27 Şubat 2013 Çarşamba

Bir Videonun Düşündürdükleri


Birkaç gün önce bir arkadaşım, bir sosyal paylaşım sitesinde bir video paylaştı. Video 90’lı yıllarda gösteri yapan ve polis gadrine uğrayan başörtülü kızları gösteriyordu. Videonun altına yazılan yorumlar hararetli bir tartışmaya dönüştü: karşıt görüşte olduğu anlaşılan bazı kişiler, tasvir edilen zulmün ortadan kalkmadığını, belirli kesimlere yönelik olarak hâlâ devam ettiğini, fakat başörtülüleri savunanların durumu görmezden gelerek çifte standart uyguladığını ifade ettiler. Karşılıklı atışmalar oldu ve her zamanki gibi konu bir yere bağlanamadan kapandı. Video ve altında cereyan eden tartışma, üzerinde düşünmeye değer bazı hususları hatırlatıyordu.

Hadisenin birinci kısmı, farklı fikir kamplarına mensup kişiler arasındaki iletişim meselesiyle alakalı. Zaman zaman diyalog yaşanıyormuş gibi görünüyor, fakat aslında çoğu zaman vuku bulan “karşılıklı monolog” tavrından ibaret. İnsanlar farklı algı evrenlerinde yaşıyorlar, bazen birileri ruh çağırma seanslarındaki gibi, başka bir alemden gelen bir hologram tarzında zuhur ediyor, zinhar söylediklerinizi işitmiyor, ezberini okuyor ve ortadan kayboluyor. Bu insanlara ulaşabilmek için onların dilini kullanmaya çalıştığınızda ise, mesele daha da karmaşık bir hal alıyor. Hadisenin diğer kısmı da “ödünç” dil kullanmaya alışanların, zamanla kendi dillerini unutmaya başlamasıyla alakalı.

Konunun içinden çıkabilmek için gereken ilk basamağın, ortada ortak bir zemin olmadığı konusunda mutabakat sağlamak olduğunu düşünüyorum. Her dünya görüşü farklı noktalardan hareket ediyor, farklı bir dil kullanıyor ve farklı dünya görüşlerinin hepsini birden temsil eden bir evrensel ortak zemin yok. Karşınızdakiler, kendi zeminlerini evrensel saydıkları için, sizin de buna uymak mecburiyetinde olduğunuzu düşünüyor ve sizi kendi sistemlerine göre yargılıyor. Halbuki hiçbir sistem, bir diğerinin gereklerini yerine getirmek ve tasvibini sağlamak zorunda değil. Bir paradigma ancak kendi içinde ve kendi diliyle anlaşılabilir, başka bir paradigmanın diline tercüme ederek anlayamazsınız, ancak yargılayabilirsiniz. Karşınızdakiler dilinizi bilmiyorlar ve sizi anlamaları gibi bir ihtimal yok, onların kendi değerlerine göre sizin hakkınızda verdikleri hükmün ise sizin açınızdan bir bağlayıcılığı yok. Sizi kendi mahkemelerinde fertler veya gruplar halinde yargılarken, evrensel kanunlara bağlı olması gereken, ama bunları ihlal eden kişiler olarak yargılıyorlar, kendi kanunları olan ayrı bir cenah olarak görmüyorlar, dolayısıyla sizi bir mânâda yok saymış oluyorlar. Aşılamaz gibi görünen sınır bu noktada duruyor, herhangi bir mutabakat için önce ortada taraflar olması icap eder, lakin yok farz edildiğiniz için kendinizi bir taraf olarak ifade etme imkanınız kalmıyor ve asgari müşterekler belirlemek üzere yapılabilecek bir müzakarenin de yolu tıkanmış oluyor. Gerçek bir ortaklığı sağlayabilmenin ilk adımı, hayali bir ortaklık anlayışına dayanan epistemik dayatmadan vazgeçmek. Başkalarına ulaşabilmek için, onların dilini kullanmak, meramını diğer bir dile tercüme ederek aktarmaya çalışmak, sözkonusu hayali ortaklık algısını pekiştirmekten ve karşınızdakilere sizi kendi değerleriyle yargılamak konusunda daha fazla cüret kazandırmak dışında bir işe yaramıyor. Üstelik bahsettiğimiz gibi, neticede kendi dilinizi de kaybetmeye başlıyorsunuz, “davayı” kaybetmekle kalmıyor, “davanızı” da kaybediyorsunuz.

Somut bir misal olarak, başörtüsü yasağına karşı çıkmakla alakalı bir hareket, “özgürlük” mefhumuna dayandırılabilir mi diye bir sual ortaya atabiliriz. Eşyada aslolan ibahedir düsturuna binaen, bilhassa yasaklanmamış her şeyin serbest olmasını savunabiliriz, peki bu tarz bir “serbestlik” anlayışı özgürlük mefhumuyla örtüşür mü? Özgürlük hümanist dünya görüşünün bir kavramı, dolayısıyla hareket noktası itibariyle benimsenebilecek bir kavram değil. Hümanizm insanın ötesinde, insanın hareketlerini düzenleyebilecek, doğru ve yanlışın ne olduğunu insana bildirebilecek bir varlığın bulunması fikrini gözardı eden bir sistem. Ölçülerini “yaratıcı” tarafından vahyedilen bir mesajdan alan bir dünya görüşü ile daha ilk adımda çelişiyor. Özgürlük kavramını, taşıdığı ideolojik yükü gözardı ederek kullanamazsınız. Size göre serbest olması gerekmeyen pek çok şey, başkaları için özgür bırakılması gereken şeyler olabilir. İddianızı bu kavrama dayandıracaksanız, dikkatli bir dil kullanmanız lazım, “biz özgürlüğe inanmasak da, sizin bizi içinde yaşamaya zorladığınız düzen, özgürlük prensibini kabul ediyor ve siz sözkonusu dayatmalarınızla, kendinizle çelişiyorsunuz; kendi inancınızın gereği olarak bu dayatmalardan vazgeçmeniz gerekir” diyebilirsiniz, fakat nereden gelip nereye gittiğini düşünmeden, özgürlük kavramını benimsemeye başlarsanız, başörtüsü ile yaşama imkanından bile öncelikli başka şeyleri kaybetme ihtimali ufukta belirmiş olur.

Yine bir misal olarak, birkaç sene önce vuku bulan bir hadiseyle alakalı olarak gösterilen taraftarlık ve karşıtlık tepkilerini ele alabiliriz. Muhtemelen herkes hatırlayacaktır, hayli yaşlı bir “amcanın” çok küçük yaşta bir kızı taaddüt-i zevcat suretiyle nikahlaması üzerine epey bir tartışma yaşanmıştı. Yaşlı zat, hasbelkader “muhafazakar” cenahı temsil iddiasında bulunan bir yazardı ve yazdığı mevkuteden bazı kişiler bu şahsı destekler vaziyet almışlardı. Buna mukabil, “muhafazakar” cenahtan bir çok kişi ve bilhassa hanımlar, “muhafazakarlığa” karşı çıkan pek çok kişiyle birlikte şahsı ciddi bir eleştiri yağmuruna tutmuştu. Peki sayıca tarafları birbirine denk olmasa da, aynı cenahı ikiye bölen bu ihtilafta kim haklıydı? Görebildiğim kadarıyla iki taraf da haklı değildi, şahsın savunulacak tarafı yoktu ve savunanlar elbette haksızdı, ama eleştirenler de hatalı bir noktada duruyorlardı. Eleştirilerin dayandığı esas argüman, kızın yaşıyla alakalıydı: kız 14 yaşındaydı, yani “çocuk” idi ve iddiaya göre pedofili tabir olunan sapıklık icra edilmiş bulunmaktaydı. Bir kere, aslında konumuzla çok da alakası olmamakla beraber, DSM IV-TR adlı psikiyatrik hastalıklar teşhis rehberinde, pedofili için belirtilen üst yaş sınırı 13, yani “teknik olarak” ortada pedofili olarak vasıflandırılabilecek bir durum yoktu. Diğer taraftan, yine konumuzla çok alakası olmasa da, gerçekten pedofili olup olmadığı hususunda bir kanaat edinebilmek için, şahısla psikiyatrik bir görüşme yaparak, kızı “çocuk” olarak algıladığı için mi tercih ettiğini, yoksa “genç bir kadın” gibi mi algıladığını anlamak gerekiyordu. Her halükarda, 7-8 yaşlarında bir çocuğu parktan kaçırıp tecavüz etmekle, 14 yaşında “baliğa” biriyle izdivaç etmek arasında bir fark olduğu aşikardı. Böyle bir fark sözkonusu edilince, şahsın eleştirilebilecek tarafı kalmamış mı oluyordu? Hayır. Çok ciddi noktalar vardı, fakat görebildiğim kadarıyla hiçbiri gündeme gelmedi. Şahsı eleştirenler “pedofili” kavramına dört elle sarıldılar ve bunu yaparken, aslında kendi zeminlerinin altını oyduklarının, başkalarının değirmenine su taşıdıklarının farkına varmadılar. Aslen İslam karşıtı olan ve hadiseyi de çamur atmak için vesile bilen birçok kişi, İslam fıkhında baliğ ve baliğa kişilerin evlenebilmesine dair hüküm bulunduğundan hareketle, “pedofili = 14, 14 = İslam; o halde pedofili = İslam” gibi bir kıyas yürüttüler. “Muhafazakarlar” arasında şahsı savunanlar, İslam fıkhını savunmak gibi bir saikle, şahsın hatasını da savunurken, İslam karşıtlarıyla aynı argümanla şahsı eleştirenler de, İslam karşıtlarının kalabalığını sayıca arttırmak durumuna düştüklerini fark etmediler. Halbuki herkesi doğru suçla yargılamak gerekiyordu, iki farklı suçun cezası aynı olsa bile, hüküm doğru verilmeliydi. Peki neydi, bilcümle “muhafazakar” kanadın gözden kaçırdığı hususlar? Birincisi taaddüt-i zevcat ile alakalı ruhsatı kullanacak kişinin, eşleri arasında adaleti gözetmesi gerekir. Halbuki bunun kanunen yasak olduğu bir yerde, eşlerden sadece biri kanuni statüye sahip olabilirken, diğeri veya diğerleri “kaçak” durumunda kalacaktır, bu durumda adaletten bahsetmek zordur. İkincisi nikahta kefaet şartı aranır, kefaetin muhtevası örfe göre belirlenir ve kamu vicdanında galeyan uyandıran bir izdivaçta kefaet olduğunu söylemek de zordur. Diğer bir husus, ebeveynini ikna ederek, bir kişiyi zorla nikahlamak ne derecede ahlakî bir tavırdır, sorgulanabilir. Baliğ ve baliğa kişilerin nikahlanmasıyla alakalı serbestlik, sözkonusu toplumda, erken yaşta evlenmenin mahzurları sözkonusuysa, daraltılabilir mi, bu hususta fıkıhçılara danışılması icap ederdi, lakin böyle bir tartışmaya da rastlamadım. Kızın yaşının çok küçük olması yanında, şahsın da çok yaşlı olması, meselenin ciddiyetini arttıran bir noktaydı, sadece kızın yaşına odaklanılmakla bu da gözden kaçırılmış oldu. Faraza, 14 yaşında bir kız, 16 yaşında biriyle nikahlanmış olsaydı, insanlar aynı mertebede rahatsız olmayacaklardı. Hatta 14 yaşında bir kızla 16 yaşında bir erkek arasında nikahsız beraberlik sözkonusu olsaydı, karşı çıkanlardan bir kısmı bunu özgürlük başlığı altında savunabilirdi, en azından aynı şiddette tepki göstermeyebilirlerdi. Uzun lafın kısası, aynı şahsı, aynı fiili eleştirenlerin tamamının aynı noktada durması şart değil, her hadiseye kendi gözünüzle, kendi açınızdan bakmanız gerekir, elalemin argümanlarıyla yola çıkarsanız, ya yolda kalırsınız veya yanlış yerlere gidersiniz.

Başka bir misal, ayrımcılık mefhumu; ayrımcılığa karşı mıyız? Olmamalıyız. Ayrımcılık, eşitlik prensibinin ihlali ve eşitlik bize ait bir prensip değil. Biz adalete taraftarız ve bunun ihlali olan zulme karşıyız. Ayrımcılığın somut misalleri, kendi dünya görüşümüze göre zulüm ile örtüşüyorsa, bunlara karşı çıkmalıyız, örtüşmeyen kısımlar ise en azından bir “ateşkes mutabakatı” kurulana kadar bizi alakadar etmez. Masada oturabilen bir taraf olduğumuzda ise, duruma göre, bunlar hususunda başkaları ile işbirliği yapabiliriz. Bir misal daha: “insan haklarına” inanıyor muyuz? Hayır. İnsan hakları konsepti, “insanlar var, elbette onların hakları da var” tarzında basit bir anlayış değil, aksine hümanizmin insan ve haklarla ilgili kabullerinin bir ifadesi. İnsan derken hümanizmin kastettiği şeyi anlamıyoruz, bize göre bir insan her şeyden önce bir kuldur ve hak dediğimizde de hümanizmin kastettiğinden bahsetmiyoruz, bize göre hak mefhumu “Hakk” ile alakası olan bir mefhumdur. Diğer taraftan muhtevası itibariyle, insan hakları konsepti, çok kültürlü bir toplumda, asgari müşterek olarak uygulamaya konabilir bir yapı arz ediyor ve masaya oturulduğu zaman ortak bir çerçeve olarak kullanılabilir.

Zulme uğrayan ve bize mensup olmayan kişiler karşısında tavrımız ne olmalı? Gerçekten “zulme” uğramışlarsa, başka bir şart aramadan, bu kişilerin yanında olmamız icap eder. Ortada tanımlanmış bir suç ve belirlenmiş bir ceza varsa ve kişiler belirlenmiş olan cezadan fazlasına maruz kalıyorlarsa, bu bir zulümdür. Faraza, idamı gerektiren bir suç işlemiş bir kişiye, bu idam cezasına ilave olarak bir fiske bile vurulsa, bu haddin aşılması mânâsına gelir ve zulüm olur. Görüldüğü gibi, haksız kişilere karşı bile zulüm işleniyor olabilir ve bu kişilerin haksız olmaları, zulme karşı çıkmaya engel değildir. Ancak bunun tersi de doğru, ortada bir zulüm olması, tek başına, zulme uğrayan kişilerin haklı mı haksız mı olduklarına dair bir bilgi vermez. Halbuki biz ekseriyetle “ya herru ya merru” kafasıyla gittiğimiz için, bu iki hususu ayırmaktan geri kalıyoruz: ya haksızlığa karşı çıkmak saikiyle zulmü göz ardı ediyoruz, veya haksız kişilere uygulanan zulmü algılayamıyoruz, yahut zulme karşı çıkarken, haksızlığa da prim vermek durumuna düşüyoruz. Bu tarz konularda başkalarıyla iletişim halinde iken, bir taraftan da net bir tavır sürdürebilmek için, farklı dünya görüşlerine ait farklı düşünce dilleri ile alakalı hususların şuurunda olmamız gerekir. Bu noktada kısaca temas etmek gereken bir husus da, doğru söylemek ile haklı olmak arasındaki farkın idrak edilmesi. Bir bakımdan doğru olan bir şeyin, her bakımdan doğru olması zaruri değildir. Yanlışların arasındaki doğruyu yanlış saymaktan da, doğruyu esas alıp çevresindeki yanlışları görmezden gelmekten de sakınmak gerekir. Mesela, polisin nisbetsiz kuvvet kullandığını söyleyenler doğru söylüyorlar, fakat bu arada “gadre uğrayan” tarafın attığı molotof kokteylinden hiç bahsetmiyorlar. Söylediklerinin doğru olması, haklı oldukları mânâsına gelmez. Polisin ortalığı biber gazına boğması, ne taş, sopa ve molotof kokteyli ile uygulanan şiddeti meşru kılar, ne de protestonun haklı bir gerekçeye dayanıp dayanmadığına dair bir bilgi verir. Böyle bir durumda, polis şiddetini, eylemcilerin şiddetini ve protesto edilen konuyu ayrı ayrı değerlendirebilmek gerekir. Aynı kişileri hem polis şiddetine karşı savunabilir, hem de başka hususlarda eleştirebilirsiniz. Lakin “taraf seçmek” gibi bir mantıkla hareket ediyorsanız, bunu yapamazsınız.

Türkiye’de bir şeylere taraf olmak veya olmamak gibi bir konudan bahsederken, net bir fikire kavuşabilmek için; devlet, rejim ve sistem mefhumlarını birbirinden ayrı mütalaa edebilmek şarttır. Devlet dediğimiz zaman bin senedir devam eden ve bu ülkede yaşayan insanların hayatta kalma mücadelesini temsil eden bir şeyden bahsediyoruz. Devlet somut rejimden ibaret değil, aksine mevcut tek devlet, müteaddit defalar rejim değiştirdi. Rejime karşı veya taraftar olmakla, devlete karşı veya taraftar olmak birbirinden farklı şeyler. Sistem ise rejimin uygulama tarzı, aynı rejim içinde yürütülebilecek farklı zihniyetlerden biri. Son yüz sene zarfında hakim olan zihniyet, çoğunluğa karşı bir azınlığın hakimiyetini sürdürmek esasına göre şekillendiği için, strateji olarak her tür kesime baskı uygulamayı ve bu kesimleri birbirine düşürerek, birbirlerine karşı baskı uygulatmayı benimsedi. Yeri geldikçe, hem Türkçülere, hem İslamcılara, hem Sosyalistlere tazyikte bulundu, her tür etnik kökenin mensuplarına, her inanç grubuna dönem dönem zulmetti. Farklı noktalardan geçen çizgilerle, birbirleriyle kısmen örtüşen, kısmen de çelişen farklı azınlık ve çoğunluk grupları meydana getirildi. Gruplar arasındaki ihtilaflar körüklendi, insanlar birbirlerinin sinir uçlarına dokunmayı bir vazife gibi benimsedi. Şiddet körüklendi ve uzayıp giden kan davaları, sınırları derinleştirdi, uçurumlara çevirdi. Böylece bir gün bir baskı grubunun zulmüne maruz kalan bir grubun mensuplarının, başka bir gün başka bir gruba karşı uygulanan zulme destek verebilmesi vakay-ı adiyeden oldu. Hiçbir grup tek başına mutlak çoğunluğu sağlayacak bir bütünlüğe erişemedi ve dengeler fazla değişmeden, tabloda kayda değer bir farklılık meydana gelmeden bugüne gelindi. Zulmü tamamen ortadan kaldırabilmenin yolu, uçurumları köprüleyerek zulmün merkezini azınlık haline getirmekten geçiyor, ama birbirimize güvenmediğimiz için bunu yapamıyoruz. Rejim konusundaki ihtilafların kısa ve orta vadede çözülebileceğine dair bir işaret görünmese de, devlete taraftar ve fakat sisteme karşı bir cephe kurulabilir. Bunu yapabilmek için de ilk şart uygun bir iletişim sisteminin oluşturulması.

Hulasa edecek olursak, “hep beraber” bir şeyler yapabilmek istiyorsak, önce karşılıklı konuşmanın yolunu bulmamız gerekiyor. Bunun için de, “hep beraber” olmanın, tek bir taraf olmak mânâsına gelmediğini anlamamız şart. Aksine, zaman zaman birleşseler de, zaman zaman çelişebilecek çeşitli taraflar mevcut. Başkasının derdi, sizin kendi fikrinize göre de dert ise, herhangi bir kayıt aramaksınız onları savunabilirsiniz. Değilse, oturup ne yapacağınızı konuşursunuz.

İletişim konusunun çok da felsefî bir yönü olmayan kısımları da mevcut. Mesela “niyet okumak” ekseriyetle iletişimi baltalayan bir tavır, mümkün mertebe sakınmak gerek. “Ben böyle düşünüyorum” diyenlere, “hayır sen aslında öyle düşünmüyorsun” dediğinizde, onu karşınızda bir müzakerenin tarafı olarak oturur halde görmeniz çok zor, bir bakıma varlığını, fikirlerini hiçe saymış oluyorsunuz. Keza asgari nezaket de konunun olmazsa olmaz bir tarafı. Birilerini “ucube” olarak görüyor olabilirsiniz, onlar da sizi ve başkalarını “ucube” olarak görüyor olabilir, ama oturup konuşacaksanız, her aklınızdan geçeni her yerde söylememeniz yerinde olur.

İnsanlar paylaşılan videoda acı ve çaresizlik görüyorlar, ancak göze pek batmayan bir husus da, çaresizliğe eşlik eden donanımsızlık. Soldan “aşırma” sloganlarla mücadele etmeye çalışmak, protestoda bulunmak o gün için anlaşılabilir bir şey olsa da, bu kadar sene sonra devam etmiyor olması gereken bir şey. O zamandan bugüne kadar, durumda ilerleme kaydedilebildi mi, yoksa geri mi gidildi; kendimizi ifade etmeye çalışırken, farkında olmadan, aslında benimsemiyor olmamız gereken fikirlerin etkisinde mi kaldık, oturup düşünmek gerekiyor. Yorum yapanlardan biri “tesettürler ne kadar değişmiş” dedi, sadece tesettür (?) modası (!?) mı değişen, yoksa “mücahitler” dünya gailesine dalıp, “7 hilalli lüks” tüketime dadanıp “müteahhit” olurken, hep beraber duruşumuz mu değişti, hayat tarzımızdaki değişme, değer yargılarımızı da mı değiştirdi? Neden “başörtüsü” ile sembolleşen mücadelenin “kazanımları” arasında her şey var da, başörtüsü yok? Eskiden dertliydik de, şimdi derdimizi mi kaybettik yoksa? Eskiden “ehlidünya” diye bir kelime vardı, eski nesilden bu kelimeyi hatırlayan kaldı mı, yeni nesilden bu kelimeyi bilen var mı? Kendi kelimelerimizi unutup, başkalarının dümen suyuna girdiğimiz için mi, insanlar kendi kelimeleri üzerinden bize bu kadar kolay hesap sormaya kalkabiliyorlar? Oturup ciddi bir şekilde, hatta belki de “kara kara” düşünmenin vakti geldi de geçiyor bile.

Hiç yorum yok: