10 Ocak 2016 Pazar

ah mine'l-gündem

on yıl önce bir mail grubunda şunları yazmışım:


"bu başörtüsüz namaz meselesi münasebeti ile aklıma geldi, mitterand'ın kampanyasına katılan reklamcı j. seguela bir yerde, kampanya hakkında hatıralarını anlatırken, arada şöyle bir şey söylüyor: "... bütün basın, sağ tarafından ağzına kilit vurulmuş olduğu halde oltaya geldi ve kustu. aptallar susmuş olsalardı bizi de susturmuş olurlardı; bizi eleştirmekle, hakkımızda konuşmakla ekmeğimize yağ sürdüler..."


imdi bu "porodestan islam" hususunda, konuyu tartışmak açılan cepheyi kabullenmek, "oltaya gelmek" anlamı taşıyor, susmak ise gönüllerince at koşturup istedikleri aşındırmayı yapmalarını kabullenmek demek oluyor. iki durumda da zevzekler karlı çıkıyorlar. "borazan" ellerinde olunca, susmak birini yokluğa mahkum etmek anlamına gelmiyor. yazı gelince kaybediyorsun, tura gelince de kaybediyorsun, bu para nasıl dik durur?


daha kısa ifade edeyim: bu başlıkta açtığım konu, "protestan islam" olur mu, olmaz mı konusu değil. bu kuru gazoz gibi, deli saçması bir şey. zihinde bir saniyelik bir tereddüt bile uyandırmıyor, tartışılması abes. diğer taraftan ortada niçin protestan ve islam kelimelerinin aynı tamlama içinde kullanılamayacağını bilmeyen ve anlamayan insanlar var. bu insanlara bunu anlatmak gerekiyor. soru şu: protestan islam başlıklı bir tartışmaya iştirak etmeksizin konu nasıl anlatılabilir?


burada kilit nokta islamı anlatabilmek, mesajı doğru iletebilirseniz, neden protestan islam olmayacağını onlar kendileri de anlayacaktır (eşşek değiller ya)."


örnek konu bir yana, bu gündem tartışmaları cidden vahim bir hal aldı. biri kuyuya bir taş atıyor, hep beraber taşın peşinden kuyuya atlıyoruz. çiğnediğimiz sakızlar saatlik değişmeye başladı neredeyse. rahmetli s. ahmet arvasi bir yazısında "elalemin gündemine itibar etmeyeceğiz" mealinde bir şeyler söylüyordu. ne yapsak da bu boşbeleş gündemlere kapılıp gitmesek? bir derdimiz, bir mevzumuz yok mu bizim, kah o mahalleden, kah bu mahalleden yuvarlanıp gelen bir şeylerin peşine düşmekten daha mühim bir işimiz yok mu bizim? üstelik sistemsiz tartışmalar yüzünden konuların içi boşalıyor, bir yere varmadan tüketiyoruz her şeyi. buna bir çözüm düşünmek lazım...


Diyanet Türkiye’nin Neyi Olur?


Diyanet İşleri Başkanlığı’nın veya kuruma bağlı bir birimin her hatasında veya hata sanılan her davranışında yer yerinden oynuyor. Bu tepkilerin arkasındaki saik nedir ve bu tepkilere gösterilen tepkinin sebebi nedir, bunu sistematik şekilde tahlil eden pek kimse bulunmuyor. Halbuki bu Türkiye’nin temel suallerinden biriyle bağlantılı bir mesele: “Türkiye nedir” suali. Bunu “Türkiye Devleti nedir” ve “Türk Milleti” kimdir şeklinde de açmak mümkün. Bin senelik bir konudan bahsediyoruz, bin senedir Diyanet yoktu, ama kadı mahkemeleri vardı, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti vardı, Şeyhülislamlık vardı. Diyanet bin senelik bir mevcudiyetin son temsilcisidir.

Türkiye Devleti Oğuzların batıya göçü ile kuruldu. Diyar-ı Rum Oğuzlara yurt oldu ve burada bir devlet kuruldu. Bu devlet baştan itibaren Müslümanları temsil eden bir devletti. Müslümanlar kilise benzeri bir kuruma sahip değil, İslam dininin hükümlerini tatbik etmek için devlet seviyesinde organize olmak gerekiyor ve daha alt seviyedeki kurumlar maksat için kâfi değil. Bir devlet sahibi olmak elzem, değilseniz kurmak gerekiyor. Diyanet tek devlet kurumu değil ve Müslümanlar diğer kurumlarda da mevcut, ama İslam ile bağlantılı düşününce türünün son örneği. Bu sebeple fonksiyonlarının ötesinde sembolik anlamı da var. İslam’ın bayraktarlığını yapmayı şiar edinmiş bir millet için, Diyanet bir varlık mücadelesinin sembollerinden biri, tıpkı bayrak gibi. Bu devlet Müslümanların devleti değilse, iddiamız nedir, neyin mücadelesini vereceğiz, neye sahip çıkacağız? “Diyanet’e karşı çıkıyoruz” demek, “biz sizin Bu Ülke’de varlığınıza karşı çıkıyoruz, ferden burada bulunabilirsiniz, ama topluluk halinde kendiniz olarak, hayatı kendi değer ve ideallerinize göre düzenlemeye çalışarak burada yaşayamazsınız” demektir. Bunu kabul etmek istemeyişimizde tuhaf olan nedir?

Diyanet’in hep hataları konuşuluyor, faydalı ve gerekli hizmetleri pek konuşulmuyor. Camilerin ortak bir iradeyle idaresi zaman zaman bahsi geçen bir konu. Bunun dışında Hac organizasyonu var, eğitim ve yardım faaliyetleri var, bir sürü şey var, ama karşı çıkanların umurunda değil veya onlara da karşı çıkıyorlar. Keza Diyanet’in başka kurumlarda da görülebilecek şekilde arızalı personeli olabilir, ama cansiperane çalışan pek çok kişi de Diyanet’e bağlı hizmet veriyor, bunlara da söz hiç gelmiyor. Neden? Çünki burada mevzu Diyanet’in şu veya bu hatası değil, kendisi. Kategorik olarak Diyanet’e karşı çıkıyorlar ve gündeme gelen hadiseler de sadece bunun malzemesi. Türkiye’nin bir zümresi, bir diğerine yer açmaya hiçbir şekilde niyetli olmadığını her vesileyle ilan ediyor, dün bu başörtüsü meselesiydi, yarın başka bir şey olur. Buna eyvallah edecek değiliz elbette, kırmızı çizgi ve savaş sebebi dediğimizde kastedilen budur, Diyanet bizatihi bir tartışma konusu olamaz, kaldırılması kabul edilemez, bunun pazarlığı yapılamaz. Bunun dışında gerçekten bir hatası varsa elbette konuşulabilir, konuşulmalıdır, hal çaresi aranmalıdır. Kurumları korumanın bir yolu da hatalarını tenkid ederek ıslahlarına vesile aramak.

Gelelim gündemdeki meseleye. Burada da esas meselenin tartışılandan farklı olduğunu görüyoruz. Tartışmanın altındaki saik hazımsızlık ve tahammülsüzlük. Muhatabınıza mütemadiyen ahmaklık, cahillik ve suiniyet atfetmeniz. Neyi bilmediğinizin, neyi anlamadığınızın farkına varmak istemeyişiniz. Böyle bir haletiruhiye içinde konuya girince çam ormanı devirmeniz de kaçınılmaz ve mesele izah edilince de ne dinliyorsunuz, ne anlıyorsunuz, ne de söylenene inanıyorsunuz. Bütün beklediğiniz “evet biz kötüyüz, İslam -hâşâ- kötü, biz bu ülkeden defolup gitmeliyiz veya sizin dünya görüşünüze göre hizaya gelmeliyiz” dememiz. Bu cür’eti nereden buluyorsunuz? Hadi buldunuz, buna eyvallah edeceğimizi nereden çıkarıyorsunuz?

Tartışılan suali ortaya atan kişiyi tanımıyoruz, ne maksatla bunu yaptı bilemiyoruz. Gerçekten de iddia edildiği gibi vesvese yüzünden sorulan bir sual olabilir. Bu kısmı çözme imkânımız yok. Cevabın formüle ediliş tarzı da belki tartışılabilir, “şöyle şöyle yazsa daha doğru anlaşılabilirdi” denebilir, bu en çok konuşulan bir bahis olduğu için uzatmaya gerek yok. Şurasına işaret etmek gerekiyor ki, Diyanet çalışanlarının, Türkiyedeki farklı gruplar hakkında daha fazla bilgili olması gerekiyor, başka algı evrenlerinde neler döndüğünün farkında olması gerekiyor. Diyanet bazı zümrelere yönelik ayrı bir tebliğ ve irşad faaliyeti sürdürmeli, ama ne onların dillerini biliyor, ne duygularını, düşüncelerini, dünyalarını tanıyor. Diyanet’in çok daha yüksek bir iletişim becerisiyle hareket etmesi, derdini anlatmaktan aciz kalmaması gerekiyor.

Sualin ve cevabın mahiyetini hâlâ pek çok kişi anlamamış bulunuyor. Sual kişinin kendi çocuğuyla alakalı değil, eşinin çocuğuyla alakalı. Elbette ikinizin çocuğu ise, eşinizin çocuğu aynı zamanda kendi çocuğunuz olur, kafa karıştıran bu. Esas mesele şu: bir kişi ile evlendiğinizde o kişinin usûl ve füruu size ebediyen haram olur. Yani bir erkekle evlenmişseniz, artık onun oğluyla, oğlunun oğluyla, onun oğluyla veya kocanızın babasıyla, dedesiyle, dedesinin dedesinin dedesiyle evlenemezsiniz. Aynı şekilde bir kadınla evlenmişseniz, onun kızıyla, torunuyla, anasıyla, ninesiyle evlenemezsiniz. Fıkhî hükmü tam bilmiyorum, yanılmıyorsam burada sadece nikâhlanmak değil, mübaşerette bulunmak da meseleye dâhil ve görünüşe göre mübaşeret deyince sınırlarının ne olması gerektiği de ihtilaflı. Şu halde problemi aynı çerçevede yeniden kurgulayarak anlaşılmasını kolaylaştırabiliriz: bir kadın kayınpederini öperse, kocası kendisine haram olur mu? Tabii siz yine “vay efendim pis gericiler ne biçim sorular soruyorsunuz” diye ayaklanacaksınız, ama konuyu anlama niyeti olanlar olabilir belki. Bir kişinin eşinin usûl ve fürûundan bir kişiyle ne çeşit bir teması nikah akdinin bozulmasına sebep olur? Sual böyle yazılınca akademik bir hava kazanıyor ve ben bunu çaktırmadan laik hukuk satırları arasına karıştırsaydım, birçoğunuz sıkıcı bularak dönüp bakmayacaktı bile. Ezcümle çok istiyorsanız hobi olarak yine ayaklanın, ama önce konu ne, onu bir anlayın.


Hoşumuza gitmese de, bir arada yaşamak mecburiyetindeyiz, bunun için birbirimizi anlamamız şart. Savaşı arzu etmiyoruz, barış ve huzur istiyoruz, hatta sık sık “bir huzur vermenizi” istiyoruz.