Birkaç gün önce bir arkadaşım, bir sosyal paylaşım
sitesinde bir video paylaştı. Video 90’lı yıllarda gösteri yapan ve polis
gadrine uğrayan başörtülü kızları gösteriyordu. Videonun altına yazılan
yorumlar hararetli bir tartışmaya dönüştü: karşıt görüşte olduğu anlaşılan bazı
kişiler, tasvir edilen zulmün ortadan kalkmadığını, belirli kesimlere yönelik
olarak hâlâ devam ettiğini, fakat başörtülüleri savunanların durumu görmezden
gelerek çifte standart uyguladığını ifade ettiler. Karşılıklı atışmalar oldu ve
her zamanki gibi konu bir yere bağlanamadan kapandı. Video ve altında cereyan
eden tartışma, üzerinde düşünmeye değer bazı hususları hatırlatıyordu.
Hadisenin birinci kısmı, farklı fikir kamplarına mensup
kişiler arasındaki iletişim meselesiyle alakalı. Zaman zaman diyalog
yaşanıyormuş gibi görünüyor, fakat aslında çoğu zaman vuku bulan “karşılıklı
monolog” tavrından ibaret. İnsanlar farklı algı evrenlerinde yaşıyorlar, bazen
birileri ruh çağırma seanslarındaki gibi, başka bir alemden gelen bir hologram
tarzında zuhur ediyor, zinhar söylediklerinizi işitmiyor, ezberini okuyor ve
ortadan kayboluyor. Bu insanlara ulaşabilmek için onların dilini kullanmaya
çalıştığınızda ise, mesele daha da karmaşık bir hal alıyor. Hadisenin diğer
kısmı da “ödünç” dil kullanmaya alışanların, zamanla kendi dillerini unutmaya
başlamasıyla alakalı.
Konunun içinden çıkabilmek için gereken ilk basamağın,
ortada ortak bir zemin olmadığı konusunda mutabakat sağlamak olduğunu
düşünüyorum. Her dünya görüşü farklı noktalardan hareket ediyor, farklı bir dil
kullanıyor ve farklı dünya görüşlerinin hepsini birden temsil eden bir evrensel
ortak zemin yok. Karşınızdakiler, kendi zeminlerini evrensel saydıkları için,
sizin de buna uymak mecburiyetinde olduğunuzu düşünüyor ve sizi kendi
sistemlerine göre yargılıyor. Halbuki hiçbir sistem, bir diğerinin gereklerini
yerine getirmek ve tasvibini sağlamak zorunda değil. Bir paradigma ancak kendi
içinde ve kendi diliyle anlaşılabilir, başka bir paradigmanın diline tercüme
ederek anlayamazsınız, ancak yargılayabilirsiniz. Karşınızdakiler dilinizi
bilmiyorlar ve sizi anlamaları gibi bir ihtimal yok, onların kendi değerlerine
göre sizin hakkınızda verdikleri hükmün ise sizin açınızdan bir bağlayıcılığı
yok. Sizi kendi mahkemelerinde fertler veya gruplar halinde yargılarken,
evrensel kanunlara bağlı olması gereken, ama bunları ihlal eden kişiler olarak
yargılıyorlar, kendi kanunları olan ayrı bir cenah olarak görmüyorlar,
dolayısıyla sizi bir mânâda yok saymış oluyorlar. Aşılamaz gibi görünen sınır
bu noktada duruyor, herhangi bir mutabakat için önce ortada taraflar olması
icap eder, lakin yok farz edildiğiniz için kendinizi bir taraf olarak ifade
etme imkanınız kalmıyor ve asgari müşterekler belirlemek üzere yapılabilecek bir
müzakarenin de yolu tıkanmış oluyor. Gerçek bir ortaklığı sağlayabilmenin ilk
adımı, hayali bir ortaklık anlayışına dayanan epistemik dayatmadan vazgeçmek.
Başkalarına ulaşabilmek için, onların dilini kullanmak, meramını diğer bir dile
tercüme ederek aktarmaya çalışmak, sözkonusu hayali ortaklık algısını
pekiştirmekten ve karşınızdakilere sizi kendi değerleriyle yargılamak konusunda
daha fazla cüret kazandırmak dışında bir işe yaramıyor. Üstelik bahsettiğimiz
gibi, neticede kendi dilinizi de kaybetmeye başlıyorsunuz, “davayı” kaybetmekle
kalmıyor, “davanızı” da kaybediyorsunuz.
Somut bir misal olarak, başörtüsü yasağına karşı çıkmakla
alakalı bir hareket, “özgürlük” mefhumuna dayandırılabilir mi diye bir sual
ortaya atabiliriz. Eşyada aslolan ibahedir düsturuna binaen, bilhassa
yasaklanmamış her şeyin serbest olmasını savunabiliriz, peki bu tarz bir
“serbestlik” anlayışı özgürlük mefhumuyla örtüşür mü? Özgürlük hümanist dünya
görüşünün bir kavramı, dolayısıyla hareket noktası itibariyle benimsenebilecek bir
kavram değil. Hümanizm insanın ötesinde, insanın hareketlerini
düzenleyebilecek, doğru ve yanlışın ne olduğunu insana bildirebilecek bir
varlığın bulunması fikrini gözardı eden bir sistem. Ölçülerini “yaratıcı”
tarafından vahyedilen bir mesajdan alan bir dünya görüşü ile daha ilk adımda
çelişiyor. Özgürlük kavramını, taşıdığı ideolojik yükü gözardı ederek
kullanamazsınız. Size göre serbest olması gerekmeyen pek çok şey, başkaları
için özgür bırakılması gereken şeyler olabilir. İddianızı bu kavrama dayandıracaksanız,
dikkatli bir dil kullanmanız lazım, “biz özgürlüğe inanmasak da, sizin bizi
içinde yaşamaya zorladığınız düzen, özgürlük prensibini kabul ediyor ve siz
sözkonusu dayatmalarınızla, kendinizle çelişiyorsunuz; kendi inancınızın gereği
olarak bu dayatmalardan vazgeçmeniz gerekir” diyebilirsiniz, fakat nereden
gelip nereye gittiğini düşünmeden, özgürlük kavramını benimsemeye başlarsanız,
başörtüsü ile yaşama imkanından bile öncelikli başka şeyleri kaybetme ihtimali
ufukta belirmiş olur.
Yine bir misal olarak, birkaç sene önce vuku bulan bir
hadiseyle alakalı olarak gösterilen taraftarlık ve karşıtlık tepkilerini ele
alabiliriz. Muhtemelen herkes hatırlayacaktır, hayli yaşlı bir “amcanın” çok
küçük yaşta bir kızı taaddüt-i zevcat suretiyle nikahlaması üzerine epey bir
tartışma yaşanmıştı. Yaşlı zat, hasbelkader “muhafazakar” cenahı temsil
iddiasında bulunan bir yazardı ve yazdığı mevkuteden bazı kişiler bu şahsı
destekler vaziyet almışlardı. Buna mukabil, “muhafazakar” cenahtan bir çok kişi
ve bilhassa hanımlar, “muhafazakarlığa” karşı çıkan pek çok kişiyle birlikte
şahsı ciddi bir eleştiri yağmuruna tutmuştu. Peki sayıca tarafları birbirine
denk olmasa da, aynı cenahı ikiye bölen bu ihtilafta kim haklıydı? Görebildiğim
kadarıyla iki taraf da haklı değildi, şahsın savunulacak tarafı yoktu ve
savunanlar elbette haksızdı, ama eleştirenler de hatalı bir noktada
duruyorlardı. Eleştirilerin dayandığı esas argüman, kızın yaşıyla alakalıydı:
kız 14 yaşındaydı, yani “çocuk” idi ve iddiaya göre pedofili tabir olunan
sapıklık icra edilmiş bulunmaktaydı. Bir kere, aslında konumuzla çok da alakası
olmamakla beraber, DSM IV-TR adlı psikiyatrik hastalıklar teşhis rehberinde,
pedofili için belirtilen üst yaş sınırı 13, yani “teknik olarak” ortada
pedofili olarak vasıflandırılabilecek bir durum yoktu. Diğer taraftan, yine
konumuzla çok alakası olmasa da, gerçekten pedofili olup olmadığı hususunda bir
kanaat edinebilmek için, şahısla psikiyatrik bir görüşme yaparak, kızı “çocuk”
olarak algıladığı için mi tercih ettiğini, yoksa “genç bir kadın” gibi mi
algıladığını anlamak gerekiyordu. Her halükarda, 7-8 yaşlarında bir çocuğu
parktan kaçırıp tecavüz etmekle, 14 yaşında “baliğa” biriyle izdivaç etmek
arasında bir fark olduğu aşikardı. Böyle bir fark sözkonusu edilince, şahsın
eleştirilebilecek tarafı kalmamış mı oluyordu? Hayır. Çok ciddi noktalar vardı,
fakat görebildiğim kadarıyla hiçbiri gündeme gelmedi. Şahsı eleştirenler
“pedofili” kavramına dört elle sarıldılar ve bunu yaparken, aslında kendi
zeminlerinin altını oyduklarının, başkalarının değirmenine su taşıdıklarının
farkına varmadılar. Aslen İslam karşıtı olan ve hadiseyi de çamur atmak için
vesile bilen birçok kişi, İslam fıkhında baliğ ve baliğa kişilerin
evlenebilmesine dair hüküm bulunduğundan hareketle, “pedofili = 14, 14 = İslam;
o halde pedofili = İslam” gibi bir kıyas yürüttüler. “Muhafazakarlar” arasında
şahsı savunanlar, İslam fıkhını savunmak gibi bir saikle, şahsın hatasını da
savunurken, İslam karşıtlarıyla aynı argümanla şahsı eleştirenler de, İslam
karşıtlarının kalabalığını sayıca arttırmak durumuna düştüklerini fark
etmediler. Halbuki herkesi doğru suçla yargılamak gerekiyordu, iki farklı suçun
cezası aynı olsa bile, hüküm doğru verilmeliydi. Peki neydi, bilcümle
“muhafazakar” kanadın gözden kaçırdığı hususlar? Birincisi taaddüt-i zevcat ile
alakalı ruhsatı kullanacak kişinin, eşleri arasında adaleti gözetmesi gerekir.
Halbuki bunun kanunen yasak olduğu bir yerde, eşlerden sadece biri kanuni
statüye sahip olabilirken, diğeri veya diğerleri “kaçak” durumunda kalacaktır,
bu durumda adaletten bahsetmek zordur. İkincisi nikahta kefaet şartı aranır,
kefaetin muhtevası örfe göre belirlenir ve kamu vicdanında galeyan uyandıran
bir izdivaçta kefaet olduğunu söylemek de zordur. Diğer bir husus, ebeveynini
ikna ederek, bir kişiyi zorla nikahlamak ne derecede ahlakî bir tavırdır,
sorgulanabilir. Baliğ ve baliğa kişilerin nikahlanmasıyla alakalı serbestlik,
sözkonusu toplumda, erken yaşta evlenmenin mahzurları sözkonusuysa,
daraltılabilir mi, bu hususta fıkıhçılara danışılması icap ederdi, lakin böyle
bir tartışmaya da rastlamadım. Kızın yaşının çok küçük olması yanında, şahsın
da çok yaşlı olması, meselenin ciddiyetini arttıran bir noktaydı, sadece kızın
yaşına odaklanılmakla bu da gözden kaçırılmış oldu. Faraza, 14 yaşında bir kız,
16 yaşında biriyle nikahlanmış olsaydı, insanlar aynı mertebede rahatsız
olmayacaklardı. Hatta 14 yaşında bir kızla 16 yaşında bir erkek arasında
nikahsız beraberlik sözkonusu olsaydı, karşı çıkanlardan bir kısmı bunu
özgürlük başlığı altında savunabilirdi, en azından aynı şiddette tepki
göstermeyebilirlerdi. Uzun lafın kısası, aynı şahsı, aynı fiili eleştirenlerin
tamamının aynı noktada durması şart değil, her hadiseye kendi gözünüzle, kendi
açınızdan bakmanız gerekir, elalemin argümanlarıyla yola çıkarsanız, ya yolda
kalırsınız veya yanlış yerlere gidersiniz.
Başka bir misal, ayrımcılık mefhumu; ayrımcılığa karşı
mıyız? Olmamalıyız. Ayrımcılık, eşitlik prensibinin ihlali ve eşitlik bize ait
bir prensip değil. Biz adalete taraftarız ve bunun ihlali olan zulme karşıyız.
Ayrımcılığın somut misalleri, kendi dünya görüşümüze göre zulüm ile
örtüşüyorsa, bunlara karşı çıkmalıyız, örtüşmeyen kısımlar ise en azından bir
“ateşkes mutabakatı” kurulana kadar bizi alakadar etmez. Masada oturabilen bir
taraf olduğumuzda ise, duruma göre, bunlar hususunda başkaları ile işbirliği
yapabiliriz. Bir misal daha: “insan haklarına” inanıyor muyuz? Hayır. İnsan
hakları konsepti, “insanlar var, elbette onların hakları da var” tarzında basit
bir anlayış değil, aksine hümanizmin insan ve haklarla ilgili kabullerinin bir
ifadesi. İnsan derken hümanizmin kastettiği şeyi anlamıyoruz, bize göre bir
insan her şeyden önce bir kuldur ve hak dediğimizde de hümanizmin
kastettiğinden bahsetmiyoruz, bize göre hak mefhumu “Hakk” ile alakası olan bir
mefhumdur. Diğer taraftan muhtevası itibariyle, insan hakları konsepti, çok
kültürlü bir toplumda, asgari müşterek olarak uygulamaya konabilir bir yapı arz
ediyor ve masaya oturulduğu zaman ortak bir çerçeve olarak kullanılabilir.
Zulme uğrayan ve bize mensup olmayan kişiler karşısında
tavrımız ne olmalı? Gerçekten “zulme” uğramışlarsa, başka bir şart aramadan, bu
kişilerin yanında olmamız icap eder. Ortada tanımlanmış bir suç ve belirlenmiş
bir ceza varsa ve kişiler belirlenmiş olan cezadan fazlasına maruz
kalıyorlarsa, bu bir zulümdür. Faraza, idamı gerektiren bir suç işlemiş bir
kişiye, bu idam cezasına ilave olarak bir fiske bile vurulsa, bu haddin
aşılması mânâsına gelir ve zulüm olur. Görüldüğü gibi, haksız kişilere karşı
bile zulüm işleniyor olabilir ve bu kişilerin haksız olmaları, zulme karşı
çıkmaya engel değildir. Ancak bunun tersi de doğru, ortada bir zulüm olması,
tek başına, zulme uğrayan kişilerin haklı mı haksız mı olduklarına dair bir
bilgi vermez. Halbuki biz ekseriyetle “ya herru ya merru” kafasıyla gittiğimiz
için, bu iki hususu ayırmaktan geri kalıyoruz: ya haksızlığa karşı çıkmak
saikiyle zulmü göz ardı ediyoruz, veya haksız kişilere uygulanan zulmü
algılayamıyoruz, yahut zulme karşı çıkarken, haksızlığa da prim vermek durumuna
düşüyoruz. Bu tarz konularda başkalarıyla iletişim halinde iken, bir taraftan
da net bir tavır sürdürebilmek için, farklı dünya görüşlerine ait farklı
düşünce dilleri ile alakalı hususların şuurunda olmamız gerekir. Bu noktada
kısaca temas etmek gereken bir husus da, doğru söylemek ile haklı olmak
arasındaki farkın idrak edilmesi. Bir bakımdan doğru olan bir şeyin, her
bakımdan doğru olması zaruri değildir. Yanlışların arasındaki doğruyu yanlış
saymaktan da, doğruyu esas alıp çevresindeki yanlışları görmezden gelmekten de
sakınmak gerekir. Mesela, polisin nisbetsiz kuvvet kullandığını söyleyenler
doğru söylüyorlar, fakat bu arada “gadre uğrayan” tarafın attığı molotof
kokteylinden hiç bahsetmiyorlar. Söylediklerinin doğru olması, haklı oldukları
mânâsına gelmez. Polisin ortalığı biber gazına boğması, ne taş, sopa ve molotof
kokteyli ile uygulanan şiddeti meşru kılar, ne de protestonun haklı bir
gerekçeye dayanıp dayanmadığına dair bir bilgi verir. Böyle bir durumda, polis
şiddetini, eylemcilerin şiddetini ve protesto edilen konuyu ayrı ayrı
değerlendirebilmek gerekir. Aynı kişileri hem polis şiddetine karşı
savunabilir, hem de başka hususlarda eleştirebilirsiniz. Lakin “taraf seçmek”
gibi bir mantıkla hareket ediyorsanız, bunu yapamazsınız.
Türkiye’de bir şeylere taraf olmak veya olmamak gibi bir
konudan bahsederken, net bir fikire kavuşabilmek için; devlet, rejim ve sistem
mefhumlarını birbirinden ayrı mütalaa edebilmek şarttır. Devlet dediğimiz zaman
bin senedir devam eden ve bu ülkede yaşayan insanların hayatta kalma
mücadelesini temsil eden bir şeyden bahsediyoruz. Devlet somut rejimden ibaret
değil, aksine mevcut tek devlet, müteaddit defalar rejim değiştirdi. Rejime
karşı veya taraftar olmakla, devlete karşı veya taraftar olmak birbirinden
farklı şeyler. Sistem ise rejimin uygulama tarzı, aynı rejim içinde
yürütülebilecek farklı zihniyetlerden biri. Son yüz sene zarfında hakim olan
zihniyet, çoğunluğa karşı bir azınlığın hakimiyetini sürdürmek esasına göre
şekillendiği için, strateji olarak her tür kesime baskı uygulamayı ve bu
kesimleri birbirine düşürerek, birbirlerine karşı baskı uygulatmayı benimsedi.
Yeri geldikçe, hem Türkçülere, hem İslamcılara, hem Sosyalistlere tazyikte
bulundu, her tür etnik kökenin mensuplarına, her inanç grubuna dönem dönem
zulmetti. Farklı noktalardan geçen çizgilerle, birbirleriyle kısmen örtüşen,
kısmen de çelişen farklı azınlık ve çoğunluk grupları meydana getirildi.
Gruplar arasındaki ihtilaflar körüklendi, insanlar birbirlerinin sinir uçlarına
dokunmayı bir vazife gibi benimsedi. Şiddet körüklendi ve uzayıp giden kan
davaları, sınırları derinleştirdi, uçurumlara çevirdi. Böylece bir gün bir
baskı grubunun zulmüne maruz kalan bir grubun mensuplarının, başka bir gün
başka bir gruba karşı uygulanan zulme destek verebilmesi vakay-ı adiyeden oldu.
Hiçbir grup tek başına mutlak çoğunluğu sağlayacak bir bütünlüğe erişemedi ve
dengeler fazla değişmeden, tabloda kayda değer bir farklılık meydana gelmeden
bugüne gelindi. Zulmü tamamen ortadan kaldırabilmenin yolu, uçurumları
köprüleyerek zulmün merkezini azınlık haline getirmekten geçiyor, ama
birbirimize güvenmediğimiz için bunu yapamıyoruz. Rejim konusundaki
ihtilafların kısa ve orta vadede çözülebileceğine dair bir işaret görünmese de,
devlete taraftar ve fakat sisteme karşı bir cephe kurulabilir. Bunu yapabilmek
için de ilk şart uygun bir iletişim sisteminin oluşturulması.
Hulasa edecek olursak, “hep beraber” bir şeyler yapabilmek
istiyorsak, önce karşılıklı konuşmanın yolunu bulmamız gerekiyor. Bunun için
de, “hep beraber” olmanın, tek bir taraf olmak mânâsına gelmediğini anlamamız
şart. Aksine, zaman zaman birleşseler de, zaman zaman çelişebilecek çeşitli
taraflar mevcut. Başkasının derdi, sizin kendi fikrinize göre de dert ise,
herhangi bir kayıt aramaksınız onları savunabilirsiniz. Değilse, oturup ne
yapacağınızı konuşursunuz.
İletişim konusunun çok da felsefî bir yönü olmayan
kısımları da mevcut. Mesela “niyet okumak” ekseriyetle iletişimi baltalayan bir
tavır, mümkün mertebe sakınmak gerek. “Ben böyle düşünüyorum” diyenlere, “hayır
sen aslında öyle düşünmüyorsun” dediğinizde, onu karşınızda bir müzakerenin
tarafı olarak oturur halde görmeniz çok zor, bir bakıma varlığını, fikirlerini
hiçe saymış oluyorsunuz. Keza asgari nezaket de konunun olmazsa olmaz bir
tarafı. Birilerini “ucube” olarak görüyor olabilirsiniz, onlar da sizi ve
başkalarını “ucube” olarak görüyor olabilir, ama oturup konuşacaksanız, her
aklınızdan geçeni her yerde söylememeniz yerinde olur.
İnsanlar paylaşılan videoda acı ve çaresizlik görüyorlar,
ancak göze pek batmayan bir husus da, çaresizliğe eşlik eden donanımsızlık.
Soldan “aşırma” sloganlarla mücadele etmeye çalışmak, protestoda bulunmak o gün
için anlaşılabilir bir şey olsa da, bu kadar sene sonra devam etmiyor olması
gereken bir şey. O zamandan bugüne kadar, durumda ilerleme kaydedilebildi mi,
yoksa geri mi gidildi; kendimizi ifade etmeye çalışırken, farkında olmadan,
aslında benimsemiyor olmamız gereken fikirlerin etkisinde mi kaldık, oturup
düşünmek gerekiyor. Yorum yapanlardan biri “tesettürler ne kadar değişmiş”
dedi, sadece tesettür (?) modası (!?) mı değişen, yoksa “mücahitler” dünya
gailesine dalıp, “7 hilalli lüks” tüketime dadanıp “müteahhit” olurken, hep
beraber duruşumuz mu değişti, hayat tarzımızdaki değişme, değer yargılarımızı
da mı değiştirdi? Neden “başörtüsü” ile sembolleşen mücadelenin “kazanımları”
arasında her şey var da, başörtüsü yok? Eskiden dertliydik de, şimdi derdimizi
mi kaybettik yoksa? Eskiden “ehlidünya” diye bir kelime vardı, eski nesilden bu
kelimeyi hatırlayan kaldı mı, yeni nesilden bu kelimeyi bilen var mı? Kendi
kelimelerimizi unutup, başkalarının dümen suyuna girdiğimiz için mi, insanlar
kendi kelimeleri üzerinden bize bu kadar kolay hesap sormaya kalkabiliyorlar?
Oturup ciddi bir şekilde, hatta belki de “kara kara” düşünmenin vakti geldi de
geçiyor bile.