20.02.2008, Düşünce Tarlası
alev alatlı hanım, sağolsun,
türban meselesine yeni bir açılım getirmiş. bir rivayete göre gazete okur
tepkisinden çekinip yazıyı bas(a)mamış, başka bir rivayete göre yazı aslında
gazeteye gönderilmemiş, mail grubuna yazılmış, sonra sızdırılmış. hangisi
olduğu beni pek ilgilendirmiyor, ama editör olsaydım, ibret-i alem için
yayınlardım yazıyı.
baş örtmenin anlamı
hakkında, örtüyü kullananların kendilerinin yükledikleri anlamlar hakkındaki
beyanlarını kaale almayıp yeni anlamlar yakıştırmak yaygın bir tavır. konuya
içeriden bakamayan herkes böyle bir acayip tefsir yapıyor, oysa dışarıdan ancak
yargılarsınız, anlayamazsınız; geçen hafta da bahsi geçmişti, her paradigmanın
kavramları kendi içinde anlamlıdır, bunları başka bir paradigmaya taşırsanız az
ya da çok çarpıtmış olursunuz. kavramların diğer paradigmadaki izdüşümleri
orijinal anlamlardan farklı değerler taşır. yaptığınız farklı noktalardan
hareket eden bir sistemi parçalarına ayırıp her birine kendi hareket noktalarınızla
ilgili yeni bir yer atamaktır. meseleye karşınızdakinin gözünden bakamadığınız
için iletişim zeminini kaybedersiniz.
en hızlı beynelmilelci
solcuların konu türk dili meselesine gelince birden bire kafatasçı kesilmesi
gibi, her alanda köy kültürünü küçümseyenler, konu başörtüsüne gelince köy
tarzı örtünmeye pastoral güzellemeler düzmeye başlıyor, daha evvel
neredeydiniz? yer sofrasına tepeden bakarsınız, kınalı ele burun kıvırırsınız,
penbe üçetek gelinlik, al duvak nedir bilmezsiniz bile, başımıza tülbentçi
kesilirsiniz... kimse ninemin, halamın, abamın dastarını beşinci sınıf
felsefesine alet etmesin, tülbent örtünenlerin bir çoğu başlarındaki örtüye
"tefsirci" taifenin yüklediği anlamlardan çok, "türbanlı"
taifenin yüklediği anlamlara benzer anlamlar yüklüyor. bazı insanlar iki tür
örtüyü de kullanıyorlar, konuyla ilgili bir kavram kargaşası yaşadıklarına
şahit olmadım hiç... kaldı ki tülbent-eşarp farklılığından hareketle bir
zihniyet değişmesi okuması yapacak olsaydık, açıklayıcı faktör modernleşme olacaktı.
modern dindar kadınlar neden tülbent yerine eşarp tercih ediyorlar? neden
şalvar giymiyorlarsa ondan. dikkat çekici bir örnek: kenarı oyasız bir tülbent
zor görürsünüz, kenarı oyalı bir eşarp zinhar göremezsiniz. her tarafa bir oya
ekleştirmekten vazgeçmeyi de üretkenliği daha moderen alanlarda değerlendirmeyi
tercih etmek olarak değerlendirebiliriz.
konuya devam etmeden önce
alatlı'nın düşünme tarzına biraz temas etmek gerek. kanaatimce alatlı kişilik
tipi olarak düşünerek değil yaşayarak öğrenen ve anlayan türe mensup. aradaki
farkı şöyle örnekleyebiliriz: ilk tip bir şehrin sokaklarını ancak haritaya
bakarak tam olarak kavrayabilir, harita veya kroki gibi bir şeyi zihninde
bulundurmadan sokaklarda dolaşmaya başladığı zaman kafası karışır, yönünü
bulamaz, ikinci tip haritaya anlaşılmaz bir şey gibi bakar, deşifre edemez,
kördüğüm olur, halbuki sokağa çıkıp iki tur atsa şehri avcunun içi gibi bilir
hale gelir. ilk tip elinde harita yoksa ara ara durup çevresinde gördüklerini
zihninde bir şemaya dönüştürmeye ihtiyaç duyar, ikinci tip ise harita
okuyabilmek için şemayı zihninde fotografik görüntülere çevirme ihtiyacı duyar.
ikinci tip fizik dersinde grafikleri çözemez, örnek deneyleri görünce olayı
kavrar. ilk tip ise ancak grafiği görünce rahata erer. alatlı'nın ikinci tipe
mensup olduğu hipotezimiz doğru ise, soyut düşünceler kendisi için fazla anlam
ifade etmiyor, bunlar gerçekliğin zihindeki yansıması olmaktan ziyade kurgusal
palavralar. bu yüzden teorik yaklaşımları ölü olarak nitelendiriyor ve erkeklere
izafe ediyor. muhakemeye dayanmayan içgüdüsel davranışları ise hayatla ve kadın
unsurla özdeşleştiriyor. biyofili/nekrofili meselesinin de, kadın-erkek
zıtlaşmasının da gerçek anlamı fikirden kaçıp içgüdüye sığınmak. tezimizi
destekleyecek verileri schrödinger'in kedisi'nde bulabiliyoruz. anlatmak
istediği şeyle ilgili doğru kavramları adeta hissederek, el yordamıyla buluyor;
ancak bunları kendi içinde bütünlüğü ve işlerliği olan bir kurgu halinde bir
araya getiremiyor, sadece yan yana diziyor. kaos, afazi, bulanık mantık,
belirsizlik taşlamak istediği bina için uygun bir malzeme, ama bunlardan bir
sistem çıktığını görmüyoruz. ilk cilt daha başarılı, çünki mevcut yapının bir
eleştirisi, alatlı'nın yaşayarak öğrenebileceği bir alanla ilgili, ikinci ciltte
karaya oturuyoruz, çünki sadece zihnini kullanarak bir sistem tasarlamak bu tip
kişiliğin yapabileceği bir iş değil. neticede yazarımızın soyutlamadan, mantığa
dayanan faaliyetten kaçtığını, soyut prensiplere, fikirlere dayanan hareketleri
doğal olmayan hareketler olarak algıladığını, alternatif olarak içgüdüsel
davranışı kutsadığını görüyoruz. burada kadından filozof olmaz, zaten felsefe
de pis bir şeydir gibi, hem cins ayrımcılığına dayanan hem de entelektüel
açıdan sorunlu bir tavır mevcut.
kadının neyin simgesi olduğu
hakkında yazdıkları doğru ve yanlış, yani eksik. sevginin de, zıddı olan
duyguların da sadece bir cinsle ilgili olmadığı açık. cinsler arasındaki
farklar benimsenen duygu türü veya benimsemenin şiddeti ile ilgili değil,
benimsenen duygunun davranışa dönüştürülme yolundaki farklılık olabilir. sevgi
yüzünden bir hedefe kilitlenen bir kadınla nefret veya kıskançlık yüzünden
hedefe kilitlenen bir kadın arasında çok fark yok, bir kadın üretken olabildiği
kadar yıkıcı da olabilir, sadece kadınlarla erkeklerin yapma ve yıkma yolları
farklı. alatlı fikrini ifade ederken örnekleri de taraflı seçiyor.
doğurduğundan vazgeçmeyen kadın genel kadın tipi olsa da, vazgeçenler de
ender-i nadirattan değil. çocuğunden şefkatini esirgeyen sözde anneler de eksik
değil ve eğer alatlı'nın söyledikleri doğru olsaydı yeryüzünde kürtaja razı
olabilecek tek kadın bulamazdık.
alatlı'nın muhtelif
sistemleri kadın karşıtlığı noktasında birleştirdiğini görüyoruz.
içgüdü-fikir/inanç karşıtlığını kurguladıktan sonra öyle olması gerekiyor
zaten, ama örnekler sistem kavramının temelden kadın karşıtı olduğunu savunmak
için yetersiz. en azından islam'ı kadın karşıtı olarak konumlandırmak
insafsızlık. oturup bunun tartışmasına girmeyeceğim, üzerinde durmak istediğim
esas nokta şu, bu yazıdaki fikri, bir tutarlılık doğrusu halinde uzatırsak
vardığı nokta, kadınların özlerine uygun davranmak istiyorlarsa bir dine mensup
olmamaları gerektiği. alatlı söylemiyor, ama yazı semavi dinler ve budizm gibi
sistemlere karşı anaerkil animist/pagan sistemler savunması puzzle'ının bir
parçası gibi duruyor. yazının mantığını izlediğimiz zaman, çelişkinin müslüman
olmakla örtünmek arasında değil, kadın olmakla müslüman olmak arasında
konumlandığını görüyoruz. hz. ismail kıssasına yüklenen anlam, çocuğun
hayatı-allah'ın emri çelişkisinde erkek tavrının emre uymak olacağı ve bir
kadının bunu yap(a)mayacağı, kadın tavrının allah'ın emrine karşı çocuğun
hayatını seçmek olduğu ise, kurgulanan bu mantık-içgüdü zıtlığı, kadının
dininin ve aklının eksikliğini ispatlamaya yönelik bir çaba gibi duruyor.
elbette yazıyı mantık kullanarak okumak ve alatlı'nın müslümanlığa karşı
olduğunu sanmak hatalı, alatlı mantığına göre tam olarak müslüman olmanız veya
tam olarak müslüman olmamanız mümkün değil, inançlarınız ve eylemleriniz
arasında mantıksal tutarlılık aramanız da gerekli değil. sözgelimi aynı gün
içinde büyücü komşuya horoz kestirtip kurşun döktürtmek, camiye gidip cemaatle
namaza katılmak ve kilise ayininde koroyla birlikte ilahi söylemek çelişik
tavırlar değil. alatlı sistemine kocakarı sistemi de diyebilirdik, herhalde
kendisi de itiraz etmezdi.
alatlı modernleşmenin kadın
üzerindeki etkisine dair okumasının, temel teziyle çeliştiğinin de farkında
değilmiş gibi görünüyor. modernitenin kadına etkisi, toplumdaki temel
fonksiyonunu aile kavramıyla ilgili olmaktan çıkarıp, daha önce ağırlıklı
olarak erkekler tarafından ifa edilen rollerde oynatmaktır. nedendir bilinmez,
modernite savunucularının aile kavramı karşısındaki tutumlarını açıklayan
sözlerine sık rastlamayız, ailenin insan hakları ile ilgili temel metinlere
geçmiş bir kavram olmasına rağmen. modernite kadını geleneksel hükümranlık
alanından çıkarmış, içgüdüsel davranışının yerine alatlı'nın ölü ve erkeksi
olarak gördüğü davranışı getirmiştir. modernitenin kadın tasavvurunda ana
kavramı, kadın için bir eksen teşkil etmemektedir. yeni toplumsal rollerle ana
rolü arasındaki çelişki, kadının hayatını zorlaştıran bir bölünmüşlük olarak
kendini göstermektedir. yeni kadının bir kadın olarak erkeğe hitap etmemesi
sürecin doğal sonucudur: ister ortak, ister rakip olarak algılayın, kadının
yeni rolü, erkeklerin oynadığı rolle özdeş bir roldür. ister gelenek açısından
okuyun, ister alatlı üslubu ile bir okuma yapın, sonuçta bu bir erkek rolüdür.
modern okuma açısından da kadın rolü-erkek rolü ayrımı ortadan kalkmaktadır. bu
yeni rolde, erkek kadını, o rolü oynayan başkalarını nasıl algılıyorsa öyle
algılar: doktorsa bir doktor olarak, mühendisse bir mühendis. kadına has bir
farklılığa yer kalmamıştır, çok iyi bir mühendis olmanın kadına getirisi, çok
iyi bir mühendis olmanın erkeğe getirisinden farklı değildir. modernitenin
denkleminde kadına kalan tek farklılık cinsellikten ibaret kalmaktadır, bu da
her şeyin kapital lehine istismar edilebildiği bir düzende kadına yönelik
sürekli bir istismar anlamına gelmektedir. modernitenin hükümran olduğu alanda
yeni kadın ya sadece farklı kromozomları olan yeni bir erkek veya kimliği
cinsellik temeli üzerine kurulan ve kendini ancak bir arzu nesnesi olarak ifade
edebilen bir kadındır. cinsellikle üreme arasındaki bağlantının kırılması, bu
çizgiyi keskinleştirmiştir.
buraya kadar
gelince, iman, akıl ve ayrımcılık gibi kavramları içeren bir sonuç çıkarmak
abes duruyor. kadının iman ve akılla bağlantılarını kırdıktan ve kelimeleri
kadının elinden aldıktan sonra, üstelik düşünceyle bağlantısını kesmeyen
kadınları ihanetle suçladıktan sonra uzlaşmadan bahsetmek trajikomik.
------------------------
Yazı ile alakalı
tasrih ve ekler
şunu söylemek
isterim, asıl takıldığım nokta alatlı'nın ne anlatmaya çalıştığı değil, konuyu
ele alırken kullandığı metod. tamamen farklı bir konudan da bahsetse, benim
savunduğum bir tezi de savunsa, bu metodla yaparsa hatalı olur. netekim kaos,
belirsizlik gibi kavramlar etrafında dolaşırken benim de rahatsız olduğum
şeylerle ilgili rahatsızlığını ifade ediyor. üstelik teori konusundaki
yaklaşımında haklı taraflar da var: gerçekten de dağlar koni şeklinde değildir,
yıldırım düz bir çizgi takip etmez; koni ve doğru bizim zihinsel
soyutlamalarımızdır, dış alemde bir gerçeklikleri yoktur. diğer taraftan bundan
mutlak anlamda bir kaçış da yok, insan aklının çalışma şekli bu. teorilerin
zaaflarını, teoriye başvururken akılda tutmak başka şey, bunu bir teori
karşıtlığı ve içgüdü savunuculuğuna dönüştürmek başka bir şey. bir yandan bilim
ve felsefeye temel teşkil eden malzemeye erkeksi ve ölü diye olumsuz anlam
yükleyip reddedeceksiniz, bir yandan da teorilere temel teşkil eden ve
reddettiğiniz zeminin zıddını yine teori oluşturmak için kullanacaksınız, olmaz
bu, burada bir metodoloji çelişkisi var.
diğer bir nokta
içgüdüsel davranışı sadece kadınlara ve muhakemeye dayalı davranışı sadece
erkeklere izafe etmek de insafsızlık. muhakemeyi kadından esirgediğiniz için
kadına karşı haksızlık, bütün olumsuz şeyleri erkeğe yüklediğiniz için erkeğe
karşı haksızlık. muhakeme, mantıksal tutarlılık arayışı erkeğin kadına yönelik bir
baskı aracı değildir. alatlı'nın ölü ve erkeksi diye reddettikleri, kadın-erkek
bütün insanların zihin faaliyetinin ortak yapısı. geleneksel olanla modern
olanın muhakeme-içgüdü denkleminde konumlanışı ters. geleneksel kadın rolü ile
modern kadın rolü arasında birine olumlu diğerine olumsuz anlam yüklemeksizin
ve birini diğerinden üstün saymaksızın bir karşılaştırma yapıldığında
geleneksel olanın alatlı'nın kadınsı ve canlı diye kodladığı kutba ve modern
olanın da erkeksi ve ölü diye konumladığı kutba uyduğunu görüyoruz. bu durumda
alatlı ya kadınsı/canlı kutbu savunmaktan, ya da yeni kadını savunmaktan
vazgeçmek zorunda, yoksa tutarsız oluyor. tam da burada alatlı metodunun
patladığı noktayı görüyoruz, kendi metoduna göre alatlı'nın tutarlılık araması
gerekmiyor, çünki quasi-teori mi dersiniz, anti-teori mi dersiniz, işbu düşünce
sistemi düşünceye değil içgüdüye dayanıyor. dönmeyen döner, sayısız aritmetik,
rahimsiz doğum gibi bir şey bu.
acaba olayı
kişiselleştirdiğim gibi bir algı doğabilir mi diye aklıma takıldı, onu da not
etmem gerek, alatlı'nın şahsıyla ilgili bir sorunum yok, sevmediğim biri değil
kendisi. başörtüsü konusunda farklı bir noktadan yorum yapmasına yönelik bir
tepki gibi de algılanabilir, o da doğru değil, aynı tezi başka bir metodla
savunsa üzerinde durmazdım. yazdıklarımdan "kafası basmaz" gibi bir
iddiam olduğu da çıkarılabilir diye düşündüm, o da doğru değil. mutlaka zeki
bir insandır kendisi, sadece metodu yanlış. son olarak kişilik tipi konusunda
söylediklerimin tahmin olmaktan ileri gitmeyeceğini, kendisini yakından
tanımadığımı da söylememde fayda var zannederim.
***
evet, burada bir
algı ve korku sorunu var ve insanların neden şununla bunu farklı
algıladıklarını açıklamaya çalışmakta abes bir taraf yok. ama dikkat etmek gerek,
algılayanı bir tarafa bırakıp algılanana odaklanmak hatalı bir tutum. yeni
kadının türbanlı kadın hakkındaki algısının faturasını türbanlı kadına
çıkarmak, olaya tek taraflı bakmaktır. yazının tamamı, "bu kadınlar şu
kadınları şöyle algılıyor, bunun sebebi de şu. buna ne buyrulur?"
parantezi içine alınarak takdim edilse bu kadar sorunlu olmazdı. ayrıca
buradaki algılamanın özünde bir yargılama olduğu da dikkatten kaçmamalı.
sorun eğer sınıf
çatışması ve yaşam tarzı mücadelesi ise -ki bence de büyük oranda öyle- bunun
dosdoğru ifade edilmesi daha dürüstçe olurdu. evrensellik ve epistemik özgürlük
konusunda yazdıklarımızla da ilgili bu konu. atıyorum, zen budizmi mensupları ile
konfüçyüsçüler arasında veya ne bileyim, mesela kalvinizm ile anglikanizm
arasında bir çatışma olsaydı bu, konunun teorik zemini bu kadar arap saçına
dönmeyecekti. kimin neyi sözkonusu ederken, neyi savunduğu karmakarışık.
sorunun iki dünya görüşü ve iki yaşam tarzı arasında olduğu netlik kazansa,
senin dünya görüşün ve yaşam tarzın sana, benimki bana uzlaşmasına erişmek bu
kadar zor olmazdı. "yeni kadın"ın yaşam tarzı mücadelesi katolik
kilisesinin cadı avına benziyor. insan inancını hayata geçirmek için bedel
ödemeye hazır olmalı elbet, ama gereksiz bir gerilim bütün toplumun bedel
ödemesiyle sonuçlanıyor. "ben seni sen olarak bu kapıdan geçirmem"
inadı, savaşmaya ve bedel ödemeye hazır birinin, o kapıyı kapıcının başına
yıkmaya çalışmasıyla da sonuçlanabilir, halbuki bu kadar büyük bir bedel ödemek
gerekmiyor, deli dumrul olmanın alemi yok. bir arada yaşamak istiyorsak
birbirimize tahammül etmeyi öğrenmeliyiz, yaşam alanımı paylaşamazsın, seni
burada istemiyorum yaklaşımı çözüm yollarını tıkar. ek olarak şunu da söylemek
gerek: köylü kadını küçümseyen bir kadının, kadın kavramı üzerinden konuşması
ikiyüzlülükten başka bir şey değil.
alatlı
uzlaşmadan bahsediyor, kadın kadına iletişimin kurallarını sanırım bilemem, ama
karşıdan bakınca çizdiği tablo "hemşire bak bi iki dakka" tutumundan
çok "saçını başını yolarım senin" tutumunu hatırlatıyor, teori
konusundaki usûl hatası bir yana, uzlaşma için bu da hatalı bir taktik.
***
kanaatimce
alatlı'nın tavrı amelle itikat arasında tutarlılık beklememekten farklı bir
tavır. amel imandan bir cüz değildir elbet. mesela namaz kılmamak imanlı
olmakla çelişmez. belki sırf bir müzik etkinliği niyetiyle kilise korosunda
oratoryo söylemek de imanla çelişmiyor diye düşünülebilir, ama burada sözkonusu
olan bu da değil. alatlı'nın tavrı itikatla itikat arasında tutarlılık
beklememek. gönülden dualarınız "allahümme ecirnâ," "namu amida
butsu" ve "in nomine patris" arasında gidip geliyorsa, burada
bir tutarlılık sorunu var demektir. soyutlamayı, özdeşliği, çelişmezliği bir
kenara bırakıp içgüdüyü izlerseniz; sabaha kadar 4444 salat-ı tefriciye
okumasına bakıp teorik olarak varlığına inanmıyor olmasını bekleyeceğiniz bir
karakoncolostan medet umarak horoz kesen kocakarının zihinsel işlem zeminine
düşersiniz.
rejimin şer'î
olup olmamasının fark edeceği durumlar tasavvur edilebilir aslında. sadece
bireylerle ilgili bir konuda "herkes bildiğini yapsın" demek kolay.
ama herkesle birden ilgili bir seçim yapılması gerekiyorsa, bütün bireylerin
istediğini yapamayacağı bir standart gerekiyorsa ve bir seçim yapılıyorsa,
genel çerçeveyi hangi teorik zemine oturttuğunuz önem kazanıyor. dinin ilgi
alanının bireysel konularla sınırlı kalmasının ve toplumla veya devletle ilgili
konularla çakışmamasının varsayılması hatalı. bireye ait alanı azamiye
çıkardığımız ve topluma veya devlete ait alanı asgariye indirdiğimiz zaman bile
bu böyle.
***
kurallı çalışmak
ve disiplinin kadına uymadığı gibi bir iddiam yok. "kadının yeri
evidir" cümlesi, "kadının evin dışında yeri olmamalıdır"
anlamındaysa, hayır öyle düşünmüyorum. kapitalizmin değil, modernitenin
kadınları erkekleştirdiğini düşünüyorum. bir kadının kariyer yapması bir
erkeğin kariyer yapmasından farklı değildir ve kariyer yapmak kadının
kadınlığına engel teşkil etmez. bu ortak alan. ama bir kadının ortak alana
kilitlenmesi, onun kadın olmasından kaynaklanan farklılığını gözardı etmesine
yol açıyorsa, burada kadının erkekleşmesinden söz edebiliriz. bir kadının bir erkekten
farkları nelerdir diye tam ve hatasız bir döküm yapma gayreti gütmeksizin,
şöyle örnekleyebiliriz: yeni kadın eğer çocuk bakmak, bir evi yuvaya çevirmek
ve yaşanır halde tutmak gibi kavramlara hayatında yer vermiyorsa, hatta bunları
küçümsüyorsa, şefkat gösteren biri olmak vasfından uzaklaşmışsa, kadın olmaktan
çıktığını düşünebiliriz. neyse ki yeni dünya, kadınları pek o kadar da
erkekleştiremiyor. burada alatlı'nın yeni kadın dediği tiple erkekleşmiş kadın
arasında doğrudan bir bağlantı kurmadığıma da dikkat çekmek isterim. çok güzel
kaneviçe işleyebilen bir ceo, neden olmasın? aile kavramı için biraz daha
esneklik için şartsa, sürdüğüm keyiften fedakarlık etmeye razıyım. kapitalizm
ne üretmek için neyi tüketiyor, onu da başka zaman tartışırız belki.
***
başörtüsü konusu
veya başka konular üzerinden, toplum düzeni ve bunun arkasındaki fikirler
konusunu tartıştığımızda, aslında üzerinde durduğumuz sorun "pandora'nın
değirmeninin suyu nereden geliyor" sorunu. yurtta ve dünyada olup bitenler
kukla tiyatrosuna benziyor çoğu zaman, canbaza bak hikayesi hiç bitmiyor. bu
sirk burada oldukça bitmeyecek de. birileri hangi yapıyı kullanarak canbazı ipe
çıkarabiliyorlar, konumuz bu. ne yapalım, siz söyleyin. kukla olmayan bir parti
kursak sorunu çözebilir miyiz? yoksa silahlı bir tugay mı gerekiyor bize? acep
il'in, akılsız beyleri yerinden indirip iktidarı bilge beylere teslim
edebileceği bir düzen nasıl kurulur diye kafa yorsak, faydası yok mu?
***
bu arada
"inançlarınız ve eylemleriniz arasında mantıksal tutarlılık aramanız da
gerekli değil. sözgelimi aynı gün içinde büyücü komşuya horoz kestirtip kurşun
döktürtmek, camiye gidip cemaatle namaza katılmak ve kilise ayininde koroyla
birlikte ilahi söylemek çelişik tavırlar değil" demişim, böyle ifade edince
söylediğimden, aklımdakinin anlaşılmamış olması normal. kastettiğim eylem-inanç
çelişkisi, inancı eyleme dönüştürmemek değil de, eyleminizin inandığınızın
zıddına da inanıyormuşsunuz gibi bir eylem olması. sözgelimi bir katolik namaz
kılsa ve bundan sevap umsa çelişkili olmaz mı? hz. peygamber'e inanmadan
namaz-sevap denklemi kuramazsınız, hz. peygamber'e inanıyorsanız teslise
inanamazsınız. bundan bahsediyordum.
4 yorum:
[1]
bu yazıyı okuyanlar, haklı olarak alatlı hanımın yazısını soruyorlar. yazı şudur efendim:
http://www.alevalatli.com.tr/makale.asp?s=detay&ID=179
22.02.2008
İçerden mırıldanmalar (Olay yazı!)
"İÇERDEN MIRILDANMALAR" Gözlemlediğim odur ki, korkutan tülbent değil, türban. Niye, çünkü, derin belleğimizdeki hayırhah kadının uzantısı tülbent. Döner yara sarar, döner kırık kol bağlar, döner sancılı başı sıkar, döner yoğurt süzer, döner hamur teknesini örter, döner bebeyi haşerattan korur, hastanın terini siler, yavukluya armağan olur, hasreti iyileştirir. Nurani yüzleri çevrelerken anılır; sabun kokusu, kekik ıtırı, kadın şefkati, ana kucağı çağrıştırır. Türban öyle değil. Çünkü, türban, İslâmi tesettüre ilişkin en katı (dilerseniz, en erkeksi) yorumun benimsendiğinin ilânı hüviyetindedir; ve dolayısıyla, kadına ilişkin tüm diğer yorum ve kuralların da kabullenildiğini ima eder. Bunların arasında kötülük, fitne ve uğursuzluk kaynağı olmamızdan başka, dinen ve aklen dûn (eksik) yaratıldığımız, namazı bozan köpekler ve eşeklerle bir tutulduğumuz şeklinde, eşrefi mahlûkat olmaktan gelen haysiyetimizi rencide eden yorumlar vardır. Türban, bu yorumların zımnen kabulü olarak görüldüğü için korkutur. Kadın/ana koşulsuz sevginin simgesidir. Toplumun, yasaların, hatta kutsal kitapların dayatmalarına rağmen doğurduklarından vazgeçmeyen, terörist torunundan da, eşcinsel oğlundan da, konsomatrist kızından da kopmayandır. Hiç bir ideolojinin yada toplumsal kurgunun ya da inancın selâmeti anayı çocuklarını feda etmeye iknaya yetmezken, kadın, pederşahi kuralların inşa ettiği dünyanın iflâh olmaz muhalifi olarak tebarüz eder. Bu iflâh olmaz muhalif, yeri geldiğinde tüm kuralları çiğneyecek, oğlan ya da kız, suçları ne olursa olsun, doğurduklarının esenliğini sağlamaya çalışacaktır. “Ağlarsa ana ağlar gerisi yalan ağlar” olgusu, kadın unsurunun beşere sunduğu eşsiz sığınağı minnetle ulularken; kadının kendisi yeryüzünde gözlenen tüm karışıklıkların (fitnenin) müsebbibi olarak takdim edilir, dünya kurulalı beri.
Hint’in kutsal metinlerinde, “doğuştan düşüncesiz ve hilekârdır” kadın. “İman yolunda bir engel, salâh yolunda bir bariyer, uygulamada bir büyücü, iğrenç arzuları temsil eden” bir aşifte.(1) Buda, öğretisini sulandıracakları için kadınların rahibe olmalarına karşıdır. Ortodoks Yahudi erkeklerinin sabah dualarından biri, “Beni bir kadın olarak yaratmayan Kâinatın Yaratıcısı Efendimize hamdolsun.” Adem’i mennu meyveyi yemeğe ikna ederek, insanlığın cennetten kovulmasına neden olan Havva ile ilişkilendirilmiyor olmasına şükretmektedir. Hıristiyan geleneğinin başat bileşeni, kadının kötülük, ayartma ve günahla özdeşleştirilmesidir. Erkek, ruhani, akla yatkın ve tanrısal olan İsa’nın alanının temsilcisi sayılırken, kadın, Sezar’ın ten ve madde dünyasıyla bütünleştirilir. Hayrın ve şerrin, cinslerdeki karşılıkları erkek ve kadın olarak belirlenirken, yeryüzüne kötülük bulaştırdıkları gerekçesiyle kadınlardan topluca tövbe edip, günahlarını affettirmeleri talep edilir. İsevi öğretiyi kaleme alan Aziz Paulos, memnu meyva olayında “aldanarak suça düşen” kadının susup, erkeğe tabi olması gerektiğini bildirir: “Kadın tam tabiiyetle sessizce öğrensin. Fakat kadının öğretmesine, ve erkeğe hâkim olmasına izin vermem...”(2) Hıristiyan kadınların günahlarının bağışlanması, cinsiyetlerinin dayattığı rolü canı gönülden kabullenip çocuk doğurmaları, cinselliklerini kontrol altında tutmaları, erkeğe tabi olmalarına bağlıdır. İslam’da, “Ümmetim için kadın fitnesinden daha büyük bir fitne kaldığını bilmiyorum” mealindeki cümlenin Hazreti Muhammed’e ait olduğu bildirilir. “Allahım bizi kadınların şerrinden, fitnesinden ve onlarla imtihan olup kaybetmekten koru” mealindeki duanın(3) varlığı, semavi dinlerin ortak tutumlarının yansıması olarak belirir.
[2]
Öte yandan, 1900’lü yılların başlarına kadar medeni dünyanın hemen her ülkesinde bir eş, kocasının gölgesi, uzantısı, parçası olan kadın, dünyayı saran değişimden nasibini alacaktır. “Yeni kadın” erkeğin bir refleksinden ibaret olmayı kabullenmeyen, yardımcı oyuncu rolünü reddeden, kendisine ait bir içdünyasına sahip, coşkulu, bağımsız, özgüven sahibi, yaşamını bir başına sürdürmeyi göze alabilen kadındır. Bu kadın, modernleşen toplumların her basamağında rastlanabilecek birisidir. Sabahın kör karanlığında işçi mahallelerinden fabrikalara akan solgun kalabalığın arasında da görülebilir, mutevazı bir tezgâhın arkasında da, laboratuvarda da, devlet arşivinde de, hastane koğuşunda da. Aşkları çok başarılı evliliklerle sonuçlanan, el değmemiş “iyi” kızlar değillerdir bunlar. Kocalarının ihanetlerine katlanan evli kadınlardan olmadıkları gibi, intikamlarını zina yaparak almaya kalkışanlardan da değillerdir. Ne mutsuz bir aşk hikâyesinin yasını tutan yaşlı bakire, ne de bir aşifte; yeni kadın, yoksulluğa ya da mesleksizliğe kurban gitmeyi reddeden, hayattan özgün talepleri olan, ömrünü ailenin, sülâlenin hizmetinde tüketmeyi reddeden, hemcinsinin haklarını savunan kadın.
Yeni kadın, erkeğin ne gönlüne ne de aklına hitap eder. Erkek cinsinin en duyarlı zümresi iken şairler, yeni kadını ne görürler, ne duyarlar, ne anlarlar, ne de ayırt ederler. Kendilerini geliştirmeye adanmış, yeni yollar, yeni renkler, yeni dünyalar keşfetmeye çalışan yazarlar, yeni kadının yanından geçip giderler. Edebiyat, ihanete uğramış, terk edilmiş, acı çeken kadınlar, intikamcı zevceler, büyüleyici aşifteler ya da iradesiz, renksiz, sade, şirin kızlar üretmeyi sürdürür. Romancıların muhayyeleleri de sanki kadının geleneksel görüntüsünden başkasını algılamaya müsait değildir. Değişimi idrak edemedikleri gibi, belleklerine de kaydedemezler. Yeni kadının hekimlikten yargıçlığa, sanayicilikten mühendisliğe, müzikten edebiyata, tiyatrodan öğretmenliğe kadar hemen her çağdaş uğraşta rastlanan muhteşem örneklerine gelince, onlar istisna sayılır; olağandışı psikolojik fenomenler olarak tanımlanıp, uzak durulur. Yaşı ne olursa olsun, erkeğin kanatlarının altında olmayan kadın, ana muamelesi görür. Özetle, kadının ne olup olmadığı erkekler tarafından kadınlar üzerinden tartışılan bir süreç olmaya devam eder; günümüzde türban meselesinde gördüğümüz gibi.
[3]
Oysa, cinsellik, yeni kadının kimliğini oluşturan onlarca bileşenden sadece birisidir; meğer ki, yaptırımların kurbanı olsun, asla belirleyeci olanı değil. Keza, doğurma eylemi, kadın hüviyetindeki ömrünün sancılı bir safhasından ibarettir, bütününü şekillendiren bir fenomen değil. Doğum yapmış, yani, kadın olmaktan ana olmaya terfi ettirilmiş olmak, yeni kadın tarafından cinsine atfedilegelen fıtrî kötülüklerden arındırıldığı gösteren bir ibraname olarak da önemsenmez. Yeni kadın, evlâd sahibi olmanın hormonlarının desteğindeki koruma içgüdüsünü körükleyeceğini, doğurduklarını yaşatabilmek için elinden geleni ardına koymayacağı ruh halinin “fitne potansiyeli”ni de güçlendirebileceğinin bilincindedir. Kediler ana olmasın derler, doğrudur; en narinimiz bile tırnaklarını çıkaracak, aslan kesilecektir. Bu çerçevede, “haram helâl ver Allahım/çoluk çocuk yer Allahım” yakarışının bir kadın duası olduğunu hatırlatayım. Tekvin ve Kur’an’da yer alan İsmail kıssasında biricik oğlunu kurban etmeyi düşünebilenin çocuğun anası değil, babası olmuş olması, yeni kadının gözünde erkeklerin çocuklarına ilişkin eğreti tutumlarının teyidi mahiyetindedir; erkeklerden oluşan hakim sınıfının hükümranlığını yasallaştıran çağların pederşahi toplum sistemlerinde oğullarını esirgeme çabası içindeki anaların feryadlarının şeytanın iğvaları olarak yorumlanmasını da ciddiye almayacaktır. Yeni kadının tecrübesi, yeryüzündeki yaşamın somutta ispatlanan aşkla ayakta kaldığı şeklindedir, yasalarla değil. Cinselliğin iletişimle mümkün olduğu şeklindedir, şiddetle değil. İmanın akılla güçlendiği şeklindedir, dayatmayla değil. Ruhaniyatın saygı ile beslendiğidir, seçkinci ayırımcılıkla değil. Erkeklere nasip olmamış gibi duran işbu tecrübe, fitne vb. suçlamalara karşın kadınların/anaların yasaların dışında ve üstündeki konumlarına ısrarla sahip çıkmalarını öğütleyen kadınlık bilgisidir. Gerektiğinde baş örten, gerektiğinde yara saran tülbent, kadınlara mahsus bilginin kadim nakil aracı olarak görülür. Bu bağlamda, türban, kadınlık bilgisinin bastırılması, diğer bir deyişle, kadının kadına ihanetinin dışavurumu olarak algılanabildiği için korkutur. Türk toplumun eriştiği tarihinin bu noktasında, yargıç kürsüsündeki yerini dişiyle tırnağıyla elde etmiş yeni kadın, tanık mahallindeki hemcinsinin şahitliğini irade ve akıl bakımından erkeklerden daha zayıf olduğu gerekçesiyle reddetmeyi aklından bile geçirmezken, dünya ve kâinat görüşünü türbanı aracılığıyla ilân eden kadın yargıcın vereceği hüküm, erkek cinsi lehine cinsiyet ayırımı yapacağının peşinen kabulü demek olacağı için korkutur. Benzeri korkular tıptan sahne sanatlarına, öğretmenlikten turizme kadar hemen her uğraş dalında nüksedebilecek; yalnız seyahat edememekten yönetici kadrolarından uzak durmaya varıncaya kadar çok sayıda olası yasaklar gündemde kalmaya ve ürkütmeye devam edeceklerdir.Bana sorarsanız, türban sorunu işbu “kadının kadına ihaneti” olarak ifade ettiğim açmazda düğümlenmektedir. Bir kısmımız türbanı egemen erkeklerle kadınlar aleyhine yapılan bir ittifak olarak değerlendirirken, diğer bir kısmımız yasakçılarla birlikte hareket etmek suretiyle kendilerine tekâmül yollarını kapayan hemcinslerinin ihaneti olarak görebilmektedirler. Her halûkârda, konu üzerinde tartışacak, uzlaşma zemini arayacak, meseleyi çözüme ulaştırmaya çalışacak olan kadınlardır; kadınlar üzerinden ahkâm kesen muhalif ya da muvafık erkekler değil. Bu aşamada gerçek tehlike arzeden bir şey varsa, o da tarafların içtenlikle konuşacakları yerde birbirlerini basmakalıp sıfatlarla takdim ve itham etmeyi sürdürmeleri olsa gerek. Rahmetli Meriç’ten mülhem bir ifadeyle, kavga, kadın ile kaderi arasında olmalıdır, kadın ile kelimeler arasında değil. (1)Devi Bhagaveta (1.5.83)(2) Yeni Ahit, 1.Timoteosa.(3) ”Allahümme ecirna min şerri’n-nisa...”
Yorum Gönder