1 Kasım 2011 Salı

Theodor Benjamin Clay’in Tuhaf Hayatı ve Eserleri

Theodor Benjamin Clay’in Tuhaf Hayatı ve Eserleri

Uzun yıllar önce emekli olmuş, yine de camia ile bağını kesmemiş bir akademisyenin evindeydim. Hocahanım arşivciliğiyle tanınırdı. Tabii dağınıklığı da meşhurdu. O gün evinde bulunmamızın sebebi, kendisini ziyaret etmek değildi, zira birkaç sene önce vefat etmiş bulunuyordu. Hiçbir akrabası veya varisi ortaya çıkmadığı için, muhteşem kütüphanesinin dökümünü çıkarmak, tasnif etmek ve fakülte kütüphanesine nakletmek kararı alınmıştı. Merkez kütüphaneden birkaç kişiyle, birkaç kıdemsiz asistan bu işle görevlendirilmişti. Bizim kürsüden de iş bana patlamıştı, ama çok söylenmedim, muhtemelen ali babanın mağarasında dolaşmak gibi bir macera olacaktı. Oldu da denebilir. Diğerleri alt katlardaki kitaplarla uğraşırken, ben bodrumdan başlayıp tavan arasına kadar nerelerde arşiv malzemesi olduğunu araştırıyordum. Tavan arasına çıktığımda bir an gözüm karardı, birinin tozlu pencereden baktığını sandım. Daha da garibi, sanki bir geyikti. Kağıt kürek dolu sandıkların arasından geçip pencereye yaklaşırken yerde duran bir dosya dikkatimi çekti. Merhume için bile oldukça karmaşık, yıpranmış bir dosyaydı. Bir göz atınca çok farklı şeylerden bahsettiği hissine kapıldım. Heyecanla karıştırırken, yere düşürdüm ve bütün sayfalar, bütün kağıt parçaları yere saçıldı. Topladım, kimseye göstermeden çantama sakladım. Epeyce üzerinde çalıştım, kargacık burgacık yazıları okumaya çalıştım. Çözebildiklerimi toplayıp mantıklı bir kurgu teşkil edecek şekilde dizmeye çalıştım, ama nafile… Belki de öyle olması gerekiyordu. Şimdilik anlayabildiğim kısımlarını arz ediyorum.
***

Hayatı ve Hakkındaki Söylentiler
...
theodor b. clay diye de bilinir, oswald z. chiawabumba'nın uzaktan kuzeni.
...
doğum belgelerine göre 29 kasım 1949'da bastın'da doğmuş, ancak kendisi böyle bir şey hatırlamadığını söylüyor. babası abraham f. clay ve annesi esther clay'dir. ilkokulu nerede ne zaman okuduğuna dair bir veri bulunmuyor, ancak liseyi bir yandan ayakkabı boyayarak şikago'da okumuş. ashley jacknife lisesi 1970 yıllığında kendisi hakkında "hani şu yemek sırasında en önde ve atletizim dersinde en arkada olan siyah çocuk mu? yoksa ikisi aynı kişi değil mi?" yazıyor. dönem mezunlarından laura c. kendisinin her zaman koltuk altları sökük yeşil bir ceket giydiğini ve ceplerinde okunmaktan yıpranmış kitaplar olduğunu söylüyor.
1978 yılında üniversiteden mezun olduğuna dair bir diploma odasının duvarında asılı olsa da, başka bir şey okunmuyor üzerinde. prof. clay diplomanın gerçek olduğu, sadece yağmurda ıslandığı konusunda yemin ediyor, ama ayrıntılara girmek istemiyor. akademik kariyerine nerede nasıl başladığı net değil, ancak emekli dekanlardan james k. fitzharold "bu genci kampüsten dışarı çıkaramayacağımızı anladığımızda kendisine bir kürsü vermekten başka çaremiz bulunmadığını da görmüş olduğumuzu itiraf etmek isterim" diyor.
philosophy of moose, history of moose ve sosiology of moose alanlarında doktora sahibidir. resmi belgeleri prof. theodor b. clay, ph.d. etc. şeklinde imzalar.
kampüs içinde yürümek yerinde yuvarlanarak dolaşmayı tercih eder. kapısından geçebildiği bir sınıf ve anfi bulunmadığı için derslerini yaz kış açık havada, tercihan mapple ağaçlarının altında verir. (yok biz de biliyoz, akçağaç deniyor ona da, böyle ambiyans oluyo diye) hayatını edi mörfi canlandıracaktı, ama yeterli kütleyi kazandıracak bir teknik düşünüyorlar hâlâ. hakkında kesin olan tek şey koyu renkli kocaman bir şey olduğudur (hashato hakkında kesin olan tek şey de çekik olduğu). bu bakımdan soy ağacında bir kızılderili bulunup bulunmadığını bilmek mümkün değildir. ancak bilindiği kadarıyla vaktiyle -punk değil de- hippy olmak istemiş ve bilinmeyen bir sebeple dışlanmıştır. sene 68, tb clay 20'li yaşlarına adım atmak üzere, lise 2 dolaylarında, hey gidi günler...
...
öğrencileri arasında kısaca tbc olarak anılır.
"imzalamanız için tişörtünü çıkarıp uzatan bir hatunun tekrar giyinmesini sağlamanın en hızlı yolu, tartışmaya girmeksizin istenen imzayı atmaktır. yaptığının yanlış olduğu konusunda tartışarak harcayacağınız zaman zarfında zavallı ciğerlerini üşütebilir" t. b. clay
lakin rivayete göre, clay, böyle durumlarda imza atmak yerine parmak basmayı tercih ediyormuş: avcuyla birlikte beş parmağını. hatta bu iş için yanında taşıdığı özel bir ıstampası varmış. niye bunu tercih ediyor bilemiyorum. ayrıca "tişörtün neresine el basıyormuş" gibi saçma sapan sorular sormayın lütfen, dev gibi bir adam bu, tişörtünüze el basacak olursa, tişörtünüzün büyük bir kısmı bundan hissesini alır. benim asıl anlamadığım, kim bundan imza ister ve niye ister?
evet manyak biraz.
...
moosologiea alanının kurucusu olarak, kendi kendisinin hem doktora öğrencisi, hem tez danışmanıdır. göbeğini kendi kesmiş, kendi yağıyla kavrulmuş, ekmeğini bölüp de yemiş kara yağız bir her dem delikanlıdır kendi çapında. (r=90 inch, tahminen. boyunun ölçüsü almaya kalkanlar oldu zaman zaman, ama göbeğinin ölçüsünü almaya cesaret edebilen olmadı henüz.) orijinalliğin evc-i bâlâsına çıkmış, gayya kuyusuna inmiş biri olarak, pamuk prensesi yazsa bile, çalışması orijinal mahiyetindedir. yüz elli yıl önce yazılmış küflü bir tez çalışmasını, tozlu raflardan çıkarsa ve sadece tersinden okuyup elkialectics diline aktarsa bile emsali bulunmaz bir çalışma olur. o sebepten havanda su dövmenin de bir mânâsı olmasa gerek, çamur atsanız izi kalmaz zira, çamurda tbc'nin izi kalır. öyle de bir bulaşıktır, aman diyeyim, bulaşmayın sakın.
...
kaptanın seyir defterine ek: zwalanami kökenli olduğu söylenir, ama elbette olayı kaptınız artık, aksini söyleyenlere ne kadar inanıyorsanız, buna da o kadar inanın. evet, hayatı şaibe. (bu arada "talihsiz kaza"larla dolu, trajikomik bir geçmişi var. tamam sakardır, ama o arabanın oradan geleceğini nereden bilebilirdi?)
...

zwalanami
orta afrika'nın doğusunda, doğu afrika'nın ortasında, az biraz kuzeyde, hafif güneyde, oralarda bir yerlerde bir ülkecik. zengibar'dan sola sap, sağdan üçüncü filden tekrar sap, yedinci zürafayı geçince ilerde bir büyücü var, ona sor bulursun. sayıları karıştırırsan geçer gidersin ama; o kadar büyük bir ülke değil. halkının % 60'ı animist, % 20'si zwalanî (islam mezhebi diyen de var, değil diyen de var, kimine göre bir tarikat, kimine göre ne olduğu belli değil), % 30'u sharaloptist (bu da ne ayak pek belli değil, ama tuhaf bir istavroz şekli takıyorlar), % 3'ü komünist, % 5'i terörist, % 75'i oportünist; tuhaf bir yer. uzun süre -hangi sıfatla olduğu bilinmese de- oswald z chiawabumba tarafından yönetilmiş, son durum bilinmiyor.
...
tabii, savcının ayağına basması ve adamcağızın altı ay alçılı gezmesi de bir kazaydı. bir seferinde de az daha savcının üzerine oturuyordu diyorlar. otursaydı adamı kitap arasında saklamak gerekecekti. yine de bunlar önemli değil. tez çalışmasının aslını bulup okuyabilenler hemen görecektir ki, yeryüzündeki başka bir insanın böyle bir şey yazabilmesi pek ihtimal dahilinde değil. elkialektik algoritmasını taklit edebilen bir kişi daha çıkmadı şu ana kadar. sadece uzun yıllardan sonra hashato, çok orijinal çalışmalar üretemese bile, tefsir ve şerh edebilme yeteneği kazanmış diyorlar. kafayı yemezse belki ileride martha da bu tür bir yetenek kazanabilir. kazanamasa da önemli değil, aldığı ilham yeter.
...
henüz test edilmemiş bir ilacı kendi üzerinde deneyecek kadar tedbirsiz biri olmayan şahıs. kendisi zor şartlarda büyüdüğünden çocukluğunu yaşama fırsatı olmamış, dolayısıyla çocukluk hastalıklarını geçirme imkanı da bulamamıştır. zaman zaman, akademik çalışmalar arasında vakit buldukça, ilgili hastalıklardan birini geçirmektedir. ayrıca ilacı dr. hashato üzerinde denediği iddiaları da külliyen yalandır, hashato mazo karakteri sebebiyle, daha evvelden geçirdiği hastalıkları, clay hasta oldukça tekrar geçirmektedir. endişeye mahal yoktur. lakin tiff can sıkıntısından ilacı çalıp ikilinin yemeklerine karıştırmış olabilir, bunu bilemiyoruz. şu sıra kayak tatili için sydney'e gittiğinden (babalıktan yüklü bir çek kopardı zilli) kendisine ulaşıp durumu sorgulamak mümkün olmamıştır.
...
yarward halkla ilişkiler departmanı kanalıyla aşağıdaki açıklamayı fakslamış bulunan kişidir:
"beş yaşından beri bütün kaygısı bilmek, öğrenmk, öğrtmek olan biriyim. bugünekadar akademik kariyerim boyunca, bilim kurumsallaşmasına musallat olmış bilimdışı unsurlarla mücadele edegeldim. lisans aşmasında, lisansüstü çalışmalarım sırasında hep bu kurumsallaşmanın kayğmağını yiyegelen, başkasına da yedirmeye niyetli gözükmeyen kimselerle uğraşmak zorunda kaldım. karşıma çıkarılan egneller beni büyütmekten başka bir zarar vermedi, ithamlar ve iddialar ise hep kaynaklarına geridömdü. tertemiz bir bilim insanıyım.
bugüne kadar iftiralarını utanmazca sıralamaktan geridurmayan kimseler, artniyetlerini belli edercesine hep konuyu mali konulara getirip bıraktılar. bilim emeğinin haklı getirisini bilimadamlarından esirgemek istediler. artı bu kimseler hep maksatları belirsiz oluşumlarla temas halinde oldular ve kendilerinin gölgede kalan bu yanlarınıda üzerime sıçratmaya, projeskiyon etmeye kalkıştılar. bugün insanlığın karanlığa karşı savaşımında yanlış tarafı destekleridklerini açıkça deklare etmeye cesaret edemeyen bu kimselerin kimler oldukları, hangi odaklar oldukları, kökenleri ve çalışmaları tarafımızca bilinmektedir. şu aşamada kendilerinin seviyelerin inme gereği görmediğimizden isim zikretmek istemiyorum, ancak bu tavırlarının devam halinde elimdeki belge ve bilgilerle yargı yoluna başvuracağımı bilmelerini isterim. ısrarla akademik kadrolata szdırmaya çalıştıkları, aralarından su sızmayan kimselerin kim olduğunu da, bu işlerle ilişkilerini de bilmekteyim.
üniverste içinde tanınan bir kişi olmam dolayısıyla ve yenimoda teknik konulara karşı ilgisizliğimin de etkisiyle kart kullanma gereği duymamaktayım. herkez bilirki odama kartlı da kartsız da girer çıkarım. beni gören birinin tanımaması veya başkasının ben zannedilmesi mümkün değildir. zaman zaman masamın üzerinde unuttuğum kartım odama hergün girip çıkan pekçok kişiden biri tarafından alınmış olabilir. bunda bir sorumluluk payı duymuyorum. ayrıcada gündelik mesamini çoğunu arşivlerde, kütphanelerde ve sahada geçirdiğimi de herkez bilir. bütün bir gününü ve hatta uykularında rüyalarını bile bilim düşüncesiyle geöiren bir kimse için bu tür suçlamaların bir değeri yokturç anlamsızdır. bir alanı yoktan var kılarcasına kurup gelişritern bir bilim insanı için çalışmasının maddi karşılığı ancak bir şerefiye anlamındadır. isteristemez biyolojik ihtiyaçları olan bir canlı olarak yaşama bedeli olarak aldığım bu miktara bile gözdiken gözü doymaz yaşlı hırs keçilerini bu vesileyle bir kere daha kınıyorum. ulusumuzun değerlerimizin savunması yolndaki çalışmalarımdan asla vazgeçmeyeceğim.
--- hahsato bunu temize çekip halklailişkilere gönder, sonra martaya söyle bana ozzyyi bağlasın, konuşçaklarım var onla. birde tiffi ara, sor bakalım kartımı omu almış?---"
...
talihsiz bir bilim adamıdır. yanına bir adam almak istemiş, lakin bunca seneden sonra bile hâlâ haşato zurnası ile bir köroğlu bir ayvaz modunda takılmaktan kurtulamamıştır. akademik rakipleri yoluna taş koymak için elinden geleni ardına koymamakta, pırıl pırıl gençlerin, ışıl ışıl zihinlerini kendisi hakkında boş ve asılsız iddialarla doldurmaktadır. lakin cüssesi kadar, anlayışı da geniştir, köprüye gelmeden önceki son çıkışı arayan, güzergahını karıştırmış bir otobüse her zaman kapıları açıktır, ardına kadar.
...
kendisinin ne kadar büyük bir bilim adamı olduğu, meyveli bir ağaç gibi taşlanmasından da anlaşılabilir. bilimsel alanda rakip tanımayan bir fenomen olmakla birlikte, akademik kadrolaşma içinde ister istemez kendisiyle çıkarları çelişen çevreler bulunabilmektedir. genç yazarların her şeyi üzerlerine alınmaları yersizdir. misal prof. hayyad yazid vardır kendisiyle en çok uğraşan ve genellikle genç akademisyenleri veya adayları prof. clay aleyhinde dolduran. akademik hayatın yollarını, ağır vasıtalara mahsus yollar gibi kullanabileceklerini zannedenler ise, zaten çok fazla ilerleyemeyeceklerdir. kendisi yine üzülerek izleyecek, kendilerini heba eden bu insanları...
...
kendisinin sekreterini ezdiği hakkındaki iddialar asılsızdır, hatun hâlâ hayatta. profession konusunda söylenenler, küçük bir ayrıntı hariç doğrudur, tbc asla "unit" olmayı kabul edecek biri değildir, gayrıresmi unvanı central professing unique şeklindedir. a konusuna gelince, bahsedilen noktada kalmadı tabii ki, bir de a'ya pabucunu ters giydirmesi vardır mesela, bir gün anlatırım belki...
... kendisi sütlü çutulata renkli bi şarkıcı olup fıstıklı çutulata renginde bi de kızı vardır.

Hayatındaki Kişiler
tiffany esther clay
yeni nesil siyah çıtırdak çerez. theodor benjamin clay'in kızı. en azından theo'nun iddiası bu şekilde (tiff, babasına theo veya babalık şeklinde hitap eder ve bu konuda para isteyeceği zaman bile taviz vermez). clay, 1982 yılının temmuz ayında kucağında yeni doğmuş bir kız çocuğu ile çıkageldiğinde herkes şaşırmıştı. kızı kimden peydahladığını kesinlikle söylemiyor. bu kadar boşboğaz birinin böyle ketum olabilmesine hayret etmemek mümkün değil. gerçi bazıları kızın annesinin adının açıklanmasını istemeyen bir rus prensesi olduğunu söylüyor, ama yuh artık. tiff yürümeye başladığı andan itibaren tam bir canavara dönüştüğü için hiçbir bakıcı kendisine iki günden fazla dayanamadı ve sonunda clay kızı kampüse getirip götürmeye başladı. martha'dan başkası tiff'i sakinleştirmeyi başaramıyordu ve onun da bu işi büyü ile yaptığı söyleniyor. kızın haşaratlığı konusunda fikir vermesi için, darkwing duck'taki gasoline tipinin tiff'ten ilham alınarak meydana getirildiği tarzındaki iddiaları kaydedebiliriz, ancak doğrusunu söylemek gerekirse, gasoline'i öpüp başınıza koyardınız. kundakçılık oyununu icat ettiği zaman, rektör bu yaratığın içeri alınmaması konusunda kapı görevlilerine kesin talimat vermişti. bu durum tiff için mesele teşkil etmedi elbette. kapı yoksa bacadan düşmeyi de bilirdi ve kampüsün taş duvarlarının ne kadar yüksek olduğu onu ilgilendirmiyordu. ama bu yolu kullanmayı tercih etmedi. tam olarak ne yaptığını bilemiyoruz, ama bütün bekçiler malulen emekli olmak için dilekçe verdi. those were the days... bugünlerde yaptıkları o günlere rahmet okutuyor, ama neler yaptığını yazacak cesareti bulamıyorum kendimde, belki sonra... (yalan yalan, uyduramadım daha.)
bu da babasının yolunda galiba. born under a black hole diye bir roman yazmış. okuma yazma bildiğini bilmiyordum...
babaligin yoklugunu firsat bilip biraz eglenmeye karar vermis su sira tiff. martha cadisi ve hashato hashatosu ile bir olup kürsüyü ele geçirmeye karar vermisler. martha ortaligi tütsü dumanina bogduktan sonra görmeye basladigi alninda kirmizi nokta olan çingirakli yilan hayali ile bogusmaktan yorulmus biraz. hashato, tiff'in tavanarasinda buldugu, tbc'nin el yazisiyla tutulmus notlardan meydana gelen meunotorguizbic forrnatting dosyasini desifre etmeye çalisiyor, bir yandan da martha ve tiff'in birlikte hazirladiklari "is a moose a kind of goat?" baslikli yaziyi bilimsel bir dergide yayinlanabilecek formata sokmaya çalisiyor. tiff'e gelince, daha çok hashato'nun okinawa'dan gelen kuzeni ile kiristiriyor aslinda, nereden dillerine takildigini bilemedikleri mystic chopstick sarkisinin saçma sözlerini mirildanip kikir kikir gülüyorlar.
birileri sisteme mi sizdi, sistem mi gitgide her yere nüfuz etmeye basladi kestirmek güç, ama bu saçmaligi kimse planlamis olamaz. uç uç kelebegim, kaos kapida...
okinawali kuzenin dövmelerini kasirken, elemanin prototip f27 diye bir seyi aradigini agzindan almis, "birileri ariyorsa, bu sey her neyse kayip galiba" sonucuna varmis. hastayim bu kizin zekasina...
bazıları babalığın bu kızı yetimhaneden çaldığını söylüyorlar. çok fazla televizyon seyrediyorsunuz, başka bir şey söylemiyorum size...
belki de insanların domino taşı olmadıklarının güzel bir ispatı bu kız. siz kız mı güzel, ispat mı güzel diye düşünedurun, ben "ihtiyar"ı hatırlıyorum şimdi... okumadınız o kitabı değil mi? çatlayın... az da olsa başka insanların da iradelerinin olması, insan iradesini acze düşüren noktalardan biri...
her şey çok güzel olacak, ama bu dünyada mı, orasını tam bilemiyorum.

hashato
asistanı dr. hashato ilginç bir insan, baba tarafından hawaaiili japon, anne tarafından hindistan asıllı britanyalı. doktorasını foxford'da yapmış. prof. clay ile aralarında sado-mazo türü bir ilişki bulunduğundan söz edilir zaman zaman. asistanı dr. hashato'nun doktora tezinin başlığının "a comparison between sexopathological behaviour disorders among male elk cob population and intutive conduct among..." gibi bir şey olduğu söylenmektedir, jetonum bitti, gerisini not alamadım.
meksikalı bir de sekreteri var bunun, maria marcela martha rodriguez gonzales. aşmış bir mahluk.

vito falconetti
1,5 acılı dani da vito tipinde bir adam bu. kapıdan kovsanız bacadan düşer, çok konuşur ama kimse bir şey anlamaz. prof. hayyad yazid'in has adamıdır. aralarından su sızmaz, katı, sıvı, gaz ve plazma formunda hiç bir şey sızmaz, sızdırmaz conta gibi bir adamdır. gerçi bazıları adam değil diyorlar, ama konumuz bu değil. bilinen bir akademik unvanı yok, bazılarına göre tez yazıyormuş, ama öyle bile olsa konuştuğu kadar tez yazamadığı ortada. rivayete göre çok zenginmiş, ama gelirinin kaynağı belirli değilmiş. başka bir rivayete göre de tüccarmış. daha başka bir rivayete göre de uçsuz bucaksız üzüm bağlarını kumarda kaybettikten sonra ak sakallı bir baba rüyasında görünüp "adam olamayacaksın, bari akademisyen ol" demiş. bilemiyorum...
bertha rots

schwepster bertha diye de bilinir. efsaneye göre rahibe teresa'nın ikiz kardeşi ile bir çıngıraklı yılanın çiftleşmesinden dünyaya gelmiş. tekin değildir.
*

clara wölflinn *
yarward koridorlarindan geçen, yaklasik alti feet yükseklikteki tsunami.
"... yaa, demek memlekette... kendisinin afrikali olabilecegini hiç düsünmemistim. ahaahah elbette renginin farkindayim, ama nebliym, ne de olsa bastinli kendisi. nereye gitti demistiniz? zwei... her neyse, bu sefer kendisinin muuzologi konusundaki engin bilgisinden faydalanmak mümkün olmadi, ama gelecek sefere... a-aa bu cici kiz da kim, profesör clay'e* ne kadar da benziyor... merhaba canim, ben clara..."
aksam herkesi yemege çikarmasina sasirmadim, ama çantasini bertha ile ayni magazadan almis galiba, ilginç...

oswald z chiawabumba
zwalanami lideri. uzun yıllar ülkeyi yönetmiş olmakla birlikte, resmi bir sıfatının bulunup bulunmadığı konusu netlik kazanmamıştır. son konumu bilinmemektedir.

Ural altaylı
tbc bu sahsin fahri asistanligini yapmis. sark dünyasina hayli yabanci olan clay, önceleri ural bey'i anlamakta epey güçlük çekmis, ancak zamanla kendisinde bir asya alakasi peyda olmus. tbc'nin bazi çalismalarinin, altayli'nin makalelerinden tornistan yoluyla elde edildigi iddialari karsisinda, tbc sadece gülümseyerek farkli alanlarda çalistiklarini hatirlatiyor. clay'in alageyik efsanesi konulu çalismalari esas olarak altayli ile birlikte çalistigi dönemin mahsülleridir.
amerika'da bulundugu dönemde ilginç kisilerle ilginç görüsmeler yaptigi söyleniyor. off record kisimlari atlayarak, dilin düsünceye etkisi alaninda bazi fikir teatileri oldugunu söyleyebiliriz. ulastigi bazi arastirma sonuçlari bazi ilginç deneylerde degerlendirilmis. bu adam ya konsolos ya manav, ama çözemedim daha...
henüz dogrulanamayan bir iddiaya göre, amerika'dan dönmeden kisa bir süre önce, ajandasi kaybolmus bu arkadasin. içinde ilmi, edebi, felsefi, siyasi, iktisadi konularla ilgili bazi notlarla tirnak törpüsü ve cimbiz çizimleri varmis.
babasi müfit osman bey, osman ihsan pasa'nin küçük ogludur. müfit osman bey ittihatçi çevrelere yakinligi ile taninir. selanik dogumludur. 1930'larda hariciye teskilatinda vazife görmüstür. müfit osman bey'in agabeyi hamdi osman bey ise halep dogumludur. bir dönem abdullah cevdet ile birlikte takilmis, bir ara muhallebi isminde bir mecmua nesretmistir. 1917'de paris'e tasinmis ve orada hayata gözlerini yummustur. altayli'nin annesi kerime hanim ise, kahire esrafindan izzet abdülhey bey'in kizidir. osman ihsan pasa ailesi bir rivayete göre musevi dönmesi, baska bir rivayete göre arnavut asilli, baska bir rivayete göre de karaman vilayetinden rumeli'ne muhaceret eden balabananoglu yaman bey ahfadindandir.
tasavvuf ve mistizm konularıyla da ilgilenmiş altaylı. bir kere ailenin geçmişinde var, osman ihsan paşa'nın ağabeyinin bektaşi olduğu söylenir. dayısı nevzat abdülhey ise, mevlevihane müdavimi olarak tanınmıştır. altaylı'nın doğu ve batı'da mistik çevrelerce kullanılan sembolik dil üzerinde çalıştığı biliniyor, ancak hiç bir zaman yayınlanmayan bu çalışmanın notları, terekesinden de çıkmadı.
*

hans zwharma freeman
adını zaman zaman -mecburen- hans z. freeman şeklinde yazsa da, kamuoyunda daha çok dr. hans freeman olarak tanınır. söylenceye göre meşhur freeman çifti bunu sumatra civarında bulmuş ve evlat edinmişler. başka bir söylenceye göre de çöplükte bulmuşlar. zwharma ismi, bayan freeman'ın o yıllardaki ilgilerinin sonucu. bayan freeman uzak doğu felsefesiyle kafayı bozduğu yıllarda, tesadüfen theodor benjamin clay'in dharma kavramının gerçekte zwalanami kökenli olduğuna dair bir makalesine rastlamış ve çok etkilenmiş.
küçüklüğünde hiperaktif bir velet olduğu herkes tarafından biliniyor. tiff ile bir araya gelmemesine özellikle dikkat ediliyordu, ama zaman zaman olacakla öleceğe çare bulunamıyordu.* sonunda freemanlar bile bıktı ve geceleri laboratuvarda bir kafese kilitleyip gitmeye başladılar. freeman çiftinin incelemelerinde kullanılsaydı anatomi, fizyoloji, patoloji gibi bilimler bir hayli ilerleyebilirdi, ama maalesef eleman clay'in eline geçti ve nörolinguistik formatlama deneylerinde kullanıldı. ilk deneğin zwharma olduğu söyleniyor. sonradan bu nlf olayı inanılmaz boyutlara ulaştı söylenene göre, ama ondan bahsetmenin yeri burası değil. neyse, sonuçta clay, zwharma'ya homo sapiens davranışlarını taklit etmeyi öğretmiş, bir ölçüde.
akademik hayatına hocanın çantası olarak başlamış. hashato'nun kıskançlığı hariç pek bir pürüz de yokmuş. ama tbc'nin, zwharma'nın zihninde kurduğu pindows sistemi sık sık çökmeye başlamış, her seferinde yeniden formatlamak gerekiyormuş. sonunda clay de bıkmış elemandan. (sistemin çökmesinin hashato'nun yazdığı bir virüs yüzünden olduğu da söyleniyor.) zwh. yine kafese dönmüş. ancak bir gece hem kafesin hem laboratuvarın kilidi açık kalınca (şüpheler yine hashato üzerinde yoğunlaşıyor.) dolaşmaya çıkmış ve geri dönmemiş. ilk anda talihli bir gelişme olarak değerlendirilen hadise, zwh.'nın hayyad yazid'in eline geçtiğinin duyulmasıyla endişe verici bulunmuş. yazid'in mahzeninde neler olduğunu bilen yok, ancak yazid'in emekli olurken bütün kilitleri açık bırakıp gittiği biliniyor.
hakkında söylenenler:
"şempanze beyinli orangutan" (r. hashato)
"frankenstein'ın canavarı" (mmmrg)
"akademik maganda" (v. falconetti)
"a new hope" (h. yazid)
zordinaryus diye bir unvan kullanıyormuş, halbusem doktora yaptığı bile şüpheli. selam verseniz üç gün kabus görmeniz işten değil, maymunlar cehennemi tadında bi herif...

schlafgut bros
ön teker dr. garfield schlafgut ve arka teker dr. heathcliff schlafgut (dingili yamuk biraz), bezgin akademisyenin çalışma enerjisi alanında uzman ikili. aralarında şeyh-mürit ilişkisi bulunmakla birlikte meşrep farklılıkları da mevcut.
ikilinin diyojeni büyük birader garfield primum nil nocere prensibini esas kabul ediyor. garfield abiye göre en iyi yayın henüz yapılmamış olandır. büyük birader yapabileceği herhangi bir yayının en iyi yayın olmayacağının bilincinde, bu yüzden yayın yapmak yerine köşe minderinde yayılmayı tercih ediyor. büyük birader aynı zamanda kurcalama bozarsın anlayışını benimsiyor, ona göre sisteme yapılacak her müdahale işlerin daha da kötüye gitmesiyle sonuçlanıyor. kabloları çözmeye çalışmak, daha çok karıştırmak anlamına geliyor. bu yüzden en iyi hattıhareket eylemsizlik. büyük birader satyagraha metodunu benimseyen bir anarşist olarak da biliniyor.
ikilinin çakma master yodası heathcliff ise bezginlik olayına tersten yaklaşmayı deniyor. dünyayı kurtarmaya kafayı takmış bulunan küçük birader, kabloların çözülebileceğine inancını henüz yitirmemiş. heathcliff'e göre bezginlik problemi doğru incelenir ve enerjinin kaybolma yolları yeteri kadar tanınırsa, süreci tersine işleterek toplam enerjiyi arttırmak ve bezginliği ortadan kaldırmak mümkün olabilir (biri bu adama termodinamik öğretsin). dedüktif yoldan aydınlanan ağabeyinin aksine, ufak birader hedefe indüksiyonla ulaşmak için deneme yanılma çalışmalarını sürdürüyor. başka bir deyişle sürekli düz duvara tırmanıp tepe üstü çakılmakla meşgul. başkası kuvvetliyse anarşist, biz kuvvetliysek faşist olmamız gerekir diye düşünen heathcliff, iki duruma da uyum sağlayabilmek için terörist olmayı uygun buluyor. son dönemlerde bir fight club kuran küçük birader, legal yoldan yayın yapmak yerine illegal kanalları kullanıyor, underground kongrelere katılıyor, sağa sola bildiri asıyor.
konuya diyalektik açıdan yaklaşan büyük birader, kardeşinin çabalarını olumlu karşılıyor. garfield'a göre heathcliff akıntıya karşı yüzmekten yorulup sıfır noktasına ulaştığında kendini bırakarak suyun akışına tamamen teslim olacak. bu yüzden kendisi pek aktif olarak katılmasa da, ufaklığın çalışmalarını dolaylı olarak destekliyor.
for further information, see: schlafgut g and schlafgut h, "the legend of 'maral dili - ceren gozu': a problem of roe or not roe", lost east diary, volume 38, issue 6, pp.1001-1041.
let it be, birader...
(dedicated to bb aka the chief)

Çalışmaları
yarward'da introdcuktion to moosologiea 101 dersini vermektedir. dersin ismini kendisi yazdığı için, aslında ne demek istemiş olabileceğini tahmin etmek mümkün değildir. rivayete göre el yazısını asistanı ramjdaghar hashato'dan başka okuyabilen kimse yokmuş, o da ancak bu kadar okuyabiliyor garibim. akadekomik hayatın yan ürünleri bunlar, görüyorsunuz değil mi bilim insanları ne hallere sokuyor...
1983 yılında nelson higginsfeldman & sons yayınları tarafından yayımlanan "issa muuz maan, stop kiddin tis ole maam" adlı eseri alanında bir klasik sayılır (alanda fazla klasik yok zaten).

*
moosologiea
ne olduğu pek belli değil, ama kesinlikle bilimsel bir alan. hatta prof. clay* quasi-science diyenlere bile bozuluyor, demediğini bırakmıyor. ana konusunun boynuzlu ve dört ayaklı canlılar olduğu tahmin ediliyorsa da ayak sayısı konusunda bir mutabakat da oluşmuş değil. "black origin of santa nicolaus*" gibi ilginç çalışmaların yapıldığı bir alan.
*clay, tb, regarding newest confession of a retired moose black origin of santa nicolaus, zwalanami research center publications, philadelphia 1997.

elkialectics
theodor benjamin clay tarafından icat edilmiş bir tür diyalektik, moosologiea alanında verilerin işlenmesinde kullanılan temel mantık (iğfali).
üç ilkeye dayanır: 1. geyiklik ilkesi 2. siyahlık ilkesi 3. duruma göre ilkesi. hashato'ya göre, clay'in üçüncü ilkeyi çok sık kullanması, onun ilkesiz olduğu şeklinde bir yanılsamaya yol açabiliyor. clay'e göre özdeşlik ve çelişmezlik palavralarını ortaya atanların inkar ettikleri üçüncü seçenek, duruma göre ilkesinden başka bir şey değil. hashato tarafından önerilen 4. ilke, clay'in sonsuz haklılığı şeklinde ifade ediliyor. ancak clay, buna gerek olmadığını, üçüncü ilkenin doğru yorumlanmasının bütün problemleri ortadan kaldıracağını söylüyor. mesela, hashato'nun dördüncü ilkeye dayanarak dördüncü ilkeden vazgeçmesi, üçüncü ilkeyle açıklanabiliyor.
*
izmir adnan menderes havalimanı'nın şaibeli pistinden toplanan geyik pisliklerinin boeing 777 yakıtı olarak kullanılmak üzere işlenebileceğini gösteren bir araştırma yayınlamak üzere bulunan bilim adamı. bu arada chemistry of moose alanında doktora öğrencisi almak istiyormuş, muhtemel ilgililere duyurulur. aranan şartlar: belediye otobüslerinden anladığını ispat etmiş olmak, itham ve şaibe alanında yayınları bulunmak, en az 1100 entry sahibi altıncı nesil yazar olmak.
*
kayıtlara göre en büyük akademik başarısı vito falconetti'nin atamasını engellemek olmuştur. falconetti için prof. hayyad yazid çok uğraşmış, ancak prof. yazid'in prof. clay kadar kıvrak mambo yapabilmesi mümkün değil, nasıl yapıyor, akıl ermez. ancak prof. clay'in bertha rots konusunda aynı başarıyı gösterememiş olması da dikkat çekici. dr. rots'un gethrut rotstein'ın yeğeni olduğu konusundaki dedikodular da dikkate alınmalı elbet. prof. clay'in dr. hans freeman konusunda ortaya attığı plagiarism suçlaması da henüz belgelendirilebilmiş değildir.
*
bugünlerde the black origin of human species adlı araştırması için bavulunu toplayıp ata yurdu zwalanami yollarına düşmesi beklenen araştırmacı.
araştırmasının ilk sonuçlarını "geyik pisliği fosillerine göre zwalanami medeniyetinin eskiliği hakkında bir ön araştırma denemesi" başlığı ile yayınlamak üzere bulunan araştırmacı.
-dedicated to tohum-
koca zwalanami ovasında -şimdilik- geyik tersinden maada bir şey bulamayınca canı sıkılıp çeneye vurmuş işi, duyduğumuz kadarıyla, akşama kadar kahvede nutuk çekiyormuş: "ben bu motorun bir ve iki numaralı silindirlerine (pistonlar dahil) ve debriyaja karşıyım arkadaşlar. karbüratörün yüzde seksen yedisi, debriyajı sistem güvenliği için açık bir tehdit olarak görüyor. elektirik tesisatı aşkına biri bunlara dur demesi lazım, kahrolsun damperyalizm!"
bugünlerde ozzy'nin de destegini saglayarak bütün zwalanami bölgesini içine alan bir hareket baslatma çabasi içinde. zwalanami ovasinda buldugu geyikyum ve uydurukyum cevherlerinin çok uluslu sirketler tarafindan sömürülmesini engellemek istiyormus. bazilari ozzy'nin bazi az uluslu sirketlerle simdiden anlastigini söylese de, neticede hepsi dedikodudan ibaret.
bütün bu isler olurkene, hasato, martha ve tiff'den olusan bermuda pantelonlu seytan üçüzlerinin ne haltlar karistirdigindan tamamen habersiz bulunuyor. gerçi maria martha marcela hanim, kendi içinde de bir tür seytan üçgeni sayilir, diger ikisini de kanatlari altina alinca besgen oluyorlar sanki biraz...
*
son zamanlarda black elk speaks adlı eser üzerinde çalışıyormuş. dediklerine göre kitaba black elk speaks again adlı bir şerh yazıyormuş ve black elk'in aslen jamaikalı olduğunu ispat edecekmiş. boş vakitlerinde de kafasını kaşıyormuş bol miktarda. prof. yazid'in emekliliği bir bayram günü olarak kutlanabilirdi, ama giderken freeman'ın kafesini açtığı için, tarihe milli felaket olarak geçecek gibi görünüyor.
*
inanç geni neyim de bulmuştu bu bir ara.
bir ara bulunduğu iddia edilen allah'a inanç geni, aslında orijinal bir çalışma değildir.
theodor benjamin clay, geyik genleri üzerinde çalışma yaparkan, bulmuştu böyle bir şeyler, asparagas geni civarında. lakin o pizza kutusunu, araştırma raporlarının üzerine koymaması gerekiyordu, (bir rivayete göre bu hatayı işleyen aslında hashato idi), raporları da pizza ile birlikte yediğini fark ettiğinde artık çok geçti. aynı çalışmayı tekrar yapmaya üşendi tabi. bilemiyorum, belki de bu kompleyi düzenleyen tiff idi aslında, çalışmanın bir kopyasını alıp satmış da olabilir. olmaya da bilir. ne bileyim ben?
*

uydurukyum
prof. tb clay'in* arastirmasina göre, ayri bir element degildir, geyikyumun bir izotopudur. geyikyum cevherinin siyah renkte olmasina mukabil, uydurukyumun daha açik farkli renklerde olmasi su sira arastirmacinin zihnini en çok kurcalayan meselelerden biri. geyikyumun uydurukyuma dönüsme hizi net olarak tespit edildigi zaman zwalanami medeniyeti ile ilgili bir çok gerçegin açiga çikacagi da, zwalanami ovasindaki geyik pisligi fosillerinde bol miktarda uydurukyum ve geyikyum bulundugu gibi, arastirmacinin iddialari arasinda.
yazacağı kitaba, geyik davranışları üzerinde maymunların etkisi hakkında bir bölüm eklemeyi düşünen yakışıklı akademisyen. söylediğine göre geyikler adeta tersine evrimleşerek maymunlara dönüşecek şekilde maymun gibi davranmaya başlamışlar ve bu küresel ısınmadan, buzulların erimesinden, balinaların intiharından filan daha önemli bir potansiyel tehlikeymiş. "geyiklerin neden böyle davrandıklarını anlayabilmek için, önce maymunları anlamam gerektiğini fark ettiğimde ağzım açık kaldı" diyor. "ya insanlar?" dedim, "deli olma" dedi, "onları kim anlayabilir ki?"
*

fantom kıyafeti ve kamuflaj sorunu
konu hakkında farklı kaynaklarda çelişen açıklamalara rastlanmaktadır. prof. hayyad yazid, kırmızı rengin ve çapraz çubuklu şortun orman yerlileri üzerinde baskılayıcı psikolojik etki meydana getirdiği görüşündedir. ona göre, meselenin kökünü sosyokültürel bağlamda ve yerel efsanelerde aramak gerekmektedir. dr. garfield schlafgut'a göre delikanlı fantom kamuflaj yapmaz. dr. hans freeman'a göre ise, tam aksine konu, fantom'un üçüncü türden olmasıyla ilgilidir. dr. bertha rots, renk seçiminin fantom'un taocu veya maocu olmasıyla ilgili olduğunu düşünmektedir. prof. clay'e* gelince, onun açıklaması tamamen farklı, clay, "eldeki belgelerin hepsi sahtedir, fantom aslında zencidir. bunu yakında yayınlayacağım kitabımda anlatıcam" diyor.

grimacchi
"grimacchi'nin 'st. nicholaus'un ağlayan geyiği adlı tablosu sanat tarihinde eşine zor rastlanan bir çalışmadır. ilk bakışta, mahzun bir tebessüm ve süzgün bir gözden süzülen bir damla yaş dışında, duvar halısından hallice bir çalışma gibi görünen tablo tekrar tekrar, daha yakından, daha uzaktan incelendiğinde tükenmeyen bir açılımlar ve yeni kombinasyonlar dizisi gösterir. tablo loş ışıkta uzaktan izlendiğinde ağaçların arasından druidler çıkıp gelecekmiş gibi gizemli bir hava ortaya çıkar. farklı açılardan gelen ışıklar altında izlendiğinde, dalların büklümleri, farklı farklı ezoterik sembollere dönüşür. daha da ilginci, iyi bir büyüteç alır ve geyiğin gözünden süzülen gözyaşı damlasını yakından incelerseniz, afrika kökenli tılsımların, ışık kırılmaları şeklinde ayrıntılı bir tarzda işlenmiş olduğunu görürsünüz. grimacchi, muhtemelen st. nicholaus'un kökeni hakkındaki söylencelerden haberdardı ve çevresini rahatsız etmeyecek şekilde, bunu eserine gizlemeyi başardı.*"
*clay, tb*, regarding newest confession of a retired moose black origin of santa nicolaus, zwalanami research center publications, philadelphia 1997, p. 431.
"alıntılarda sahte isimler kullanma fenomeni tarihin, kültürün, dilin, insan bilincinin derinliklerinden kaynaklanan süreçlerden biridir. taşların şarkı söylediği çağlarda, savananın ortasında bir şaman ayağa kalktı ve en güzel şarkısını rüzgar perisine atfederek söyledi. günümüz bilimadamları da gazı kaçmış, karizması yandan yemiş büyücülerden başka bir şey değiller zaten."
theodor benjamin clay, black spell and woodooo song, zwalanami research center publications, toronto, 1997, c. 2, s. 38.

geyikli ana kaamoose
tb clay'den ziyade maria martha marcela rodrigez gonzales'in keşfidir. sekreter deyip geçmemek gerek.
canı sıkıldığı zaman (genelde pazartesileri) geyik donuna bürünüp ormanlarda koşar, sulara ateşten yazılar yazarmış. bazen çıplak ayakla ormanı koşarak geçer, karacalarla köşe kapmaca oynarmış. gündüz vakti görünmesi sebepsiz olmasa gerek diyen martha, book of kaamos'ta bir işaret arıyormuş.
elkangelizmin kutsal ikonalarından biri diyorlar hakkında.

elkangelizm
şu sıra zwalanami'de bir misyon açmak üzere bulunan süper elkümenik elkanjelist kilisesinin inancı. sharaloptistler tarafından sapkın ilan edilmesi gecikmemiş. ozzy bana bunlarla gelmeyin demiş, ama kaçık toplum arakademisi bastırıyormuş, ne olacak bu işin sonu bilmem.
tarihte buna en yakın inancın, bir ara yuvarlak masa cadıları tarafından da onaylanan sarnıç biraderleri tarikatinin inancı olduğu söyleniyor. dönemin tarikat ve mezhep bolluğu yüzünden, kendilerine toplantı yapacak tapınak, mahzen, zindan bulamayan biraderler, bulundukları şehirlerin sarnıçlarını mekan tutmuşlar. ancak ayin sırasınca bolca içtikleri ve kutsal saydıkları biranın tesiriyle buldukları yere bevlettikleri anlaşınca cümbür cemaat afaroz edilmişler. ikonalarının alışılmış meryem tasvirlerinden ziyade geyikli ana'ya* benzemesi de tartışılan bir konu.

Ettiği Laflar ve Hakkında Söylenenler
gereksiz laflar etmesiyle meşhur olup "o, a değildir adamım" bunlara örnek görsetilebilir.
"hamsiden suşi olmaz." (tbc)
(bir rivayete göre de bu söz aslında şöyledir: "ne hamsiden suşi olur, hashato, ne senden adam...")
"kıdemli stajyer yoktur, sefil stajyer vardır." (t. b. clay*)
"the big dark bulk, he is a phenomenon, an unfortunate consequence of this putrified society. buckshit, in short." (hayyad yazid)
bir nevi nev-i beşerin alter egosu:
"he is the backyard, he is the roof, the basement, the dustbin, forgotten crime never wanted to remember... he is the shame of humanity, the alter ego of the humankind..." (prof. yazid)
"never care that old goat" (prof. clay)
konuyla ilgili, halktan alınan tepkiler:
"bu kadar şeyi nasıl uydurdunuz, çok mu fazla nohut yediniz?"
"sen şimdi profesörlerle dalga mı geçiyorsun? terbiyesiz..."
(bkz: tebessüm)
edit: bir de şu tepki geldi:
"adamlar nelerle uğraşıyorlar, iyi ki gerçek değiller"
***
Gerçek değil mi? Emin misiniz?
----------------------------------------------------

20 Ekim 2011 Perşembe

topu kesmek

sabah işe gelirken, fî tarihindeki chat hikayelerini düşünüyordum. çok kişide görülen bir kötü huyu hatırladım ve canım sıkıldı. "bizden olsun çamurdan olsun, bizden olsun ne yaparsa yapsın, bizden olmayan gözümüze görünmesin, böcek gibi ezeriz" şeklinde bir tahammülsüzlük mantığı idi bu. sürekli çıkan tartışma ve sürtüşmelerde bu tavrın önemli bir rolü vardı, kimse kendisinin veya arkadaşlarının haksız olduğu noktaları kabul etmeye yanaşmıyordu. haksız da olsa herkes kendi arkadaşına destek çıkıyor ve kendi ekibinden olmayan kişileri haklı olmalarına rağmen ezmeye çalışıyordu. sürtüşmelerin bütün tarafları aynı insafsız tavrı sürdürdükçe sulh ihtimali ortadan kalkıyor ve durum kanalın bölünmesine kadar gidebiliyordu, yahut birileri kanalı terk edip gidiyordu.

işe geldim ve paşa paşa çalışmaya başladım, keşke devam etseymişim. ama bir hata yaptım ve küçük bir mola sırasında gündüz aktan'ın bugünki radikal'de çıkan her şey iyi gitmiyor başlıklı yazısını okudum. gördüm ki güzel yurdumda da işler başka türlü yürümüyor.

"'bir şey yokmuş da bazıları ülkenin iyi yönde gidişinden rahatsız olduklarından tsk ile akp'nin arasını açmaya çalışıyormuş' gibi davranmak aldatıcı olur. sorun var. bu sorun yeni değil. bu sorunu çözemediğimizden demokrasimiz istikrar kazanamıyor" diyor aktan ve bir süredir tsk'ya karşı hücumlarda artış olduğunu söylüyor. bunların bir kısmı dış kaynaklı iken bir kısmının da içeriden geldiğini, bunların geçmişten tam kopmadığı izlenimi veren akp hükümeti zamanında olduğunu ekliyor. aktan'ın verdiği bir örnek, cumhuriyet'in sembolü olan iki bayramda akp'lilerin olay yaratmayı becermiş olması. hükumet gerçekten de olay yaratma konusunda becerikli. ancak bu konudaki başarısını tek başına üstlenmeyi hak etmediğini düşünüyorum. hükumetten muhalefete, komuta kademesinden basına pek çok kişinin katkısı var bu başarıya, "ödül" her ne ise onu da paylaşmalılar. bir insana ya da bir sosyal gruba karşı sürekli ters davranırsanız, onların sürekli ters davranmasını yadırgamanız hatalı olur. üstelik akp hükumeti refah hükumeti ile karşılaştırıldığı zaman, bu konudaki becerilerini hayli yitirdikleri görülüyor ki, az da olsa biraz krediyi, biraz avansı hak ettikleri kanaatindeyim.

"başörtüsü sorunu her fırsatta su yüzüne çıkma potansiyeli taşıyor" diyor aktan, haklı. ancak bunun neden böyle olduğunu objektif bir bakışla çözümlemeye kimse yanaşmıyor ve nalıncı keserleri hep kendine yonttukça zıtlıklar ve kutuplaşmalar giderek yoğunlaşıyor. hiç sorun olmaması gereken bir şey karşılıklı ahmaklıklar yüzünden içinden çıkılmaz bir hal aldı. bugün radikal'in manşetinde bir haber vardı, bir öğrencinin imzası "kürtçülük" kelimesini andırdığı için soruşturmaya uğradığını yazıyordu. farz edin ki gerçekten öyle olsun, böyle şeylerle uğraşmak kime ne kazandırır? kim böyle neyi çözer? başörtüsü de böyle bir mantıkla sorun haline getirildi, ama dikkatten kaçan nokta "sorunu" baskı altına almanın onu çözmek anlamına gelmemesi. denize girin, su belinize gelinceye kadar ilerleyin. elinizdeki hava dolu topu suya bastırın ve bekleyin. bu arada canınız sıkılmasın diye de başörtüsü sorununun su yüzüne çıkma potansiyeli üzerinde düşünün. umarım ya kollarınız yahut beyniniz güçlüdür ve sorunun tekrar su yüzüne çıkacağı zaman gelmeden önce daha akılcı bir hal çaresi düşünmeye fırsatınız olur.

" 61 yaşında emeklilik tasarruftan ziyade kadrolaşmanın bir yolu olarak görüldü. kadrolaşma trt ve diyanet işleri başkanlığı'na dayandı. hükümet, imf ile hayati istikrar programını sarsma noktasında viraj aldı. hükümetin irak politikasını sadece acemilik değil, türkiye'nin batı'dan koparılması olarak da değerlendirenler var vb.
akp'nin türkiye'yi ab'ye sokma politikası, siyasi islam'ın geçirdiği değişimden ziyade, ab'deki geniş özgürlükler ve liberal demokrasi vasıtasıyla laikliği sulandırarak, akp'nin meşrebine uygun bir demokrasi kurmak niyetine bağlanıyor. 2. kob'da yer alan 'cemaatların ibadet yeri açması' gibi talepler de bu bağlamda yorumlanıyor.
bütün bu durum, bir yanda akp ve destekçileri, diğer yanda ordu ve laik çevreler arasında tarihten gelen güvensizliklerin yeni şartlarda devam ettiğini gösteriyor. aihm'nin refah'ın kapatılması davasını teyit etmesi,
ab'nin, türkiye'ye ve islam'a özgü laikliğe saygılı olduğu konusunda yeterince ikna edici bulunmuyor. " diyor aktan. hükumet sütten çıkmış ak kaşık olmayabilir belki, ama birini suçlamak için "şunu yaptı, bunu etti, şunu yapmadı" gibi cümleler mi gerekiyor, yoksa "şöyle görüldü, böyle yorumlandı" mı? hırsızın hiç mi suçu yok diyeceğim, ama anlaşılmayacağından veya yanlış anlaşılacağından endişeliyim. olsun, uysa da uymasa da dedim işte.

"aslında sorunun süregelmesinde yapısal nedenler var. çok genel bir ifadeyle, demokrasiye geçildiğinden bu yana demokrat parti'yi izleyerek iktidara gelen her orta sağ parti biraz daha dine bağlı olan, dinle siyaseti birbirinden ayırmakta biraz daha az özen gösteren kitleleri ve yöneticileri iktidara getirdi. bunun nedenlerinin başında ekonomik kalkınmanın nüfus artışına yetişememesi ve sol ideolojinin gerilediği bir ortamda varoşlara yığılan kitlelerin dine ideoloji gibi bağlanması geliyor." diyor aktan, yine haklı. ama bu açıklama yeterli değil. siz din konusunda insanlara kabul edilebilir alternatifler sunmazsanız, onların her "din? ihtiyaç? ama, ama?.." deyişinde kallavi bir "höt!" cevabını burunlarına dayarsanız, onlar da din diye neyi bulurlarsa ona sarılırlar. bunca yıllık tecrübe artık gösteriyor ki halk kalabalığının dinle ilgili taleplerini ortadan kaldıramıyorsunuz, bunlara kulak vermek yerine hala gürültünün kesilmesini istiyorsanız, halkı ortadan kaldırmanız lazım. bakın suyun altındaki top problemine bir çözüm bulduk, bir bıçakla cart diye keserseniz top sudan çıkmaya çalışma inadından vaz geçer.

"bu şartlar altında akp'nin çok dikkatli olmasından başka çare yok." diyor aktan, gözünü seveyim, hep haklı bu adam. iyi de sırf akp'nin çok dikkatli olmasıyla mesele hallolacak mı? adamların nefes almasında bile bir yanlışlık arayanlar da biraz dikkatli olsalar olmaz mı? hani şöyle karşılıklı falan? hani siz sizin delileri tutsanız, biz bizimkileri?

"... türban gibi ihtilaflarda, başı sıkıştıkça, 'milli irade'ye yani aldığı oylara atıfta bulunuyor. cumhuriyet devrimleri oyla yapılmadı. devrimle geleni değiştirmeye kalkışmak, başlangıçtaki devrim şartlarına dönülmesine yol açar" diyor aktan. "cumhuriyet devrimleri oyla yapılmadı" büyük söz. sopa gibi, "çizmelerimi giyerim, kafamı bozmayın gibi", demoklesin kılıcı gibi... devrim, oy, millî irade... "hakimiyet kayıtsız şartsız kimindi, pardon?" demeli mi, yoksa yutkunup susmalı mı? "belki cumhuriyet devrimlerine halel getirmeden de bir kaç şeyi çözebiliriz, olamaz mı?" desem bir faydası olacak mı? alacağım cevaptan korkuyorum: "hayır, sen pis bir örümceksin, ancak süpürgemin erişmediği yerlerde yaşayabilirsin! sus ve yutkunmaya devam et!"

"laikliği de kapsayan 200 yıllık batılılaşma reformları sırasında en çok travmaya uğrayan kitlelerin bugünkü kültürel uzantıları akp'de toplanıyor. travma geçirenler yeni travmalar geçirmek için gerekli şartları bizzat hazırlamak gibi bir bilinçaltı eğilime sahipler. buna 'repetition compulsion' deniyor. akp bu eğilimi mutlaka aşmalı." diyor aktan. aşmalı tabiî, akp her şeyi tek başına aşar, öyle "eti ne, budu ne?" demeyin, aslandır, kaplandır akp.

top hâlâ suyun altında. burası neresi, ben kimim? biri benim ülkemi işgal mi etti? "öğretmenim, nefes alabilir miyim?" birileri rahatsız, sadece onlar mı? herkes rahatsız. ben rahatsızım. başka bir ülkede yaşamak istemediğimi biliyorum da, böyle bir ülkede yaşamak istiyor muyum, onu bilmiyorum. "öğretmenim topumuzu keser misiniz? sıkıldım bu oyundan."

(28.05.2003 10:46)

19 Ekim 2011 Çarşamba

"Yeni Osmanlı" mı, zaten Osmanlı mı?


Geniş toplumsal mutabakata dayanan sivil bir anayasa hazırlanması gündemde olmakla birlikte, bazı temel konularda, anayasanın, ana çizgilerini, mantığını belirleyecek bazı hususlarda bir fikir birliğinin bulunmadığını görüyoruz. Tartışmalara katkısı olabilir ümidiyle, Türkiye Devleti ve toplumu hakkında bazı tespitleri arz etmekte fayda mülahaza ediyorum. Kanaatimce çözülmez gibi görünen bir kısım çelişkilerin temelinde, resmi söylemin ezberletmiş olduğu umdeler yatıyor. Resmi söylem, devleti, halkın devletle bağını, devletin varlık sebebini izah bahislerinde realiteden sapmış ve umumi kabul görecek tanımlar yapmakta yetersiz kalmıştır. Mesele esasen anayasa yapılmasından da önce, zihinlerdeki kargaşanın sona erdirilmesi, çekişmelerin bir uzlaşma nizamına bağlanarak asgariye indirilmesi ve memleketin önündeki pratik meseleleri daha sakin bir akılla ele alabilmesini sağlamak meselesidir.
İnkılapçı kadroların sık sık ideolojik-teorik konuları reel-pratik konuların önünde tuttuğunu görüyoruz. Bu durum Devletimizin yaklaşık son bir asrında gösterdiği zaafların mühim bir cephesini teşkil etmektedir. Sistemi teşkil eden kadrolarla muhalefet arasındaki gerilim ideolojik bir vasatta şekillenmekte, bu durum ülkenin reel meselelere odaklanmasını güçleştirmektedir. Sistem ülke gerçeklerine sırtını dönerek adeta akıntıya kürek çekmekteyken, muhalefetin de yelkenlerini pratik konularla şişirmesinin yanında, gemisini yüzdürmek konusunda akıntıdan güç alması söz konusudur. Pratik konulardaki çözümlerin popülist yaklaşımlarla yarım bırakılması, ideolojik gerilimden kaynaklanan bir denetimsizliğin neticesidir. Pratik konularda asgari mutabakatın sağlanabilmesi için öncelikle teorideki anarşinin sona erdirilmesi gerekmektedir. Bu bâbda cevaplanması gereken sual, Türkiye neyin nesidir sualidir. Devlet, millet, vatan gibi mefhumlar hem kendi içlerinde sağlam bir zemine oturtulmalı, hem de ülkenin dünya üzerindeki yeri tayin edilmelidir.
Resmi söylemin oluşturduğu dezenformasyon perdesini araladığımızda şunları görüyoruz:
1. Yirminci asrın en büyük yalanı Osmanlı devletinin yıkıldığı iddiasıdır. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğundan ayrı bir devlet değildir. Elbette Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışmıştır, zira Osmanoğlu hanedanının iktidarını kaybetmesiyle Osmanlı olma vasfı ve Birinci Cihan Harbindeki muazzam toprak ve nüfus kaybıyla da İmparatorluk vasfı ortadan kalkmıştır. Ancak bunlar bir devletin yıkıldığı ve yerine ayrı bir devletin kurulduğu manasına gelmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağı Osmanlı bayrağının ta kendisidir, yeni olarak sadece nizami ölçüleri zaptürapt altına alınmıştır. Posta ve polis teşkilatları kendisinden eski bir devlet olabilir mi? Ziraat Bankasından Silahlı Kuvvetlerine kadar, parlamentosundan üniversitesine kadar bütün mülkî ve askerî teşkilat, fiziki varlığıyla, kadrolarıyla, idare zihniyetiyle eski iktidardan yenisine devredilmiştir. Mevcut kurumların ismini değiştirmekle, yapısını yenilemekle, bir kısmını ilga edip bir kısım yenilerini ihdas etmekle, anayasa veya rejim değiştirmekle, toprak kaybetmekle, yeni muahedeler imza etmekle yeni bir devlet kurulmuş olsa, Osmanlı’yı bir değil, birkaç devlet saymak iktiza ederdi. Yeniçeri Ocağı’nın lağvı, Hilafet’in lağvından daha tesirli neticeler vermiştir. Tanzimat askerî, mülkî, hukukî, siyasî sahalarda en az Cumhuriyet kadar, belki daha fazla yenilikler getirdi. Mesele Osmanoğlu iktidarı ise, Meşrutiyet’le zaten fiilen ortadan kalkmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan ayrı bir devlet olmadığı gibi, Osmanlı da Selçuklu’dan farklı bir devlet değildir. Türkiye üzerinde düşünürken, Oğuzların batıya göçü ve Rum diyarını yeni bir vatan haline getirmesinden itibaren başlayan süreci bir bütün olarak göz önünde bulundurmak yerinde olur. Devlette de, toplumda da bir süreklilik sözkonusudur.
2. İkinci büyük yalan, ulus devleti iddiasıdır. Türkiye Devleti etnik açıdan homojen bir ulus devleti değildir. Vatandaşlık bağı ve temel vatandaşlık tanımı etnik esasa istinad etmemektedir. Dünya konjonktüründeki yeri kadar, nüfusuyla da Türkiye, İmparatorluk mirasçısı bir ülkedir; tarihi ve kültürel mirası, Devlet geleneği, ulus devleti kavramıyla çelişmektedir. Türk unsurunu esas alır gibi görünen, fakat aslında onun değerleriyle de ters düşen, yeni bir ulus meydana getirme yönündeki toplum mühendisliği çabaları başarısız olmuştur. Siyasi ve hukuki kimlik konusunda bütünlüğün esas alınması yerinde olsa da, bunun temellendirilmesinde kurgusal bir ulus kimliğinin vurgulanması hatalıdır. Ulus devleti mantığı ile meselenin çözümlenmesi mümkün olmadığı gibi, böyle bir yaklaşım gerekli de değildir. Türkiye Devletinin vatandaşlık tanımı etnik temele dayanmaz. Kavmiyet açısından nötr ve bütün kavimlere eşit mesafede bir anlayış sözkonusudur. Ancak bunun formüle edilmesinde sıkıntı bulunmaktadır. Osmanlı kelimesi üzerinden millî ve dinî muhtevası olmayan bir terim üretmenin kolaylığına mukabil, Türk kelimesinin ne mânâya geldiği, millet deyince ne anlamak gerektiği muğlak ve tartışmalı vaziyettedir, bu yüzden de bir kör döğüşü sürüp gitmektedir. Millet tarifinde kimi bir kavmi esas almakta, kimi muhtelif kavimlerin mensuplarını içine alabilen, daha karmaşık bir sosyolojik yapıdan bahsetmekte, hatta kimi de kelimeyi ümmet kelimesiyle müteradif olarak kullanmaktadır. Aynı şekilde Türk deyince “Türkleri” kastedenler olduğu gibi, “Türkiye toplumunu” kastedenler de bulunmaktadır ve hatta Türk kelimesini Müslüman kelimesiyle aynı manada kullanan zevata da tesadüf edilmektedir. Birinci tarife göre Uygurlar Türktür ve Kürtler Türk değildir. İkinci tarife göre Kürtlerle birlikte Ermeniler de Türktür, ama Kırgızlar Türk değildir. Üçüncü tarife göre ise Arnavutlar Türktür, ama Gagavuzlar Türk değildir. Hukuki ve siyasi çerçevenin tarifinde mutabakat olmayan bir kavram üzerine inşası yeteri kadar sıkıntı çıkarmıyormuş gibi, Jöntürk idaresinin, iki tarif arasında yalpalayan çelişkili tutumu vaziyete tüy dikmektedir: resmi söylem ikinci tarifi esas alır, ama zaman zaman fiiliyatta birinci tanım tatbik edilir. Bunda Cihan Harbi sonrasında Türk aydınında hakim olan haletiruhiyenin payı büyüktür. Makedonya hadiselerinden itibaren, Devletin tebaası durumundaki muhtelif kavimlerin statüsü tartışma konusu olmuş, vatan parça parça küçüldükçe, Devlete sahip çıkmak mevkiinde giderek yalnız kalan Türk unsurunun mağduriyet hissi ve öfkesi büyümüştür. Nihayet harp bitip, mübadele de yapılınca memlekette sanki Türk unsuru dışında kimse kalmamış, Türkiye dışında da Türk unsurundan kimse kalmamış gibi bir tavır benimsenmiş, böylece birinci ve ikinci tarifler örtüşür hale gelmiş gibi yapılmıştır. Türk kavminin bütün mensupları Türkiye’de olsa ve Türkiye’de Türk kavminin mensuplarından başka kimse bulunmasa gerçekten de iki tarif de aynı kapıya çıkmış olurdu. Ne var ki sözkonusu deve kuşu tavrı, meselelerin üstünü örtme gayreti, bir yandan Devletin Dış Türkler hususunda atıl kalması ve onları yalnız bırakması, diğer yandan da Türkiye toplumunun Türk ve gayri Türk unsurlarının birbirine karşı tahrik edilmesinin kolaylaşması şeklinde netice vermiştir. Ezcümle Türkiye Devleti vatandaşlık tanımını formüle dökerken, tarihi köklerine ve mantık ve iz’an çizgisine dönerek; hakikate, vaziyete mutabık, net bir tarif yapmalıdır. Dikkatten kaçmaması gereken bir nokta da etnisite açısından nötr bir tarifin, etnik ayrımcılığa, etnik imtiyazlara da mahal bırakmayacağıdır.
Efradını cami, ağyarını mani bir vatandaşlık tarifi kurgulanırken, unutulmaması gereken bir husus da şudur: Türkiye, coğrafyası, kültürü, devlet geleneği bakımından meseleleri kendisiyle sınırlı olmayan, çevresiyle de ilgilenmek durumunda bulunan bir ülkedir. Bu ilginin esaslarını, sınırlarını tayin ederken, bu ülkenin hinterlandının neresi olduğunu da dikkate almak icap eder. Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar coğrafya, nüfus ve kültür bakımından bu ülkenin devamı olan bölgelerdir. Keza Sibirya’dan Gagavuz yurduna kadar Türklerle; Atlas Okyanusundan Büyük Okyanus’ kadar Müslümanlarla meskun bütün diyarlar ve elbette yeryüzünde bir mazlumun bulunduğu her yer Türkiye Devletinin ilgi sahası içindedir. Türkiye cihan devleti vizyonunu terk etme lüksüne sahip değildir.
3. Türkiye bir İslam ülkesidir. İslam Anadolu’nun bin yıllık hakikati ve Türk toplumunun temel dinamiğidir. Müslüman ekseriyetin meskûn bulunduğu, İslam dininin halen yaşandığı, tarihi ve kültürel dokusu büyük oranda İslamiyet tarafından meydana getirilen, İslam Medeniyeti’nin merkezlerinden biri olan bir ülke, şehir ve köylerinin silüetlerinde değişmez unsur minareler olan, ezanın bayrak gibi şiar sayıldığı bir ülke, kimi zaman minberlerine ayyıldızlı bayrak asılan bir ülke burası. Halkının zihninde ve kalbinde, devlet ve millet mefhumlarının dinden ayrı bulunmadığı bir ülke, Türkiye.
Hilafeti ilga eden, Tevhid-i Tedrisat kanununu çıkaran, medrese ve tekkeleri seddeyleyen yeni rejim, Şer’iye ve Evkaf vekâletlerini ismen kaldırırken, devlet teşkilatı bünyesindeki dinî müessese olarak Diyanet İşleri Başkanlığını ihdas suretiyle Şeyhülislamlık-Şer’iye teşkilatı geleneğini ibka etmekle bu hakikate en fazla ne kadar uzak durabileceğini göstermiştir. Keza millî mücadele boyunca temsil edilen zümre “Müslümanlar” olarak ifade edilmiş ve Lozan’da da vatandaşlık tanımı din üzerinden yapılmıştır.
Bir devletin İslam hukuku ile idare edilmemesi, o devletin Müslümanların devleti olmadığı manasına gelmez. Nitekim Osmanlı devleti şer’î hukuk yanında örfî hukukun da cari olduğu bir devletti ve hatta daha Osman Gazi devrinde Roma devletinden kalma Pazar bacı uygulamasını kabul ederek karma bir hukuk uygulamaya başlamıştı. Müslümanlar tarafından kurulan, Müslüman ekseriyete dayanan, Müslümanların kendilerini siyasi ve hukuki sahada ifade etmeleri gayesine hizmet eden bu devlet, siyasi ve hukuki yapısıyla “İslam devleti” olmasa bile, en az Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde olduğu kadar “Müslüman devleti”dir.
Bu noktada hilafet mefhumuna da temas etmek yerinde olur. Hilafet veya imamet, ruhani, uhrevi değil siyasi bir makamdır. Çok kısa bir ifadeyle söylemek gerekirse, halife İslam devletinin devlet başkanıdır. Dolayısıyla bir devlet başkanından bahsedebilmek için, önce ortada bir devletin bulunması gerekmektedir. Mevcut şartlarda, öngörülebilir bir vadede Müslümanların tamamını veya ekseriyetini tek bir siyasi organizasyonda toplamak imkanı bulunmadığına göre, hilafet makamını tartışmaları tıkayan bir nokta olarak gündeme getirmemekte fayda bulunmaktadır.
4. Türkiye’de mevcut şartlarda işlerliği olabilecek tek rejim demokrasidir. Demokrasi derken demokrasiyi kastediyoruz, demokrasi süsü verilmiş bir otokrasi veya oligarşiyi değil. Laiklik mefhumunun esası da demokrasi tabirinde mündemiçtir. Laiklik derken de Pozitivist dünya görüşünün tahakkümünden değil, farklı dünya görüşlerinin toplumsal uzlaşma içinde bir arada var olabilmesinden bahsediyoruz.
Sürüp giden darbe ve baskılara rağmen sindirilemeyen muhalefet, gücünü büyük oranda bahsettiğimiz hususlarda milletin nabzını tutabilmesinden ve bu suretle azınlık tahakkümüne karşı millî iradeyi temsil etmesinden almaktadır. Ancak muhalefet kadrolarının teorik sahadaki bu rakipsiz üstünlüğü, sistemin pratik konularda ciddî bir varlık gösterememesiyle birleşince, reel meselelerde hükümetlerin alternatifsiz ve denetimsiz kalmasıyla neticelenmektedir. Millî iradeyi temsil iddiasındaki kesimlerin, bu işin bu kadar ucuz olmadığını idrak etmeleri ne kadar elzemse, halka rağmen halkçılık davası güden kesimlerin de ideoloji muhafızlığından vazgeçip ülke gerçeklerini fark etmeleri o kadar zaruridir. Dünya görüşümüz ve temennilerimiz ne olursa olsun, hangi ideolojinin mensubu, hangi rejimin talibi olursak olalım, hep beraber bu ülkede yaşamak mecburiyetinde olduğumuza göre asgari müştereklerimizi tesbit etmeliyiz. Bunun yolu da, hayallerimizi birbirimize dayatmak değil, gözümüzü açıp hangi gemide olduğumuza bakmaktır.

Boy Verin Açılıyorum

(Kaylule Kıraathanesi, 12 Ağustos 2009)
Kürt açılımı tabir olunan hamle teşhis koymadan tedavi uygulamaya kalkmak gibi bir hatayla malul. "Mesele" olan nedir, hükumet bunun net bir tahlilini yapacak zihin donanımına sahip gibi görünmüyor ve devlet adamlığını da düşe kalka, yavaş yavaş öğreniyorlar. Bu şartlarda çok cür'etkar adımlar atmalarının vahim olabileceğini hesap etmeleri gerekir, düşündüklerinden daha fazla risk alıyorlar, sadece partileri için siyasi risk değil, daha fazlası... Açılım konusundaki vehamet, sadece hükumetin gafletinden ileri gelmiyor, muhalefetin körlemesine itiraz taktiklerinden vazgeçmemesi de hükumetin önünü açıyor.
Türkiye'de mesele çözmeye kalkacak kişinin bilmesi gereken ne vardır? Devlet, rejim ve sistem kavramlarının farkı bunlardan biri. Devletin de milletin de ne olduğunu anlamakta zorlanan kişilerin ne yaptığını bilerek hareket etmesi mümkün değil. Türkiye'de devlet geleneği farklılıkları bir arada bulundurmak için uygun bir yapıda ve halkın hayat tarzı da buna uygun. Gerçek bir etnik gerilim, bir kimlik meselesi yok. Türkiye'de devletten kaynaklanan bir mesele yok. Rejime gelince, herkesin idealindeki rejim olmayabilir, ama mevcut şartlarda en azından ehven şartlarda yürütülebilecek yapı bu, gerilimin sebebi rejim de değil. Türkiye'nin sıkıntısı büyük oranda sistemden kaynaklanıyor, karşıdan bakınca "devlet" gibi görünen, ama devlet mekanizmalarının işletilme tarzından, rejimin yorumlanış şeklinden ibaret bir yapıdan… Bu yapıda ciddi aksamalar var ve tek bir kesim değil, büyük bir çoğunluk bundan şikayetçi.
Meselenin temeli yüz yıldır devlet adamı olgunluğuna erişmekte zorlanan jakoben İttihatçı zihniyeti. Çözülmesi gereken mesele bu zihniyet. Ancak burada hadisenin toz duman perdesi altında gizlendiğini görüyoruz. Bölücüler sistem hatalarını mazeret edinip devlete düşmanlık gösterirken, jakoben zihniyet de sistemin devamını sağlamak ve iktidarını sürdürmek için sistem ve devlet aynı şeymiş gibi davranıyor. Bu nokta gözden kaçınca vahim bir kamplaşma ortaya çıkıyor. Temelden hatalı olan bir kamplaşmada hangi tarafı tutarsanız tutun, doğru bir tavır göstermiş olmazsınız. Kürtlerle devlet arasında bir dava yok, Kürtlerle sistem arasında ve bölücülerle devlet arasında davalar var, bunlar birbirine karıştırılıyor. Bunu görmedikten sonra ister iktidar gibi Kürtlere sahip çıkmaya çalışırken bölücülere yakın düşen bir noktada saf tutun, ister muhalefet gibi devlete sahip çıkmaya çalışırken jakobenlere yakın düşen bir noktada saf tutun, hatadan kurtulamazsınız.
Meselenin gözden kaçan ikinci bir rüknü de, terör meselesinin veya Kürtlerin meselesinin sadece etnik vasıf taşımaması, sadece bir kimlik meselesi olmaması. Etnik kimlik söylemi çatışmayı köpürtmek için kullanılsa da, insanların gündelik hayattaki gerçek rahatsızlıkları etnisiteden çok aşiret kültürüyle ilgili. Bölgeye damgasını vuran ve büyük şehirde bile çözülmeyen bir ağa-maraba ilişkisi var, altta kalan sınıfın ezilmesine, hayattan bezmesine ve neticede isyan etmesine sebep oluyor, bu ruh hali ayrılıkçı hareketi besliyor ve onun tarafından kullanılıyor. İstediğiniz siyasi tavizi, hukuki imtiyazı verin, istediğiniz kadar bölgeye ekonomik kaynak akıtın, bu yapı değişmedikçe bu insanları mutlu edemezsiniz. Buradaki mesele bölge halkının kültürü ile ilgili olduğu için dışarıdan müdaheleyle çözülmesi çok zor, Kürtlerin kendi aralarında aşmaları gereken bir engel var ortada. Bölgede bir “kültür devrimi” yapmaya kalkmak, asimilasyon algısını şiddetlendirmekten, bölücü propagandaya malzeme sağlamaktan başka bir işe yaramaz. Hükümetin bu konuda yapabileceği, sınıf çatışmasının etnik kimlik söylemi ile perdelenmesine yardımcı olacak mazeretler üretilmesine engel olmak. Toz duman yatışırsa, etnik temalı bir söylemle insanları gaza getirip sömürüye devam etmek zorlaşır. Ancak bu konu hükumeti aşıyor ve ayrıca fukarayı savunmak uğruna ağalarla karşı karşıya kalmak da bir parti için önemli bir risk.
Etnik söyleme malzeme sağlamamak nasıl olur? Dağa taşa “Ne mutlu Türküm diyene” yazmamak, bunun bir örneği olabilir. Türk kelimesi burada Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı anlamında kullanılmaktadır ve etnik menşei ne olursa olsun kimsenin bundan alınması gerekmez, herhangi bir yere yazılmasının bir zararı yoktur. Diğer taraftan bu sözün kafaya çakar gibi her yere yazılması da şart değil. Yazdığınız zaman bölücüler mazeret olarak kullanıyor, yazılmasın dediğiniz zaman da jakobenler ayaklanıyor. İncir çekirdeğini doldurmayacak bir tartışma olsa da, sükunete varması için partilerin bir arada ve olgun bir şekilde hareket etmesi gerekiyor, bu ortam sağlandıktan sonra ise yazsanız da yazmasanız da mesele olmaz.
Sistemin sembolik ifadeleri abartılı bir şekilde benimsemesinden ve bunların tartışılmasını bile tabu olarak görmesinden daha ciddi olan mesele ise, rejimin kendini ifade ve varlık sebebini izah konusundaki sıkıntıları. Devlet algısında bir kırılma mevcut. Rejim kurulurken memleketin gerçekleri belli bir oranda dikkate alınsa da, işletilirken çok basiretli davranılmadı. Gerçeklerinizden kopmaya başladığınızda, sadece zihninizde cereyan edecek, bir hakikate dayanmayan meselelere de kapı açmış oluyorsunuz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devleti veya Selçuklu Devletinden ayrı bir devlet değildir, devlet sadece ismini ve rejimini değiştirmiş, varlığına devam etmiştir. 1908'de rejim değiştirmiş, ama ismini değiştirmemişti. 1923'te ikisini birden değiştirdi, ama bayrağını ve resmi dilini değiştirmedi. İsim değiştirmekle, rejim değiştirmekle bir devlet başka bir devlet haline gelmez. Ne var ki İttihatçı kadro, on senelik hatalarından sıyrılmak için İttihatçı ismini bıraktıkları gibi, iktidarlarını pekiştirmek için Osmanlı-Cumhuriyet zıtlığı tarzında bir illüzyon oluşturdu. Cihan Harbinde mağlup olan bir devlet ve İstiklal Harbinde muzaffer olan başka bir devlet yok. Bu hakikati gizlediğiniz zaman, devletle ilgili herhangi bir şeyi izah etmeniz zorlaşıyor. İslam gerçeğini göz ardı etmeyi, inkâr etmeyi buna eklediğiniz zaman işiniz daha da çıkmaza giriyor. İnsanların devleti benimsemesini, sahip çıkmasını zorlaştırıyorsunuz.
Osmanlı'nın söylemi netti: klasik dönemde "bu devlet Müslümanların devletidir" ve Tanzimat’tan sonra da "bu devlet Osmanlıların devletidir" şiarı cariydi. Peki Türkiye Cumhuriyeti kimin devleti? El-cevab: Türklerin. Peki kim bu Türkler? El-cevab: Türküm diyenler. Peki demiyorlarsa? Döve döve dediririz. Bu mudur? Bu değildir. Türk kelimesini birbirinden farklı manalarla kullanıyor insanlar, bir kısmı etnik anlamıyla kullanırken, bir kısmı vatandaşlık bağını kastediyor. Hangi formülde hangi anlamın kastedildiğinin net olmaması kafaları karıştırıyor. Birinci manasıyla Türk, esas itibariyle Oğuzlar ve ayrıca muhacir olarak Türkiye'ye gelen Kırımlılar, Türkistanlılar vs gibi diğer zümreler demek. İkinci manasıyla Türk: eskiden Osmanlı deyip işin içinden çıktığımız, şimdi ise ne diyeceğimize karar veremediğimiz kişiler demek. (Mahmut desek olur mu?) Şimdi kritik noktaya geldik: rejim kurgulanırken bunların hangisi kastedildi, Türkiye Türklerindir derken bunlardan hangisini kastediyoruz? Türkiye devleti Oğuzların devletidir dersek, Süryanileri veya Fellahları neyle izah edeceğiz? Bunlar ikinci sınıf vatandaş veya esir mi? Böyle olmadığı aşikâr. Osmanlı Devleti etnik anlamda bir ulus devleti değildi ve Türkiye Cumhuriyeti de bir etnik ulus devleti değil. Etnik ulus devleti fikri, cihan devleti fikriyle çelişir, Türk milletinin geleneğiyle, töresiyle de çelişir. O zaman ne diyeceğiz, Türkiye Osmanlılarındır mı diyeceğiz? Diyemeyiz, bir kere artık Osmanlı diye bir şey yok, Osmanoğlu hanedanıyla birlikte bu isim de tarihe intikal etti. İkincisi Osmanlı deyince İttihatçılar kızıyor. Ne dersek diyelim, Türkiyedeki devletin devamlılığını göz ardı ettiğimiz sürece, etnik söylemi kullanarak ortalığı karıştırmaya çalışanlara malzeme vermeden bir şeyler söylememiz zor. Bunun yanında, din ortak paydasını telaffuz etmekten vebadan kaçar gibi kaçtığımız sürece, insanları rahatlatıp bu devletin kendilerinin devleti olduğunu anlayacak bir zihin selametine erişmelerini sağlamamız müşkil. Bu tür konular hükumeti çok aşıyor. Tek başına risk almakla hükumet hata yapıyor, hata yapmasına engel olmak üzere yanında yer almamakla muhalefet de hata yapıyor. Ayrı ayrı hareket ettikleri takdirde meselenin derinliği ikisinin de boyunu aşıyor.
Allah sonumuzu hayreylesin..