Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın veya kuruma bağlı bir birimin her hatasında veya hata
sanılan her davranışında yer yerinden oynuyor. Bu tepkilerin arkasındaki saik
nedir ve bu tepkilere gösterilen tepkinin sebebi nedir, bunu sistematik şekilde
tahlil eden pek kimse bulunmuyor. Halbuki bu Türkiye’nin temel suallerinden
biriyle bağlantılı bir mesele: “Türkiye nedir” suali. Bunu “Türkiye Devleti
nedir” ve “Türk Milleti” kimdir şeklinde de açmak mümkün. Bin senelik bir
konudan bahsediyoruz, bin senedir Diyanet yoktu, ama kadı mahkemeleri vardı,
Şer’iye ve Evkaf Vekaleti vardı, Şeyhülislamlık vardı. Diyanet bin senelik bir
mevcudiyetin son temsilcisidir.
Türkiye
Devleti Oğuzların batıya göçü ile kuruldu. Diyar-ı Rum Oğuzlara yurt oldu ve
burada bir devlet kuruldu. Bu devlet baştan itibaren Müslümanları temsil eden
bir devletti. Müslümanlar kilise benzeri bir kuruma sahip değil, İslam dininin
hükümlerini tatbik etmek için devlet seviyesinde organize olmak gerekiyor ve
daha alt seviyedeki kurumlar maksat için kâfi değil. Bir devlet sahibi olmak
elzem, değilseniz kurmak gerekiyor. Diyanet tek devlet kurumu değil ve
Müslümanlar diğer kurumlarda da mevcut, ama İslam ile bağlantılı düşününce
türünün son örneği. Bu sebeple fonksiyonlarının ötesinde sembolik anlamı da
var. İslam’ın bayraktarlığını yapmayı şiar edinmiş bir millet için, Diyanet bir
varlık mücadelesinin sembollerinden biri, tıpkı bayrak gibi. Bu devlet
Müslümanların devleti değilse, iddiamız nedir, neyin mücadelesini vereceğiz, neye
sahip çıkacağız? “Diyanet’e karşı çıkıyoruz” demek, “biz sizin Bu Ülke’de varlığınıza
karşı çıkıyoruz, ferden burada bulunabilirsiniz, ama topluluk halinde kendiniz
olarak, hayatı kendi değer ve ideallerinize göre düzenlemeye çalışarak burada
yaşayamazsınız” demektir. Bunu kabul etmek istemeyişimizde tuhaf olan nedir?
Diyanet’in
hep hataları konuşuluyor, faydalı ve gerekli hizmetleri pek konuşulmuyor.
Camilerin ortak bir iradeyle idaresi zaman zaman bahsi geçen bir konu. Bunun
dışında Hac organizasyonu var, eğitim ve yardım faaliyetleri var, bir sürü şey
var, ama karşı çıkanların umurunda değil veya onlara da karşı çıkıyorlar. Keza
Diyanet’in başka kurumlarda da görülebilecek şekilde arızalı personeli
olabilir, ama cansiperane çalışan pek çok kişi de Diyanet’e bağlı hizmet
veriyor, bunlara da söz hiç gelmiyor. Neden? Çünki burada mevzu Diyanet’in şu
veya bu hatası değil, kendisi. Kategorik olarak Diyanet’e karşı çıkıyorlar ve
gündeme gelen hadiseler de sadece bunun malzemesi. Türkiye’nin bir zümresi, bir
diğerine yer açmaya hiçbir şekilde niyetli olmadığını her vesileyle ilan
ediyor, dün bu başörtüsü meselesiydi, yarın başka bir şey olur. Buna eyvallah
edecek değiliz elbette, kırmızı çizgi ve savaş sebebi dediğimizde kastedilen
budur, Diyanet bizatihi bir tartışma konusu olamaz, kaldırılması kabul
edilemez, bunun pazarlığı yapılamaz. Bunun dışında gerçekten bir hatası varsa
elbette konuşulabilir, konuşulmalıdır, hal çaresi aranmalıdır. Kurumları
korumanın bir yolu da hatalarını tenkid ederek ıslahlarına vesile aramak.
Gelelim
gündemdeki meseleye. Burada da esas meselenin tartışılandan farklı olduğunu
görüyoruz. Tartışmanın altındaki saik hazımsızlık ve tahammülsüzlük.
Muhatabınıza mütemadiyen ahmaklık, cahillik ve suiniyet atfetmeniz. Neyi bilmediğinizin,
neyi anlamadığınızın farkına varmak istemeyişiniz. Böyle bir haletiruhiye
içinde konuya girince çam ormanı devirmeniz de kaçınılmaz ve mesele izah
edilince de ne dinliyorsunuz, ne anlıyorsunuz, ne de söylenene inanıyorsunuz.
Bütün beklediğiniz “evet biz kötüyüz, İslam -hâşâ- kötü, biz bu ülkeden defolup
gitmeliyiz veya sizin dünya görüşünüze göre hizaya gelmeliyiz” dememiz. Bu
cür’eti nereden buluyorsunuz? Hadi buldunuz, buna eyvallah edeceğimizi nereden
çıkarıyorsunuz?
Tartışılan
suali ortaya atan kişiyi tanımıyoruz, ne maksatla bunu yaptı bilemiyoruz.
Gerçekten de iddia edildiği gibi vesvese yüzünden sorulan bir sual olabilir. Bu
kısmı çözme imkânımız yok. Cevabın formüle ediliş tarzı da belki
tartışılabilir, “şöyle şöyle yazsa daha doğru anlaşılabilirdi” denebilir, bu en
çok konuşulan bir bahis olduğu için uzatmaya gerek yok. Şurasına işaret etmek
gerekiyor ki, Diyanet çalışanlarının, Türkiyedeki farklı gruplar hakkında daha
fazla bilgili olması gerekiyor, başka algı evrenlerinde neler döndüğünün
farkında olması gerekiyor. Diyanet bazı zümrelere yönelik ayrı bir tebliğ ve
irşad faaliyeti sürdürmeli, ama ne onların dillerini biliyor, ne duygularını,
düşüncelerini, dünyalarını tanıyor. Diyanet’in çok daha yüksek bir iletişim
becerisiyle hareket etmesi, derdini anlatmaktan aciz kalmaması gerekiyor.
Sualin
ve cevabın mahiyetini hâlâ pek çok kişi anlamamış bulunuyor. Sual kişinin kendi
çocuğuyla alakalı değil, eşinin çocuğuyla alakalı. Elbette ikinizin çocuğu ise,
eşinizin çocuğu aynı zamanda kendi çocuğunuz olur, kafa karıştıran bu. Esas
mesele şu: bir kişi ile evlendiğinizde o kişinin usûl ve füruu size ebediyen
haram olur. Yani bir erkekle evlenmişseniz, artık onun oğluyla, oğlunun
oğluyla, onun oğluyla veya kocanızın babasıyla, dedesiyle, dedesinin dedesinin
dedesiyle evlenemezsiniz. Aynı şekilde bir kadınla evlenmişseniz, onun kızıyla,
torunuyla, anasıyla, ninesiyle evlenemezsiniz. Fıkhî hükmü tam bilmiyorum,
yanılmıyorsam burada sadece nikâhlanmak değil, mübaşerette bulunmak da meseleye
dâhil ve görünüşe göre mübaşeret deyince sınırlarının ne olması gerektiği de
ihtilaflı. Şu halde problemi aynı çerçevede yeniden kurgulayarak anlaşılmasını
kolaylaştırabiliriz: bir kadın kayınpederini öperse, kocası kendisine haram
olur mu? Tabii siz yine “vay efendim pis gericiler ne biçim sorular
soruyorsunuz” diye ayaklanacaksınız, ama konuyu anlama niyeti olanlar olabilir
belki. Bir kişinin eşinin usûl ve fürûundan bir kişiyle ne çeşit bir teması
nikah akdinin bozulmasına sebep olur? Sual böyle yazılınca akademik bir hava
kazanıyor ve ben bunu çaktırmadan laik hukuk satırları arasına karıştırsaydım,
birçoğunuz sıkıcı bularak dönüp bakmayacaktı bile. Ezcümle çok istiyorsanız
hobi olarak yine ayaklanın, ama önce konu ne, onu bir anlayın.
Hoşumuza
gitmese de, bir arada yaşamak mecburiyetindeyiz, bunun için birbirimizi
anlamamız şart. Savaşı arzu etmiyoruz, barış ve huzur istiyoruz, hatta sık sık
“bir huzur vermenizi” istiyoruz.
1 yorum:
gündem ne çabuk değişiyor, hükümetin bu konuda kabiliyeti takdire şayan, nasılda unutuldu gitti bu mesele,
diyanet görmez hoca ile birlikte sınıf atladı gibi geliyor bana. imamları topluma önder yapma konusunda daha çok yol almamız lazım. bir de camiden kovulmuş çocukları geri kazanmak önemli..
Yorum Gönder