27 Ocak 2013 Pazar

Nüshası Bulunmayan Bir Eser

Delikanlılığın kitabından hep bahsedilir de, kitabı gören yoktur hiç. Zira bir nevi şövalye kodu gibi, yazılı olmayan bir kurallar manzumesi, daha doğrusu bir davranış kalıbıdır kendisi. Görerek ve yaşayarak öğrenilir, nesilden nesle aktarılır. Son zamanlarda bu aktarma işinin sekteye uğramış görünmesine bakarak, belki de artık gerçekten delikanlılığın kitabını yazma zamanının geldiği düşünülebilir. Ve lakin “aşk kağıda yazılmıyor” fehvasınca, müşkil bir vazife bu.

Delikanlı kimin nesidir, anlamak için, evvela içinde yaşadığı çevre hakkında malumat sahibi olmak lazım. Başka misaller de bulunabilir belki, ama teferruata girmeden, kahramanımızın hayat sahasının mahalle olduğunu söyleyebiliriz. Mahalle insanların bir arada yaşadıkları bir yerdir. Bir arada yaşamak, bir kısım Homo Sapiens bedenlerinin, uzayda birbirine yakın belirli koordinatlarda bulunmasından fazla bir şeydir. Bir arada yaşayanlar bir uzviyeti paylaşırlar, ortak bir benlikleri, ortak kimlikleri vardır. Bir uzviyet teşkil etmek demek, bir işbölümü ve bir hiyerarşinin sözkonusu olması demektir. Nasıl mahalle sokaklara, sokaklar evlere ayrılıyorsa ve sözkonusu bütünün çarşısı, camisi, çeşmesi gibi kısımları varsa, ahali de bir kökten çıkıp dallanarak bölünen, ama bir gövdede birleşen bir ağaç gibi; bir uçlarından ayrılan, diğer uçlarından birleşen bir yapı teşkil ederler; analojinin dibini delmeden lafı bağlayalım, birbirinden bağımsız ferdiyetler yoktur, kişiler belirli vazifeler ve rollerle birbirine düğümlenmiş vaziyettedir. Kimse sadece kendisi için yaşamaz, insanlar birbirleri için yaşarlar, iç içe geçmiş haklar ve vazifeler sözkonusudur. İşte delikanlının diyarı burasıdır.

Türk Töresi’nin iki esası sıra ve saygıdır denir, burada sırayı herkesin bir yerinin olması ve saygıyı da herkesin mevkiine uygun davranması şeklinde anlamak münasiptir. Kimin büyük, kimin küçük olduğu bellidir; haliyle sözün kime, suyun kime düştüğü de bellidir. Yaşlılar, gençler, çocuklar, kadınlar ve erkekler için belirli roller bulunmaktadır. Rolüne uygun davrananlar kabul görür, aksi davrananlar “hayırsız” kabul edilir. Ana babanın da, evladın da, gelinin-damadın da hayırlısı makbuldür. İşbu skalada genç erkekler kısmına düşüyorsanız ve hayırlı bir insan iseniz, namınız delikanlıdır. Nam deyince kafamız karışmasın, ahir zamanda delikanlılık ve külhanbeyliği tefrik edilemiyor, vurup kırmaktan bahsetmediğimiz gibi, şöhretten de bahsetmiyoruz. Kısa keselim, aydın abası olsun: hani seng-i musallâda sual olunur, “nasıl bilirsiniz” diye, işte ahali sizi nasıl biliyorsa, namınız odur. Malum meseldir, at ölür meydan kalır…

Neye benzer diye şöyle bir tepeden tırnağa süzecek olursak, evvela halinden tavrından anlaşılır; af buyrun, öyle zibidi, yavşak, yılışık heriften delikanlı falan olmaz, binaenaleyh ciddidir, hürmetkârdır, ağır başlıdır, efendi adamdır. Zahiri gibi batını da düzgündür, karakter sahibidir, ahlâklıdır. Kimseye yan bakmaz, kalp kırmaz, kötü söz söylemez, hak yemez. Buraya kadarkiler aslında umumî vasıflardır, ammâ delikanlı hak yemediği gibi, yedirmez de. Yaşlıların, çocukların, kadınların gücünün yetmediği her iş delikanlının üstüne vazifedir. Yük taşınacaksa önden gider, yemek yenecekse arkadan gelir. Sözü yaşlılara, suyu da kadınlara ve çocuklara bırakır, yani şiarı feragattir.

Son yıllarda “mahallenin namusu” mevzuuyla alakalı olarak bir hayli bühtan edildi delikanlıya. Güya başkalarının işine karışan bir ceberrutmuş kendisi, zor kullanarak bireysel tercihlere müdahele ediyormuş, zorbaymış. Aslı astarı yok bütün bunların. Bir kere mahallenin kızı, “başkası” değildir. Mahallede kimse başkası değildir. Yeri gelir komşu amca kulağınızı burar, yeri gelir komşu teyzeden ensenize şaplağı yersiniz. Doğrunun-yanlışın ölçüsü bireysel değildir, zaten birey diye bir şey de yoktur. Elhamdülillah müslümanız, örfümüz, âdetimiz bellidir; her işin de bir yolu yordamı vardır. Nasıl ki elalemin teorisinde, “özgür” yaşamak isteyen bir “birey” kurgulanıyorsa, “kendini gerçekleştirmenin” ve “benlik saygısının” yolunun “bağımsızlıktan” geçtiği kabul ediliyorsa, bunların ihlaline rıza gösterecek bir kişi tasavvur edilemiyorsa, bizim mahallede de kendini rezil etmeye rıza gösterecek birinin olacağı düşünülemiyor. Hamdolsun, ipten kazıktan kurtulmuş değiliz, hepimiz birbirimize bağlıyız. Bağsız kösteksiz iş görmeyiz, elin herifi kızla üç dört-gün gezecek, gazoz içecek, sonra çekip gidecek, var mı öyle dava? Edepsiz gidince, kıza ne olacak, düşünen var mı? Kızı mağdur etmek istemiyorsa, usulüyle gelir ister kızı. Vermezlerse ne olur? İşte orası zurnanın zırt dediği yerdir, birader; karar kıza aittir, yerini yurdunu değil de sevdasını seçerse, kaçar gider; yahut dizini kırıp oturur. İki kilo felsefe yaptık yine, bütün bunların delikanlıyla ne alakası var? Alakası şudur efendim: iki küfe odunu sırtlamakla, kızı rahatsız eden iti kopuğu sepetlemenin bir farkı yoktur. Olay bu “bağlamda” cereyan etmektedir.
E, sen şimdi diyeceksin ki, mahalle mi kaldı? Delikanlı kaldı mı da?
Sahi ne kaldı?

26 Ocak 2013 Cumartesi

medeniyetin sermayesi


münevverleriminiz atladığı husus: muasır medeniyet seviyesine erişmek parayla olur. güney amerika'nın gümüş madenlerini, güney afrika'nın elmas madenlerini, orta doğu petrollerini sömürmeden garplılaşmak mümkün değil. bilim, teknik, felsefe ilh. bizatihi nihai hedefler değil, sermayeyi toplama ve paylaşma(ma) yollarını geliştirmek için birer vasıta. bütün içtimai yapılanmayı, ana fikir sermaye olacak şekilde dönüştürmek garplılaşmanın olmazsa olmaz şartı.

23 Ocak 2013 Çarşamba

kocakarı felsefesi


20.02.2008, Düşünce Tarlası

alev alatlı hanım, sağolsun, türban meselesine yeni bir açılım getirmiş. bir rivayete göre gazete okur tepkisinden çekinip yazıyı bas(a)mamış, başka bir rivayete göre yazı aslında gazeteye gönderilmemiş, mail grubuna yazılmış, sonra sızdırılmış. hangisi olduğu beni pek ilgilendirmiyor, ama editör olsaydım, ibret-i alem için yayınlardım yazıyı.

baş örtmenin anlamı hakkında, örtüyü kullananların kendilerinin yükledikleri anlamlar hakkındaki beyanlarını kaale almayıp yeni anlamlar yakıştırmak yaygın bir tavır. konuya içeriden bakamayan herkes böyle bir acayip tefsir yapıyor, oysa dışarıdan ancak yargılarsınız, anlayamazsınız; geçen hafta da bahsi geçmişti, her paradigmanın kavramları kendi içinde anlamlıdır, bunları başka bir paradigmaya taşırsanız az ya da çok çarpıtmış olursunuz. kavramların diğer paradigmadaki izdüşümleri orijinal anlamlardan farklı değerler taşır. yaptığınız farklı noktalardan hareket eden bir sistemi parçalarına ayırıp her birine kendi hareket noktalarınızla ilgili yeni bir yer atamaktır. meseleye karşınızdakinin gözünden bakamadığınız için iletişim zeminini kaybedersiniz.

en hızlı beynelmilelci solcuların konu türk dili meselesine gelince birden bire kafatasçı kesilmesi gibi, her alanda köy kültürünü küçümseyenler, konu başörtüsüne gelince köy tarzı örtünmeye pastoral güzellemeler düzmeye başlıyor, daha evvel neredeydiniz? yer sofrasına tepeden bakarsınız, kınalı ele burun kıvırırsınız, penbe üçetek gelinlik, al duvak nedir bilmezsiniz bile, başımıza tülbentçi kesilirsiniz... kimse ninemin, halamın, abamın dastarını beşinci sınıf felsefesine alet etmesin, tülbent örtünenlerin bir çoğu başlarındaki örtüye "tefsirci" taifenin yüklediği anlamlardan çok, "türbanlı" taifenin yüklediği anlamlara benzer anlamlar yüklüyor. bazı insanlar iki tür örtüyü de kullanıyorlar, konuyla ilgili bir kavram kargaşası yaşadıklarına şahit olmadım hiç... kaldı ki tülbent-eşarp farklılığından hareketle bir zihniyet değişmesi okuması yapacak olsaydık, açıklayıcı faktör modernleşme olacaktı. modern dindar kadınlar neden tülbent yerine eşarp tercih ediyorlar? neden şalvar giymiyorlarsa ondan. dikkat çekici bir örnek: kenarı oyasız bir tülbent zor görürsünüz, kenarı oyalı bir eşarp zinhar göremezsiniz. her tarafa bir oya ekleştirmekten vazgeçmeyi de üretkenliği daha moderen alanlarda değerlendirmeyi tercih etmek olarak değerlendirebiliriz.

konuya devam etmeden önce alatlı'nın düşünme tarzına biraz temas etmek gerek. kanaatimce alatlı kişilik tipi olarak düşünerek değil yaşayarak öğrenen ve anlayan türe mensup. aradaki farkı şöyle örnekleyebiliriz: ilk tip bir şehrin sokaklarını ancak haritaya bakarak tam olarak kavrayabilir, harita veya kroki gibi bir şeyi zihninde bulundurmadan sokaklarda dolaşmaya başladığı zaman kafası karışır, yönünü bulamaz, ikinci tip haritaya anlaşılmaz bir şey gibi bakar, deşifre edemez, kördüğüm olur, halbuki sokağa çıkıp iki tur atsa şehri avcunun içi gibi bilir hale gelir. ilk tip elinde harita yoksa ara ara durup çevresinde gördüklerini zihninde bir şemaya dönüştürmeye ihtiyaç duyar, ikinci tip ise harita okuyabilmek için şemayı zihninde fotografik görüntülere çevirme ihtiyacı duyar. ikinci tip fizik dersinde grafikleri çözemez, örnek deneyleri görünce olayı kavrar. ilk tip ise ancak grafiği görünce rahata erer. alatlı'nın ikinci tipe mensup olduğu hipotezimiz doğru ise, soyut düşünceler kendisi için fazla anlam ifade etmiyor, bunlar gerçekliğin zihindeki yansıması olmaktan ziyade kurgusal palavralar. bu yüzden teorik yaklaşımları ölü olarak nitelendiriyor ve erkeklere izafe ediyor. muhakemeye dayanmayan içgüdüsel davranışları ise hayatla ve kadın unsurla özdeşleştiriyor. biyofili/nekrofili meselesinin de, kadın-erkek zıtlaşmasının da gerçek anlamı fikirden kaçıp içgüdüye sığınmak. tezimizi destekleyecek verileri schrödinger'in kedisi'nde bulabiliyoruz. anlatmak istediği şeyle ilgili doğru kavramları adeta hissederek, el yordamıyla buluyor; ancak bunları kendi içinde bütünlüğü ve işlerliği olan bir kurgu halinde bir araya getiremiyor, sadece yan yana diziyor. kaos, afazi, bulanık mantık, belirsizlik taşlamak istediği bina için uygun bir malzeme, ama bunlardan bir sistem çıktığını görmüyoruz. ilk cilt daha başarılı, çünki mevcut yapının bir eleştirisi, alatlı'nın yaşayarak öğrenebileceği bir alanla ilgili, ikinci ciltte karaya oturuyoruz, çünki sadece zihnini kullanarak bir sistem tasarlamak bu tip kişiliğin yapabileceği bir iş değil. neticede yazarımızın soyutlamadan, mantığa dayanan faaliyetten kaçtığını, soyut prensiplere, fikirlere dayanan hareketleri doğal olmayan hareketler olarak algıladığını, alternatif olarak içgüdüsel davranışı kutsadığını görüyoruz. burada kadından filozof olmaz, zaten felsefe de pis bir şeydir gibi, hem cins ayrımcılığına dayanan hem de entelektüel açıdan sorunlu bir tavır mevcut.

kadının neyin simgesi olduğu hakkında yazdıkları doğru ve yanlış, yani eksik. sevginin de, zıddı olan duyguların da sadece bir cinsle ilgili olmadığı açık. cinsler arasındaki farklar benimsenen duygu türü veya benimsemenin şiddeti ile ilgili değil, benimsenen duygunun davranışa dönüştürülme yolundaki farklılık olabilir. sevgi yüzünden bir hedefe kilitlenen bir kadınla nefret veya kıskançlık yüzünden hedefe kilitlenen bir kadın arasında çok fark yok, bir kadın üretken olabildiği kadar yıkıcı da olabilir, sadece kadınlarla erkeklerin yapma ve yıkma yolları farklı. alatlı fikrini ifade ederken örnekleri de taraflı seçiyor. doğurduğundan vazgeçmeyen kadın genel kadın tipi olsa da, vazgeçenler de ender-i nadirattan değil. çocuğunden şefkatini esirgeyen sözde anneler de eksik değil ve eğer alatlı'nın söyledikleri doğru olsaydı yeryüzünde kürtaja razı olabilecek tek kadın bulamazdık.

alatlı'nın muhtelif sistemleri kadın karşıtlığı noktasında birleştirdiğini görüyoruz. içgüdü-fikir/inanç karşıtlığını kurguladıktan sonra öyle olması gerekiyor zaten, ama örnekler sistem kavramının temelden kadın karşıtı olduğunu savunmak için yetersiz. en azından islam'ı kadın karşıtı olarak konumlandırmak insafsızlık. oturup bunun tartışmasına girmeyeceğim, üzerinde durmak istediğim esas nokta şu, bu yazıdaki fikri, bir tutarlılık doğrusu halinde uzatırsak vardığı nokta, kadınların özlerine uygun davranmak istiyorlarsa bir dine mensup olmamaları gerektiği. alatlı söylemiyor, ama yazı semavi dinler ve budizm gibi sistemlere karşı anaerkil animist/pagan sistemler savunması puzzle'ının bir parçası gibi duruyor. yazının mantığını izlediğimiz zaman, çelişkinin müslüman olmakla örtünmek arasında değil, kadın olmakla müslüman olmak arasında konumlandığını görüyoruz. hz. ismail kıssasına yüklenen anlam, çocuğun hayatı-allah'ın emri çelişkisinde erkek tavrının emre uymak olacağı ve bir kadının bunu yap(a)mayacağı, kadın tavrının allah'ın emrine karşı çocuğun hayatını seçmek olduğu ise, kurgulanan bu mantık-içgüdü zıtlığı, kadının dininin ve aklının eksikliğini ispatlamaya yönelik bir çaba gibi duruyor. elbette yazıyı mantık kullanarak okumak ve alatlı'nın müslümanlığa karşı olduğunu sanmak hatalı, alatlı mantığına göre tam olarak müslüman olmanız veya tam olarak müslüman olmamanız mümkün değil, inançlarınız ve eylemleriniz arasında mantıksal tutarlılık aramanız da gerekli değil. sözgelimi aynı gün içinde büyücü komşuya horoz kestirtip kurşun döktürtmek, camiye gidip cemaatle namaza katılmak ve kilise ayininde koroyla birlikte ilahi söylemek çelişik tavırlar değil. alatlı sistemine kocakarı sistemi de diyebilirdik, herhalde kendisi de itiraz etmezdi.

alatlı modernleşmenin kadın üzerindeki etkisine dair okumasının, temel teziyle çeliştiğinin de farkında değilmiş gibi görünüyor. modernitenin kadına etkisi, toplumdaki temel fonksiyonunu aile kavramıyla ilgili olmaktan çıkarıp, daha önce ağırlıklı olarak erkekler tarafından ifa edilen rollerde oynatmaktır. nedendir bilinmez, modernite savunucularının aile kavramı karşısındaki tutumlarını açıklayan sözlerine sık rastlamayız, ailenin insan hakları ile ilgili temel metinlere geçmiş bir kavram olmasına rağmen. modernite kadını geleneksel hükümranlık alanından çıkarmış, içgüdüsel davranışının yerine alatlı'nın ölü ve erkeksi olarak gördüğü davranışı getirmiştir. modernitenin kadın tasavvurunda ana kavramı, kadın için bir eksen teşkil etmemektedir. yeni toplumsal rollerle ana rolü arasındaki çelişki, kadının hayatını zorlaştıran bir bölünmüşlük olarak kendini göstermektedir. yeni kadının bir kadın olarak erkeğe hitap etmemesi sürecin doğal sonucudur: ister ortak, ister rakip olarak algılayın, kadının yeni rolü, erkeklerin oynadığı rolle özdeş bir roldür. ister gelenek açısından okuyun, ister alatlı üslubu ile bir okuma yapın, sonuçta bu bir erkek rolüdür. modern okuma açısından da kadın rolü-erkek rolü ayrımı ortadan kalkmaktadır. bu yeni rolde, erkek kadını, o rolü oynayan başkalarını nasıl algılıyorsa öyle algılar: doktorsa bir doktor olarak, mühendisse bir mühendis. kadına has bir farklılığa yer kalmamıştır, çok iyi bir mühendis olmanın kadına getirisi, çok iyi bir mühendis olmanın erkeğe getirisinden farklı değildir. modernitenin denkleminde kadına kalan tek farklılık cinsellikten ibaret kalmaktadır, bu da her şeyin kapital lehine istismar edilebildiği bir düzende kadına yönelik sürekli bir istismar anlamına gelmektedir. modernitenin hükümran olduğu alanda yeni kadın ya sadece farklı kromozomları olan yeni bir erkek veya kimliği cinsellik temeli üzerine kurulan ve kendini ancak bir arzu nesnesi olarak ifade edebilen bir kadındır. cinsellikle üreme arasındaki bağlantının kırılması, bu çizgiyi keskinleştirmiştir.

buraya kadar gelince, iman, akıl ve ayrımcılık gibi kavramları içeren bir sonuç çıkarmak abes duruyor. kadının iman ve akılla bağlantılarını kırdıktan ve kelimeleri kadının elinden aldıktan sonra, üstelik düşünceyle bağlantısını kesmeyen kadınları ihanetle suçladıktan sonra uzlaşmadan bahsetmek trajikomik.
------------------------

Yazı ile alakalı tasrih ve ekler


şunu söylemek isterim, asıl takıldığım nokta alatlı'nın ne anlatmaya çalıştığı değil, konuyu ele alırken kullandığı metod. tamamen farklı bir konudan da bahsetse, benim savunduğum bir tezi de savunsa, bu metodla yaparsa hatalı olur. netekim kaos, belirsizlik gibi kavramlar etrafında dolaşırken benim de rahatsız olduğum şeylerle ilgili rahatsızlığını ifade ediyor. üstelik teori konusundaki yaklaşımında haklı taraflar da var: gerçekten de dağlar koni şeklinde değildir, yıldırım düz bir çizgi takip etmez; koni ve doğru bizim zihinsel soyutlamalarımızdır, dış alemde bir gerçeklikleri yoktur. diğer taraftan bundan mutlak anlamda bir kaçış da yok, insan aklının çalışma şekli bu. teorilerin zaaflarını, teoriye başvururken akılda tutmak başka şey, bunu bir teori karşıtlığı ve içgüdü savunuculuğuna dönüştürmek başka bir şey. bir yandan bilim ve felsefeye temel teşkil eden malzemeye erkeksi ve ölü diye olumsuz anlam yükleyip reddedeceksiniz, bir yandan da teorilere temel teşkil eden ve reddettiğiniz zeminin zıddını yine teori oluşturmak için kullanacaksınız, olmaz bu, burada bir metodoloji çelişkisi var.


diğer bir nokta içgüdüsel davranışı sadece kadınlara ve muhakemeye dayalı davranışı sadece erkeklere izafe etmek de insafsızlık. muhakemeyi kadından esirgediğiniz için kadına karşı haksızlık, bütün olumsuz şeyleri erkeğe yüklediğiniz için erkeğe karşı haksızlık. muhakeme, mantıksal tutarlılık arayışı erkeğin kadına yönelik bir baskı aracı değildir. alatlı'nın ölü ve erkeksi diye reddettikleri, kadın-erkek bütün insanların zihin faaliyetinin ortak yapısı. geleneksel olanla modern olanın muhakeme-içgüdü denkleminde konumlanışı ters. geleneksel kadın rolü ile modern kadın rolü arasında birine olumlu diğerine olumsuz anlam yüklemeksizin ve birini diğerinden üstün saymaksızın bir karşılaştırma yapıldığında geleneksel olanın alatlı'nın kadınsı ve canlı diye kodladığı kutba ve modern olanın da erkeksi ve ölü diye konumladığı kutba uyduğunu görüyoruz. bu durumda alatlı ya kadınsı/canlı kutbu savunmaktan, ya da yeni kadını savunmaktan vazgeçmek zorunda, yoksa tutarsız oluyor. tam da burada alatlı metodunun patladığı noktayı görüyoruz, kendi metoduna göre alatlı'nın tutarlılık araması gerekmiyor, çünki quasi-teori mi dersiniz, anti-teori mi dersiniz, işbu düşünce sistemi düşünceye değil içgüdüye dayanıyor. dönmeyen döner, sayısız aritmetik, rahimsiz doğum gibi bir şey bu.


acaba olayı kişiselleştirdiğim gibi bir algı doğabilir mi diye aklıma takıldı, onu da not etmem gerek, alatlı'nın şahsıyla ilgili bir sorunum yok, sevmediğim biri değil kendisi. başörtüsü konusunda farklı bir noktadan yorum yapmasına yönelik bir tepki gibi de algılanabilir, o da doğru değil, aynı tezi başka bir metodla savunsa üzerinde durmazdım. yazdıklarımdan "kafası basmaz" gibi bir iddiam olduğu da çıkarılabilir diye düşündüm, o da doğru değil. mutlaka zeki bir insandır kendisi, sadece metodu yanlış. son olarak kişilik tipi konusunda söylediklerimin tahmin olmaktan ileri gitmeyeceğini, kendisini yakından tanımadığımı da söylememde fayda var zannederim.

***

evet, burada bir algı ve korku sorunu var ve insanların neden şununla bunu farklı algıladıklarını açıklamaya çalışmakta abes bir taraf yok. ama dikkat etmek gerek, algılayanı bir tarafa bırakıp algılanana odaklanmak hatalı bir tutum. yeni kadının türbanlı kadın hakkındaki algısının faturasını türbanlı kadına çıkarmak, olaya tek taraflı bakmaktır. yazının tamamı, "bu kadınlar şu kadınları şöyle algılıyor, bunun sebebi de şu. buna ne buyrulur?" parantezi içine alınarak takdim edilse bu kadar sorunlu olmazdı. ayrıca buradaki algılamanın özünde bir yargılama olduğu da dikkatten kaçmamalı.


sorun eğer sınıf çatışması ve yaşam tarzı mücadelesi ise -ki bence de büyük oranda öyle- bunun dosdoğru ifade edilmesi daha dürüstçe olurdu. evrensellik ve epistemik özgürlük konusunda yazdıklarımızla da ilgili bu konu. atıyorum, zen budizmi mensupları ile konfüçyüsçüler arasında veya ne bileyim, mesela kalvinizm ile anglikanizm arasında bir çatışma olsaydı bu, konunun teorik zemini bu kadar arap saçına dönmeyecekti. kimin neyi sözkonusu ederken, neyi savunduğu karmakarışık. sorunun iki dünya görüşü ve iki yaşam tarzı arasında olduğu netlik kazansa, senin dünya görüşün ve yaşam tarzın sana, benimki bana uzlaşmasına erişmek bu kadar zor olmazdı. "yeni kadın"ın yaşam tarzı mücadelesi katolik kilisesinin cadı avına benziyor. insan inancını hayata geçirmek için bedel ödemeye hazır olmalı elbet, ama gereksiz bir gerilim bütün toplumun bedel ödemesiyle sonuçlanıyor. "ben seni sen olarak bu kapıdan geçirmem" inadı, savaşmaya ve bedel ödemeye hazır birinin, o kapıyı kapıcının başına yıkmaya çalışmasıyla da sonuçlanabilir, halbuki bu kadar büyük bir bedel ödemek gerekmiyor, deli dumrul olmanın alemi yok. bir arada yaşamak istiyorsak birbirimize tahammül etmeyi öğrenmeliyiz, yaşam alanımı paylaşamazsın, seni burada istemiyorum yaklaşımı çözüm yollarını tıkar. ek olarak şunu da söylemek gerek: köylü kadını küçümseyen bir kadının, kadın kavramı üzerinden konuşması ikiyüzlülükten başka bir şey değil.


alatlı uzlaşmadan bahsediyor, kadın kadına iletişimin kurallarını sanırım bilemem, ama karşıdan bakınca çizdiği tablo "hemşire bak bi iki dakka" tutumundan çok "saçını başını yolarım senin" tutumunu hatırlatıyor, teori konusundaki usûl hatası bir yana, uzlaşma için bu da hatalı bir taktik.

***

kanaatimce alatlı'nın tavrı amelle itikat arasında tutarlılık beklememekten farklı bir tavır. amel imandan bir cüz değildir elbet. mesela namaz kılmamak imanlı olmakla çelişmez. belki sırf bir müzik etkinliği niyetiyle kilise korosunda oratoryo söylemek de imanla çelişmiyor diye düşünülebilir, ama burada sözkonusu olan bu da değil. alatlı'nın tavrı itikatla itikat arasında tutarlılık beklememek. gönülden dualarınız "allahümme ecirnâ," "namu amida butsu" ve "in nomine patris" arasında gidip geliyorsa, burada bir tutarlılık sorunu var demektir. soyutlamayı, özdeşliği, çelişmezliği bir kenara bırakıp içgüdüyü izlerseniz; sabaha kadar 4444 salat-ı tefriciye okumasına bakıp teorik olarak varlığına inanmıyor olmasını bekleyeceğiniz bir karakoncolostan medet umarak horoz kesen kocakarının zihinsel işlem zeminine düşersiniz.


rejimin şer'î olup olmamasının fark edeceği durumlar tasavvur edilebilir aslında. sadece bireylerle ilgili bir konuda "herkes bildiğini yapsın" demek kolay. ama herkesle birden ilgili bir seçim yapılması gerekiyorsa, bütün bireylerin istediğini yapamayacağı bir standart gerekiyorsa ve bir seçim yapılıyorsa, genel çerçeveyi hangi teorik zemine oturttuğunuz önem kazanıyor. dinin ilgi alanının bireysel konularla sınırlı kalmasının ve toplumla veya devletle ilgili konularla çakışmamasının varsayılması hatalı. bireye ait alanı azamiye çıkardığımız ve topluma veya devlete ait alanı asgariye indirdiğimiz zaman bile bu böyle.

***

kurallı çalışmak ve disiplinin kadına uymadığı gibi bir iddiam yok. "kadının yeri evidir" cümlesi, "kadının evin dışında yeri olmamalıdır" anlamındaysa, hayır öyle düşünmüyorum. kapitalizmin değil, modernitenin kadınları erkekleştirdiğini düşünüyorum. bir kadının kariyer yapması bir erkeğin kariyer yapmasından farklı değildir ve kariyer yapmak kadının kadınlığına engel teşkil etmez. bu ortak alan. ama bir kadının ortak alana kilitlenmesi, onun kadın olmasından kaynaklanan farklılığını gözardı etmesine yol açıyorsa, burada kadının erkekleşmesinden söz edebiliriz. bir kadının bir erkekten farkları nelerdir diye tam ve hatasız bir döküm yapma gayreti gütmeksizin, şöyle örnekleyebiliriz: yeni kadın eğer çocuk bakmak, bir evi yuvaya çevirmek ve yaşanır halde tutmak gibi kavramlara hayatında yer vermiyorsa, hatta bunları küçümsüyorsa, şefkat gösteren biri olmak vasfından uzaklaşmışsa, kadın olmaktan çıktığını düşünebiliriz. neyse ki yeni dünya, kadınları pek o kadar da erkekleştiremiyor. burada alatlı'nın yeni kadın dediği tiple erkekleşmiş kadın arasında doğrudan bir bağlantı kurmadığıma da dikkat çekmek isterim. çok güzel kaneviçe işleyebilen bir ceo, neden olmasın? aile kavramı için biraz daha esneklik için şartsa, sürdüğüm keyiften fedakarlık etmeye razıyım. kapitalizm ne üretmek için neyi tüketiyor, onu da başka zaman tartışırız belki.

***

başörtüsü konusu veya başka konular üzerinden, toplum düzeni ve bunun arkasındaki fikirler konusunu tartıştığımızda, aslında üzerinde durduğumuz sorun "pandora'nın değirmeninin suyu nereden geliyor" sorunu. yurtta ve dünyada olup bitenler kukla tiyatrosuna benziyor çoğu zaman, canbaza bak hikayesi hiç bitmiyor. bu sirk burada oldukça bitmeyecek de. birileri hangi yapıyı kullanarak canbazı ipe çıkarabiliyorlar, konumuz bu. ne yapalım, siz söyleyin. kukla olmayan bir parti kursak sorunu çözebilir miyiz? yoksa silahlı bir tugay mı gerekiyor bize? acep il'in, akılsız beyleri yerinden indirip iktidarı bilge beylere teslim edebileceği bir düzen nasıl kurulur diye kafa yorsak, faydası yok mu?

***

bu arada "inançlarınız ve eylemleriniz arasında mantıksal tutarlılık aramanız da gerekli değil. sözgelimi aynı gün içinde büyücü komşuya horoz kestirtip kurşun döktürtmek, camiye gidip cemaatle namaza katılmak ve kilise ayininde koroyla birlikte ilahi söylemek çelişik tavırlar değil" demişim, böyle ifade edince söylediğimden, aklımdakinin anlaşılmamış olması normal. kastettiğim eylem-inanç çelişkisi, inancı eyleme dönüştürmemek değil de, eyleminizin inandığınızın zıddına da inanıyormuşsunuz gibi bir eylem olması. sözgelimi bir katolik namaz kılsa ve bundan sevap umsa çelişkili olmaz mı? hz. peygamber'e inanmadan namaz-sevap denklemi kuramazsınız, hz. peygamber'e inanıyorsanız teslise inanamazsınız. bundan bahsediyordum.


22 Ocak 2013 Salı

Çete ve Devlet


05.11.2007, Düşünce Tarlası

Orta Asyadaki devlet yapımız boylar konfederasyonu şeklindeydi. Boylar kollara ayrılıyor, o kollar başka kollara ayrılıyor, nihayet avul (oba) seviyesine kadar bölünüyor; aynı zamanda boylar birleşerek budunu teşkil ediyorlardı. Muhtelif çap ve ebatta çetelerden meydana gelen sökülür-takılır modüler bir yapı gibi düşünebiliriz bu yapıyı. Hareketli göçebe hayat tarzı için avantajları olan pratik bir sistem olmasının yanında, istikrar bakımından dezavantaj teşkil ediyordu. Kimi zaman sekiz kişilik bir çete, inat edip bütün Asya'yı peşlerine takıncaya kadar uğraşıyor, cihan devleti kuruyor; kimi zaman da boylar, oymaklar, avullar birbirine düşüyor, baskın basanın oluyor, kıyım ve göçlerin arkası kesilmiyordu. İstikrar ancak liderin karizması ve ömrüne bağlı oluyor ve yapı sürekli yapılıp bozuluyordu.

Selçuklularla birlikte bu sistem değişmeye başladı, Selçuklu iskan politikası boyları parçalayıp dağıtmak şeklindeydi. Bugün boy isimlerini taşıyan köyleri Anadolu'nun her tarafında dağınık olarak görüyoruz. Haliyle zamanla boy ve aşiret şuuru zayıfladı veya tamamen kayboldu. Avşarların boy şuurunu nisbeten de olsa hâlâ sürdürmelerinin sebebi daha geç bir dönemde sahaya girmeleri ve Selçuklu iskan politikasından kısmen kurtulmuş olmalarından kaynaklanıyor diye biliyorum. Osmanlı dönemine "sorun" olarak devredilmeleri de buna bağlı olsa gerek. Boyların nüfusları ve kuvvetlerinin farklı olması da hadiselerde rol oynamış olabilir, Avşarların bir kısmının İran'da devlet kurduğunu hatırlamak gerek.

Tarihi meselelerin, bugün için ibret teşkil eden noktası, çete zihniyetiyle istikrar arasındaki tezatı işaret etmesi. Beyin kabuğumuz, düşünme melekelerimiz devre dışı kaldığı anlarda genlerimize işlemiş bir refleksmiş gibi çeteci tavrıyla davranmaya başlıyoruz. Bu Kuvay-ı Milliye şartlarında faydalı olsa da, barış dönemleri için zararlı. Dikkat edilirse, hâlâ yüce dövletimizin, dilber demirkırasimizin anlı şanlı kurumlarını, kurumdan ziyade çete mantığıyla çalıştırdığımız görülebilir. Tafsilata hacet yok...

Kimlik kavgalarının da kısmen bu konuyla ilgisi var, çete zihniyetinin, aşiret kültürünün yaşadığı kısımları istikrarı temsil eden/ ediyor olması gereken bütüne entegre etmek daha zor oluyor.

12 Ocak 2013 Cumartesi

fitne


kadın fitne midir? evet, fitnedir. peki ya erkek? o da. çocuk? fitnenin âlâsıdır. yaşlılar da fitnedir. mal mülk? evet, varlığı ayrı, yokluğu ayrı fitnedir. sağlık da aynen öyle. güzellik, güç, boş vakit; hepsi de fitnedir. kendisiyle imtihan edildiğiniz her şey fitnedir, zira fitne kelimesinin bir mânâsı da imtihandır.

not: künefe bile fitnedir.