12 Ağustos 2017 Cumartesi

Yerini Bulmayan Tenkidler ve Kadın Meselesi


Adeta tartışmayı meslek edinmiş gibi sürekli tartışıp dururken sık sık gözden kaçırdığımız hususlardan biri doğru söylemekle haklı olmak arasında fark olduğu. Haklı olmak için söylediğinizin doğru olması gereklidir, ama yeterli değildir. Haklı olmanız için doğru saiklerle, doğru gerekçelerle, doğru motivasyonla hareket etmeniz gerekir, bir. Doğru şekilde, doğru usûlle ve doğru üslupla hareket etmeniz gerekir, iki. Doğru açıdan, doğru mesafeden bakmanız, meseleyi doğru ölçekte ele almanız; doğru bir bütün içinde, doğru yere oturtmanız gerekir, bu da üç. Yani konunun kuyruğunu, kulağını ele almakla yetinir de, tamamını bir tarafa bırakırsanız; ele aldığınız kısımla alakalı söylediklerinizin doğru olması meseleyi halletmek için yeterli olmaz. Son zamanlarda tekrar gündem olan kadınların âdâba uygun hareket edip etmedikleri bahsi bunun bir misali.

Yapılan tespitlerin esas itibariyle doğru olduğu söylenebilir, gerçekten de başörtülü hanımlardan bazılarının hal ve hareketleri tesettür mefhumunun ruhuna pek uygun değil. Aslına bakarsanız zaman zaman bunu dile getirenler arasında “bizim mahallenin” hanımları da var. Söylenenler doğruysa neden bu kadar gürültü çıkıyor? Bazı hanımlar hakikate cephe almış vaziyette mi? Yoksa atladığımız bazı noktalar mı var?

Evvela şunu tespit etmek gerekiyor, gerçekten de “bizim mahallede” fikir itibariyle kayma yaşayan bir zümre var, belki kendileri de farkında değiller, ama artık hadiselere baktıkları nokta pek “yerli ve millî” veya “muhafazakâr” bir tavrı ifade etmiyor; daha ziyade “modern” bir bakış açısı “İslamî olana dair bir arayışın” yerini almış durumda. Bu bazen liberal bir duruş olarak ortaya çıkıyor, bazen feminist bir duruş... Bu “sapma” kadınlar kadar erkekleri de alakadar ediyor, ama gündemle kesişen kısmı, kadınlara ait olan kısmı. Bu hanımlardan bazıları tesettüre fazla mânâ yüklenmesinden şikâyetçi. Bu fazla olan mânâ nedir ki taşıyamıyoruz? Eğer herkesin evliya gibi davranmasına dair beklentiler kastediliyorsa, buna söyleyecek bir şey yok. Çoğumuzun ameli çok eksik, kusurlu ve kul hakkı olmadıkça kimsenin kimseye sorabileceği bir hesap yok. Nasihat etmek, hayra teşvik etmek ve şerden sakındırmak elbette gerekli, fakat bunun da bir yolu yordamı var, kaş yaparken göz çıkarmamak gerekiyor. Öte yandan “fazla olan mânâ” derken kasıt “tesettüre yüklenmemesi gereken bir mânâ” ise, orada biraz durup düşünmek gerekir, zira fikriyat itibariyle bir “itizal” başlamış demektir.

İslamcı fikriyat dinin sadece ferdi ve günlük hayatta uygulanabilmesi ile alakadar olmaz, aynı zamanda toplum halinde ve devlet seviyesinde bir temsil ile uygulanabilmesi ile de alakadar olur. İslamcılık, daha doğrusu İslamcılığın Namık Kemal’den girip Ali Şeriati’den çıkan versiyonu, bir yönüyle gelenekle modernite arasında moderniteye doğru bir yalpalama ifade etse de, netice itibariyle moderniteye karşı çıkmaya çalışan, en azından onu eleştiren bir fikir; durduğu yerin sekülarizmin, materyalizmin, hümanizmin tam karşısı olması gerekiyor, bunları reddederek başka bir hayat kurmayı hedeflemesi gerekiyor. Lakin görünüşe göre böyle bir hedef hususunda pes edilmesi, belki de hedefin sadece pratikte değil, teoride de tamamen terk edilmesi söz konusu. Moderniteye razı olunacak, bize sunduğu hayat, değerler, fikirler benimsenecek ve sadece gündelik hayatta bireysel ibadetlerin yapılabilmesi ile yetinilecek. Yani İslam artık sizin için “tablonun tamamı” olmayacak; kültürel çeşitliliğin içinde, çoğulcu bir toplumun pek çok renginden biri olacak. Bir yandan “sizin için” ne kadar önemli olduğunun altını çizeceksiniz, ama diğer yandan bunun “sadece sizin özel hayatınız” olduğu iddiasını da kabullenmiş olacaksınız. Eğer bütün bu mânâ meselesinde, bakış açısı gerçekten bu ise; artık “bizim mahalle” diye bir şeyin kalmadığı veya bir kısmımızın aslında mahalleyi terk etmiş olduğu söylenebilir. Bu ağır bir tespit ve yanılıyor olmam elbette daha güzel olurdu. Belki de bütün mesele bir takım yanlış anlamalardır. Ama hadise gerçekten buradan bakınca göründüğü gibiyse, dün zorla dışlandığımız “kamusal/ toplumsal” alandan, bugün gönüllü olarak çıkıyoruz demektir. Daha doğrusu o alana ancak “gömlek değiştirerek” girebilmişiz demektir. Başka bir ifadeyle ikna odasından başımızdaki örtüyle çıkmayı başarabildiğimizi sanırken, o örtünün mânâsını geride bırakmışız demektir. Bu gerçekten çok can sıkıcı bir tespit ve neyse ki hiç yanılmayan biri değilim.

Haklı olmak ve doğru söylüyor olmak aynı şey değildir dedik. Bu noktada bunun bir misali üzerinde durabiliriz. Kadınların -bir kısmı erkeklerden kaynaklanan- sıkıntılarına işaret etmek ve bunlar için çözüm aramak başka bir şeydir, bunu seküler bir teori üzerine oturtarak yapmak başka bir şeydir. Nasıl ki çalışanların haklarını kul hakkı kavramı ile ifade etmek yerine, burjuva-proleter çatışması üzerinden ifade ederseniz, kendi teorinizden ayrılmış oluyorsanız; kadınların haklarını cinsiyetler arasında bir çatışmayı esas alan bir kurgu ile ifade ederseniz, bu artık İslamcılık olmaz. Diğer taraftan konuyu “feministler yine dellendi” diye kestirip atmak da fazla kolaycı bir yaklaşım ve tek başına konuyu kilitlemeye yetiyor.

“Hanımlar edepli olun” ikazlarına sinirlenen hanımlar, “feminist” hanımlardan ibaret değil. Aksine zaman zaman kendileri de benzer sıkıntıları dile getiren hanımlar bile, bu ikazlara tepki gösterebiliyor. Bu tepkinin mahiyetini doğru anlamak gerekiyor, yoksa “niye doğru söylediğimiz halde ayaklanıyorlar, doğrulara karşı mı bunlar, hepsi birden sapıtmışlar” diye bir karşı tepkiyle tartışmayı çıkmaza sokarsınız.

Görebildiğim kadarıyla hanımların temel rahatsızlığı sürekli ve tek başlarına hedef tahtası haline gelmelerinden kaynaklanıyor. “Başka konu yokmuş gibi” laf dönüp dolaşıp “hanımları hizaya getirmek” bahsine geliyorsa, ama “beylerin kabahatleri” pek gündem olmuyorsa ve dinin pek çok kısmı aynı nisbette mesele edilmiyorsa; sıkılmaları, bunalmaları ve sinirlenmeleri çok da anlaşılmaz değil. Bir çok doğrunun içinden sadece bir parçasını seçip bıktırıncaya kadar tekrarlarsanız, insanlar rahatsız olmakla kalmaz, “din anlayışınızı” da sorgulamaya başlar. Söylediğiniz şeyler doğru olduğu halde dini çarpıtmış olma durumuna düşebilirsiniz. Meşhur misalle izah edecek olursak, filin kulağı olduğu doğrudur, ama siz sanki fil kulaktan ibaretmiş gibi davranırsanız, yanlış mesaj vermiş olursunuz: kulak fil değildir, fil de kulak değildir.

“Dindar” camiada giderek yaygınlaşan bir “gevşeme” olduğu doğru, ama bu her iki cinsi birden etkiliyor. Fakat başörtülü kadınlar, “alametlerini” başlarında taşıdıkları için kolayca tesbit ve teşhis edilebiliyor ve hatalarının kayda geçmesi çok daha kolay oluyor. Halbuki onların yaptıklarının muadillerini yapan erkekleri çoğu zaman dışarıdan görmekle tanıyamıyorsunuz ve kimin ne yaptığı belli olmuyor. Tanınamayacak derecede başkalarına benzemek yanlış değil mi? Elimizi vicdanımıza koyup sayalım: kaşını yolan kızlar kaç sefer gündem oldu ve bıyık bile bırakmayan erkekler kaç kere gündem oldu? Kızların çoğu oturup kalkmayı bilmiyor, ama erkekler de öyle. Kızların çoğu nerede ne konuşulmayacağını bilmiyor ve erkekler de öyle. “Şallılarla” takılan elemanlar Paris’ten, Milano’dan gelmiyor; çoğu bu mahallenin çocukları. Önce gizli nikah kıyıp sonra canı sıkılınca boşayarak kızları ortada bırakanlar “bizden farklı olanlar” değil. Teaddüt-i zevcat ruhsatını suistimal edenler, iş başvurusuna gelen kadını kaşla göz arasında nikahlamaya çalışanlar, başörtüsü yüzünden başka yerde çalışamayan kadınların çaresizliğini kullanıp yarı ücrete çalıştıranlar “elalem” değil. Kadın ve erkek “eşit” olmayabilir, ama bunun mânâsı birbirlerinden farklı yönlerinin olması, bir takım hükümler bakımından ayrılıyor olmaları; mahiyet itibariyle tamamen birbirinden farklı olmaları değil. Kadın ve erkek arasında olması gereken, olabilecek mesafeleri ve sınırları tayin eden hükümler, daha ziyade “nesebin korunması” hususu ile alakalı olabilir, ama bundan nasıl sınırın bir tarafında kalan erkeklerin “esas itibariyle üremekle alakalı bir şey” olduğu mânâsı çıkmıyorsa, diğer taraf için de böyle bir şey söylenemez. Gelgelelim bazı kardeşler insan deyince sadece erkeklerin anlaşılması gerekiyormuş, din de erkeklere gelmiş, kadınlar ise meyve bahçeleri ve binekler gibi kendilerine bahşedilmiş bir metadan ibaretmiş gibi davranıyorlar. Nasıl bazı hanımlar aile kavramıyla bağlarını koparmak ve sadece bir birey olmak, “dünyanın” peşinden koşarken “evden” tamamen soyutlanmak tavrını bir ideal olarak benimsemekle hata ediyorlarsa, bazı beyler de kadını “mahiyeti itibariyle bir tür ayıp” gibi görüp bir yerlere “gömmeye” çalışmakla hata ediyorlar. Karşımızda cahiliyetin farklı renkleri, farklı türleri var ve bir kısmı modern bir çehre arz ederken bir kısmı da gelenek suretinde görünüyor. Gelenekli olmak iyidir ve lakin gelenek nass değildir, zamanla rayından çıkabilir; tecdide, tashihe ihtiyaç hasıl olabilir veya sizin hataen gelenek diye benimsediğiniz bazı alışkanlıklar gelenekten uzaklaşmak mânâsına gelebilir, geleneği doğru tevarüs edememiş olabilirsiniz. İşin ilginç tarafı “kadının yeri evidir, bu bizim geleneğimizdir” tavrındaki arkadaşların birçoğunun nineleri sabah ezanında dağa çıkıp odun topluyor, öğle sıcağında tarlada çapa yapıyor ve eve anca hava kararınca geliyordu.

Gelenek deyince, örfleri ve adetleri ayrı ayrı ele almak lazım. Örfler daha temel değerleri ifade ediyor ve daha zor değişiyor. Adetler ise değişime daha açık. Âdâb bahisleri örflerle alakalı olabildiği gibi, adetlerle alakalı da olabilir ve bu ikinci kısmı daha çabuk değişebilir. Ayrıca âdâb “algı” ile alakalı bir konu ve her zaman mantıklı izahı gösterilemeyebiliyor. Mesela misafir gelince ayağa kalkmayı açıklamak daha kolaydır da, bacak bacak üstüne atmak neden saygısız bir hareket kabul edilir, bunu açıklamak daha zordur. Büyüklerimizin elini öpmemizi izah etmek, büyüklerin yanında çocuk sevmemeyi izah etmekten daha kolay.  Diğer taraftan söz konusu algılar “ortak bir hayat” ile aktarılır, “görerek” öğrenilir. Eğer bir şeyler yeteri kadar aktarılamıyorsa, bu algıları edinemeyenleri kınamaktansa, neyin aksadığını arayıp bulmak, çözüm yolu olarak daha verimli olacaktır.

Konuşacak çok konu var; daha faizsiz bir piyasayı nasıl kuracağımızdan tam olarak emin değiliz; riya ve ucub gibi, gıybet gibi amellerimizi ifsad eden huylardan nasıl kurtulacağımızı çok iyi bilmiyoruz. Önümüzde savaşlar, açlık, salgın hastalıklar gibi ciddi meseleler var. Pek çok konuyu bir tarafa bırakır da, sadece sürekli belirli konuları tartışıp durursak; havanda su dövmekten başka bir şeyi başaramamış oluruz. Kadın meselesi “tuz gibi” önemli bir konu olabilir, ama “tuz kadar” konuşsak yeter zannederim. Belki de hepsinden önce “ihtilaf âdâbını” tesis etmemiz gerekiyor.

Allah kalplerimizi hidayet üzerinde buluştursun.



4 yorum:

dilmeftun dedi ki...

Âmin. Çok güzel bir yaz. Teşekkürler.

Sirkencubin dedi ki...

ben teşekkür ederim... :)

Mehmet Haldun dedi ki...

Çok yerinde bir yazı olmuş zevkle okudum

Sirkencubin dedi ki...

teşekkür ederim efendim...