27 Şubat 2013 Çarşamba

Bir Videonun Düşündürdükleri


Birkaç gün önce bir arkadaşım, bir sosyal paylaşım sitesinde bir video paylaştı. Video 90’lı yıllarda gösteri yapan ve polis gadrine uğrayan başörtülü kızları gösteriyordu. Videonun altına yazılan yorumlar hararetli bir tartışmaya dönüştü: karşıt görüşte olduğu anlaşılan bazı kişiler, tasvir edilen zulmün ortadan kalkmadığını, belirli kesimlere yönelik olarak hâlâ devam ettiğini, fakat başörtülüleri savunanların durumu görmezden gelerek çifte standart uyguladığını ifade ettiler. Karşılıklı atışmalar oldu ve her zamanki gibi konu bir yere bağlanamadan kapandı. Video ve altında cereyan eden tartışma, üzerinde düşünmeye değer bazı hususları hatırlatıyordu.

Hadisenin birinci kısmı, farklı fikir kamplarına mensup kişiler arasındaki iletişim meselesiyle alakalı. Zaman zaman diyalog yaşanıyormuş gibi görünüyor, fakat aslında çoğu zaman vuku bulan “karşılıklı monolog” tavrından ibaret. İnsanlar farklı algı evrenlerinde yaşıyorlar, bazen birileri ruh çağırma seanslarındaki gibi, başka bir alemden gelen bir hologram tarzında zuhur ediyor, zinhar söylediklerinizi işitmiyor, ezberini okuyor ve ortadan kayboluyor. Bu insanlara ulaşabilmek için onların dilini kullanmaya çalıştığınızda ise, mesele daha da karmaşık bir hal alıyor. Hadisenin diğer kısmı da “ödünç” dil kullanmaya alışanların, zamanla kendi dillerini unutmaya başlamasıyla alakalı.

Konunun içinden çıkabilmek için gereken ilk basamağın, ortada ortak bir zemin olmadığı konusunda mutabakat sağlamak olduğunu düşünüyorum. Her dünya görüşü farklı noktalardan hareket ediyor, farklı bir dil kullanıyor ve farklı dünya görüşlerinin hepsini birden temsil eden bir evrensel ortak zemin yok. Karşınızdakiler, kendi zeminlerini evrensel saydıkları için, sizin de buna uymak mecburiyetinde olduğunuzu düşünüyor ve sizi kendi sistemlerine göre yargılıyor. Halbuki hiçbir sistem, bir diğerinin gereklerini yerine getirmek ve tasvibini sağlamak zorunda değil. Bir paradigma ancak kendi içinde ve kendi diliyle anlaşılabilir, başka bir paradigmanın diline tercüme ederek anlayamazsınız, ancak yargılayabilirsiniz. Karşınızdakiler dilinizi bilmiyorlar ve sizi anlamaları gibi bir ihtimal yok, onların kendi değerlerine göre sizin hakkınızda verdikleri hükmün ise sizin açınızdan bir bağlayıcılığı yok. Sizi kendi mahkemelerinde fertler veya gruplar halinde yargılarken, evrensel kanunlara bağlı olması gereken, ama bunları ihlal eden kişiler olarak yargılıyorlar, kendi kanunları olan ayrı bir cenah olarak görmüyorlar, dolayısıyla sizi bir mânâda yok saymış oluyorlar. Aşılamaz gibi görünen sınır bu noktada duruyor, herhangi bir mutabakat için önce ortada taraflar olması icap eder, lakin yok farz edildiğiniz için kendinizi bir taraf olarak ifade etme imkanınız kalmıyor ve asgari müşterekler belirlemek üzere yapılabilecek bir müzakarenin de yolu tıkanmış oluyor. Gerçek bir ortaklığı sağlayabilmenin ilk adımı, hayali bir ortaklık anlayışına dayanan epistemik dayatmadan vazgeçmek. Başkalarına ulaşabilmek için, onların dilini kullanmak, meramını diğer bir dile tercüme ederek aktarmaya çalışmak, sözkonusu hayali ortaklık algısını pekiştirmekten ve karşınızdakilere sizi kendi değerleriyle yargılamak konusunda daha fazla cüret kazandırmak dışında bir işe yaramıyor. Üstelik bahsettiğimiz gibi, neticede kendi dilinizi de kaybetmeye başlıyorsunuz, “davayı” kaybetmekle kalmıyor, “davanızı” da kaybediyorsunuz.

Somut bir misal olarak, başörtüsü yasağına karşı çıkmakla alakalı bir hareket, “özgürlük” mefhumuna dayandırılabilir mi diye bir sual ortaya atabiliriz. Eşyada aslolan ibahedir düsturuna binaen, bilhassa yasaklanmamış her şeyin serbest olmasını savunabiliriz, peki bu tarz bir “serbestlik” anlayışı özgürlük mefhumuyla örtüşür mü? Özgürlük hümanist dünya görüşünün bir kavramı, dolayısıyla hareket noktası itibariyle benimsenebilecek bir kavram değil. Hümanizm insanın ötesinde, insanın hareketlerini düzenleyebilecek, doğru ve yanlışın ne olduğunu insana bildirebilecek bir varlığın bulunması fikrini gözardı eden bir sistem. Ölçülerini “yaratıcı” tarafından vahyedilen bir mesajdan alan bir dünya görüşü ile daha ilk adımda çelişiyor. Özgürlük kavramını, taşıdığı ideolojik yükü gözardı ederek kullanamazsınız. Size göre serbest olması gerekmeyen pek çok şey, başkaları için özgür bırakılması gereken şeyler olabilir. İddianızı bu kavrama dayandıracaksanız, dikkatli bir dil kullanmanız lazım, “biz özgürlüğe inanmasak da, sizin bizi içinde yaşamaya zorladığınız düzen, özgürlük prensibini kabul ediyor ve siz sözkonusu dayatmalarınızla, kendinizle çelişiyorsunuz; kendi inancınızın gereği olarak bu dayatmalardan vazgeçmeniz gerekir” diyebilirsiniz, fakat nereden gelip nereye gittiğini düşünmeden, özgürlük kavramını benimsemeye başlarsanız, başörtüsü ile yaşama imkanından bile öncelikli başka şeyleri kaybetme ihtimali ufukta belirmiş olur.

Yine bir misal olarak, birkaç sene önce vuku bulan bir hadiseyle alakalı olarak gösterilen taraftarlık ve karşıtlık tepkilerini ele alabiliriz. Muhtemelen herkes hatırlayacaktır, hayli yaşlı bir “amcanın” çok küçük yaşta bir kızı taaddüt-i zevcat suretiyle nikahlaması üzerine epey bir tartışma yaşanmıştı. Yaşlı zat, hasbelkader “muhafazakar” cenahı temsil iddiasında bulunan bir yazardı ve yazdığı mevkuteden bazı kişiler bu şahsı destekler vaziyet almışlardı. Buna mukabil, “muhafazakar” cenahtan bir çok kişi ve bilhassa hanımlar, “muhafazakarlığa” karşı çıkan pek çok kişiyle birlikte şahsı ciddi bir eleştiri yağmuruna tutmuştu. Peki sayıca tarafları birbirine denk olmasa da, aynı cenahı ikiye bölen bu ihtilafta kim haklıydı? Görebildiğim kadarıyla iki taraf da haklı değildi, şahsın savunulacak tarafı yoktu ve savunanlar elbette haksızdı, ama eleştirenler de hatalı bir noktada duruyorlardı. Eleştirilerin dayandığı esas argüman, kızın yaşıyla alakalıydı: kız 14 yaşındaydı, yani “çocuk” idi ve iddiaya göre pedofili tabir olunan sapıklık icra edilmiş bulunmaktaydı. Bir kere, aslında konumuzla çok da alakası olmamakla beraber, DSM IV-TR adlı psikiyatrik hastalıklar teşhis rehberinde, pedofili için belirtilen üst yaş sınırı 13, yani “teknik olarak” ortada pedofili olarak vasıflandırılabilecek bir durum yoktu. Diğer taraftan, yine konumuzla çok alakası olmasa da, gerçekten pedofili olup olmadığı hususunda bir kanaat edinebilmek için, şahısla psikiyatrik bir görüşme yaparak, kızı “çocuk” olarak algıladığı için mi tercih ettiğini, yoksa “genç bir kadın” gibi mi algıladığını anlamak gerekiyordu. Her halükarda, 7-8 yaşlarında bir çocuğu parktan kaçırıp tecavüz etmekle, 14 yaşında “baliğa” biriyle izdivaç etmek arasında bir fark olduğu aşikardı. Böyle bir fark sözkonusu edilince, şahsın eleştirilebilecek tarafı kalmamış mı oluyordu? Hayır. Çok ciddi noktalar vardı, fakat görebildiğim kadarıyla hiçbiri gündeme gelmedi. Şahsı eleştirenler “pedofili” kavramına dört elle sarıldılar ve bunu yaparken, aslında kendi zeminlerinin altını oyduklarının, başkalarının değirmenine su taşıdıklarının farkına varmadılar. Aslen İslam karşıtı olan ve hadiseyi de çamur atmak için vesile bilen birçok kişi, İslam fıkhında baliğ ve baliğa kişilerin evlenebilmesine dair hüküm bulunduğundan hareketle, “pedofili = 14, 14 = İslam; o halde pedofili = İslam” gibi bir kıyas yürüttüler. “Muhafazakarlar” arasında şahsı savunanlar, İslam fıkhını savunmak gibi bir saikle, şahsın hatasını da savunurken, İslam karşıtlarıyla aynı argümanla şahsı eleştirenler de, İslam karşıtlarının kalabalığını sayıca arttırmak durumuna düştüklerini fark etmediler. Halbuki herkesi doğru suçla yargılamak gerekiyordu, iki farklı suçun cezası aynı olsa bile, hüküm doğru verilmeliydi. Peki neydi, bilcümle “muhafazakar” kanadın gözden kaçırdığı hususlar? Birincisi taaddüt-i zevcat ile alakalı ruhsatı kullanacak kişinin, eşleri arasında adaleti gözetmesi gerekir. Halbuki bunun kanunen yasak olduğu bir yerde, eşlerden sadece biri kanuni statüye sahip olabilirken, diğeri veya diğerleri “kaçak” durumunda kalacaktır, bu durumda adaletten bahsetmek zordur. İkincisi nikahta kefaet şartı aranır, kefaetin muhtevası örfe göre belirlenir ve kamu vicdanında galeyan uyandıran bir izdivaçta kefaet olduğunu söylemek de zordur. Diğer bir husus, ebeveynini ikna ederek, bir kişiyi zorla nikahlamak ne derecede ahlakî bir tavırdır, sorgulanabilir. Baliğ ve baliğa kişilerin nikahlanmasıyla alakalı serbestlik, sözkonusu toplumda, erken yaşta evlenmenin mahzurları sözkonusuysa, daraltılabilir mi, bu hususta fıkıhçılara danışılması icap ederdi, lakin böyle bir tartışmaya da rastlamadım. Kızın yaşının çok küçük olması yanında, şahsın da çok yaşlı olması, meselenin ciddiyetini arttıran bir noktaydı, sadece kızın yaşına odaklanılmakla bu da gözden kaçırılmış oldu. Faraza, 14 yaşında bir kız, 16 yaşında biriyle nikahlanmış olsaydı, insanlar aynı mertebede rahatsız olmayacaklardı. Hatta 14 yaşında bir kızla 16 yaşında bir erkek arasında nikahsız beraberlik sözkonusu olsaydı, karşı çıkanlardan bir kısmı bunu özgürlük başlığı altında savunabilirdi, en azından aynı şiddette tepki göstermeyebilirlerdi. Uzun lafın kısası, aynı şahsı, aynı fiili eleştirenlerin tamamının aynı noktada durması şart değil, her hadiseye kendi gözünüzle, kendi açınızdan bakmanız gerekir, elalemin argümanlarıyla yola çıkarsanız, ya yolda kalırsınız veya yanlış yerlere gidersiniz.

Başka bir misal, ayrımcılık mefhumu; ayrımcılığa karşı mıyız? Olmamalıyız. Ayrımcılık, eşitlik prensibinin ihlali ve eşitlik bize ait bir prensip değil. Biz adalete taraftarız ve bunun ihlali olan zulme karşıyız. Ayrımcılığın somut misalleri, kendi dünya görüşümüze göre zulüm ile örtüşüyorsa, bunlara karşı çıkmalıyız, örtüşmeyen kısımlar ise en azından bir “ateşkes mutabakatı” kurulana kadar bizi alakadar etmez. Masada oturabilen bir taraf olduğumuzda ise, duruma göre, bunlar hususunda başkaları ile işbirliği yapabiliriz. Bir misal daha: “insan haklarına” inanıyor muyuz? Hayır. İnsan hakları konsepti, “insanlar var, elbette onların hakları da var” tarzında basit bir anlayış değil, aksine hümanizmin insan ve haklarla ilgili kabullerinin bir ifadesi. İnsan derken hümanizmin kastettiği şeyi anlamıyoruz, bize göre bir insan her şeyden önce bir kuldur ve hak dediğimizde de hümanizmin kastettiğinden bahsetmiyoruz, bize göre hak mefhumu “Hakk” ile alakası olan bir mefhumdur. Diğer taraftan muhtevası itibariyle, insan hakları konsepti, çok kültürlü bir toplumda, asgari müşterek olarak uygulamaya konabilir bir yapı arz ediyor ve masaya oturulduğu zaman ortak bir çerçeve olarak kullanılabilir.

Zulme uğrayan ve bize mensup olmayan kişiler karşısında tavrımız ne olmalı? Gerçekten “zulme” uğramışlarsa, başka bir şart aramadan, bu kişilerin yanında olmamız icap eder. Ortada tanımlanmış bir suç ve belirlenmiş bir ceza varsa ve kişiler belirlenmiş olan cezadan fazlasına maruz kalıyorlarsa, bu bir zulümdür. Faraza, idamı gerektiren bir suç işlemiş bir kişiye, bu idam cezasına ilave olarak bir fiske bile vurulsa, bu haddin aşılması mânâsına gelir ve zulüm olur. Görüldüğü gibi, haksız kişilere karşı bile zulüm işleniyor olabilir ve bu kişilerin haksız olmaları, zulme karşı çıkmaya engel değildir. Ancak bunun tersi de doğru, ortada bir zulüm olması, tek başına, zulme uğrayan kişilerin haklı mı haksız mı olduklarına dair bir bilgi vermez. Halbuki biz ekseriyetle “ya herru ya merru” kafasıyla gittiğimiz için, bu iki hususu ayırmaktan geri kalıyoruz: ya haksızlığa karşı çıkmak saikiyle zulmü göz ardı ediyoruz, veya haksız kişilere uygulanan zulmü algılayamıyoruz, yahut zulme karşı çıkarken, haksızlığa da prim vermek durumuna düşüyoruz. Bu tarz konularda başkalarıyla iletişim halinde iken, bir taraftan da net bir tavır sürdürebilmek için, farklı dünya görüşlerine ait farklı düşünce dilleri ile alakalı hususların şuurunda olmamız gerekir. Bu noktada kısaca temas etmek gereken bir husus da, doğru söylemek ile haklı olmak arasındaki farkın idrak edilmesi. Bir bakımdan doğru olan bir şeyin, her bakımdan doğru olması zaruri değildir. Yanlışların arasındaki doğruyu yanlış saymaktan da, doğruyu esas alıp çevresindeki yanlışları görmezden gelmekten de sakınmak gerekir. Mesela, polisin nisbetsiz kuvvet kullandığını söyleyenler doğru söylüyorlar, fakat bu arada “gadre uğrayan” tarafın attığı molotof kokteylinden hiç bahsetmiyorlar. Söylediklerinin doğru olması, haklı oldukları mânâsına gelmez. Polisin ortalığı biber gazına boğması, ne taş, sopa ve molotof kokteyli ile uygulanan şiddeti meşru kılar, ne de protestonun haklı bir gerekçeye dayanıp dayanmadığına dair bir bilgi verir. Böyle bir durumda, polis şiddetini, eylemcilerin şiddetini ve protesto edilen konuyu ayrı ayrı değerlendirebilmek gerekir. Aynı kişileri hem polis şiddetine karşı savunabilir, hem de başka hususlarda eleştirebilirsiniz. Lakin “taraf seçmek” gibi bir mantıkla hareket ediyorsanız, bunu yapamazsınız.

Türkiye’de bir şeylere taraf olmak veya olmamak gibi bir konudan bahsederken, net bir fikire kavuşabilmek için; devlet, rejim ve sistem mefhumlarını birbirinden ayrı mütalaa edebilmek şarttır. Devlet dediğimiz zaman bin senedir devam eden ve bu ülkede yaşayan insanların hayatta kalma mücadelesini temsil eden bir şeyden bahsediyoruz. Devlet somut rejimden ibaret değil, aksine mevcut tek devlet, müteaddit defalar rejim değiştirdi. Rejime karşı veya taraftar olmakla, devlete karşı veya taraftar olmak birbirinden farklı şeyler. Sistem ise rejimin uygulama tarzı, aynı rejim içinde yürütülebilecek farklı zihniyetlerden biri. Son yüz sene zarfında hakim olan zihniyet, çoğunluğa karşı bir azınlığın hakimiyetini sürdürmek esasına göre şekillendiği için, strateji olarak her tür kesime baskı uygulamayı ve bu kesimleri birbirine düşürerek, birbirlerine karşı baskı uygulatmayı benimsedi. Yeri geldikçe, hem Türkçülere, hem İslamcılara, hem Sosyalistlere tazyikte bulundu, her tür etnik kökenin mensuplarına, her inanç grubuna dönem dönem zulmetti. Farklı noktalardan geçen çizgilerle, birbirleriyle kısmen örtüşen, kısmen de çelişen farklı azınlık ve çoğunluk grupları meydana getirildi. Gruplar arasındaki ihtilaflar körüklendi, insanlar birbirlerinin sinir uçlarına dokunmayı bir vazife gibi benimsedi. Şiddet körüklendi ve uzayıp giden kan davaları, sınırları derinleştirdi, uçurumlara çevirdi. Böylece bir gün bir baskı grubunun zulmüne maruz kalan bir grubun mensuplarının, başka bir gün başka bir gruba karşı uygulanan zulme destek verebilmesi vakay-ı adiyeden oldu. Hiçbir grup tek başına mutlak çoğunluğu sağlayacak bir bütünlüğe erişemedi ve dengeler fazla değişmeden, tabloda kayda değer bir farklılık meydana gelmeden bugüne gelindi. Zulmü tamamen ortadan kaldırabilmenin yolu, uçurumları köprüleyerek zulmün merkezini azınlık haline getirmekten geçiyor, ama birbirimize güvenmediğimiz için bunu yapamıyoruz. Rejim konusundaki ihtilafların kısa ve orta vadede çözülebileceğine dair bir işaret görünmese de, devlete taraftar ve fakat sisteme karşı bir cephe kurulabilir. Bunu yapabilmek için de ilk şart uygun bir iletişim sisteminin oluşturulması.

Hulasa edecek olursak, “hep beraber” bir şeyler yapabilmek istiyorsak, önce karşılıklı konuşmanın yolunu bulmamız gerekiyor. Bunun için de, “hep beraber” olmanın, tek bir taraf olmak mânâsına gelmediğini anlamamız şart. Aksine, zaman zaman birleşseler de, zaman zaman çelişebilecek çeşitli taraflar mevcut. Başkasının derdi, sizin kendi fikrinize göre de dert ise, herhangi bir kayıt aramaksınız onları savunabilirsiniz. Değilse, oturup ne yapacağınızı konuşursunuz.

İletişim konusunun çok da felsefî bir yönü olmayan kısımları da mevcut. Mesela “niyet okumak” ekseriyetle iletişimi baltalayan bir tavır, mümkün mertebe sakınmak gerek. “Ben böyle düşünüyorum” diyenlere, “hayır sen aslında öyle düşünmüyorsun” dediğinizde, onu karşınızda bir müzakerenin tarafı olarak oturur halde görmeniz çok zor, bir bakıma varlığını, fikirlerini hiçe saymış oluyorsunuz. Keza asgari nezaket de konunun olmazsa olmaz bir tarafı. Birilerini “ucube” olarak görüyor olabilirsiniz, onlar da sizi ve başkalarını “ucube” olarak görüyor olabilir, ama oturup konuşacaksanız, her aklınızdan geçeni her yerde söylememeniz yerinde olur.

İnsanlar paylaşılan videoda acı ve çaresizlik görüyorlar, ancak göze pek batmayan bir husus da, çaresizliğe eşlik eden donanımsızlık. Soldan “aşırma” sloganlarla mücadele etmeye çalışmak, protestoda bulunmak o gün için anlaşılabilir bir şey olsa da, bu kadar sene sonra devam etmiyor olması gereken bir şey. O zamandan bugüne kadar, durumda ilerleme kaydedilebildi mi, yoksa geri mi gidildi; kendimizi ifade etmeye çalışırken, farkında olmadan, aslında benimsemiyor olmamız gereken fikirlerin etkisinde mi kaldık, oturup düşünmek gerekiyor. Yorum yapanlardan biri “tesettürler ne kadar değişmiş” dedi, sadece tesettür (?) modası (!?) mı değişen, yoksa “mücahitler” dünya gailesine dalıp, “7 hilalli lüks” tüketime dadanıp “müteahhit” olurken, hep beraber duruşumuz mu değişti, hayat tarzımızdaki değişme, değer yargılarımızı da mı değiştirdi? Neden “başörtüsü” ile sembolleşen mücadelenin “kazanımları” arasında her şey var da, başörtüsü yok? Eskiden dertliydik de, şimdi derdimizi mi kaybettik yoksa? Eskiden “ehlidünya” diye bir kelime vardı, eski nesilden bu kelimeyi hatırlayan kaldı mı, yeni nesilden bu kelimeyi bilen var mı? Kendi kelimelerimizi unutup, başkalarının dümen suyuna girdiğimiz için mi, insanlar kendi kelimeleri üzerinden bize bu kadar kolay hesap sormaya kalkabiliyorlar? Oturup ciddi bir şekilde, hatta belki de “kara kara” düşünmenin vakti geldi de geçiyor bile.

16 Şubat 2013 Cumartesi

Maarifin Neresindeyiz?

“Garplılaşma” maceramızın mühim cüzlerinden biri de maarif meselesi. Bu cihetle rahmetli Mümtaz Turhan hoca da, “Garplılaşmanın Neresindeyiz?” adlı eserinde maarif meselesine mühim bir yer ayırmış. Hoca Garb’ı anlamadığımızı, Garplılığın esas rükünleriyle, tâli hususları birbirinden ayıramadığımızı, bu sebepten dolayı da birkaç asırdan beri Garb’a ayak uydurmanın lüzumunu fark etmiş olmamıza rağmen, bu konudaki teşebbüslerimizin, doğru bir gayeye yönelik, planlı-programlı bir seyir takip etmediğini ve neticede hep akîm kaldığını söylüyor. Hoca’ya göre, Tanzimat’a kadarki devrede ordunun modernize edilmesi esas alınmış, İkinci Meşrutiyet’e kadar rejim meselesi üzerinde durulmuş ve nihayet Büyük Harp’in de getirdiği moral bozukluğu ile, hiçbir şeyi eksik bırakmamak ister bir şekilde, tepeden tırnağa, topyekün bir Garplılaşma temayülü ortaya çıkmıştır. Bütün bu devrelerde ortak olan husus, sebepleri bırakıp neticeleri iktibas etmeye çalışmak, aslî olanı kavrayamayarak şeklî olanla vakit kaybetmektir. İhmal edilmiş bulunan ve aslî olan, yani Garp medeniyetinin esas mânası sayılması gereken ise, ilim, teknik, ilim zihniyeti ve hür tefekkür maddelerinden ibarettir. Bu noktada “ilim zihniyeti” ve “hür tefekkür” ne demektir, bunun tenkidine girilebilirse de, bunu başka bir zamana bırakarak Mümtaz Turhan’ın fikirlerini nakletmeye devam ediyoruz.
Hoca’ya göre, Garplılığın hakikî mânâsı ve derdimizin devası “ilim” olduğuna göre, Garplılaşma faaliyetlerinde de ilim müesseselerinin teşkil edilmesi ve bilhassa bununla alakalı insan unsurunun yetiştirilmesi en çok üzerinde durulması gereken husustur. Bu bakımdan maarif davası merkezî bir yer teşkil eder. Ancak bizde mesele tersinden ele alınmış, memleketin ilerlemesine önderlik edebilecek, yüksek vasıflı kişilerin yetiştirilmesi için gayret edileceğine, çok sayıda kişiyi az bir tahsilden geçirip bırakmak tarzında neticesiz bir işe girilmiştir. Okuma yazma seferberliğinin memleket irfanına bir katkısı olmayacaktır, okur yazarlık gerekli atılımlar için yeterli bir vasıf değildir. İleri memleketlerde okur yazarlık nisbetlerinin fazla olması, sebep değil neticedir. Bunlar okur yazarları fazla olduğu için kalkınmamışlar, kalkındıkları için okur yazarlarının sayısı artmıştır. Kalkınma ise öncelikle birinci sınıf ilim ve teknik adamları tarafından gerçekleştirilecek bir iştir. Bizde ise tahsil süreçleri, ilerleme için gerekli vasıfları kazandırmakta yetersiz olmakla birlikte, üstüne bir de ahlâken sukût etmiş yarı münevverler gibi zararlı bir zümrenin türemesine sebep olmaktadır.
Meselenin vehametini, Mümtaz Turhan’ın satırlarından uzunca bir iktibas yaparak arz edebiliriz:
“… garpla sırf şekil benzerliği altında, fakat herhangi bir gaye ve hedeften mahrum, memleketin hakikî ihtiyaçlarından uzak bir maarif teşkilatı, gittikçe genişleyen ve mütemadiyen bir çığ gibi kendiliğinden büyüyen tesisleriyle, boş dönen ve yalnız gürültü çıkaran bir çark halinde, memleketin kesesinden çektiği muazzam paralarla sırf onun sırtından geçinen insanlar ortaya atmaktadır. Bu surette memleketi iktisadi bakımdan muhakkak bir uçuruma sürüklemekte olan bu sistem eğer bir mucize ile onun yıkılmasına sebeb olmazsa bizi ikinci bir orta çağa götürebilir. Çünkü Avrupa ile olan bu şekil benzerliği –tıpkı bundan üç dört asır evvel olduğu gibi- onunla aramızdaki hakiki farkla[rı] görmemize mâni olacak ve birçoklarımızı[n] zannettiği veçhile artık garplılaştık diye bizi hareketsiz ve mevcut sistem içinde mahsur bırakabilecek.
… dağınık, gayesiz, memleketin hakikî ihtiyaçlarından uzak olduğu için faydasız, hatta zararlı teşkilat veya sistemin … Bugün hâlâ aynı şekilde genişleyip devam etmesinin sebebine gelince; halli geniş bir bilgiye derin bir ihtisasa dayanması lazım gelen bu çok mühim, büyük ve hayatî davanın ve buna ait işlerin bir takım alaylıların, heveskârların ellerinde kalmış ve bunların hareket tarzlarının bazı gafiller tarafından desteklenerek devlet siyaseti haline getirilmiş olmasıdır. Halk arasında hiç kimse soba için marangoza, mobilya için demirciye, çilingirciye ait işler için döşemeciye veya sebze için attara ilaç için manava ve ilh… müracaat etmediği, bu şekilde harekete teşvik edilenler alay mevzuu olduğu, iyi kötü bir ihtisasa riayet edildiği halde, eline bir diploma geçiren herkes, bu memlekette her şeyin mütehassısı, her şeyi yapmaya muktedir ve her sahada fikir yürütmeğe mezundur.
Sadece okuyup yazmanın bu korkunç imtiyazına başka medeni bir memlekette rastlamak şüphesiz mümkün değildir. … her nasılsa iş başına gelmiş heveskârların elinde kalan maarif uğrunda müsbet, faydalı hiçbir netice almadan milyarlar sarfedilmiş bulunuyor.
Eğer bunların yerinde işten anlayan mütehassıslar olsaydı Türkiye bu para ile maarif sahasında bir defa değil birkaç defa kalkınabilirdi. Fakat mesul mevkilerde bulunan bu yarı münevver ve sözde mütehassısların zararları bundan ibaret kalmamıştır.
Bunların memleket hesabına yaptıkları en büyük fenalık, şüphesiz daha iyi bir neslin yetişmesine ister istemez mani olmuş bulunmalarıdır. Çünkü bunlar memleketin kalkınmasına yarıyacak her ilim ve maarif meselesini ancak kendi seviyelerine, hatta kendi menfaatlerine göre halletmek imkânını vermişlerdir. Bu tip insanların yalnız maarif teşkilatı içinde bulunduklarını iddia etmek elbette doğru değildir. Devletin bütün müesseselerinde bunların nüfuzunu sezmek mümkündür.
İşte milyonlar, milyarlar sarfederek meydana getirilmiş olan bir teşkilat, memleket işlerinde rehberlik edecek insanlar yetiştirecek yerde, onun sırtından geçinen ve ancak bu suretle maişetini temin edebilen memurlar ortaya atmaktadır.” Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz?, Yağmur Yayınları, 6. baskı, İstanbul 1974 (1. baskı 1959), s. 105-107.
Mümtaz Turhan’ın yorumları, sadece gelip geçmiş bir vakıanın tasviri olarak görülmemeli, bilakis bu güne nereden geldiğimizi göstermesi bakımından aktüel bir mevzu olarak ele alınmalıdır. Ancak mantıklı bir maksat gözetmek ve ihtiyaca yönelik olmak bakımından kusurlu olması gibi bir ortak noktanın dışında, bugünki tablo Hoca’nın tasvir ettiği durumun tam tersini göstermektedir: memleketimizde adeta bir yüksek tahsil seferberliği, ilan edilmeden yürürlüğe konmuş bulunmaktadır. Okuma-yazma, ilk ve orta tahsil seferberliklerinin keyfiyet zaviyesinden müflis, fakat kemmiyet cihetinde başarılı neticesi, bizi bir yüksek tahsil krizi ile karşı karşıya bırakmıştır. Bir tarafta ihtiyaçtan fazla ve istihdam edilemediği için işsiz kalmış bir yüksek tahsil diploması olanlar ordusu, diğer tarafta uygun vasıfta eleman bulunamadığı için münhal kalan yüz binlerce ara kademe kadro; bu manzaraya rağmen hâlâ yüksek tahsil kapılarında bir yığılma, nasıl çözeceğimizi bilemediğimiz bir mesele… Bir çözüm bulacaksak, nasıl edip de bütün nüfusu yüksek tahsilden geçireceğimiz yerine, herkese yüksek tahsil kazandırmak gerekip gerekmediğini düşünmemiz gerekiyor.
Uzunca bir süre ciddi sıkıntılardan biri de maarif sisteminin endoktrinasyon odaklı kullanılmış olmasıydı. Bu noktada sözü tekrar Mümtaz Turhan’a bırakıyoruz: “… Türk münevveri ile onun cahil diye damgaladığı halk arasında ilmî düşünüş ve zihniyet bakımından, büyük bir fark yoktur. Çünkü her ikisi de peşin hükümleri, kanaatleri ve batıl itikatlarıyla, yani inançları ile hareket etmektedir. Aradaki fark, sadece bu zihnî muhtevaların mevzu ve nevilerindedir. Onun için Türk münevverinin maariften anladığı mâna, bugünkü sistem içinde ne kafanın formasyonunda, ne de amelî hayatta büyük bir ehemmiyeti olmayan bazı malûmattan ibaretti. Ona göre garplılaşma da, kalkınma da kendisiyle halk arasındaki inanç farklarının giderilmesinden başka bir şey değildir. Türkiye’nin garplılaşmasında, ilerlemesinde birinci derecede âmil olacak ilim adamlarına, ilim müesseselerine karşı lâkayıt kaldığı, hatta bazen, düşmanca bir tavır takındığı halde, kalkınma bakımından amelî bir kıymeti olmayan ve bugünkü şartlar içinde gerçekleşmesine imkân olmayan ilk tahsil üzerinde ısrarla durmasının sebebi de, yine inançlarını halka aşılamak kaygusudur. Zira o, halkı kendi nevinden olmak, kendisine benzemek şartiyle aşağıda tutmak istiyor. Kendisinden daha bilgili, daha tesirli ve verimli bir zümrenin varlığına tahammül edemez. … Memleketin geri kalmasının başlıca sebebi olan bu yarı münevverin kökünü kurutmak … lâzımdır.” (s. 109-110.) Son zamanlarda tahsilin beyin yıkama vasıtası olarak kullanılması meselesi az çok ortadan kalkmış gibi görünüyor, ama aşağı yukarı yirmi senedir zuhur etmiş bulunan başka bir hastalık var: reform saplantısı. Her yeni maarif vekilinin en az bir eğitim reformu yapması adet haline geldi. Meselenin aslıyla alakasız ne kadar teferruat varsa hepsi tek tek defalarca değiştirildi. Ders geçme ve not sistemi, üniversite ve diğer okullara giriş imtihanları, önlük ve formalar vb. değişip durdukça, herkesin kafası allak bullak oldu, istikrarsızlık kalıcı bir hal kazandı. Tarih dersinin adını “Millî Tarih” diye değiştirince, talebeye daha millî bir vasıf kazandırabilecekmişiz veya önlük rengini siyahtan maviye çevirince, yavruların psikolojisini düzeltecekmişiz gibi tuhaf iyimserliklerin ardı arkası kesilmedi. Üniversite imtihanına hazırlanmakta herkese eşit fırsat veremiyoruz diye, lise notlarını da hesaba dahil ettik. Bu sefer iyi eğitilmiş olanlara haksızlık oluyor diye okul puanlarını işe karıştırdık. Bir o tarafa, bir bu tarafa haksızlık olmasın derken, işi karmakarışık ettik. Gerçek fırsat eşitliğinin, herkese imtihanda soruları cevaplayabilecek vasıf kazandırmak olduğu aklımıza gelmedi, ite kaka fakülteye bir girsin de, göç yolda düzülür nasıl olsa diye düşündük. İdeolojik takıntıyla reform saplantısının bir araya gelerek vurdukları son darbe ise çok daha şiddetli oldu: sekiz sene kesintisiz eğitim uygulamasını hayata geçirdik, maarif değirmeninden beş senede yakayı sıyırıp hayata atılarak bir meslek veya sanat sahibi olmak suretiyle paçayı kurtarabilenleri de pençemize aldık. Rövanş mantığıyla yürürlüğe konan son değişiklikler de pek derde deva olacak gibi durmuyor, zira aynı işler, bu sefer ters istikamette yapılıyor; üzerinden kamyon geçmiş bir kazazedeyi tedavi etmenin yolu, kamyonu geri vitese takarak bir sefer daha ezmek değildir. Gerçi 4+4+4 sisteminin arkasında hangi mantığın olduğunu kavrayamamış da olabiliriz, zira arkasında bir mantık bulunup bulunmadığını anlamamamıza da fırsat kalmadan, alelacele uygulamaya kondu. Belki de bekleyip neticesini görmek gerekiyor, ama bu hususta endişe etmekten kendimizi alamıyoruz, o kadar çok ve hızlı sistem değiştiriliyor ki, hiçbirinin neticesini görüp anlamak mümkün olmuyor. Aynı şekilde devam edilirse son sistemin de akıbeti benzer olabilir. Bu kadar çok reformdan başımız döndü. Belki de bize artık paldır küldür reform yapmayan, hatta mümkünse hiç reform yapmayan, ama kendisinden sonraki hükümetler döneminde yapılabilecek işler için hazırlık yapan, uzun vadeli düşünen bir maarif vekili gerekiyor. Tanzimat’tan bu yana epey mesafe katettik, artık hızlı ve kolay çözümler, pratik reçeteler peşinde koşmak yerine, oturup bir nefes almak ve düşünmek zamanı gelmiş olsa gerek.
Bu vesileyle yeni maarif vekilimize başarı dileklerimizi arz ederiz; gayret kuldan, tevfik Allah’tan…

10 Şubat 2013 Pazar

x görünce tahrik olmak



bir kısım akıllılar, bir tarafı tesettür meselesine temas eden her şeyi bir 'tahrik olma' hadisesi üzerinden izah etmeye çalışıyorlar. bu zırvayı deşmeden evvel, kısa bir parantez açalım: kamusal alanı düzenleme yetkisi kime aittir? önceden olduğu gibi bugün de "borusunu öttürene". zira birbirimizi anlamaktan aciz olduğumuz gibi, hasbelkader aynı gemide olduğumuz için, batmadan devam edebilmek için "ortak" bir düzen kurmamız gerektiğinin farkında da değiliz. herkes kendini standardın ölçüsü sayıyor. dolayısıyla yeni iktidar döneminde memlekette düzen aslında değişmemiştir, sadece "kafasına göre takılan" ekipler arasında bir devir teslim yaşanmıştır. neye istinaden hosteslere kaftan giydirebilirler? daha evvel mini giydirenler neye istinad ediyorsa, ona. nasıl bir kafayla televizyonda kolsuz bluzu yasaklayabilirler? başörtüsünü yasaklayanın benzeri bir kafayla. "bu arkadaşlar neyin kafasında" sualinin cevabı basittir, sizin kafanızda.

tesettürün "tahrik olmak" ile alakası nedir? bu alaka nereden nereye kadardır?  bunun cevabı tahrik olmak derken ne kastettiğinize bağlıdır. birinden etkilenmek, tansiyonunuzun yükselmesi, nabzınızın hızlanması gibi hususlardan ibaret değildir. af buyurun, "azmak" şart değil, beğenmek de bir etkilenmedir. hatta bilfiil etkilenme bulunmasa bile, kuvve halindeki etkilenme dikkate alınır, zira hem ölçüler umumîdir, şu şahsın bu şahıstan etkilenip etkilenmediğine göre ayrı ayrı düzenlenmez, hem de etkilenmeseniz bile, karşınızdaki kişinin hey'eti onu algılama biçiminize katkıda bulunur. tesettür bir algı düzenlemesidir. karşınızdaki kişinin sizi ne olarak gördüğü, sizin karşınızdaki kişiyi ne olarak gördüğünüz ile ilgilidir. kişilerin benliklerinin hangi düzlemlerinde iletişime girdikleri ile ilgilidir. faraza, bir spiker, haber okuyan birisi midir sadece, yoksa haber okuyan bir "dişi" mi olması gerekir? cinsel çağrışım yaptırmasa bile, toplumsal kimlik olarak kadın olduğunu algılamanız, işi açısından gerekli midir? erkek spikerin yaptığı iş ile, kadın spikerin yaptığı iş arasında bir fark var mıdır, olmalı mıdır? veya bir hostes, acil çıkış kapılarının yerini göstermek ve yiyecek içecek getirmenin dışında, bir de gözünüze hitap etmekle mükellef midir? muhatap olduğunuz herkesin, kimliğinin tamamını gözünüze sokması gerekli değil, zihninizde muhatap olduğunuz konunun ötesinde bir imge oluşturması gerekli değil.

mesele tahrik olmaktan ibaret olsaydı, bir çok kişinin örtünmesinden ziyade örtünmemesi maksada hizmet ederdi. karşınızdaki kişileri sapık olarak damgalamaktan çekinmiyorsanız, onların da sizi, mesela teşhirci olarak damgalamasından rahatsız olmayın, dediğimiz gibi, hepiniz aynı kafadasınız.