22 Ağustos 2014 Cuma

hümanizmin bölücü mezhepleri

hümanizmin bütün barışsever görüntüsüne rağmen mezhepleri toplum algılarını hep çatışma üzerinden kurmuş. sosyalizm, liberalizm, nasyonalizm veya feminizm hep birbiriyle çatışan zümreler tasvir eder ve çatışmanın kurallarını ortaya koyar, "adil" bir dövüşün nasıl olması gerektiğinden ve paylaşmanın kurallarından falan bahseder. bunun arkasında insanın özünde bencil bir varlık olduğu inancı (insan insanın kurdudur) yatıyor olsa gerek. batılı ahlak teorilerinde diğergamlığın kendine oturaklı bir yer bulamayışının arkasında da aynı sebep olabilir. buna göre insan sadece kendini düşünür, kendisi için yaşar, sadece kendisi için ister ilh. arzuları çelişen benliklerin bir şekilde hizaya getirilmesi gerekir, yoksa herkes herkes için tehdit haline gelir. çatışmanın tarafları bazen bireylerdir, bazen cinsler, bazen sınıflar, bazen milliyetler. bu bakımdan feminizm ile faşizmin ortak bir mantığa sahip oldukları söylenebilir. bir kısım yahudilerin hitler'i fena halde kızdıracak bir sürü şey yapmış oldukları söylenebilir, ama buradan nazilerin ortaya koyduğu kategorik skalanın haklı olduğu neticesi çıkarılabilir mi?

bizde temel ayırıcı fark mümin-kafir farkıdır. o bile sosyal alanda mutlak bir ayrışma getirmez: zımmilerle ilişkiler menedilmemiştir. bizim için bu temel farkın dışında kalan farklılıklar ayırmaya değil birleştirmeye yarar: kadın ve erkek bir araya gelerek aileyi meydana getirir, milletler bir araya gelerek ümmeti teşkil eder ilh. cemiyet yapımızda da paylaşılmış benlikler sözkonusudur ve etkili veya belirleyici de olabilir. kimsenin kimliği tek kişilik değildir, ben ile biz arasındaki fark nisbîdir. zümreler, topluluklar için de bu böyledir. farklılıklar nihai kategorik ayrışmalar getirmez. cemaat veya cemiyet unsurlarını yok eden bir benzeşme olmadığı gibi, atomize bireylerin veya zıt kategorilerin arenası da değildir; fertlerin buluştuğu, uzlaştığı, birleştiği, organize olduğu, kendisini başkalarıyla ilişkileri içinde idrak ettiği bir vasattır.

pis burjuva, pis yahudi, pis erkek sloganlarını tekrarlayabilen bir bakış açısını temel değerlerinizle telif edebilir misiniz? mal-mülk sahibi olmak bizatihi bir kötülük değildir, çok mal kolay kolay haramsız olmasa da. dünya işçilerle işverenlerin savaş alanı değildir. bunlar bir araya gelerek birbirini besler, birbirinin velinimeti olur. yeter ki kimse kul hakkına girmesin. bazı kavimler zulmetmeyi gelenek haline getirmiş olabilir, ama kötü olan bu gelenektir, o kavim değil. bazı erkekler kadınlara kötülük ediyor olabilir, ancak erkek olma hali kategorik olarak kötülük üreten bir vasıf değildir. çatışmacı erkek zihniyeti, uzlaşmacı kadın zihniyeti gibi safsatalara inanabilmek, "erkekegemen" tekerlemelerine takılabilmek için nefsin iğvasına kapılmış olmak, aklı hissiyatın eline teslim etmiş olmak gerek. dikkat etmezseniz, "toplumu sömüren bazı kapitalist yahudiler" tespitinden yola çıkmışken, kendinizi gaz odaları kurarken bulursunuz.

8 Ağustos 2014 Cuma

Hükumet Denen Merhem


1 - savaş kaçınılmaz değildir

Ekşi Sözlük, 9 Şubat 2003

"savaş kaçınılmaz mıdır, değil midir? kim kaçınabilir, kim kaçınamaz? fâil kimdir?" gibi suallerin cevapları düşünülmeden bir mana ifade etmez bu tartışma. savaş amerika için kaçınılmaz mıdır? olmayabilir, lakin amerika "suyumu kirletiyorsun" diyen kurdu oynamakta kararlıdır. savaş türkiye için kaçınılmaz mıdır? değildir, eğer ceremesini çekmeyi gözünüz kesiyorsa. savaş ırak için kaçınılmaz mıdır? söz konusu şartlarda kaçınılmazdır.

haşmetlû devletlû hükûmetimiz için kaçınılmaz mıdır? kimi kandırıyoruz? türkiye'de hangi hükûmet böyle bir konuda, diğer hükûmetlerden farklı bir tarz icrasına cür'et edebilmiştir? türkiye'de hangi hükûmet neye hükmedebilmiştir? hangisi muhalefette iken eleştirdiklerini iktidara gelince tekrarlama geleneğinden sıyrılabilmiştir? seçim yapılmadan önce de hangi parti seçilirse seçilsin sonucun değişmeyeceği bilinmiyor muydu? türkiye'de hükûmet denen merhemin hangi yaraya faydası görülmüştür ki? markası neyi değiştirir? keşke kimi istiyorsanız o başbakan olsa da bu savaştan kaçınabilse. var mı öyle biri?

kıymetlû medyamız nezdinde savaş kaçınılmaz mıdır? icra organları onlardansa kaçınılmazdır, değilse değildir. "vur abalıya"dır parola. nerede okuduğumu hatırlamıyorum, belki de sözlükte okudum: "kararsızlık yetim çocuk gibidir" diyordu "elini yıkamasa pis derler, yıkasa su harcadığından şikayet ederler". hükumet takla da atsa, ağzıyla kuş da tutsa doğuştan muhalif kitleye yaranamayacaktır. kazara savaşa girilmemiş olsa aynı koronun saddam aleyhinde sloganlarla birlikte, dostlarımız savaşıyor, biz niye savaşmıyoruz naralarına başlayacağından şüphe etmiyorum.

hükûmet? medya? kitleler? hadi canım, bırakın oyun oynamayı, al birini vur ötekine. evet savaş kaçınılmaz değildir, aşkolsun kaçınabilene.(sirkencubin, 09.02.2003 12:26)

(bkz: yok birbirimizden farkımız)(sirkencubin, 09.02.2003    12:29)

Not: Türkiye “kazara” savaşa giremedi, yalnız koro ne yazmıştı, onu hatırlamıyorum.

***

2 – Fe Eyne?

Ceride, 8 Ağustos 2014

Aradan geçen on küsur sene zarfında hükumet kavramına dair algımızda ciddi bir değişme olmuş. Bunda Reyiz’in vites düşürmeden, manevra yapmadan konuların üzerine gitmek itiyadındaki “kabadayı” karakteri kadar Cemaat’in lojistik desteğinin de payı var. İster istemez birkaç gün sonra yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimine takılıyor, insanın aklı. Acaba Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını desteklememekle hata mı ediyorum? Sancılı bir sual bu. Acaba reflekslerime mi güvenmeliyim, muhakeme mi?

İyi siyasetçi nedir? Muhtemel hasarı hesaplamadan, dümdüz icraat yolunda yürümek başarı mıdır? Popülist politikalara boğulmuş bir memleket, yeni bir mütegallibe sınıfı, merkez sağ kabahatlerinin tevarüs edilmesi, dün Türkiye’nin yakasından silkelendiği söylenen ve “Eski Türkiye’nin” ve “vesayetin” temsilcisi sayılanların, bugün yer değiştirmesi (Reyiz’in manevra yapmadığını söylemekle hata ettik galiba, alışılmıştan daha geniş daireler çiziyor belki de), bilmediğini bilenlere danışmak zahmetinde bulunmayan bir idare, kadrosuzluktan kırılan bir kadrolaşma, bir “efsanenin” uzatılması uğruna yürütülen kutuplaştırma-konsolidasyon siyaseti, dökülen bir teorik altyapı (!), bir seri cinayetten kırık-dökük sağ çıkmayı başarmış bin yıllık bir kimliğin berhava edilmesi ihtimali (Reyiz’in dairelerinin nereye gittiğini kestirmek zor olabiliyor), bir takım zigzaglara, iniş çıkışlara, “oyunbozanlıklara” rağmen terk edilme emaresi göstermeyen bir “stratejik” yörünge (bazı daireler bir yere gitmiyor olabilir); listenin gittiği istikamet belli… Bardağın dolu tarafını da zikredelim ki, haksızlık olmasın; istikrar, kalkınma, bir takım ayak oyunlarına, komplolara rağmen nihayet muktedir olabilen bir siyaset…

Hayatın alışılmış nizamında akıp gittiği bir dönemde yapılacak bir hükumet seçimi olsaydı bu, bir bilanço çıkarma gayretinin bir mânâsı olabilirdi, hakkını yemeden yiğidi öldürebilirdik: başarılarınızdan dolayı teşekkür ederiz, lakin seyrüsefer tıkanık bir istikamete akıyor. Ama önümüze konan sual bambaşka. Cevap vermeye çalışmadan evvel, sualin kendisini de sorgulamak gerekiyor. Acaba icra kuvvetinin başı olacak bir devlet başkanı mı seçiyoruz, yoksa “tarihi bir dönüm noktasında, yeni Türkiye’nin liderini” mi seçiyoruz? Madem bu kadar tarihi bir şeyden bahsediyoruz, “büyük resim” için seçmemiz gereken ölçek “Türkiye ve dünya” olmalı, değil mi? Dünya haritası şeklinde bir yapboz üzerinde, Türkiye’nin yeri ve ehemmiyeti nedir? Karmaşık denklemlerden bir şeyleri koparıp alacak bir kudret, bir basiret görebilen var mı? Yeni bir Türkiye, bir liderin arkadan itmesiyle meydana gelebilir mi, yoksa öyle bir lider, bir çığı, bir seli doğru istikamete sevk edebilen bir lider midir; Türkiye’nin insan kaynağı böyle bir ihtimali işaret ediyor mu? Memlekette bir şeylerin değiştiği tartışılamaz, lakin bu değişimden çıkarılacak projeksiyonu –küçümsemeden ve abartmadan- doğru hesaplamak gerekiyor. Dahası “millî mücadelenin” muktedir figürünün –akabinde ve detayında- gerçekleştirebileceği “reformları” yutkunmadan kabullenip kabullenemeyeceğimize dair bir vizyonumuz var mı?


Kimseye bir şey teklif etmiyorum, aklımızı, vicdanımızı üst üste koyup kendi başımıza cevaplamamız gereken sualler bunlar. Şark meselesinin bitmediği açık, ama “rövanş” gününün gelip gelmediği aynı nisbette açık değil. Bu milletin mayasına itimad ediyorum. Allah hidayet, basiret ve nusret ihsan eylesin…