeçip ülke gerçeklerini fark etmeleri o kadar zaruridir. Dünya görüşümüz ve temennilerimiz ne olursa olsun, hangi ideolojinin mensubu, hangi rejimin talibi olursak olalım, hep beraber bu ülkede yaşamak mecburiyetinde olduğumuza göre asgari müştereklerimizi tesbit etmeliyiz. Bunun yolu da, hayallerimizi birbirimize dayatmak değil, gözümüzü açıp hangi gemide olduğumuza bakmaktır.

Hiç yorum yok: