8 Ekim 2012 Pazartesi

kış köşesi

sıkıntınız varsa gazete okuyun, hepsini bastırıyor. elde ne akıldaneler var yahu, bir tanesine göre örgüt çok kayıp verdiği için “barış” istiyormuş, o yüzden hükumet masaya oturup tavizleri müzakereye başlamalıymış. mantık kaybedenin dediğinin olmasıysa, biz yenilivereydik madem? daha da ileri bir tanesi ise, baştan tavizleri verip masaya öyle oturmak gerektiğini söylüyor. neredeyse “kibarlık edip masaya tabakta gelin, bizi uğraştırmayın” diyecekler. memleket yıkılsa altında kalacak adamlar, ne kaparız hesabında ve muhataplarının da küllüm salak olduğunu düşünüyorlar galiba…

2 Ekim 2012 Salı

ifade özgürlüğü hakkında kısa bir not

insanları alıcılarımın ayarlarıyla oynamasındaki maksat nedir anlamıyorum. benim inandıklarım başkasını bağlamaz, kabul. ama başkalarının inandıkları da beni bağlamıyor, misal: insan hakları, ifade özgürlüğü, beden bütünlüğü... bunlar "doğrumsu" şeyler ve inandıklarıma inanmayanlarla, kavgasız, gürültüsüz bir şekilde bir arada yaşayabilmek için, benimsemediğim halde riayet ediyorum, bu tür kavramlara. birileri kendi inandıklarını "evrensel" olarak görmeye o kadar alışmış ki, herkesin bunları kabul etmek zorunda olmadığını kavrayamıyorlar, bütün kuralları kendilerinin koyabileceğini düşünüyorlar. bu duruma epistemik dayatma diye ad takmıştım, ama dayatma kelimesi de hafif kalıyor bazen. kusura bakmasınlar, sinir uçlarıma iğne batırmaya başladıkları zaman, ağız burun kırmak dışında, kendimi ifade edecek bir vasıta bulamayabiliyorum. dalga geçmek nefret suçu değil de ifade özgürlüğü ise, adam dövmek için de aynı şey söylenebilir.

1 Ekim 2012 Pazartesi

dinde değişme beklentisi



kaylule kıraathanesi, 23.07.2009

"her şey değişiyor, yenileniyor, din de bundan payını alacaktır" şeklinde bir anlayış var. "dogma"dan şikayet eden bu anlayışın arkasında başka bir dogma görüyoruz: ilerleme.

ilerleme kavramını benimsemeyen bir paradigma, ilerlemeyi şart koşan bir paradigmanın suallerini cevaplamak mecburiyetinde değil. ilerleme diye bir şey yok, insan tabiatı beş bin yıl önce ne ise, hâlâ o. Sadece kendimizi ifade ettiğimiz araçlar değişiyor. araçların değişimini yönlendiren zihniyeti benimsemeyen biri, araçların değişimi tarafından yönlendirilmek yerine kendi alanını üreterek kendi çözümlerini aramalı.

dinde değişme beklentisi, dinin temeliyle çeliştiği için, mantıklı değil. eğer elinizdeki nassların ilahî kaynaklı olduğuna inanıyorsanız, aynı kaynak bunların değiştiğini bildirmediği sürece aynen uymak durumundasınız. doğrularınızı nefsinize göre belirler ve sonra dini de bunlarla ölçerek beğenmediğiniz yerini değiştirmeye kalkarsanız, ilahî kaynaklı sistemin yerine başka bir paradigmayı merkeze almış ve din yerine o inanç sistemini kabul etmişsiniz demektir, böylece dinden bahsetmenin de bir anlamı kalmaz.


biner mi binmez mi?


"müslüman kadın jipe biner mi" diye bir konu var ve bu tartışmada yine saded ıskalanıyor. kahrolsun ve yaşasın dışında bir şeye kafamız basmadığı için, bir meseleyi bir kaç açıdan düşünmeyi beceremediğimiz için "müslüman kadın jip kullanabiler mi kullanabilemez mi? 'kullanabileeeeer, saaanneee' diyosanız 2345'e 'zinhaaaaar' diyosanız 5432'ye sms atın" noktasında kilitleniyoruz.

müslüman (kadın ya da erkek) pahalı araba ("jip" ayrıca bir tür görgüsüzlük işareti sayıldığı için konuyu bulandırıyor aslında) kullanabilir. sadakayı bırak, zekat vermiyorsa bile kullanabilir, o durumda eleştirilmesi gereken zekat vermemesidir, kullandığı araba değil. müslüman mütevazı olsa, gösterişten sakınsa efdal, ama o da işin takva boyutu, başkasını alakadar etmez. ne var ki parmağa kilitlendiğimiz için asıl konuyu tartışamadan programı kapatıyoruz. konu kimin hangi arabaya bindiği konusu değil.

konu şu ki, "müslüman" taife giderek sekülerleşiyor, eskiden ehl-i dünya diye küçümsediği insanların hayat tarzını gitgide daha fazla benimsiyor ve o hayatı "değerlerinden taviz vermeden" (?) yaşayabilmek için, "çevre dostu yeşil" versiyonlarını üretmeye çalışıyor. din ve siyaset, din ve ideoloji, din ve millet gibi konularda kafamız net olmadığı gibi, din ve kültür ilişkisi hakkında da çok net fikirlerimiz yok. bir şeyin "aynısının değişiği" üretilince, islamileştirilmiş olmuyor. islam ve müslüman kelimeleriyle ürettiğiniz söylemin arasında, "kültür davamız" gibi bir kavrama yer bulamıyorsanız, dünyayı kendinize göre dönüştürmekle ilgili iddialarınızı kaybedersiniz, hayat tarzınızla başkalarının dümen suyuna girersiniz.

kimimiz kültür kavramını vahye muhalif bir şey gibi kodlamış bir kere, "zinhar bizde kültür olmaz, bizde islam'dan başka bir şey kat'a olmaz" tutumundan vazgeçmiyor. bunun ateistlerin "bizde inanç yok" yaklaşımından bir farkı yok, insanın olduğu yerde kültür de olur. kavramı inkar ettiğiniz zaman, onunla ilgili konularda düşünceniz köreliyor, ilgili açıdan durumunuzu değerlendiremez hale geliyorsunuz. bazı felçli hastalarda görülen bir durumu hatırlatıyor bu, adam vücudunun bir yarısını kafasından silmiş, varlığını algılayamıyor. "amcam sol tarafın tutmuyo senin" diyorsun, hasta "benim sol tarafım yok ki" havalarında.

üzerinde düşünemediğiniz tarafınız zayıf tarafınızdır. bunu gidermezseniz, neyi kaybettiğinizi, neye sarıldığınızı, nereye koştuğunuzu, nerede düştüğünüzü idrak edemez hale gelirsiniz. jipi falan boşverin de, nereye kalktığına hiç bakmadan hep beraber dolmuşa biniyoruz, esas mesele bu.

***
[yorumla eklenenler, yorumlara cevaben yazılanlar]

meseleyi örnek üzerinden tekrar geçersek, belki biraz daha netleşebilir. daire pahası bir araba süren "dar tesettürlü" bir bağyan gördüğümüzde rahatsız oluyoruz. ama n+1'inci dairesini kiraya verirken kiracısına tafra yapan cübbeli bir hacı amca gördüğümüzde aynı şekilde rahatsız olmuyoruz. bu ikisi arasında bir fark var mı? varsa nerede? ikisi de parasının çok olan kısmını kendine saklıyor. ikisi de tevazudan bihaber. bağyan, tesettürün neyi setreylediğine dair ciddi bir fikre sahip değil, örtünmeyi başına eşarp bağlamaktan ibaret sanıyor. amca ise islamî kisveyi şalvara cübbeye indirgemiş, o da aslında meselenin tam şuurunda değil. o zaman neden biri dikkatimize batarken diğerini fark etmiyoruz? bu sualin cevabı birçoğumuz için, ayın karanlık tarafı. göremiyoruz, üzerinde düşünemiyoruz, etrafından dolaşıyoruz, saded bizden gizli kalıyor. halbuki "lifestyle" kavramı üzerinde düşünecek zihin techizatına sahip olsaydık, meseleyi derhal tesbit edebilecektik. geleneksel usûllerle işlenen hataları fazla yadırgamıyoruz, modern olanı yadırgıyoruz, ama onun da adını koyamıyoruz. halimiz, nasreddin hoca'nın karanlık bir yerde kaybettiği anahtarı, aydınlık diye başka bir yerde aramasına benziyor. yeni moda israf ve gösteriş, ancak eski moda israf ve gösteriş kadar israf ve gösteriştir. israf ve gösteriş konusunu ne kadar tartışırsanız tartışın, moda kavramına bir eleştiri getirebilmiş olmazsınız. meseleyi çözemediğiniz için, insanlar jipten iner, teyyareye biner, turistik umrede islamî balayı yapar, yahut tabanvayla gezer, islamî flört yapar. daha da olmazsa alkolsüz drink sunup islamî kokteyl verir, yahut disko yapar, yanına mescit açar...
*
... "ağzı olan konuşuyor", ve lâkin bazen konu ta en başından öyle yanlış kurgulanıyor ki, üzerinde konuşmaya kalkan hemen herkes elmecbur, boş konuşuyor. peyami safa merhumun eser sahibi olmayan köşe yazısı yazmamalı mealinde bir sözü vardı. basit görünen şeyleri hakkıyla icra etmek bazen çok zor olabiliyor, az ve öz söyleyip, bir birikimin içinden damıttığınız bir fikri, herkesin anlayabileceği sade bir şekilde ifade etmek mühim bir iştir. hele bizdeki gibi, insanların ekseriyeti hiçbir şey okumaz, okuyanın ekseriyeti gazeteden başka bir şey okumaz ise, köşe yazıları insanların bir kanaat edinmek için temel vasıtası olmuşsa, gazetelerin köşeleri bir nevi halka yönelik üniversite kürsüsü yerine geçiyorsa, bu konudaki mesuliyet daha da büyük oluyor. bu mesuliyeti taşıyacak çapta olmayan insanların köşeleri işgal etmesi fena bir hal. hele de gündemi bunlar belirliyorsa, hangi konunun nasıl tartışılacağı bunların ortaya attığı sözlere bağlı kalıyorsa. bir meselede sağlıklı bir fikir alışverişi olması için, önce konuyu doğru şekilde kurgulamak lazım. hatalı bir kurguyla tartışmayı çıkmaz bir yola sokabilirsiniz, havanda su dövmekten başka bir şey elde edemeyebilirsiniz. meseleyi takdim tarzınızla, taraflardan birini felç edebilir, tartışsa da sussa da daha çok battığı bir batağa itebilirsiniz. muhatabınızın kendi kavramlarını kullanmasına imkan tanımazsanız, meramını anlatmaktan aciz hale düşebilir. başkalarını sizin dilinizle, sizin kavramlarınız üzerinden tartışmak durumunda bırakırsanız, kendi değirmeninize su taşıtabilirsiniz. bu bakımdan, gündemi kimin belirlediğine dikkat etmek gerek.

"jip" meselesinde konunun ne kadar doğru belirlendiği su götürür bir husus. meseleyi kadınlara indirgemek hata. hadiseyi "lüks tüketim" ile sınırlı görmek ve sadece "dünya malına meyil vermek" açısından düşünmek diğer bir hata. işin o tarafı, bugünün meselelerini de aşan ciddi bir konu, ama onun gölgesinde gözden kaçan bir ciheti daha var meselenin. hayat tarzındaki yabancılaşma, "müslümanların dünyevileşmesi" hadisesinin bir parçası. israfı bir yana bırakın, beş para sarf etmeden de dünyevileşebilirsiniz. mesele nasıl yaşadığınız, tüketim bunun bir ayağı sadece. paramızı nasıl sarf ediyoruz diye sorduktan sonra; zamanımızı nasıl sarf ediyoruz, yahut muhayyilemizi ve müfekkiremizi nasıl sarf ediyoruz gibi, sorulacak başka sorular da var.
*
ilaç kolay değil efendim, hatırlanır ise, "benden sonra ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, dünyaya dalmalarıdır" mealinde bir hadis-i şerif olacak. bu bakımdan bu konuya, bu ümmetin "temel problemi" olarak baksak, pek de haksız olmayız herhalde. çözüm hakkında söz söylemeye kendimi mezun görmüyorum, amma mesela imam gazali üstadın ihya'da "gurur" bölümünde "aldananlar" hakkında yazdıklarından ipuçları çıkabilir. belki de ilmiyle aldananlar, ibadetiyle aldananlar gibi sınıfların yanına bir de kimliğiyle aldananlar gibi bir yenisini eklemek gerekecek. bunun dışında karşı karşıya olduğumuz meselelerin tabiatını iyi kavramak da önemli. önümüzdeki hadise, bir cihetiyle bir "kültür buhranı". dünya görüşü, değer yargıları ve hayat tarzı arasında sıkı bir ilişki var, her dünya görüşü bir hayat tarzı ile temsil ediliyor. reddettiğiniz hayat tarzına karşı bir alternatif üretip sunmanız gerekiyor. bugünün çelişkisi bu noktada düğümleniyor. eski formları bugünün hayatı içinde sürdüremiyorsunuz. bugünün hayatı içinde kolayca uygulanabilen "çağdaş" formlar ise başka bir dünyanın esaslarını hayata geçiriyor. kadim esaslarınızı hayata geçirecek yeni formlar bulmanız gerekiyor ki bu da söylemesi kolay, yapması zor bir iş. bunu göze alamadığınız zaman, yahut böyle bir meseleniz olduğunu fark etmediğiniz zaman, ya hayatın akışının dışında kalmak veya o akışa kapılıp gitmekten başka şık kalmıyor. çözüm için ilk adım herhalde meselenin farkına varmak.
*
...

helal malın da hesabı var, doğrudur...

kibir kalbin ameli değil mi? insan tevazu kisvesini bile kibirle giyebilir veya cihan mülkünün tahtında kul olduğunu unutmadan oturabilir. hz. ömer'in naklettiğiniz sözüne de bakınca şu görülüyor: neye bindiğiniz değil, nasıl bindiğiniz önemli. haram işlemiyorsa, hak yemiyorsa, başkasının elindeki nimetin ne kadarından faydalandığını sorgulamak bize düşmez, zühd herkesin kendi meselesidir. elbette dünyaya karşı istiğna göstermek, zahidliğe rağbet göstermek rabbimizin rızasına daha yakın, ama bu muhasebeyi kişi kendisi için yapar, başkası için yapamaz. diğer taraftan istiğnanın esası kalbin istiğna göstermesidir. kalbin cherokeede kalmışsa, hacı murata binsen kaç yazar? hele ki başkasını cherokeeye biniyor diye kınayıp, ben öyle miyim, hacı muratla geziyorum diye kibirleniyorsan, allah muhafaza... kalbin ikisine de rağbet etmekten aynı derecede uzaksa hangisine binersen bin, ister hacı murata bin, ister limuzine bin. belki de adam (yahut kadın) "vay be, istese ferrari alır, ama clioya biniyor" demesinler diye pahalı arabaya biniyor, başkasının kalbini nereden bileceksin? zenginler ekseriyetle mala rağbet gösterir, bu yüzden cehennem yolu daha kolay olabilir ve lakin hangisi hangisi, nasıl bilebiliriz? imam gazali elenmiş buğday unundan yapılan ekmeği katıksız bile olsa yiyeni zahid saymıyor, en zor yutulan ekmekle birlikte bile olsa birden fazla çeşit katıkla yiyeni de zahid saymıyor. senin bisikletine bağlılığın adamın porschesine bağlılığından fazlaysa, kendi derdine yan... fakirliğin faziletini anlatmak başka şey, zenginliği kınamak başka şey...
*
biner mi binmez mi meselesine eklenecek bir mes'ele de, binerse nasıl biner suali olabilir. "gündelikçi" imajına inat zengin bir manzara vermek, "nisbet yapmak" cihetinden yeterli olabilir, her ne suretle olursa olsun. ama bunun ötesine geçip "temsil etmek" hususu hedeflenirse, bir "biner, ammaa..." şerhi gerekir. jipe binmek var, jipe binmek var, birinden ötekine kırk yıllık yaya yolu var efendim. hal ü etvar da burada mühim, muaşeret üslubu da mühim, telebbüs, tekellüm tarzları da mühim. ezcümle beden diliniz "hey adamım, ben bu dünyanın tadını çıkarmaya geldim. ülküm yükselmek, bireysel kimliğime tavan yaptırmaktır. kimselerden geri kalmam, fink de atarım, hava da atarım. cümle cihandan alacaklıyım. elitim, stil sahibiyim, tahsilliyim, kültürlüyüm, entelim, dantelim, güzelim, alımlıyım, çalımlıyım, bakımlıyım, sipali de bende -afedersiniz, etmezseniz de kime ne, kasımpaşa- necaset gibi, üçünüzü alırım, beşinizi satarım, şukelayım, ukalayım, nambır van'ım, star'ım, hit'im; ene kebirün..." diyorsa, başınıza istediğiniz kadar eşarp bağlayın, "islamî" bir suret arz etmeniz mümkün değil. esas öncelikli mesele de bu gibi geliyor fakire...

Baş sıkıntısı


Küçük derviş duhansız kalınca, masanın üstündeki gazeteye göz atarak vakit geçirmeyi denedim bugün ve sayın bayın yazısına şöyle bir bakma fırsatım oldu. Hazretin başörtüsü kelimesini kullanmama gerekçesi diğer bir takım kişilerden farklı değil. Türban kelimesini kullanmama gerekçesi de gayet makul: türban başka bir şeyin adı. Peki ne diyecek adam, “mahmut” (!) mu diyecek? Sıkmabaş kelimesini tercih etmesinde bir aşağılama gayesi olmadığını yazıyordu galiba, hadi bunu yuttuk diyelim. Kelime sıkıntısını aşınca mesele halloluyor mu? Bilakis esas iki meselemiz daha var şimdi, ama onu söylemeden önce bir hatırlatmada bulunalım zat-ı devletlerine: tesettür veya hicab kelimelerini de kullanabilir.

Tesettür hadisesine dışarıdan bakanlar, işin mantığını kavramamakta inat ediyorlar. Örtünmek bir ibadet; namaz gibi, oruç gibi, şarap içmemek gibi. Ama başını örtenlere atfedilen niyetler arasında nedense bunu hiçbir zaman göremiyoruz. Onlara göre "başörtüsü" geleneksel bir şey, kına gecesi gibi, testiden su içmek gibi, bilekten dirseğe altın bilezik dizisi gibi, biraz köy, biraz gecekondu, türkülerimiz, arabesklerimiz, babannelerimiz falan filan. "Türban" veya "sıkmabaş" ise biraz sosyal, biraz siyasi bir sembol, bir tür sonradan görmelik, sınıf atlama göstergesi, biraz istismar, biraz tahakküm... Madem muhataplarına sormuyorlar, "sizin derdiniz nedir" diye, bari kendilerine sorsun efendiler, nasıl oluyor da sınıf atlama arzusundaki kişiler "apartuman" sınıfları bırakıp böyle bir sınıfa geçmeye kalkarak, başlarına iş açıyorlar? Nasıl oluyor da hiç “zengin ve sosyetik” olmayan kızlar, geçinmek için okumak ve çalışmak mecburiyetinde olanlar, kendini başkalarına kabul ettirebilmek için yeterli bilgi, beceri, kültür gibi hasletlere sahip kişiler sırf kıyafetleri yüzünden bu kadar sıkıntıya katlanmayı göze alıyorlar? Nasıl oluyor da dini siyasete alet ettiğini düşündüğünüz kişilere, kurumlara mesafeli duran kişiler böyle bir tercihte bulunuyor? Nasıl oluyor da gelir seviyeleri, eğitimleri, sosyal çevreleri, karakterleri farklı farklı birçok kişi böyle bir paydada buluşabiliyor? Bütün bunların senelerdir defaatle konuşulmuş olmasına rağmen, hâlâ ısrarla başka telden çalanlar ya derin bir anlayışsızlıkla malul, yahut kasıtları başka.

Başını örtenlerin ekseriyetini ilzam etmiyor, fakat giderek daha fazla bir kısmı bu bâba girmeye başlıyor: zat-ı haşmetmeab durmuş saat misillu doğru bir noktaya da işaret etmiş: Allah’ın emrine lebbeyk diyecek gayrete sahip ve fakat kültürel firaset bakımından sınıfta kalan bazı hanımlar, örtünme şekilleriyle tesettür kavramının içini boşaltıyorlar. “Sıkmabaş” modelinin ortaya çıkış hikâyesini, hatırlayan var mı? Aynanın karşısında ilk defa başını örtmeyi tecrübe ederken “Allahım köylü gibi oldum, kapıcı karısı gibi oldum” diye kahırlanmak nasıl bir duygudur, bunu bilmem mümkün değil ve kimsenin takvasını ölçmek haddimize düşmediği gibi, herkesten kadı kaftanıyla sokakta ciğer satabilmek cesaretini beklemek de yerinde değil. Lakin başörtüsünde “Paris rüzgârı” aramak kültür hayatımız bakımından fiyasko denebilecek bir halettir, en azından bunu söylemek gerek. Bu tarz bir örtünme ibadet şuuru bakımından kifayetli olabilir, ama medeniyet meselesi açısından, sele kapılıp gitmenin numunelerinden biridir. İşin fena tarafı, medeniyet meselesi İslam meselesinden pek de bağımsız değil, kendi hayat tarzınızı kuramadığınız zaman, giderek daha fazla peşine takıldıklarınıza benzemeye başlıyorsunuz ve bu arada ibadet diye yaptığınız işler zaman zaman ibadetin ruhuna ters düşer hale gelmeye başlayabiliyor.