“Garplılaşma” maceramızın mühim cüzlerinden biri de maarif
meselesi. Bu cihetle rahmetli Mümtaz Turhan hoca da, “Garplılaşmanın
Neresindeyiz?” adlı eserinde maarif meselesine mühim bir yer ayırmış. Hoca Garb’ı
anlamadığımızı, Garplılığın esas rükünleriyle, tâli hususları birbirinden
ayıramadığımızı, bu sebepten dolayı da birkaç asırdan beri Garb’a ayak
uydurmanın lüzumunu fark etmiş olmamıza rağmen, bu konudaki teşebbüslerimizin,
doğru bir gayeye yönelik, planlı-programlı bir seyir takip etmediğini ve
neticede hep akîm kaldığını söylüyor. Hoca’ya göre, Tanzimat’a kadarki devrede
ordunun modernize edilmesi esas alınmış, İkinci Meşrutiyet’e kadar rejim
meselesi üzerinde durulmuş ve nihayet Büyük Harp’in de getirdiği moral
bozukluğu ile, hiçbir şeyi eksik bırakmamak ister bir şekilde, tepeden tırnağa,
topyekün bir Garplılaşma temayülü ortaya çıkmıştır. Bütün bu devrelerde ortak
olan husus, sebepleri bırakıp neticeleri iktibas etmeye çalışmak, aslî olanı
kavrayamayarak şeklî olanla vakit kaybetmektir. İhmal edilmiş bulunan ve aslî
olan, yani Garp medeniyetinin esas mânası sayılması gereken ise, ilim, teknik,
ilim zihniyeti ve hür tefekkür maddelerinden ibarettir. Bu noktada “ilim
zihniyeti” ve “hür tefekkür” ne demektir, bunun tenkidine girilebilirse de,
bunu başka bir zamana bırakarak Mümtaz Turhan’ın fikirlerini nakletmeye devam
ediyoruz.
Hoca’ya göre, Garplılığın hakikî mânâsı ve derdimizin
devası “ilim” olduğuna göre, Garplılaşma faaliyetlerinde de ilim
müesseselerinin teşkil edilmesi ve bilhassa bununla alakalı insan unsurunun
yetiştirilmesi en çok üzerinde durulması gereken husustur. Bu bakımdan maarif
davası merkezî bir yer teşkil eder. Ancak bizde mesele tersinden ele alınmış,
memleketin ilerlemesine önderlik edebilecek, yüksek vasıflı kişilerin
yetiştirilmesi için gayret edileceğine, çok sayıda kişiyi az bir tahsilden
geçirip bırakmak tarzında neticesiz bir işe girilmiştir. Okuma yazma
seferberliğinin memleket irfanına bir katkısı olmayacaktır, okur yazarlık
gerekli atılımlar için yeterli bir vasıf değildir. İleri memleketlerde okur
yazarlık nisbetlerinin fazla olması, sebep değil neticedir. Bunlar okur
yazarları fazla olduğu için kalkınmamışlar, kalkındıkları için okur
yazarlarının sayısı artmıştır. Kalkınma ise öncelikle birinci sınıf ilim ve
teknik adamları tarafından gerçekleştirilecek bir iştir. Bizde ise tahsil
süreçleri, ilerleme için gerekli vasıfları kazandırmakta yetersiz olmakla
birlikte, üstüne bir de ahlâken sukût etmiş yarı münevverler gibi zararlı bir
zümrenin türemesine sebep olmaktadır.
Meselenin vehametini, Mümtaz Turhan’ın satırlarından
uzunca bir iktibas yaparak arz edebiliriz:
“… garpla sırf şekil benzerliği altında, fakat herhangi
bir gaye ve hedeften mahrum, memleketin hakikî ihtiyaçlarından uzak bir maarif
teşkilatı, gittikçe genişleyen ve mütemadiyen bir çığ gibi kendiliğinden
büyüyen tesisleriyle, boş dönen ve yalnız gürültü çıkaran bir çark halinde,
memleketin kesesinden çektiği muazzam paralarla sırf onun sırtından geçinen
insanlar ortaya atmaktadır. Bu surette memleketi iktisadi bakımdan muhakkak bir
uçuruma sürüklemekte olan bu sistem eğer bir mucize ile onun yıkılmasına sebeb
olmazsa bizi ikinci bir orta çağa götürebilir. Çünkü Avrupa ile olan bu şekil
benzerliği –tıpkı bundan üç dört asır evvel olduğu gibi- onunla aramızdaki
hakiki farkla[rı] görmemize mâni olacak ve birçoklarımızı[n] zannettiği veçhile
artık garplılaştık diye bizi hareketsiz ve mevcut sistem içinde mahsur
bırakabilecek.
… dağınık, gayesiz, memleketin hakikî ihtiyaçlarından
uzak olduğu için faydasız, hatta zararlı teşkilat veya sistemin … Bugün hâlâ
aynı şekilde genişleyip devam etmesinin sebebine gelince; halli geniş bir bilgiye
derin bir ihtisasa dayanması lazım gelen bu çok mühim, büyük ve hayatî davanın
ve buna ait işlerin bir takım alaylıların, heveskârların ellerinde kalmış ve
bunların hareket tarzlarının bazı gafiller tarafından desteklenerek devlet
siyaseti haline getirilmiş olmasıdır. Halk arasında hiç kimse soba için
marangoza, mobilya için demirciye, çilingirciye ait işler için döşemeciye veya
sebze için attara ilaç için manava ve ilh… müracaat etmediği, bu şekilde
harekete teşvik edilenler alay mevzuu olduğu, iyi kötü bir ihtisasa riayet
edildiği halde, eline bir diploma geçiren herkes, bu memlekette her şeyin
mütehassısı, her şeyi yapmaya muktedir ve her sahada fikir yürütmeğe mezundur.
Sadece okuyup yazmanın bu korkunç imtiyazına başka
medeni bir memlekette rastlamak şüphesiz mümkün değildir. … her nasılsa iş
başına gelmiş heveskârların elinde kalan maarif uğrunda müsbet, faydalı hiçbir
netice almadan milyarlar sarfedilmiş bulunuyor.
Eğer bunların yerinde işten anlayan mütehassıslar
olsaydı Türkiye bu para ile maarif sahasında bir defa değil birkaç defa
kalkınabilirdi. Fakat mesul mevkilerde bulunan bu yarı münevver ve sözde mütehassısların
zararları bundan ibaret kalmamıştır.
Bunların memleket hesabına yaptıkları en büyük fenalık,
şüphesiz daha iyi bir neslin yetişmesine ister istemez mani olmuş
bulunmalarıdır. Çünkü bunlar memleketin kalkınmasına yarıyacak her ilim ve
maarif meselesini ancak kendi seviyelerine, hatta kendi menfaatlerine göre
halletmek imkânını vermişlerdir. Bu tip insanların yalnız maarif teşkilatı
içinde bulunduklarını iddia etmek elbette doğru değildir. Devletin bütün
müesseselerinde bunların nüfuzunu sezmek mümkündür.
İşte milyonlar, milyarlar sarfederek meydana getirilmiş
olan bir teşkilat, memleket işlerinde rehberlik edecek insanlar yetiştirecek
yerde, onun sırtından geçinen ve ancak bu suretle maişetini temin edebilen
memurlar ortaya atmaktadır.” Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz?,
Yağmur Yayınları, 6. baskı, İstanbul 1974 (1. baskı 1959), s. 105-107.
Mümtaz Turhan’ın yorumları, sadece gelip geçmiş bir
vakıanın tasviri olarak görülmemeli, bilakis bu güne nereden geldiğimizi
göstermesi bakımından aktüel bir mevzu olarak ele alınmalıdır. Ancak mantıklı
bir maksat gözetmek ve ihtiyaca yönelik olmak bakımından kusurlu olması gibi
bir ortak noktanın dışında, bugünki tablo Hoca’nın tasvir ettiği durumun tam
tersini göstermektedir: memleketimizde adeta bir yüksek tahsil seferberliği,
ilan edilmeden yürürlüğe konmuş bulunmaktadır. Okuma-yazma, ilk ve orta tahsil
seferberliklerinin keyfiyet zaviyesinden müflis, fakat kemmiyet cihetinde
başarılı neticesi, bizi bir yüksek tahsil krizi ile karşı karşıya bırakmıştır.
Bir tarafta ihtiyaçtan fazla ve istihdam edilemediği için işsiz kalmış bir
yüksek tahsil diploması olanlar ordusu, diğer tarafta uygun vasıfta eleman
bulunamadığı için münhal kalan yüz binlerce ara kademe kadro; bu manzaraya
rağmen hâlâ yüksek tahsil kapılarında bir yığılma, nasıl çözeceğimizi
bilemediğimiz bir mesele… Bir çözüm bulacaksak, nasıl edip de bütün nüfusu
yüksek tahsilden geçireceğimiz yerine, herkese yüksek tahsil kazandırmak
gerekip gerekmediğini düşünmemiz gerekiyor.
Uzunca bir süre ciddi sıkıntılardan biri de maarif
sisteminin endoktrinasyon odaklı kullanılmış olmasıydı. Bu noktada sözü tekrar
Mümtaz Turhan’a bırakıyoruz: “… Türk münevveri ile onun cahil diye
damgaladığı halk arasında ilmî düşünüş ve zihniyet bakımından, büyük bir fark
yoktur. Çünkü her ikisi de peşin hükümleri, kanaatleri ve batıl itikatlarıyla,
yani inançları ile hareket etmektedir. Aradaki fark, sadece bu zihnî
muhtevaların mevzu ve nevilerindedir. Onun için Türk münevverinin maariften
anladığı mâna, bugünkü sistem içinde ne kafanın formasyonunda, ne de amelî
hayatta büyük bir ehemmiyeti olmayan bazı malûmattan ibaretti. Ona göre
garplılaşma da, kalkınma da kendisiyle halk arasındaki inanç farklarının
giderilmesinden başka bir şey değildir. Türkiye’nin garplılaşmasında,
ilerlemesinde birinci derecede âmil olacak ilim adamlarına, ilim müesseselerine
karşı lâkayıt kaldığı, hatta bazen, düşmanca bir tavır takındığı halde,
kalkınma bakımından amelî bir kıymeti olmayan ve bugünkü şartlar içinde
gerçekleşmesine imkân olmayan ilk tahsil üzerinde ısrarla durmasının sebebi de,
yine inançlarını halka aşılamak kaygusudur. Zira o, halkı kendi nevinden olmak,
kendisine benzemek şartiyle aşağıda tutmak istiyor. Kendisinden daha bilgili,
daha tesirli ve verimli bir zümrenin varlığına tahammül edemez. … Memleketin
geri kalmasının başlıca sebebi olan bu yarı münevverin kökünü kurutmak …
lâzımdır.” (s. 109-110.) Son zamanlarda tahsilin beyin yıkama vasıtası
olarak kullanılması meselesi az çok ortadan kalkmış gibi görünüyor, ama aşağı
yukarı yirmi senedir zuhur etmiş bulunan başka bir hastalık var: reform
saplantısı. Her yeni maarif vekilinin en az bir eğitim reformu yapması adet
haline geldi. Meselenin aslıyla alakasız ne kadar teferruat varsa hepsi tek tek
defalarca değiştirildi. Ders geçme ve not sistemi, üniversite ve diğer okullara
giriş imtihanları, önlük ve formalar vb. değişip durdukça, herkesin kafası
allak bullak oldu, istikrarsızlık kalıcı bir hal kazandı. Tarih dersinin adını
“Millî Tarih” diye değiştirince, talebeye daha millî bir vasıf
kazandırabilecekmişiz veya önlük rengini siyahtan maviye çevirince, yavruların
psikolojisini düzeltecekmişiz gibi tuhaf iyimserliklerin ardı arkası kesilmedi.
Üniversite imtihanına hazırlanmakta herkese eşit fırsat veremiyoruz diye, lise notlarını
da hesaba dahil ettik. Bu sefer iyi eğitilmiş olanlara haksızlık oluyor diye
okul puanlarını işe karıştırdık. Bir o tarafa, bir bu tarafa haksızlık olmasın
derken, işi karmakarışık ettik. Gerçek fırsat eşitliğinin, herkese imtihanda
soruları cevaplayabilecek vasıf kazandırmak olduğu aklımıza gelmedi, ite kaka
fakülteye bir girsin de, göç yolda düzülür nasıl olsa diye düşündük. İdeolojik
takıntıyla reform saplantısının bir araya gelerek vurdukları son darbe ise çok
daha şiddetli oldu: sekiz sene kesintisiz eğitim uygulamasını hayata geçirdik,
maarif değirmeninden beş senede yakayı sıyırıp hayata atılarak bir meslek veya
sanat sahibi olmak suretiyle paçayı kurtarabilenleri de pençemize aldık. Rövanş
mantığıyla yürürlüğe konan son değişiklikler de pek derde deva olacak gibi
durmuyor, zira aynı işler, bu sefer ters istikamette yapılıyor; üzerinden
kamyon geçmiş bir kazazedeyi tedavi etmenin yolu, kamyonu geri vitese takarak
bir sefer daha ezmek değildir. Gerçi 4+4+4 sisteminin arkasında hangi mantığın
olduğunu kavrayamamış da olabiliriz, zira arkasında bir mantık bulunup
bulunmadığını anlamamamıza da fırsat kalmadan, alelacele uygulamaya kondu.
Belki de bekleyip neticesini görmek gerekiyor, ama bu hususta endişe etmekten
kendimizi alamıyoruz, o kadar çok ve hızlı sistem değiştiriliyor ki, hiçbirinin
neticesini görüp anlamak mümkün olmuyor. Aynı şekilde devam edilirse son
sistemin de akıbeti benzer olabilir. Bu kadar çok reformdan başımız döndü.
Belki de bize artık paldır küldür reform yapmayan, hatta mümkünse hiç reform
yapmayan, ama kendisinden sonraki hükümetler döneminde yapılabilecek işler için
hazırlık yapan, uzun vadeli düşünen bir maarif vekili gerekiyor. Tanzimat’tan
bu yana epey mesafe katettik, artık hızlı ve kolay çözümler, pratik reçeteler
peşinde koşmak yerine, oturup bir nefes almak ve düşünmek zamanı gelmiş olsa
gerek.
Bu vesileyle yeni maarif vekilimize başarı dileklerimizi
arz ederiz; gayret kuldan, tevfik Allah’tan…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder