20 Ekim 2011 Perşembe

topu kesmek

sabah işe gelirken, fî tarihindeki chat hikayelerini düşünüyordum. çok kişide görülen bir kötü huyu hatırladım ve canım sıkıldı. "bizden olsun çamurdan olsun, bizden olsun ne yaparsa yapsın, bizden olmayan gözümüze görünmesin, böcek gibi ezeriz" şeklinde bir tahammülsüzlük mantığı idi bu. sürekli çıkan tartışma ve sürtüşmelerde bu tavrın önemli bir rolü vardı, kimse kendisinin veya arkadaşlarının haksız olduğu noktaları kabul etmeye yanaşmıyordu. haksız da olsa herkes kendi arkadaşına destek çıkıyor ve kendi ekibinden olmayan kişileri haklı olmalarına rağmen ezmeye çalışıyordu. sürtüşmelerin bütün tarafları aynı insafsız tavrı sürdürdükçe sulh ihtimali ortadan kalkıyor ve durum kanalın bölünmesine kadar gidebiliyordu, yahut birileri kanalı terk edip gidiyordu.

işe geldim ve paşa paşa çalışmaya başladım, keşke devam etseymişim. ama bir hata yaptım ve küçük bir mola sırasında gündüz aktan'ın bugünki radikal'de çıkan her şey iyi gitmiyor başlıklı yazısını okudum. gördüm ki güzel yurdumda da işler başka türlü yürümüyor.

"'bir şey yokmuş da bazıları ülkenin iyi yönde gidişinden rahatsız olduklarından tsk ile akp'nin arasını açmaya çalışıyormuş' gibi davranmak aldatıcı olur. sorun var. bu sorun yeni değil. bu sorunu çözemediğimizden demokrasimiz istikrar kazanamıyor" diyor aktan ve bir süredir tsk'ya karşı hücumlarda artış olduğunu söylüyor. bunların bir kısmı dış kaynaklı iken bir kısmının da içeriden geldiğini, bunların geçmişten tam kopmadığı izlenimi veren akp hükümeti zamanında olduğunu ekliyor. aktan'ın verdiği bir örnek, cumhuriyet'in sembolü olan iki bayramda akp'lilerin olay yaratmayı becermiş olması. hükumet gerçekten de olay yaratma konusunda becerikli. ancak bu konudaki başarısını tek başına üstlenmeyi hak etmediğini düşünüyorum. hükumetten muhalefete, komuta kademesinden basına pek çok kişinin katkısı var bu başarıya, "ödül" her ne ise onu da paylaşmalılar. bir insana ya da bir sosyal gruba karşı sürekli ters davranırsanız, onların sürekli ters davranmasını yadırgamanız hatalı olur. üstelik akp hükumeti refah hükumeti ile karşılaştırıldığı zaman, bu konudaki becerilerini hayli yitirdikleri görülüyor ki, az da olsa biraz krediyi, biraz avansı hak ettikleri kanaatindeyim.

"başörtüsü sorunu her fırsatta su yüzüne çıkma potansiyeli taşıyor" diyor aktan, haklı. ancak bunun neden böyle olduğunu objektif bir bakışla çözümlemeye kimse yanaşmıyor ve nalıncı keserleri hep kendine yonttukça zıtlıklar ve kutuplaşmalar giderek yoğunlaşıyor. hiç sorun olmaması gereken bir şey karşılıklı ahmaklıklar yüzünden içinden çıkılmaz bir hal aldı. bugün radikal'in manşetinde bir haber vardı, bir öğrencinin imzası "kürtçülük" kelimesini andırdığı için soruşturmaya uğradığını yazıyordu. farz edin ki gerçekten öyle olsun, böyle şeylerle uğraşmak kime ne kazandırır? kim böyle neyi çözer? başörtüsü de böyle bir mantıkla sorun haline getirildi, ama dikkatten kaçan nokta "sorunu" baskı altına almanın onu çözmek anlamına gelmemesi. denize girin, su belinize gelinceye kadar ilerleyin. elinizdeki hava dolu topu suya bastırın ve bekleyin. bu arada canınız sıkılmasın diye de başörtüsü sorununun su yüzüne çıkma potansiyeli üzerinde düşünün. umarım ya kollarınız yahut beyniniz güçlüdür ve sorunun tekrar su yüzüne çıkacağı zaman gelmeden önce daha akılcı bir hal çaresi düşünmeye fırsatınız olur.

" 61 yaşında emeklilik tasarruftan ziyade kadrolaşmanın bir yolu olarak görüldü. kadrolaşma trt ve diyanet işleri başkanlığı'na dayandı. hükümet, imf ile hayati istikrar programını sarsma noktasında viraj aldı. hükümetin irak politikasını sadece acemilik değil, türkiye'nin batı'dan koparılması olarak da değerlendirenler var vb.
akp'nin türkiye'yi ab'ye sokma politikası, siyasi islam'ın geçirdiği değişimden ziyade, ab'deki geniş özgürlükler ve liberal demokrasi vasıtasıyla laikliği sulandırarak, akp'nin meşrebine uygun bir demokrasi kurmak niyetine bağlanıyor. 2. kob'da yer alan 'cemaatların ibadet yeri açması' gibi talepler de bu bağlamda yorumlanıyor.
bütün bu durum, bir yanda akp ve destekçileri, diğer yanda ordu ve laik çevreler arasında tarihten gelen güvensizliklerin yeni şartlarda devam ettiğini gösteriyor. aihm'nin refah'ın kapatılması davasını teyit etmesi,
ab'nin, türkiye'ye ve islam'a özgü laikliğe saygılı olduğu konusunda yeterince ikna edici bulunmuyor. " diyor aktan. hükumet sütten çıkmış ak kaşık olmayabilir belki, ama birini suçlamak için "şunu yaptı, bunu etti, şunu yapmadı" gibi cümleler mi gerekiyor, yoksa "şöyle görüldü, böyle yorumlandı" mı? hırsızın hiç mi suçu yok diyeceğim, ama anlaşılmayacağından veya yanlış anlaşılacağından endişeliyim. olsun, uysa da uymasa da dedim işte.

"aslında sorunun süregelmesinde yapısal nedenler var. çok genel bir ifadeyle, demokrasiye geçildiğinden bu yana demokrat parti'yi izleyerek iktidara gelen her orta sağ parti biraz daha dine bağlı olan, dinle siyaseti birbirinden ayırmakta biraz daha az özen gösteren kitleleri ve yöneticileri iktidara getirdi. bunun nedenlerinin başında ekonomik kalkınmanın nüfus artışına yetişememesi ve sol ideolojinin gerilediği bir ortamda varoşlara yığılan kitlelerin dine ideoloji gibi bağlanması geliyor." diyor aktan, yine haklı. ama bu açıklama yeterli değil. siz din konusunda insanlara kabul edilebilir alternatifler sunmazsanız, onların her "din? ihtiyaç? ama, ama?.." deyişinde kallavi bir "höt!" cevabını burunlarına dayarsanız, onlar da din diye neyi bulurlarsa ona sarılırlar. bunca yıllık tecrübe artık gösteriyor ki halk kalabalığının dinle ilgili taleplerini ortadan kaldıramıyorsunuz, bunlara kulak vermek yerine hala gürültünün kesilmesini istiyorsanız, halkı ortadan kaldırmanız lazım. bakın suyun altındaki top problemine bir çözüm bulduk, bir bıçakla cart diye keserseniz top sudan çıkmaya çalışma inadından vaz geçer.

"bu şartlar altında akp'nin çok dikkatli olmasından başka çare yok." diyor aktan, gözünü seveyim, hep haklı bu adam. iyi de sırf akp'nin çok dikkatli olmasıyla mesele hallolacak mı? adamların nefes almasında bile bir yanlışlık arayanlar da biraz dikkatli olsalar olmaz mı? hani şöyle karşılıklı falan? hani siz sizin delileri tutsanız, biz bizimkileri?

"... türban gibi ihtilaflarda, başı sıkıştıkça, 'milli irade'ye yani aldığı oylara atıfta bulunuyor. cumhuriyet devrimleri oyla yapılmadı. devrimle geleni değiştirmeye kalkışmak, başlangıçtaki devrim şartlarına dönülmesine yol açar" diyor aktan. "cumhuriyet devrimleri oyla yapılmadı" büyük söz. sopa gibi, "çizmelerimi giyerim, kafamı bozmayın gibi", demoklesin kılıcı gibi... devrim, oy, millî irade... "hakimiyet kayıtsız şartsız kimindi, pardon?" demeli mi, yoksa yutkunup susmalı mı? "belki cumhuriyet devrimlerine halel getirmeden de bir kaç şeyi çözebiliriz, olamaz mı?" desem bir faydası olacak mı? alacağım cevaptan korkuyorum: "hayır, sen pis bir örümceksin, ancak süpürgemin erişmediği yerlerde yaşayabilirsin! sus ve yutkunmaya devam et!"

"laikliği de kapsayan 200 yıllık batılılaşma reformları sırasında en çok travmaya uğrayan kitlelerin bugünkü kültürel uzantıları akp'de toplanıyor. travma geçirenler yeni travmalar geçirmek için gerekli şartları bizzat hazırlamak gibi bir bilinçaltı eğilime sahipler. buna 'repetition compulsion' deniyor. akp bu eğilimi mutlaka aşmalı." diyor aktan. aşmalı tabiî, akp her şeyi tek başına aşar, öyle "eti ne, budu ne?" demeyin, aslandır, kaplandır akp.

top hâlâ suyun altında. burası neresi, ben kimim? biri benim ülkemi işgal mi etti? "öğretmenim, nefes alabilir miyim?" birileri rahatsız, sadece onlar mı? herkes rahatsız. ben rahatsızım. başka bir ülkede yaşamak istemediğimi biliyorum da, böyle bir ülkede yaşamak istiyor muyum, onu bilmiyorum. "öğretmenim topumuzu keser misiniz? sıkıldım bu oyundan."

(28.05.2003 10:46)

19 Ekim 2011 Çarşamba

"Yeni Osmanlı" mı, zaten Osmanlı mı?


Geniş toplumsal mutabakata dayanan sivil bir anayasa hazırlanması gündemde olmakla birlikte, bazı temel konularda, anayasanın, ana çizgilerini, mantığını belirleyecek bazı hususlarda bir fikir birliğinin bulunmadığını görüyoruz. Tartışmalara katkısı olabilir ümidiyle, Türkiye Devleti ve toplumu hakkında bazı tespitleri arz etmekte fayda mülahaza ediyorum. Kanaatimce çözülmez gibi görünen bir kısım çelişkilerin temelinde, resmi söylemin ezberletmiş olduğu umdeler yatıyor. Resmi söylem, devleti, halkın devletle bağını, devletin varlık sebebini izah bahislerinde realiteden sapmış ve umumi kabul görecek tanımlar yapmakta yetersiz kalmıştır. Mesele esasen anayasa yapılmasından da önce, zihinlerdeki kargaşanın sona erdirilmesi, çekişmelerin bir uzlaşma nizamına bağlanarak asgariye indirilmesi ve memleketin önündeki pratik meseleleri daha sakin bir akılla ele alabilmesini sağlamak meselesidir.
İnkılapçı kadroların sık sık ideolojik-teorik konuları reel-pratik konuların önünde tuttuğunu görüyoruz. Bu durum Devletimizin yaklaşık son bir asrında gösterdiği zaafların mühim bir cephesini teşkil etmektedir. Sistemi teşkil eden kadrolarla muhalefet arasındaki gerilim ideolojik bir vasatta şekillenmekte, bu durum ülkenin reel meselelere odaklanmasını güçleştirmektedir. Sistem ülke gerçeklerine sırtını dönerek adeta akıntıya kürek çekmekteyken, muhalefetin de yelkenlerini pratik konularla şişirmesinin yanında, gemisini yüzdürmek konusunda akıntıdan güç alması söz konusudur. Pratik konulardaki çözümlerin popülist yaklaşımlarla yarım bırakılması, ideolojik gerilimden kaynaklanan bir denetimsizliğin neticesidir. Pratik konularda asgari mutabakatın sağlanabilmesi için öncelikle teorideki anarşinin sona erdirilmesi gerekmektedir. Bu bâbda cevaplanması gereken sual, Türkiye neyin nesidir sualidir. Devlet, millet, vatan gibi mefhumlar hem kendi içlerinde sağlam bir zemine oturtulmalı, hem de ülkenin dünya üzerindeki yeri tayin edilmelidir.
Resmi söylemin oluşturduğu dezenformasyon perdesini araladığımızda şunları görüyoruz:
1. Yirminci asrın en büyük yalanı Osmanlı devletinin yıkıldığı iddiasıdır. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğundan ayrı bir devlet değildir. Elbette Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışmıştır, zira Osmanoğlu hanedanının iktidarını kaybetmesiyle Osmanlı olma vasfı ve Birinci Cihan Harbindeki muazzam toprak ve nüfus kaybıyla da İmparatorluk vasfı ortadan kalkmıştır. Ancak bunlar bir devletin yıkıldığı ve yerine ayrı bir devletin kurulduğu manasına gelmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağı Osmanlı bayrağının ta kendisidir, yeni olarak sadece nizami ölçüleri zaptürapt altına alınmıştır. Posta ve polis teşkilatları kendisinden eski bir devlet olabilir mi? Ziraat Bankasından Silahlı Kuvvetlerine kadar, parlamentosundan üniversitesine kadar bütün mülkî ve askerî teşkilat, fiziki varlığıyla, kadrolarıyla, idare zihniyetiyle eski iktidardan yenisine devredilmiştir. Mevcut kurumların ismini değiştirmekle, yapısını yenilemekle, bir kısmını ilga edip bir kısım yenilerini ihdas etmekle, anayasa veya rejim değiştirmekle, toprak kaybetmekle, yeni muahedeler imza etmekle yeni bir devlet kurulmuş olsa, Osmanlı’yı bir değil, birkaç devlet saymak iktiza ederdi. Yeniçeri Ocağı’nın lağvı, Hilafet’in lağvından daha tesirli neticeler vermiştir. Tanzimat askerî, mülkî, hukukî, siyasî sahalarda en az Cumhuriyet kadar, belki daha fazla yenilikler getirdi. Mesele Osmanoğlu iktidarı ise, Meşrutiyet’le zaten fiilen ortadan kalkmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan ayrı bir devlet olmadığı gibi, Osmanlı da Selçuklu’dan farklı bir devlet değildir. Türkiye üzerinde düşünürken, Oğuzların batıya göçü ve Rum diyarını yeni bir vatan haline getirmesinden itibaren başlayan süreci bir bütün olarak göz önünde bulundurmak yerinde olur. Devlette de, toplumda da bir süreklilik sözkonusudur.
2. İkinci büyük yalan, ulus devleti iddiasıdır. Türkiye Devleti etnik açıdan homojen bir ulus devleti değildir. Vatandaşlık bağı ve temel vatandaşlık tanımı etnik esasa istinad etmemektedir. Dünya konjonktüründeki yeri kadar, nüfusuyla da Türkiye, İmparatorluk mirasçısı bir ülkedir; tarihi ve kültürel mirası, Devlet geleneği, ulus devleti kavramıyla çelişmektedir. Türk unsurunu esas alır gibi görünen, fakat aslında onun değerleriyle de ters düşen, yeni bir ulus meydana getirme yönündeki toplum mühendisliği çabaları başarısız olmuştur. Siyasi ve hukuki kimlik konusunda bütünlüğün esas alınması yerinde olsa da, bunun temellendirilmesinde kurgusal bir ulus kimliğinin vurgulanması hatalıdır. Ulus devleti mantığı ile meselenin çözümlenmesi mümkün olmadığı gibi, böyle bir yaklaşım gerekli de değildir. Türkiye Devletinin vatandaşlık tanımı etnik temele dayanmaz. Kavmiyet açısından nötr ve bütün kavimlere eşit mesafede bir anlayış sözkonusudur. Ancak bunun formüle edilmesinde sıkıntı bulunmaktadır. Osmanlı kelimesi üzerinden millî ve dinî muhtevası olmayan bir terim üretmenin kolaylığına mukabil, Türk kelimesinin ne mânâya geldiği, millet deyince ne anlamak gerektiği muğlak ve tartışmalı vaziyettedir, bu yüzden de bir kör döğüşü sürüp gitmektedir. Millet tarifinde kimi bir kavmi esas almakta, kimi muhtelif kavimlerin mensuplarını içine alabilen, daha karmaşık bir sosyolojik yapıdan bahsetmekte, hatta kimi de kelimeyi ümmet kelimesiyle müteradif olarak kullanmaktadır. Aynı şekilde Türk deyince “Türkleri” kastedenler olduğu gibi, “Türkiye toplumunu” kastedenler de bulunmaktadır ve hatta Türk kelimesini Müslüman kelimesiyle aynı manada kullanan zevata da tesadüf edilmektedir. Birinci tarife göre Uygurlar Türktür ve Kürtler Türk değildir. İkinci tarife göre Kürtlerle birlikte Ermeniler de Türktür, ama Kırgızlar Türk değildir. Üçüncü tarife göre ise Arnavutlar Türktür, ama Gagavuzlar Türk değildir. Hukuki ve siyasi çerçevenin tarifinde mutabakat olmayan bir kavram üzerine inşası yeteri kadar sıkıntı çıkarmıyormuş gibi, Jöntürk idaresinin, iki tarif arasında yalpalayan çelişkili tutumu vaziyete tüy dikmektedir: resmi söylem ikinci tarifi esas alır, ama zaman zaman fiiliyatta birinci tanım tatbik edilir. Bunda Cihan Harbi sonrasında Türk aydınında hakim olan haletiruhiyenin payı büyüktür. Makedonya hadiselerinden itibaren, Devletin tebaası durumundaki muhtelif kavimlerin statüsü tartışma konusu olmuş, vatan parça parça küçüldükçe, Devlete sahip çıkmak mevkiinde giderek yalnız kalan Türk unsurunun mağduriyet hissi ve öfkesi büyümüştür. Nihayet harp bitip, mübadele de yapılınca memlekette sanki Türk unsuru dışında kimse kalmamış, Türkiye dışında da Türk unsurundan kimse kalmamış gibi bir tavır benimsenmiş, böylece birinci ve ikinci tarifler örtüşür hale gelmiş gibi yapılmıştır. Türk kavminin bütün mensupları Türkiye’de olsa ve Türkiye’de Türk kavminin mensuplarından başka kimse bulunmasa gerçekten de iki tarif de aynı kapıya çıkmış olurdu. Ne var ki sözkonusu deve kuşu tavrı, meselelerin üstünü örtme gayreti, bir yandan Devletin Dış Türkler hususunda atıl kalması ve onları yalnız bırakması, diğer yandan da Türkiye toplumunun Türk ve gayri Türk unsurlarının birbirine karşı tahrik edilmesinin kolaylaşması şeklinde netice vermiştir. Ezcümle Türkiye Devleti vatandaşlık tanımını formüle dökerken, tarihi köklerine ve mantık ve iz’an çizgisine dönerek; hakikate, vaziyete mutabık, net bir tarif yapmalıdır. Dikkatten kaçmaması gereken bir nokta da etnisite açısından nötr bir tarifin, etnik ayrımcılığa, etnik imtiyazlara da mahal bırakmayacağıdır.
Efradını cami, ağyarını mani bir vatandaşlık tarifi kurgulanırken, unutulmaması gereken bir husus da şudur: Türkiye, coğrafyası, kültürü, devlet geleneği bakımından meseleleri kendisiyle sınırlı olmayan, çevresiyle de ilgilenmek durumunda bulunan bir ülkedir. Bu ilginin esaslarını, sınırlarını tayin ederken, bu ülkenin hinterlandının neresi olduğunu da dikkate almak icap eder. Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar coğrafya, nüfus ve kültür bakımından bu ülkenin devamı olan bölgelerdir. Keza Sibirya’dan Gagavuz yurduna kadar Türklerle; Atlas Okyanusundan Büyük Okyanus’ kadar Müslümanlarla meskun bütün diyarlar ve elbette yeryüzünde bir mazlumun bulunduğu her yer Türkiye Devletinin ilgi sahası içindedir. Türkiye cihan devleti vizyonunu terk etme lüksüne sahip değildir.
3. Türkiye bir İslam ülkesidir. İslam Anadolu’nun bin yıllık hakikati ve Türk toplumunun temel dinamiğidir. Müslüman ekseriyetin meskûn bulunduğu, İslam dininin halen yaşandığı, tarihi ve kültürel dokusu büyük oranda İslamiyet tarafından meydana getirilen, İslam Medeniyeti’nin merkezlerinden biri olan bir ülke, şehir ve köylerinin silüetlerinde değişmez unsur minareler olan, ezanın bayrak gibi şiar sayıldığı bir ülke, kimi zaman minberlerine ayyıldızlı bayrak asılan bir ülke burası. Halkının zihninde ve kalbinde, devlet ve millet mefhumlarının dinden ayrı bulunmadığı bir ülke, Türkiye.
Hilafeti ilga eden, Tevhid-i Tedrisat kanununu çıkaran, medrese ve tekkeleri seddeyleyen yeni rejim, Şer’iye ve Evkaf vekâletlerini ismen kaldırırken, devlet teşkilatı bünyesindeki dinî müessese olarak Diyanet İşleri Başkanlığını ihdas suretiyle Şeyhülislamlık-Şer’iye teşkilatı geleneğini ibka etmekle bu hakikate en fazla ne kadar uzak durabileceğini göstermiştir. Keza millî mücadele boyunca temsil edilen zümre “Müslümanlar” olarak ifade edilmiş ve Lozan’da da vatandaşlık tanımı din üzerinden yapılmıştır.
Bir devletin İslam hukuku ile idare edilmemesi, o devletin Müslümanların devleti olmadığı manasına gelmez. Nitekim Osmanlı devleti şer’î hukuk yanında örfî hukukun da cari olduğu bir devletti ve hatta daha Osman Gazi devrinde Roma devletinden kalma Pazar bacı uygulamasını kabul ederek karma bir hukuk uygulamaya başlamıştı. Müslümanlar tarafından kurulan, Müslüman ekseriyete dayanan, Müslümanların kendilerini siyasi ve hukuki sahada ifade etmeleri gayesine hizmet eden bu devlet, siyasi ve hukuki yapısıyla “İslam devleti” olmasa bile, en az Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde olduğu kadar “Müslüman devleti”dir.
Bu noktada hilafet mefhumuna da temas etmek yerinde olur. Hilafet veya imamet, ruhani, uhrevi değil siyasi bir makamdır. Çok kısa bir ifadeyle söylemek gerekirse, halife İslam devletinin devlet başkanıdır. Dolayısıyla bir devlet başkanından bahsedebilmek için, önce ortada bir devletin bulunması gerekmektedir. Mevcut şartlarda, öngörülebilir bir vadede Müslümanların tamamını veya ekseriyetini tek bir siyasi organizasyonda toplamak imkanı bulunmadığına göre, hilafet makamını tartışmaları tıkayan bir nokta olarak gündeme getirmemekte fayda bulunmaktadır.
4. Türkiye’de mevcut şartlarda işlerliği olabilecek tek rejim demokrasidir. Demokrasi derken demokrasiyi kastediyoruz, demokrasi süsü verilmiş bir otokrasi veya oligarşiyi değil. Laiklik mefhumunun esası da demokrasi tabirinde mündemiçtir. Laiklik derken de Pozitivist dünya görüşünün tahakkümünden değil, farklı dünya görüşlerinin toplumsal uzlaşma içinde bir arada var olabilmesinden bahsediyoruz.
Sürüp giden darbe ve baskılara rağmen sindirilemeyen muhalefet, gücünü büyük oranda bahsettiğimiz hususlarda milletin nabzını tutabilmesinden ve bu suretle azınlık tahakkümüne karşı millî iradeyi temsil etmesinden almaktadır. Ancak muhalefet kadrolarının teorik sahadaki bu rakipsiz üstünlüğü, sistemin pratik konularda ciddî bir varlık gösterememesiyle birleşince, reel meselelerde hükümetlerin alternatifsiz ve denetimsiz kalmasıyla neticelenmektedir. Millî iradeyi temsil iddiasındaki kesimlerin, bu işin bu kadar ucuz olmadığını idrak etmeleri ne kadar elzemse, halka rağmen halkçılık davası güden kesimlerin de ideoloji muhafızlığından vazgeçip ülke gerçeklerini fark etmeleri o kadar zaruridir. Dünya görüşümüz ve temennilerimiz ne olursa olsun, hangi ideolojinin mensubu, hangi rejimin talibi olursak olalım, hep beraber bu ülkede yaşamak mecburiyetinde olduğumuza göre asgari müştereklerimizi tesbit etmeliyiz. Bunun yolu da, hayallerimizi birbirimize dayatmak değil, gözümüzü açıp hangi gemide olduğumuza bakmaktır.

Boy Verin Açılıyorum

(Kaylule Kıraathanesi, 12 Ağustos 2009)
Kürt açılımı tabir olunan hamle teşhis koymadan tedavi uygulamaya kalkmak gibi bir hatayla malul. "Mesele" olan nedir, hükumet bunun net bir tahlilini yapacak zihin donanımına sahip gibi görünmüyor ve devlet adamlığını da düşe kalka, yavaş yavaş öğreniyorlar. Bu şartlarda çok cür'etkar adımlar atmalarının vahim olabileceğini hesap etmeleri gerekir, düşündüklerinden daha fazla risk alıyorlar, sadece partileri için siyasi risk değil, daha fazlası... Açılım konusundaki vehamet, sadece hükumetin gafletinden ileri gelmiyor, muhalefetin körlemesine itiraz taktiklerinden vazgeçmemesi de hükumetin önünü açıyor.
Türkiye'de mesele çözmeye kalkacak kişinin bilmesi gereken ne vardır? Devlet, rejim ve sistem kavramlarının farkı bunlardan biri. Devletin de milletin de ne olduğunu anlamakta zorlanan kişilerin ne yaptığını bilerek hareket etmesi mümkün değil. Türkiye'de devlet geleneği farklılıkları bir arada bulundurmak için uygun bir yapıda ve halkın hayat tarzı da buna uygun. Gerçek bir etnik gerilim, bir kimlik meselesi yok. Türkiye'de devletten kaynaklanan bir mesele yok. Rejime gelince, herkesin idealindeki rejim olmayabilir, ama mevcut şartlarda en azından ehven şartlarda yürütülebilecek yapı bu, gerilimin sebebi rejim de değil. Türkiye'nin sıkıntısı büyük oranda sistemden kaynaklanıyor, karşıdan bakınca "devlet" gibi görünen, ama devlet mekanizmalarının işletilme tarzından, rejimin yorumlanış şeklinden ibaret bir yapıdan… Bu yapıda ciddi aksamalar var ve tek bir kesim değil, büyük bir çoğunluk bundan şikayetçi.
Meselenin temeli yüz yıldır devlet adamı olgunluğuna erişmekte zorlanan jakoben İttihatçı zihniyeti. Çözülmesi gereken mesele bu zihniyet. Ancak burada hadisenin toz duman perdesi altında gizlendiğini görüyoruz. Bölücüler sistem hatalarını mazeret edinip devlete düşmanlık gösterirken, jakoben zihniyet de sistemin devamını sağlamak ve iktidarını sürdürmek için sistem ve devlet aynı şeymiş gibi davranıyor. Bu nokta gözden kaçınca vahim bir kamplaşma ortaya çıkıyor. Temelden hatalı olan bir kamplaşmada hangi tarafı tutarsanız tutun, doğru bir tavır göstermiş olmazsınız. Kürtlerle devlet arasında bir dava yok, Kürtlerle sistem arasında ve bölücülerle devlet arasında davalar var, bunlar birbirine karıştırılıyor. Bunu görmedikten sonra ister iktidar gibi Kürtlere sahip çıkmaya çalışırken bölücülere yakın düşen bir noktada saf tutun, ister muhalefet gibi devlete sahip çıkmaya çalışırken jakobenlere yakın düşen bir noktada saf tutun, hatadan kurtulamazsınız.
Meselenin gözden kaçan ikinci bir rüknü de, terör meselesinin veya Kürtlerin meselesinin sadece etnik vasıf taşımaması, sadece bir kimlik meselesi olmaması. Etnik kimlik söylemi çatışmayı köpürtmek için kullanılsa da, insanların gündelik hayattaki gerçek rahatsızlıkları etnisiteden çok aşiret kültürüyle ilgili. Bölgeye damgasını vuran ve büyük şehirde bile çözülmeyen bir ağa-maraba ilişkisi var, altta kalan sınıfın ezilmesine, hayattan bezmesine ve neticede isyan etmesine sebep oluyor, bu ruh hali ayrılıkçı hareketi besliyor ve onun tarafından kullanılıyor. İstediğiniz siyasi tavizi, hukuki imtiyazı verin, istediğiniz kadar bölgeye ekonomik kaynak akıtın, bu yapı değişmedikçe bu insanları mutlu edemezsiniz. Buradaki mesele bölge halkının kültürü ile ilgili olduğu için dışarıdan müdaheleyle çözülmesi çok zor, Kürtlerin kendi aralarında aşmaları gereken bir engel var ortada. Bölgede bir “kültür devrimi” yapmaya kalkmak, asimilasyon algısını şiddetlendirmekten, bölücü propagandaya malzeme sağlamaktan başka bir işe yaramaz. Hükümetin bu konuda yapabileceği, sınıf çatışmasının etnik kimlik söylemi ile perdelenmesine yardımcı olacak mazeretler üretilmesine engel olmak. Toz duman yatışırsa, etnik temalı bir söylemle insanları gaza getirip sömürüye devam etmek zorlaşır. Ancak bu konu hükumeti aşıyor ve ayrıca fukarayı savunmak uğruna ağalarla karşı karşıya kalmak da bir parti için önemli bir risk.
Etnik söyleme malzeme sağlamamak nasıl olur? Dağa taşa “Ne mutlu Türküm diyene” yazmamak, bunun bir örneği olabilir. Türk kelimesi burada Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı anlamında kullanılmaktadır ve etnik menşei ne olursa olsun kimsenin bundan alınması gerekmez, herhangi bir yere yazılmasının bir zararı yoktur. Diğer taraftan bu sözün kafaya çakar gibi her yere yazılması da şart değil. Yazdığınız zaman bölücüler mazeret olarak kullanıyor, yazılmasın dediğiniz zaman da jakobenler ayaklanıyor. İncir çekirdeğini doldurmayacak bir tartışma olsa da, sükunete varması için partilerin bir arada ve olgun bir şekilde hareket etmesi gerekiyor, bu ortam sağlandıktan sonra ise yazsanız da yazmasanız da mesele olmaz.
Sistemin sembolik ifadeleri abartılı bir şekilde benimsemesinden ve bunların tartışılmasını bile tabu olarak görmesinden daha ciddi olan mesele ise, rejimin kendini ifade ve varlık sebebini izah konusundaki sıkıntıları. Devlet algısında bir kırılma mevcut. Rejim kurulurken memleketin gerçekleri belli bir oranda dikkate alınsa da, işletilirken çok basiretli davranılmadı. Gerçeklerinizden kopmaya başladığınızda, sadece zihninizde cereyan edecek, bir hakikate dayanmayan meselelere de kapı açmış oluyorsunuz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devleti veya Selçuklu Devletinden ayrı bir devlet değildir, devlet sadece ismini ve rejimini değiştirmiş, varlığına devam etmiştir. 1908'de rejim değiştirmiş, ama ismini değiştirmemişti. 1923'te ikisini birden değiştirdi, ama bayrağını ve resmi dilini değiştirmedi. İsim değiştirmekle, rejim değiştirmekle bir devlet başka bir devlet haline gelmez. Ne var ki İttihatçı kadro, on senelik hatalarından sıyrılmak için İttihatçı ismini bıraktıkları gibi, iktidarlarını pekiştirmek için Osmanlı-Cumhuriyet zıtlığı tarzında bir illüzyon oluşturdu. Cihan Harbinde mağlup olan bir devlet ve İstiklal Harbinde muzaffer olan başka bir devlet yok. Bu hakikati gizlediğiniz zaman, devletle ilgili herhangi bir şeyi izah etmeniz zorlaşıyor. İslam gerçeğini göz ardı etmeyi, inkâr etmeyi buna eklediğiniz zaman işiniz daha da çıkmaza giriyor. İnsanların devleti benimsemesini, sahip çıkmasını zorlaştırıyorsunuz.
Osmanlı'nın söylemi netti: klasik dönemde "bu devlet Müslümanların devletidir" ve Tanzimat’tan sonra da "bu devlet Osmanlıların devletidir" şiarı cariydi. Peki Türkiye Cumhuriyeti kimin devleti? El-cevab: Türklerin. Peki kim bu Türkler? El-cevab: Türküm diyenler. Peki demiyorlarsa? Döve döve dediririz. Bu mudur? Bu değildir. Türk kelimesini birbirinden farklı manalarla kullanıyor insanlar, bir kısmı etnik anlamıyla kullanırken, bir kısmı vatandaşlık bağını kastediyor. Hangi formülde hangi anlamın kastedildiğinin net olmaması kafaları karıştırıyor. Birinci manasıyla Türk, esas itibariyle Oğuzlar ve ayrıca muhacir olarak Türkiye'ye gelen Kırımlılar, Türkistanlılar vs gibi diğer zümreler demek. İkinci manasıyla Türk: eskiden Osmanlı deyip işin içinden çıktığımız, şimdi ise ne diyeceğimize karar veremediğimiz kişiler demek. (Mahmut desek olur mu?) Şimdi kritik noktaya geldik: rejim kurgulanırken bunların hangisi kastedildi, Türkiye Türklerindir derken bunlardan hangisini kastediyoruz? Türkiye devleti Oğuzların devletidir dersek, Süryanileri veya Fellahları neyle izah edeceğiz? Bunlar ikinci sınıf vatandaş veya esir mi? Böyle olmadığı aşikâr. Osmanlı Devleti etnik anlamda bir ulus devleti değildi ve Türkiye Cumhuriyeti de bir etnik ulus devleti değil. Etnik ulus devleti fikri, cihan devleti fikriyle çelişir, Türk milletinin geleneğiyle, töresiyle de çelişir. O zaman ne diyeceğiz, Türkiye Osmanlılarındır mı diyeceğiz? Diyemeyiz, bir kere artık Osmanlı diye bir şey yok, Osmanoğlu hanedanıyla birlikte bu isim de tarihe intikal etti. İkincisi Osmanlı deyince İttihatçılar kızıyor. Ne dersek diyelim, Türkiyedeki devletin devamlılığını göz ardı ettiğimiz sürece, etnik söylemi kullanarak ortalığı karıştırmaya çalışanlara malzeme vermeden bir şeyler söylememiz zor. Bunun yanında, din ortak paydasını telaffuz etmekten vebadan kaçar gibi kaçtığımız sürece, insanları rahatlatıp bu devletin kendilerinin devleti olduğunu anlayacak bir zihin selametine erişmelerini sağlamamız müşkil. Bu tür konular hükumeti çok aşıyor. Tek başına risk almakla hükumet hata yapıyor, hata yapmasına engel olmak üzere yanında yer almamakla muhalefet de hata yapıyor. Ayrı ayrı hareket ettikleri takdirde meselenin derinliği ikisinin de boyunu aşıyor.
Allah sonumuzu hayreylesin..

17 Ekim 2011 Pazartesi

işte böyle waldo...

meşhur hikayedir, sivil itaatsizlik mefhumunun babası henry david thoreau eylemlerinden dolayı hapistedir. arkadaşı waldo ralph emerson ziyaretine gelir ve "sen neden buradasın" diyerek üzüntüsünü belirtir. thoreau'nun cevabı çarpıcıdır: "waldo sen neden burada değilsin?"

haddim olmayarak ben de dostlarımın, gönüldaşlarımın bir kısmının, şu anda nerede olduklarını tekrar düşünmeleri gerektiğini söylemek istiyorum.

ekşi sözlük uzun zaman sevdiğimiz, değer verdiğimiz bir yer oldu. bir çok insana ulaşmamıza vesile oldu, hayatımızı etkiledi. aksak tarafları da vardı ve baştan beri farkındaydık, ama olup bitenin faturasını hep kullanıcılara yükledik, yönetimi mazur gördük. yönetimi eleştirenlere, sözlükle ilgili anlamadıkları hususlar olduğunu, idarenin tarafsız olduğunu, adil davranmaya çalıştığını söyledim hep. ortamın kendi kuralları vardı ve bunu dikkate almak gerekiyordu. sözlükte dine hakaret edenleri adli sürece havale etmeyi düşünen arkadaşıma hatalı olduğunu söyledim. uzun süre yönetimdeki zaaf noktası dikkatimden kaçtı. yönetim gerçekten de kendince adil ve tutarlı davranmaya çalışıyordu, ama hata ettiğim nokta şuydu ki: çizdikleri çerçevede, bize karşı bizim anladığımız şekilde adil davranmaları mümkün değildi, yazarların edepsizlikleri onlara göre fikir serbestliği dairesinde kalıyordu. yönetimi bir tarafa bırakarak edepsizlerle uğraşmamız bataklıkta sivrisinek avlamaya benziyordu , mevcut idare anlayışı içinde avantajlı duruma geçiyorlardı, edepsizliğe müsamaha ediliyordu ve onlar kadar edepsizleşmemiz mümkün veya doğru değildi, hep dişlerimizi sıkarak öfkemizi zaptetmeye çalıştık, insanlara laf anlatmaya çalıştık. işin ilginç tarafı, yönetimin serbestlik anlayışı aslında, kanuni çerçeveyi bile zorluyordu, onlara göre legal olan, kanuna göre legal olmayabiliyordu.

sonunda vardığım nokta şu oldu, bu terbiyesizlerle aşık atmaya çalışmak da, onlarla aynı ortamda olmak da yanlıştı. yapılması gereken, bu idare anlayışı orada oldukça, orada olmamaktı. varlığımızla ortamı bir nevi ortak alan haline getiriyor ve edepsizliğe dolaylı şekilde meşruiyet kazandırmış oluyorduk. sitenin ismi ayaktakımı.org olsaydı ve sadece bu terbiyesizler orada yazsaydı, şimdiki kadar etkileri olmayacaktı. inci sözlükten pay biçmeli, ne olduğu belli, gireni çıkanı belli, ne yazarlarsa yazsınlar, "delidir, ne yapsa yeridir" parantezinde kalıyor. aynı şeylerin illegal bir örgütün kaçak yayın merkezinden söylenmesi ile, meşru ve umumi bir kanaldan yayınlanması arasında fark var. ekşi'yi ekşi yapan biz değildik belki, ama varlığımızla katkıda bulunuyorduk, söylenmemesi gerekenin duyulmasına vesile oluyorduk. neticede ekşi sözlük'te olmak etik açıdan sorunluydu. bu neticeye vardığım anda, sözlük'ü bıraktım. kaydımı silme işini süresiz erteleyerek, yazdıklarımı elden geçirmekle meşgul oldum, çok da zamanım yoktu, bu yüzden bu süreç iki seneden fazla bir zaman devam etti, sözlük'ü bırakma işi sürüncemede kaldı. sonunda sigortalarım tekrar attı ve bu işi hızlandırmaya karar verdim. bunu yaparken de sessiz sedasız çekip gitmek yerine, tepkimi ifade etmeyi seçtim. ekşi sözlük benim için legal bir yer değil, bana adil davranmıyor, benim dünya görüşümü, değer yargılarımı kaale almıyor, sadece kendi değer yargılarını çerçeve alarak kendi özgürlük anlayışını lutfediyor. bu tür bir serbestlik anlayışını protesto etmek gerekiyordu ve çok geç kaldık bu konuda. uzun lafın kısası, benim formatımı kaale almayan bir yerin formatını tanımamaya karar verdim.

beni seven arkamdan gelsin desem komik olacak, ama yine de dostlara seslenmekten kendimi alamıyorum: waldo...