8 Eylül 2019 Pazar

görgüsüz fenomen / not

https://twitter.com/s_simityan/status/1170726705784336385

güzel bir zincir, ama katılmıyorum...

bunun bildiğimiz taşrayla, hatta varoşla bile, bir alakasının olduğunu düşünmüyorum, bu daha çok referans çerçevesinin olmamasıyla alakalı gibi görünüyor. sosyal medya burada gizli olanı aşikar kılmaktan daha mühim bir rol oynuyor olabilir. birikimi, geleneği olmayan sanal bir çevrede sosyalize oluyor çocuklar, bir tür çöplük gibi, kaotik bir veri akışı, herhangi bir çerçeve kurmaya müsaade etmiyor, bir tür "avcı-toplayıcı" gibi kendi 'survival' becerilerini geliştiriyorlar.

taşralı bir şehirlidir, ama periferde kalan bir şehre mensuptur. gayet güzel değer üretebilir, "asitaneyi" besleyebilir. misal: beş şehir, altıncı şehir ilh.

r. ivedik ve taşra arasında bir alaka yok, varoş belki. ama bu videodaki kızceyızla r.i veya varoş arasında bir alaka olduğundan da şüpheliyim.

görgüsüzlük, geleneksizlikten kaynaklanıyor olsa gerek. sınırlara değer atfetmek için, bunlara değer veren bir toplulukta yetişmiş olmak gerekiyor.

sembolik de olsa saldırgan bir tavır dışında kendilerini ifade yollarının olmadığı gibi bir hipotez denenebilir. yapmak daha zor ve yavaş, yıkmak hızlı ve kolay, bunun cazibesi de olabilir.

türkiye'nin problemleriyle küresel trendleri birlikte ama ayrı ayrı değerlendirmek lazım, modernizasyon, sanayileşme, şehirleşme başka ülkelerde nasıl sonuçlar vermiş, bunlara bakmak lazım.

türkiye için beşir ayvazoğlu'nun arabesk kavramı etrafında gezen güzel okumaları vardı, daha önce göz atma imkanınız olmadıysa.

"şehirli değerleri", hatta köylü veya taşralı değerleri yeniden üretmeye katılabilmek için sosyalizasyon tezgahından geçmek lazım. kalabalık ve hızlı göç bunu imkansız kılıyor. köylü kalamayan, şehirli de olamayan boşluklarda yeni bir alt kültür ortaya çıkıyor ve merkezle kavga edebiliyor. ama bu kızın veya benzerlerinin işaret ettiği problem bundan başka ve muhtemelen çok daha ciddi, bir sosyal çevre içinde almaları gerekenleri almak hususunda akran grubu ve dijital dünyanın insafına kalmış bir nesil var gibi görünüyor.

15 Temmuz 2018 Pazar

ölmek ve yaşamak - 15.07.2016 / tw

o gece herkes sokaktaydı, daha erdoğan'dan bir haber yokken kısıklı ana baba günüydü, köprü kilit vaziyetteydi

genci yaşlısı, kadını erkeği, akıllısı delisi sokaktaydı, sarhoşu, numunelik de olsa gezicisi, sarıklısı, selamsız ahalisi sokaktaydı

7/24 erdoğan'a söven ülkücüler sokaktaydı
kulaklarının dibinden kurşun geçti, dağılmadılar, mevzilendiler, yuhaladılar, kalktılar

kimse canının hesabına düşmedi, tanklarla güreştiler
minarelerden ruh gibi yayılan selaların bedeniydiler adeta

o gece bu milletin zamiri, öznesi, ta kendisi sokaktaydı, hiçbir şeyde birleşemeyenler o gece bir araya geldi

ister milletin irfanı deyin, ister sezgisi, ister tercihleri; o gece bu millet iradesini gösterdi, kim olduğunu, ne istediğini söyledi

kendinizi "bu ülke'ye" ait hissediyorsanız, bu ülke budur, bunu bileceksiniz, kabul edeceksiniz

siyasetçilerin, partilerin, zümrelerin hataları olabilir, sevmeyebilirsiniz, paylaşmayabilirsiniz, karşı çıkabilirsiniz, eleştirebilirsiniz

ama o gece sokakta olan ruha karşı iseniz, hatta dışında iseniz bu ülkede bir yeriniz yoktur, bu milletin gönlünde bir yeriniz yok demektir

insan evladı gaflete düşer, eğer ezkaza başka bir yerde duruyorsanız, içinizde küçücük bir vicdan kalıntısı kaldıysa tövbe edin

eğer ısrar ediyorsanız, bu milletin nefretinin ve öfkesinin nesnesi olduğunuz için şikâyet etmeyin

allah yardımcımız olsun, kalplerimizi hidayet üzerinde buluştursun...

rabbim niyetimizi halis kılsın, istikametten ayırmasın, hatalarımızı bağışlasın...

gelelim işin öbür tarafına, çok güzel ölmeyi çok güzel biliyorsun, türk milleti; lakin yaşamayı o kadar iyi bilmiyorsun

aklını vicdanını bir araya getirmeyi bilmiyorsun, üretmeyi bilmiyorsun, iletişim kurmayı bilmiyorsun, düzen kurmayı bilmiyorsun

dün sırt sırta vatan savunduğun adamla bugün boğaz boğaza gelmemenin çaresini bilmiyorsun

mantığını kullanmayı bilmiyorsun, bilgiye ihtisasa saygıyı bilmiyorsun, kendini geliştirmeyi, vaktini değerlendirmeyi bilmiyorsun

seçtiğin adamları denetlemeyi, yönlendirmeyi bilmiyorsun; bilmen lazım gelen bir çok şeyi hiç bilmiyorsun

emanete sahip çıkmak istiyorsan deliler yetmez, akıllılar da lazım, akıllıca işler yapmak lazım.

o gece köprüde bu köpeklerin kurşunu ne zaman bitecek diye mevzilenip beklediğiniz vakti hatırlayın

sabaha ne olacağını bilmiyordunuz
allah bu yurdu bize bağışladı inşaallah
bunun kıymetini bilmek gerekiyor
gereksiz çekişmeleri terk etmeli

dünyalıkla mesafemizi ayarlamaya çalışmalıyız
imkan nisbetinde infak etmeliyiz
kalplerimizi tarassut altında tutmalıyız

amellerimizin muhasebesini yapmalıyız
gönül de mühim, akıl da, mantığınızı kullanmaya gayret edin her daim

her kul tek tek sorgu suale çekilecek, mes'uliyet ferdidir, sizi mes'ul kılan evsafınızı başkasına devretmeyin

allah cümlemizi kul hakkı yemekten, zulmetmekten korusun, sakınmak gerek
istişare mühim, itidal mühim, liyakate dikkat etmek lazım

birbirinizle fazla niza etmemeye gayret edin
o gece sokakta olanlar, sonraki bir ay meydanları dolduranlar çeşit çeşitti

hatır gönül saymak lazım, ola ki sen haklısındır, o hatalıdır, nasihatin dinlenecekse söyle, yoksa üstüne gitme, nefret ettirme

tehlikeleri işaret edenleri dinleyin, ama kara haberler taşıyanlar moralinizi bozmasın, ümitsiz olmayın
allah büyüktür, allah demeden olmaz

ölüp gideceğiz ve buradaki her şey burada kalacak, telaşa mahal yok
vereceğimiz hesabı düşünmeliyiz

inşaallah emaneti bizden sonrakilere salimen devretmeye muvaffak oluruz
allah yardımcımız olsun

dua edin
acize de bu söyledikleri sual edilecek, allah istikametten ayırmasın, kardeşinize de dua edin
hayırlı geceler, allah'a emanet...

darbeyi durdururken herkese ihtiyacımız oldu değil mi, sonrasında meydanlarda da. köprüdeki sarıklıya, kısıklıdaki çarşaflıya

yenikapıdaki seküler bayana, ülkücülere, eser miktarda bile olsa gezicilere...
bahçeli bey olmasaydı belki darbe başarılı olacaktı

reis pabuç bıraksaydı zaten şansımız olmayacaktı
herkes işin bir ucundan köşesinden tuttu

laga luga ettiğiniz meral hanım'ın da 23:59'da tweeti var mesela

iş şuraya geliyor: darbe durdurmak için herkese ihtiyaç var,

memleketi idare etmek için de aynı herkese ihtiyaç var, o yüzden birbirimizin boğazını sıkmadan yaşamaya alışmak zorundayız

belirli bir paydada buluşabilen en geniş daireyi bulmak zorundayız
bu bizim sulh dairemiz

ve bu daire -burası mühim- mecburen çok renkli olacak, karmaşık olacak, kendi içinde çelişkiler taşıyacak

çuvalladığınız nokta burası, bir şeyi kısımlara ayırıp göremiyorsunuz, tepeden tırnağa tek bir şey olarak görüyorsunuz

ya olduğu gibi kabul ediyorsunuz, ya olduğu gibi reddediyorsunuz, ortanız yok
o zaman dar bir fraksiyon hariç herkes düşman sayılıyor

bu yüzden acil durum geçtiği zaman geçinemiyorsunuz
işin kötüsü bundan rahatsız da değilsiniz
zaafınız bu, düşmanınızın en güzel kozu da bu

uçak gemilerinden falan korkmayın, kendinizden korkun

misal
ilber hocanın yetkinliği tartışılmaz, ama -haşa- ilah da değil, hata da yapabilir, saçmalayabilir de

adam bir laf ettiği zaman hemen iki cepheye ayrılıveriyorsunuz
bir kısmı saçma beyanı yüzünden adamı külliyen yok sayıyor
diğer kısım tersi

her işiniz böyle köklemek üzerine kurulu
böyle ölmek kolay, yaşamak zor, düzen kurmak zor, yükselmek, güçlenmek zor

millet tankın önünde can verdi, birbirinize düşüp zebil etmeyin...

27 Haziran 2018 Çarşamba

evrenin büyük sırrı: muhalefet seçimi neden kaybetti?




muhalefet seçimi neden kaybetti, bu çok önemli bir soru. bunu size açıklayabileceğimden emin değilim, ama insanlık görevimi yapıp bir kere olsun denemek istiyorum. gördüğüm manzara tüylerimi ürpertiyor, komplo teorileri havada uçuyor, akıl almaz iddiaların bini bir para, insanların bunlara nasıl inanabildiğini anlamakta zorlanıyorum. işin kötüsü, bu teorilere inananlar, az sonra açıklayacağım sırra inanmayacaklar muhtemelen, ama acı gerçeği dümdüz açıklamaktan başka bir yol da bulamıyorum. ne yapacağınızı söylemek bana düşmez, ama isterseniz önce yerinizde oturup biraz gevşeyin, sakinleşin, nefes alın, su için, kendinizi hazırlayın.

hazır mısınız?

işte büyük sır: muhalefet seçimi kaybetti, çünki daha az sayıda kişi muhalif adaylara oy verdi.

her zamanki gibi anlatamadığımı tahmin ediyorum, ama bunu daha açık ve anlaşılır bir şekilde söylemenin bir yolu da yok. seçimi desteklediğiniz aday kazanamadı, seçim ikinci tura kalmadı, çünki seçmenin yarıdan fazlası ilk turda erdoğan'a oy verdi. her şeyden önce bununla yüzleşmeniz gerekiyor kanaatindeyim. kimse bir milyon bilmem kaç oyu çalmadı. kimse kimseyi kaçırmadı, tehdit etmedi, uzaylılar veya uçan spagetti canavarı işe karışmadı. ortada "anormal" bir durum yok. seçimi kazanmak için daha fazla oy almak gerekiyordu ve adayınız o kadar oy alamadı.

zekanıza hakaret etmiş durumuna düştüğüm için üzgünüm, aslında daha makul ve mantıklı bir ülkede yaşıyor olsak, başka bir soruyu, muhalefetin seçimi nasıl kaybettiğini, yani insanların neden muhalif adaylara oy vermediğini falan konuşabilirdik, ama yapacak bir şey yok, henüz o noktadan çok uzaktayız. daha az oy almış olmayı gerçekçi bulmayan ve bu yüzden öküzün altında buzağı arayan bir kalabalıkla, daha ciddi bir konuyu konuşmamız mümkün değil.

aynı basit gerçek eski seçim sonuçları için de geçerli: sandıktan çoğunluğun tercihi çıkıyor. kimse kamyon kamyon oy çalmıyor. az gelişmiş, iyi giyinerek hayatına anlam katmayı beceremeyen, sizi ölesiye kıskanan ve elbette dişlerini fırçalamayan çomarlar makarnaya kömüre tamah edip oylarını satmıyorlar; on altı yıldır ülkeyi yöneten iktidarı, mevcut alternatiflere tercih ediyorlar. bunu kabullenmeniz bir on altı yıl daha sürecek belki, bilemiyorum. o çıtayı aşarsak başka şeyler de konuşabiliriz. ortadaki somut gerçeği kabul etmediğiniz sürece, bu noktaya nasıl geldiğimizi, olup bitenin sebebini tartışmamız mümkün değil.

insanlar tahminlerinde yanılabilir, benim de tahminlerimin çoğu yanlış çıktı. ama ak parti oyu ve erdoğan'ın oyu konusundaki tahminimde fazla hata çıkmadı. inanmayacaksınız şimdi, bunu seçimden sonra söylemek ne kadar anlamlı, bilmiyorum, ama ak parti oyunu %40-41, erdoğan'ın oyunu ise %52-53 civarında tahmin ediyordum. bir çok kişinin tahmini de bu yöndeydi, genel hava "milletvekili oylamasının sonucu 7 haziran seçimlerine benzeyecek, cumhurbaşkanlığı oylamasının sonucu ise referandum sonucuna benzeyecek" şeklindeydi. insanların oy verme dinamiklerinin arkasında sosyolojik sebepler olduğunu düşünüyorum ve üç sene içinde o sosyoloji o kadar da değişmiş olamaz. aynı segmente hitap eden birden fazla alternatif olsaydı, belirsizlik olabilirdi, ama yoktu. hesap ortadaydı yani.

seçim sonuçları gerçek arkadaşlar, yas mı tutuyorsunuz, şok mu yaşıyorsunuz, ne yapıyorsanız çabuk tamamlarsınız diye ümit ediyorum. evet, aydınlanma yaşamaya başlayanlar yanılmıyorlar, burası sizin düşündüğünüzden farklı bir ülke. bazılarınız balık tüketiminden falan dem vuruyor, ama buradan bakınca da içinizden bir çoğu mantar tüketiyormuş gibi görünüyor.

ince akıllı bir adama benziyor, bence ne dediğini dinleyin. ama "arkasından silah dayadılar, zorla konuşturuyorlar" veya "şifreli konuşuyor, aslında öyle demedi" kafasıyla değil, kurduğu cümlelerin dilimizdeki birinci anlamlarına odaklanmaya çalışarak dinleyin. kendi cumhurbaşkanı adayınıza bile inanmıyorsanız, daha ne yapılabilir ki?

saygılar ve zorla da olsa sevgiler, yurdum insanı; geçmiş olsun, kafanızı ütüledim, özür dilerim.

15 Aralık 2017 Cuma

mustafa kutlu hakkında / bir mesaja cevap


son hikayelerinde biraz öyle bir his veriyor, ressam bob ross'un "şuraya bir küçük ağaç koyalım" mevzuu gibi, iyiler ölmez'de özellikle aynı şeyi hissettim, hoca artık otomatiğe bağlamış diye. ama son vuruş bence orijinaldi ve o hissi bir anda dağıttı. farklı bir şey derken, farklı ne bulmayı beklediğiniz önemli. her seferinde yeni bir macera, her seferinde yeni bir vak'a, yeni bir kurgu aramak, bence mustafa kutludan mustafa kutlu-vari olmayan bir şey beklemek demek, öyle yazan çok kişi var zaten, kutlu'nun olayı o değil.

klasik türk sanatında tenevvü diye bir kavram var, sürekli aynı şeyi yeni çeşitlemelerle üretmek demeye geliyor. adam milyonuncu defa leyla ve mecnun kıssasına göndermede bulunuyor, ama her seferinde yeni bir şeyler söylüyor. ama yeni olan "olay" değil, ele alınışı, işlenişi vb. veya birbirinden farkı belki de %1 olan rumîlerden binlerce çiziyorsunuz, hep aynı yerde dolaşıyorsunuz, ama konu "bastığınız yer" değil, "baktığınız yer". aynı nokta çevresinde daire çizerek merkeze yaklaşmaya çalışıyorsunuz vb.

bence kutlu da tenevvü yapıyor gibi :)

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Yerini Bulmayan Tenkidler ve Kadın Meselesi


Adeta tartışmayı meslek edinmiş gibi sürekli tartışıp dururken sık sık gözden kaçırdığımız hususlardan biri doğru söylemekle haklı olmak arasında fark olduğu. Haklı olmak için söylediğinizin doğru olması gereklidir, ama yeterli değildir. Haklı olmanız için doğru saiklerle, doğru gerekçelerle, doğru motivasyonla hareket etmeniz gerekir, bir. Doğru şekilde, doğru usûlle ve doğru üslupla hareket etmeniz gerekir, iki. Doğru açıdan, doğru mesafeden bakmanız, meseleyi doğru ölçekte ele almanız; doğru bir bütün içinde, doğru yere oturtmanız gerekir, bu da üç. Yani konunun kuyruğunu, kulağını ele almakla yetinir de, tamamını bir tarafa bırakırsanız; ele aldığınız kısımla alakalı söylediklerinizin doğru olması meseleyi halletmek için yeterli olmaz. Son zamanlarda tekrar gündem olan kadınların âdâba uygun hareket edip etmedikleri bahsi bunun bir misali.

Yapılan tespitlerin esas itibariyle doğru olduğu söylenebilir, gerçekten de başörtülü hanımlardan bazılarının hal ve hareketleri tesettür mefhumunun ruhuna pek uygun değil. Aslına bakarsanız zaman zaman bunu dile getirenler arasında “bizim mahallenin” hanımları da var. Söylenenler doğruysa neden bu kadar gürültü çıkıyor? Bazı hanımlar hakikate cephe almış vaziyette mi? Yoksa atladığımız bazı noktalar mı var?

Evvela şunu tespit etmek gerekiyor, gerçekten de “bizim mahallede” fikir itibariyle kayma yaşayan bir zümre var, belki kendileri de farkında değiller, ama artık hadiselere baktıkları nokta pek “yerli ve millî” veya “muhafazakâr” bir tavrı ifade etmiyor; daha ziyade “modern” bir bakış açısı “İslamî olana dair bir arayışın” yerini almış durumda. Bu bazen liberal bir duruş olarak ortaya çıkıyor, bazen feminist bir duruş... Bu “sapma” kadınlar kadar erkekleri de alakadar ediyor, ama gündemle kesişen kısmı, kadınlara ait olan kısmı. Bu hanımlardan bazıları tesettüre fazla mânâ yüklenmesinden şikâyetçi. Bu fazla olan mânâ nedir ki taşıyamıyoruz? Eğer herkesin evliya gibi davranmasına dair beklentiler kastediliyorsa, buna söyleyecek bir şey yok. Çoğumuzun ameli çok eksik, kusurlu ve kul hakkı olmadıkça kimsenin kimseye sorabileceği bir hesap yok. Nasihat etmek, hayra teşvik etmek ve şerden sakındırmak elbette gerekli, fakat bunun da bir yolu yordamı var, kaş yaparken göz çıkarmamak gerekiyor. Öte yandan “fazla olan mânâ” derken kasıt “tesettüre yüklenmemesi gereken bir mânâ” ise, orada biraz durup düşünmek gerekir, zira fikriyat itibariyle bir “itizal” başlamış demektir.

İslamcı fikriyat dinin sadece ferdi ve günlük hayatta uygulanabilmesi ile alakadar olmaz, aynı zamanda toplum halinde ve devlet seviyesinde bir temsil ile uygulanabilmesi ile de alakadar olur. İslamcılık, daha doğrusu İslamcılığın Namık Kemal’den girip Ali Şeriati’den çıkan versiyonu, bir yönüyle gelenekle modernite arasında moderniteye doğru bir yalpalama ifade etse de, netice itibariyle moderniteye karşı çıkmaya çalışan, en azından onu eleştiren bir fikir; durduğu yerin sekülarizmin, materyalizmin, hümanizmin tam karşısı olması gerekiyor, bunları reddederek başka bir hayat kurmayı hedeflemesi gerekiyor. Lakin görünüşe göre böyle bir hedef hususunda pes edilmesi, belki de hedefin sadece pratikte değil, teoride de tamamen terk edilmesi söz konusu. Moderniteye razı olunacak, bize sunduğu hayat, değerler, fikirler benimsenecek ve sadece gündelik hayatta bireysel ibadetlerin yapılabilmesi ile yetinilecek. Yani İslam artık sizin için “tablonun tamamı” olmayacak; kültürel çeşitliliğin içinde, çoğulcu bir toplumun pek çok renginden biri olacak. Bir yandan “sizin için” ne kadar önemli olduğunun altını çizeceksiniz, ama diğer yandan bunun “sadece sizin özel hayatınız” olduğu iddiasını da kabullenmiş olacaksınız. Eğer bütün bu mânâ meselesinde, bakış açısı gerçekten bu ise; artık “bizim mahalle” diye bir şeyin kalmadığı veya bir kısmımızın aslında mahalleyi terk etmiş olduğu söylenebilir. Bu ağır bir tespit ve yanılıyor olmam elbette daha güzel olurdu. Belki de bütün mesele bir takım yanlış anlamalardır. Ama hadise gerçekten buradan bakınca göründüğü gibiyse, dün zorla dışlandığımız “kamusal/ toplumsal” alandan, bugün gönüllü olarak çıkıyoruz demektir. Daha doğrusu o alana ancak “gömlek değiştirerek” girebilmişiz demektir. Başka bir ifadeyle ikna odasından başımızdaki örtüyle çıkmayı başarabildiğimizi sanırken, o örtünün mânâsını geride bırakmışız demektir. Bu gerçekten çok can sıkıcı bir tespit ve neyse ki hiç yanılmayan biri değilim.

Haklı olmak ve doğru söylüyor olmak aynı şey değildir dedik. Bu noktada bunun bir misali üzerinde durabiliriz. Kadınların -bir kısmı erkeklerden kaynaklanan- sıkıntılarına işaret etmek ve bunlar için çözüm aramak başka bir şeydir, bunu seküler bir teori üzerine oturtarak yapmak başka bir şeydir. Nasıl ki çalışanların haklarını kul hakkı kavramı ile ifade etmek yerine, burjuva-proleter çatışması üzerinden ifade ederseniz, kendi teorinizden ayrılmış oluyorsanız; kadınların haklarını cinsiyetler arasında bir çatışmayı esas alan bir kurgu ile ifade ederseniz, bu artık İslamcılık olmaz. Diğer taraftan konuyu “feministler yine dellendi” diye kestirip atmak da fazla kolaycı bir yaklaşım ve tek başına konuyu kilitlemeye yetiyor.

“Hanımlar edepli olun” ikazlarına sinirlenen hanımlar, “feminist” hanımlardan ibaret değil. Aksine zaman zaman kendileri de benzer sıkıntıları dile getiren hanımlar bile, bu ikazlara tepki gösterebiliyor. Bu tepkinin mahiyetini doğru anlamak gerekiyor, yoksa “niye doğru söylediğimiz halde ayaklanıyorlar, doğrulara karşı mı bunlar, hepsi birden sapıtmışlar” diye bir karşı tepkiyle tartışmayı çıkmaza sokarsınız.

Görebildiğim kadarıyla hanımların temel rahatsızlığı sürekli ve tek başlarına hedef tahtası haline gelmelerinden kaynaklanıyor. “Başka konu yokmuş gibi” laf dönüp dolaşıp “hanımları hizaya getirmek” bahsine geliyorsa, ama “beylerin kabahatleri” pek gündem olmuyorsa ve dinin pek çok kısmı aynı nisbette mesele edilmiyorsa; sıkılmaları, bunalmaları ve sinirlenmeleri çok da anlaşılmaz değil. Bir çok doğrunun içinden sadece bir parçasını seçip bıktırıncaya kadar tekrarlarsanız, insanlar rahatsız olmakla kalmaz, “din anlayışınızı” da sorgulamaya başlar. Söylediğiniz şeyler doğru olduğu halde dini çarpıtmış olma durumuna düşebilirsiniz. Meşhur misalle izah edecek olursak, filin kulağı olduğu doğrudur, ama siz sanki fil kulaktan ibaretmiş gibi davranırsanız, yanlış mesaj vermiş olursunuz: kulak fil değildir, fil de kulak değildir.

“Dindar” camiada giderek yaygınlaşan bir “gevşeme” olduğu doğru, ama bu her iki cinsi birden etkiliyor. Fakat başörtülü kadınlar, “alametlerini” başlarında taşıdıkları için kolayca tesbit ve teşhis edilebiliyor ve hatalarının kayda geçmesi çok daha kolay oluyor. Halbuki onların yaptıklarının muadillerini yapan erkekleri çoğu zaman dışarıdan görmekle tanıyamıyorsunuz ve kimin ne yaptığı belli olmuyor. Tanınamayacak derecede başkalarına benzemek yanlış değil mi? Elimizi vicdanımıza koyup sayalım: kaşını yolan kızlar kaç sefer gündem oldu ve bıyık bile bırakmayan erkekler kaç kere gündem oldu? Kızların çoğu oturup kalkmayı bilmiyor, ama erkekler de öyle. Kızların çoğu nerede ne konuşulmayacağını bilmiyor ve erkekler de öyle. “Şallılarla” takılan elemanlar Paris’ten, Milano’dan gelmiyor; çoğu bu mahallenin çocukları. Önce gizli nikah kıyıp sonra canı sıkılınca boşayarak kızları ortada bırakanlar “bizden farklı olanlar” değil. Teaddüt-i zevcat ruhsatını suistimal edenler, iş başvurusuna gelen kadını kaşla göz arasında nikahlamaya çalışanlar, başörtüsü yüzünden başka yerde çalışamayan kadınların çaresizliğini kullanıp yarı ücrete çalıştıranlar “elalem” değil. Kadın ve erkek “eşit” olmayabilir, ama bunun mânâsı birbirlerinden farklı yönlerinin olması, bir takım hükümler bakımından ayrılıyor olmaları; mahiyet itibariyle tamamen birbirinden farklı olmaları değil. Kadın ve erkek arasında olması gereken, olabilecek mesafeleri ve sınırları tayin eden hükümler, daha ziyade “nesebin korunması” hususu ile alakalı olabilir, ama bundan nasıl sınırın bir tarafında kalan erkeklerin “esas itibariyle üremekle alakalı bir şey” olduğu mânâsı çıkmıyorsa, diğer taraf için de böyle bir şey söylenemez. Gelgelelim bazı kardeşler insan deyince sadece erkeklerin anlaşılması gerekiyormuş, din de erkeklere gelmiş, kadınlar ise meyve bahçeleri ve binekler gibi kendilerine bahşedilmiş bir metadan ibaretmiş gibi davranıyorlar. Nasıl bazı hanımlar aile kavramıyla bağlarını koparmak ve sadece bir birey olmak, “dünyanın” peşinden koşarken “evden” tamamen soyutlanmak tavrını bir ideal olarak benimsemekle hata ediyorlarsa, bazı beyler de kadını “mahiyeti itibariyle bir tür ayıp” gibi görüp bir yerlere “gömmeye” çalışmakla hata ediyorlar. Karşımızda cahiliyetin farklı renkleri, farklı türleri var ve bir kısmı modern bir çehre arz ederken bir kısmı da gelenek suretinde görünüyor. Gelenekli olmak iyidir ve lakin gelenek nass değildir, zamanla rayından çıkabilir; tecdide, tashihe ihtiyaç hasıl olabilir veya sizin hataen gelenek diye benimsediğiniz bazı alışkanlıklar gelenekten uzaklaşmak mânâsına gelebilir, geleneği doğru tevarüs edememiş olabilirsiniz. İşin ilginç tarafı “kadının yeri evidir, bu bizim geleneğimizdir” tavrındaki arkadaşların birçoğunun nineleri sabah ezanında dağa çıkıp odun topluyor, öğle sıcağında tarlada çapa yapıyor ve eve anca hava kararınca geliyordu.

Gelenek deyince, örfleri ve adetleri ayrı ayrı ele almak lazım. Örfler daha temel değerleri ifade ediyor ve daha zor değişiyor. Adetler ise değişime daha açık. Âdâb bahisleri örflerle alakalı olabildiği gibi, adetlerle alakalı da olabilir ve bu ikinci kısmı daha çabuk değişebilir. Ayrıca âdâb “algı” ile alakalı bir konu ve her zaman mantıklı izahı gösterilemeyebiliyor. Mesela misafir gelince ayağa kalkmayı açıklamak daha kolaydır da, bacak bacak üstüne atmak neden saygısız bir hareket kabul edilir, bunu açıklamak daha zordur. Büyüklerimizin elini öpmemizi izah etmek, büyüklerin yanında çocuk sevmemeyi izah etmekten daha kolay.  Diğer taraftan söz konusu algılar “ortak bir hayat” ile aktarılır, “görerek” öğrenilir. Eğer bir şeyler yeteri kadar aktarılamıyorsa, bu algıları edinemeyenleri kınamaktansa, neyin aksadığını arayıp bulmak, çözüm yolu olarak daha verimli olacaktır.

Konuşacak çok konu var; daha faizsiz bir piyasayı nasıl kuracağımızdan tam olarak emin değiliz; riya ve ucub gibi, gıybet gibi amellerimizi ifsad eden huylardan nasıl kurtulacağımızı çok iyi bilmiyoruz. Önümüzde savaşlar, açlık, salgın hastalıklar gibi ciddi meseleler var. Pek çok konuyu bir tarafa bırakır da, sadece sürekli belirli konuları tartışıp durursak; havanda su dövmekten başka bir şeyi başaramamış oluruz. Kadın meselesi “tuz gibi” önemli bir konu olabilir, ama “tuz kadar” konuşsak yeter zannederim. Belki de hepsinden önce “ihtilaf âdâbını” tesis etmemiz gerekiyor.

Allah kalplerimizi hidayet üzerinde buluştursun.



Köy Yanar Deli Taranır


Sanki okuyan varmış gibi fiyakalı bir giriş yapmak istiyorum yazıya, sayın okumayıcı; Türkiye’de blog yazarlığının en kolay tarafı toplam otuz altı yazıyla külliyatı tamamlayıp köşeye çekilebilme imkânı. Otuz yedinci bir yazı daha yazmaya gerek kalmıyor, neden? Çünki aynı gündemler dönüp duruyor, aynı gündemler dönüp duruyor, aynı gündemler dönüp duruyor, aynı gündemler dönüp duruyor, aynı gündemler dönüp duruyor ve sizin yeni bir şey yazmanıza gerek kalmıyor, çünki “aa ben bunu yazmıştım” deyip hemen linkini verebiliyorsunuz, “heee ben bunu yazmıştım” deyip linkini verebiliyorsunuz, “ooo ben bunu yazmıştım” deyip linkini verebiliyorsunuz ve üstüne bir kelime eklemek ihtiyacı hissetmeden gündeme katılıp günü kurtarabiliyorsunuz. Ne var ki, bir noktadan sonra sıkıcı olmaya başlıyor, bu döngü. Hararetle bu kadar konuyu tartışmak için enerjiyi nereden buluyorsunuz, anlamıyorum. Üstelik son derece ince bir dikkatle sürdürülüyor tartışmalar, zinhar bir adım ilerlememek, herhangi bir şeyin halline kıl kadarcık yaklaşmamak konusunda bir mutabakat var gibi ve galiba mutabık kalınan tek konu da bu. Hep beraber sanki bir salona doluşmuş vals yapar gibi, hiçbir yere varmadan dönüp duruyorsunuz, aynı figürleri itinayla tekrar tekrar şey ediyorsunuz. Ney ediyorsunuz, bilemedim, dans literatürüne vukufum bu kadar. Neyse, hiçbir yere varmadan dolap beygiri gibi dönüp duruyorsunuz işte. Kimin değirmenine su çekiyorsunuz bilmiyorum, ama yazık netice itibariyle bu kadar enerjiye. Derdiniz ne sizin arkadaşım?

Taranma kısmı anlaşıldıysa köyün yanma kısmına geçebiliriz.

Dünyada pek çok mühim hadise oluyor. Her zaman öyleydi, ama o zaman pek çoğundan haberimiz olmuyordu. Belki de daha az haber alınca haberler daha kıymetli oluyor, eskiden insanlar pürdikkat kesilip “acans” dinlerdi, gazetelerden meseleleri takip ederdi. Şimdi üzerimize sağanak gibi, dolu gibi haber yağıyor ve hepsini takip etmemiz mümkün değil. Ne yapabiliriz? Hangileri daha mühimse onları takip etmeye çalışabiliriz mesela, veya sahaları arkadaşlarımızla, dostlarımızla paylaşırız, herkes bir parçasını takip eder, diğerlerine özet geçer. Falan filan. Hiç de öyle bir şey olmaz, zira bizim için dünya bu dönüp duran gündemlerden ibaret. Neyi kaçırdığımızın farkında bile değiliz. Çinliler Güney Çin Denizi denen, ama Çin’e ait olup olmadığı tartışmalı bir bölgede zengin yakıt rezervleri buldular, işletilebilir vaziyette. Amerikalılarla itekleşip duruyorlar bu bölgede. Diğer taraftan Kuzey Kore nükleer savaş çıkarmacılık oynuyor. Beri yandan Orta Doğu’da ne kadar ülke varsa doğrudan, dolaylı şekilde, yandan kenardan bir şekilde bir savaşın içinde. Amerikalılar Mars’ta su arıyorlar, bulurlarsa Yemen’e gönderecekler galiba; yirmi birinci asrın ilk çeyreğinde insanlar sapır sapır koleradan ölüyor, neyin davası olduğu belli olmayan bir savaş yüzünden. Myanmar’da Rohingyaların evleri yakılıyor, Keşmir’de Müslümanlar plastik kurşunlarla kör ediliyor, Çinliler her gün yeni bir icat çıkarıyor, ezanı “Komünist Partisi uludur” şeklinde okutmak gibi. Bu liste uzar gider ya, bir yerde kesmek lazım. Daha bir de bunun iç meseleler kısmı var. Hamdolsun kimi zaman düşe kalka, kimi zaman hoplaya zıplaya kalkınmaya devam ediyoruz da, işler pek o kadar da düşündüğümüz gibi parlak değil. Hâlâ önümüzde uzun bir yol var, hâlâ ülkeleri güçlü kılan sahalarda gerilerdeyiz. Bulunduğumuz nokta elimizden gelecek olanın en iyisi değil, can sıkıcı olan bu. Bilimsel araştırmalarda, eğitimde, tarımda, sağlıkta şimdikinden çok daha iyi olabilecek potansiyelimiz var, hamdolsun, ama bunları ancak doğru politikalarla hayata geçirebiliriz ve fakat sevgili kamuoyumuz bu konularda büyük resme hiç bakmıyor nedense, her kararı “başımızdakilere” havale edip, ne yaparlarsa onunla yetiniyoruz. Komplo teorileri söz konusu olduğunda büyük resimlere doyamayan muhayyilemiz, müfekkiremiz; böyle konular olduğunda ne detaylara bakıyor, ne kompozisyona.


Konuşmayı en çok sevdiğimiz konular şekille alakalı konular. Onların arasında da dinle ve kadınla alakalı olanlar. Din konuşmayı çok seviyoruz, ama mesela İslam hukuku günümüzde nasıl hayata geçirilir, onu pek konuşmuyoruz. İslam ahlakının incelikleri pek gündem olmuyor. Belli başlı birkaç konu sürekli gündem oluyor, varsa yoksa onları konuşuyoruz. Ne olacak halimiz, bilmem. Allah yardımcımız olsun.

26 Aralık 2016 Pazartesi

Mühim olan kafa güzelliği / tw


allah'ın akıl ve vicdan verdiği kişiler, bunları kullanma sorumluluğunu başkasına devredemez.
başkaları çok şey bilebilir, ama yine de imkanlarımız nisbetinde meseleleri tahkik etmekle mükellefiz.
*
üç türk'ün olduğu yerde dört şair, beş stratejik analizci, altı din alimi ve yedi doktor var.
*
#ff aristo mantığı, islam ahlâk ve fazileti, akıl, fikir, iyi niyet, hüsnüzan vb...
*
şayet bir sandalyeyi asla göremiyorsak hayatın bir simcityden ibaret olmadığını kim ispatlayabilir? işte bunlar hep filosefe...
ah be röne, o sobayı o kadar yakmayacağıdın...
felsefenin güzel tarafları da var. misal, allah'ın varlığının ispatlanamayacağını dolayısıyla küfredilebileceğini söyleyen birini görürseniz
kendisinin varlığını size ispatlamasını isteyin. ispatlayamazsa dövebilirsiniz. kendi simcitymin halüsinasyonunu dövüyorum, kime ne?
allah sağduyularımıza hidayet eylesin, istikametten ayırmasın...
*
muktedir olup da yap(a)madığımız şeylerden utansak daha gerçekçi olmaz mı?
it dalar. sövsen de dalar, sövmesen de dalar. sopadan haber ver...
arıza nereden kaynaklanıyor? nasıl tamir edilir? iç savaş veya darbeyi önlemenin vasıtaları nelerdir? zaaflarımız neler? çözüm?
neyimiz eksik? silah mı, para mı, teknoloji mi, sosyal bilimci mi, siyaset bilimci mi? rasyonel çözümü bilinmeyen kaç problemimiz var?
biz neyi nasıl çözüyoruz? misal eğim... kaç üniversite var, ne yetiştiriyorlar, ne kadarı gerekli, gerekenin ne kadarı yetişiyor?
nereye ne kaynak döküyoruz, nasıl bir mahsul alıyoruz? tıp, tarım, sanayi? oturup bunları konuşacak bir vasat yok memlekette, sıkıntımız bu
vay sen bana ne dedin, hop oraya giremezsin, bırak onu şucu zaten, bir kere siz bir şey demiştiniz, tamam da siz nerdeydiniz... kakafoni
herkesin okuduğu yazarlar var mı memlekette, kaç kişi? kaç ayrı "türk literatürü" seti var? kendi setinin dışında okuyan var mı?
kimse kimsenin dilinden anlıyor mu? batı düşüncelerini ne kadar tanıyoruz? islam kültürünü ne kadar tanıyoruz?
ocakta süt taşarken, dam akarken, çocuk ağlarken çözümü kapı eşiğinde komşuyla dedikodu etmekte gören biri neye muktedirse ona muktediriz...
*
ona niye karşı çıkmadın da buna çıktın muhabbetinin bir şey ifade etme ihtimali var da, ona niye ağlamadın da buna ağladın küllüm zırva
*
"burası ibadet yeri, burda hu çekilmez" (yurdum insanı)
"dinimiz hoşgörü dini olduğu için..." (yurdum insanı)
*
emperyalizme karşı emperyalizm...
*
ihtilal = revolüsyon. ıslahat = reform. inkılab? bazen biri, bazen diğeri; kafa karıştırıyor... ölçü ve tartı "devrimi" olmaz, reformdur o.
lakin yazı ve dilde yapılan, bildiğin ihtilal...
*
bekliyorum, görüntülerini gösterme ekolü mezarların içine kadar da uzanacak mı acaba?
türkiye'de haber işinin şirazesini ilk körfez savaşı bozmuştu. dakika başı cnn'e bağlanıp gelişmeleri aktarmaya alışınca,
gelişme bulamadıkları zaman da ne bulurlarsa aktarmaya başladılar...
saat başı haber + son dakika bağımlılığı felaket... akşam 20:30 haberler, gece güne bakış neyinize yetmiyor :p
*
[vicdan]
bu söylediğin her tür "değer" için geçerli, gerçekten "objektif" olan tek ahlak yasası orman kanunudur
kelimenin kökünün o kadar önemi yok, lugat ve ıstılah manaları farklı olabilir, kaldı ki bir dilden diğerine geçmiş kelime...
cemil meriç'e bakarsan hürriyetin de bir tanımı yok...
"Kelime kökü alakasız, tanımı herkese göre değişen ama pozitif kavramlarla ilişkili gibi görünen 'özgürlük' tabii ki şahâne politik malzeme"
"muğlak" olmak zorunda, çünki "değer", elle tutulur, gözle görülür bir şey değil, inançlara, sezgiye bağlı hepsi de...
bu muğlaklığı ne kadar netleştirebildiğimiz, kültürel bir konu ama. muğlak diye işin ucunu keyfiliğe bırakmak bambaşka bir şey
başka çare yok, önemli olan her zaman bir gri alan kalabileceğini bilmek, uygulamayı buna göre düzenlemek
daha objektif olanlar, değerleri konusunda daha net ortak kabulleri olanlar, güzel formüle edebilenlerdir, ama temel durum aynı
hukuk değerlere dayalı bir alan, değer deyince de işin ucunun nereye varacağını kestirmek mümkün değil
geçiş dönemlerinde bu tür sıkıntıların artması tabii, çok kültürlü toplumlarda da durum daha karmaşık
tamamen kurtulabilsek, cennette olurduk. toplumun, kültürün problemleriyle başa çıkabilme gücü önemli, medeniyet böyle kuruluyor
*
bir tez sahibi olmak zor, bir şeylere karşı çıkmak daha kolay...
işin komik tarafı, başka bir açıdan bakınca iki veya daha fazla taraf yok, neticede herkes aynı şeyleri yapıyor...
fikir zaten yok. herkes orijinal fikir üretemez, ama en azından kendi başına söküp takabilmelisin ki, fikrin olsun...
"bizim cenahın fikirleri çok iyidir, ama ne olduklarını ben bilmiyorum"
"bizde yanlış olmaz" katı bir şablonla harmanlanınca, kendi cenahının isimlerini ihanetle suçlamaya da varabiliyor
*
balatalarınıza iyi bakın...
*
maşa lazım (müdür bey, not al; depocu bekir'den isteriz, katır yoksa da maşa vardır belki)
başhekim: katır var mı sizde? depocu: he ya, olaydı binerdik hep... başhekim: yok, teptirecek çok adam var da burda... (true story)
acil ihtiyaç listesi: maşa, kızılcık sopası, meşe odunu, katır, satır, palta, pala... önemse ve yay!
*
bir şeyler üretmek yerine bütün kalkınma planı "dövlet bize bir şey yapsın" demekten ibaret bir ahali
ve temel planı bu ahaliyi memnun etmek üzere sağa sola rastgele bir şeyler yapmak olan bir idare
istisnaların hürmetine ayaktayız, ortalama problem çözme kapasitemiz sürünüyor...
*
akıl var, mantık var; o da bizde yok. caza devam...
*
felsefeden önce mantık dersiyle mi başlasak acıba?
*
iki taraf da hatalıysa, "ama"lara prim vermeyeceğiz diye, birinin hatasını yok mu farz etmeliyiz?
iki hatadan birine arka çıkmaktan başka yol yok mu yani? bu durumda "ama"yı aradan çıkarmak "taraf seç ve saldır" mantığına hizmet ediyor
mesele "ama"dan kurtulmak değil, bir tarafın hatasını örtbas etmek üzere suistimal edilmesine mani olmak
suçu "ama"ya yüklediğiniz zaman, hatalardan birine destek olma durumuna düşme tehlikesi mevcut
"ama" mantıki bağlantı kurmak için kullanılan kelimelerden biridir "ise" gibi, "ve", "veya", "değil" gibi...
*