Adeta
tartışmayı meslek edinmiş gibi sürekli tartışıp dururken sık sık gözden
kaçırdığımız hususlardan biri doğru söylemekle haklı olmak arasında fark
olduğu. Haklı olmak için söylediğinizin doğru olması gereklidir, ama yeterli
değildir. Haklı olmanız için doğru saiklerle, doğru gerekçelerle, doğru
motivasyonla hareket etmeniz gerekir, bir. Doğru şekilde, doğru usûlle ve doğru
üslupla hareket etmeniz gerekir, iki. Doğru açıdan, doğru mesafeden bakmanız,
meseleyi doğru ölçekte ele almanız; doğru bir bütün içinde, doğru yere
oturtmanız gerekir, bu da üç. Yani konunun kuyruğunu, kulağını ele almakla
yetinir de, tamamını bir tarafa bırakırsanız; ele aldığınız kısımla alakalı
söylediklerinizin doğru olması meseleyi halletmek için yeterli olmaz. Son
zamanlarda tekrar gündem olan kadınların âdâba uygun hareket edip etmedikleri
bahsi bunun bir misali.
Yapılan
tespitlerin esas itibariyle doğru olduğu söylenebilir, gerçekten de başörtülü
hanımlardan bazılarının hal ve hareketleri tesettür mefhumunun ruhuna pek uygun
değil. Aslına bakarsanız zaman zaman bunu dile getirenler arasında “bizim
mahallenin” hanımları da var. Söylenenler doğruysa neden bu kadar gürültü
çıkıyor? Bazı hanımlar hakikate cephe almış vaziyette mi? Yoksa atladığımız
bazı noktalar mı var?
Evvela
şunu tespit etmek gerekiyor, gerçekten de “bizim mahallede” fikir itibariyle
kayma yaşayan bir zümre var, belki kendileri de farkında değiller, ama artık
hadiselere baktıkları nokta pek “yerli ve millî” veya “muhafazakâr” bir tavrı
ifade etmiyor; daha ziyade “modern” bir bakış açısı “İslamî olana dair bir
arayışın” yerini almış durumda. Bu bazen liberal bir duruş olarak ortaya
çıkıyor, bazen feminist bir duruş... Bu “sapma” kadınlar kadar erkekleri de
alakadar ediyor, ama gündemle kesişen kısmı, kadınlara ait olan kısmı. Bu
hanımlardan bazıları tesettüre fazla mânâ yüklenmesinden şikâyetçi. Bu fazla
olan mânâ nedir ki taşıyamıyoruz? Eğer herkesin evliya gibi davranmasına dair
beklentiler kastediliyorsa, buna söyleyecek bir şey yok. Çoğumuzun ameli çok
eksik, kusurlu ve kul hakkı olmadıkça kimsenin kimseye sorabileceği bir hesap
yok. Nasihat etmek, hayra teşvik etmek ve şerden sakındırmak elbette gerekli,
fakat bunun da bir yolu yordamı var, kaş yaparken göz çıkarmamak gerekiyor. Öte
yandan “fazla olan mânâ” derken kasıt “tesettüre yüklenmemesi gereken bir mânâ”
ise, orada biraz durup düşünmek gerekir, zira fikriyat itibariyle bir “itizal”
başlamış demektir.
İslamcı
fikriyat dinin sadece ferdi ve günlük hayatta uygulanabilmesi ile alakadar
olmaz, aynı zamanda toplum halinde ve devlet seviyesinde bir temsil ile
uygulanabilmesi ile de alakadar olur. İslamcılık, daha doğrusu İslamcılığın
Namık Kemal’den girip Ali Şeriati’den çıkan versiyonu, bir yönüyle gelenekle
modernite arasında moderniteye doğru bir yalpalama ifade etse de, netice
itibariyle moderniteye karşı çıkmaya çalışan, en azından onu eleştiren bir fikir;
durduğu yerin sekülarizmin, materyalizmin, hümanizmin tam karşısı olması
gerekiyor, bunları reddederek başka bir hayat kurmayı hedeflemesi gerekiyor. Lakin
görünüşe göre böyle bir hedef hususunda pes edilmesi, belki de hedefin sadece
pratikte değil, teoride de tamamen terk edilmesi söz konusu. Moderniteye razı
olunacak, bize sunduğu hayat, değerler, fikirler benimsenecek ve sadece
gündelik hayatta bireysel ibadetlerin yapılabilmesi ile yetinilecek. Yani İslam
artık sizin için “tablonun tamamı” olmayacak; kültürel çeşitliliğin içinde,
çoğulcu bir toplumun pek çok renginden biri olacak. Bir yandan “sizin için” ne
kadar önemli olduğunun altını çizeceksiniz, ama diğer yandan bunun “sadece
sizin özel hayatınız” olduğu iddiasını da kabullenmiş olacaksınız. Eğer bütün
bu mânâ meselesinde, bakış açısı gerçekten bu ise; artık “bizim mahalle” diye
bir şeyin kalmadığı veya bir kısmımızın aslında mahalleyi terk etmiş olduğu
söylenebilir. Bu ağır bir tespit ve yanılıyor olmam elbette daha güzel olurdu.
Belki de bütün mesele bir takım yanlış anlamalardır. Ama hadise gerçekten
buradan bakınca göründüğü gibiyse, dün zorla dışlandığımız “kamusal/ toplumsal”
alandan, bugün gönüllü olarak çıkıyoruz demektir. Daha doğrusu o alana ancak
“gömlek değiştirerek” girebilmişiz demektir. Başka bir ifadeyle ikna odasından
başımızdaki örtüyle çıkmayı başarabildiğimizi sanırken, o örtünün mânâsını
geride bırakmışız demektir. Bu gerçekten çok can sıkıcı bir tespit ve neyse ki
hiç yanılmayan biri değilim.
Haklı
olmak ve doğru söylüyor olmak aynı şey değildir dedik. Bu noktada bunun bir
misali üzerinde durabiliriz. Kadınların -bir kısmı erkeklerden kaynaklanan-
sıkıntılarına işaret etmek ve bunlar için çözüm aramak başka bir şeydir, bunu
seküler bir teori üzerine oturtarak yapmak başka bir şeydir. Nasıl ki
çalışanların haklarını kul hakkı kavramı ile ifade etmek yerine,
burjuva-proleter çatışması üzerinden ifade ederseniz, kendi teorinizden
ayrılmış oluyorsanız; kadınların haklarını cinsiyetler arasında bir çatışmayı
esas alan bir kurgu ile ifade ederseniz, bu artık İslamcılık olmaz. Diğer
taraftan konuyu “feministler yine dellendi” diye kestirip atmak da fazla
kolaycı bir yaklaşım ve tek başına konuyu kilitlemeye yetiyor.
“Hanımlar
edepli olun” ikazlarına sinirlenen hanımlar, “feminist” hanımlardan ibaret
değil. Aksine zaman zaman kendileri de benzer sıkıntıları dile getiren hanımlar
bile, bu ikazlara tepki gösterebiliyor. Bu tepkinin mahiyetini doğru anlamak
gerekiyor, yoksa “niye doğru söylediğimiz halde ayaklanıyorlar, doğrulara karşı
mı bunlar, hepsi birden sapıtmışlar” diye bir karşı tepkiyle tartışmayı çıkmaza
sokarsınız.
Görebildiğim
kadarıyla hanımların temel rahatsızlığı sürekli ve tek başlarına hedef tahtası
haline gelmelerinden kaynaklanıyor. “Başka konu yokmuş gibi” laf dönüp dolaşıp
“hanımları hizaya getirmek” bahsine geliyorsa, ama “beylerin kabahatleri” pek
gündem olmuyorsa ve dinin pek çok kısmı aynı nisbette mesele edilmiyorsa;
sıkılmaları, bunalmaları ve sinirlenmeleri çok da anlaşılmaz değil. Bir çok
doğrunun içinden sadece bir parçasını seçip bıktırıncaya kadar tekrarlarsanız,
insanlar rahatsız olmakla kalmaz, “din anlayışınızı” da sorgulamaya başlar. Söylediğiniz
şeyler doğru olduğu halde dini çarpıtmış olma durumuna düşebilirsiniz. Meşhur
misalle izah edecek olursak, filin kulağı olduğu doğrudur, ama siz sanki fil
kulaktan ibaretmiş gibi davranırsanız, yanlış mesaj vermiş olursunuz: kulak fil
değildir, fil de kulak değildir.
“Dindar”
camiada giderek yaygınlaşan bir “gevşeme” olduğu doğru, ama bu her iki cinsi
birden etkiliyor. Fakat başörtülü kadınlar, “alametlerini” başlarında
taşıdıkları için kolayca tesbit ve teşhis edilebiliyor ve hatalarının kayda
geçmesi çok daha kolay oluyor. Halbuki onların yaptıklarının muadillerini yapan
erkekleri çoğu zaman dışarıdan görmekle tanıyamıyorsunuz ve kimin ne yaptığı
belli olmuyor. Tanınamayacak derecede başkalarına benzemek yanlış değil mi?
Elimizi vicdanımıza koyup sayalım: kaşını yolan kızlar kaç sefer gündem oldu ve
bıyık bile bırakmayan erkekler kaç kere gündem oldu? Kızların çoğu oturup
kalkmayı bilmiyor, ama erkekler de öyle. Kızların çoğu nerede ne
konuşulmayacağını bilmiyor ve erkekler de öyle. “Şallılarla” takılan elemanlar
Paris’ten, Milano’dan gelmiyor; çoğu bu mahallenin çocukları. Önce gizli nikah
kıyıp sonra canı sıkılınca boşayarak kızları ortada bırakanlar “bizden farklı
olanlar” değil. Teaddüt-i zevcat ruhsatını suistimal edenler, iş başvurusuna
gelen kadını kaşla göz arasında nikahlamaya çalışanlar, başörtüsü yüzünden
başka yerde çalışamayan kadınların çaresizliğini kullanıp yarı ücrete
çalıştıranlar “elalem” değil. Kadın ve erkek “eşit” olmayabilir, ama bunun mânâsı
birbirlerinden farklı yönlerinin olması, bir takım hükümler bakımından
ayrılıyor olmaları; mahiyet itibariyle tamamen birbirinden farklı olmaları
değil. Kadın ve erkek arasında olması gereken, olabilecek mesafeleri ve
sınırları tayin eden hükümler, daha ziyade “nesebin korunması” hususu ile
alakalı olabilir, ama bundan nasıl sınırın bir tarafında kalan erkeklerin “esas
itibariyle üremekle alakalı bir şey” olduğu mânâsı çıkmıyorsa, diğer taraf için
de böyle bir şey söylenemez. Gelgelelim bazı kardeşler insan deyince sadece
erkeklerin anlaşılması gerekiyormuş, din de erkeklere gelmiş, kadınlar ise meyve
bahçeleri ve binekler gibi kendilerine bahşedilmiş bir metadan ibaretmiş gibi
davranıyorlar. Nasıl bazı hanımlar aile kavramıyla bağlarını koparmak ve sadece
bir birey olmak, “dünyanın” peşinden koşarken “evden” tamamen soyutlanmak
tavrını bir ideal olarak benimsemekle hata ediyorlarsa, bazı beyler de kadını
“mahiyeti itibariyle bir tür ayıp” gibi görüp bir yerlere “gömmeye” çalışmakla
hata ediyorlar. Karşımızda cahiliyetin farklı renkleri, farklı türleri var ve
bir kısmı modern bir çehre arz ederken bir kısmı da gelenek suretinde
görünüyor. Gelenekli olmak iyidir ve lakin gelenek nass değildir, zamanla
rayından çıkabilir; tecdide, tashihe ihtiyaç hasıl olabilir veya sizin hataen
gelenek diye benimsediğiniz bazı alışkanlıklar gelenekten uzaklaşmak mânâsına
gelebilir, geleneği doğru tevarüs edememiş olabilirsiniz. İşin ilginç tarafı
“kadının yeri evidir, bu bizim geleneğimizdir” tavrındaki arkadaşların birçoğunun
nineleri sabah ezanında dağa çıkıp odun topluyor, öğle sıcağında tarlada çapa
yapıyor ve eve anca hava kararınca geliyordu.
Gelenek
deyince, örfleri ve adetleri ayrı ayrı ele almak lazım. Örfler daha temel
değerleri ifade ediyor ve daha zor değişiyor. Adetler ise değişime daha açık.
Âdâb bahisleri örflerle alakalı olabildiği gibi, adetlerle alakalı da olabilir
ve bu ikinci kısmı daha çabuk değişebilir. Ayrıca âdâb “algı” ile alakalı bir
konu ve her zaman mantıklı izahı gösterilemeyebiliyor. Mesela misafir gelince
ayağa kalkmayı açıklamak daha kolaydır da, bacak bacak üstüne atmak neden
saygısız bir hareket kabul edilir, bunu açıklamak daha zordur. Büyüklerimizin elini öpmemizi izah etmek, büyüklerin yanında çocuk sevmemeyi izah etmekten daha kolay. Diğer taraftan söz konusu algılar “ortak bir hayat”
ile aktarılır, “görerek” öğrenilir. Eğer bir şeyler yeteri kadar
aktarılamıyorsa, bu algıları edinemeyenleri kınamaktansa, neyin aksadığını
arayıp bulmak, çözüm yolu olarak daha verimli olacaktır.
Konuşacak
çok konu var; daha faizsiz bir piyasayı nasıl kuracağımızdan tam olarak emin
değiliz; riya ve ucub gibi, gıybet gibi amellerimizi ifsad eden huylardan nasıl
kurtulacağımızı çok iyi bilmiyoruz. Önümüzde savaşlar, açlık, salgın
hastalıklar gibi ciddi meseleler var. Pek çok konuyu bir tarafa bırakır da,
sadece sürekli belirli konuları tartışıp durursak; havanda su dövmekten başka
bir şeyi başaramamış oluruz. Kadın meselesi “tuz gibi” önemli bir konu
olabilir, ama “tuz kadar” konuşsak yeter zannederim. Belki de hepsinden önce
“ihtilaf âdâbını” tesis etmemiz gerekiyor.
Allah
kalplerimizi hidayet üzerinde buluştursun.