16 Şubat 2013 Cumartesi

Maarifin Neresindeyiz?

“Garplılaşma” maceramızın mühim cüzlerinden biri de maarif meselesi. Bu cihetle rahmetli Mümtaz Turhan hoca da, “Garplılaşmanın Neresindeyiz?” adlı eserinde maarif meselesine mühim bir yer ayırmış. Hoca Garb’ı anlamadığımızı, Garplılığın esas rükünleriyle, tâli hususları birbirinden ayıramadığımızı, bu sebepten dolayı da birkaç asırdan beri Garb’a ayak uydurmanın lüzumunu fark etmiş olmamıza rağmen, bu konudaki teşebbüslerimizin, doğru bir gayeye yönelik, planlı-programlı bir seyir takip etmediğini ve neticede hep akîm kaldığını söylüyor. Hoca’ya göre, Tanzimat’a kadarki devrede ordunun modernize edilmesi esas alınmış, İkinci Meşrutiyet’e kadar rejim meselesi üzerinde durulmuş ve nihayet Büyük Harp’in de getirdiği moral bozukluğu ile, hiçbir şeyi eksik bırakmamak ister bir şekilde, tepeden tırnağa, topyekün bir Garplılaşma temayülü ortaya çıkmıştır. Bütün bu devrelerde ortak olan husus, sebepleri bırakıp neticeleri iktibas etmeye çalışmak, aslî olanı kavrayamayarak şeklî olanla vakit kaybetmektir. İhmal edilmiş bulunan ve aslî olan, yani Garp medeniyetinin esas mânası sayılması gereken ise, ilim, teknik, ilim zihniyeti ve hür tefekkür maddelerinden ibarettir. Bu noktada “ilim zihniyeti” ve “hür tefekkür” ne demektir, bunun tenkidine girilebilirse de, bunu başka bir zamana bırakarak Mümtaz Turhan’ın fikirlerini nakletmeye devam ediyoruz.
Hoca’ya göre, Garplılığın hakikî mânâsı ve derdimizin devası “ilim” olduğuna göre, Garplılaşma faaliyetlerinde de ilim müesseselerinin teşkil edilmesi ve bilhassa bununla alakalı insan unsurunun yetiştirilmesi en çok üzerinde durulması gereken husustur. Bu bakımdan maarif davası merkezî bir yer teşkil eder. Ancak bizde mesele tersinden ele alınmış, memleketin ilerlemesine önderlik edebilecek, yüksek vasıflı kişilerin yetiştirilmesi için gayret edileceğine, çok sayıda kişiyi az bir tahsilden geçirip bırakmak tarzında neticesiz bir işe girilmiştir. Okuma yazma seferberliğinin memleket irfanına bir katkısı olmayacaktır, okur yazarlık gerekli atılımlar için yeterli bir vasıf değildir. İleri memleketlerde okur yazarlık nisbetlerinin fazla olması, sebep değil neticedir. Bunlar okur yazarları fazla olduğu için kalkınmamışlar, kalkındıkları için okur yazarlarının sayısı artmıştır. Kalkınma ise öncelikle birinci sınıf ilim ve teknik adamları tarafından gerçekleştirilecek bir iştir. Bizde ise tahsil süreçleri, ilerleme için gerekli vasıfları kazandırmakta yetersiz olmakla birlikte, üstüne bir de ahlâken sukût etmiş yarı münevverler gibi zararlı bir zümrenin türemesine sebep olmaktadır.
Meselenin vehametini, Mümtaz Turhan’ın satırlarından uzunca bir iktibas yaparak arz edebiliriz:
“… garpla sırf şekil benzerliği altında, fakat herhangi bir gaye ve hedeften mahrum, memleketin hakikî ihtiyaçlarından uzak bir maarif teşkilatı, gittikçe genişleyen ve mütemadiyen bir çığ gibi kendiliğinden büyüyen tesisleriyle, boş dönen ve yalnız gürültü çıkaran bir çark halinde, memleketin kesesinden çektiği muazzam paralarla sırf onun sırtından geçinen insanlar ortaya atmaktadır. Bu surette memleketi iktisadi bakımdan muhakkak bir uçuruma sürüklemekte olan bu sistem eğer bir mucize ile onun yıkılmasına sebeb olmazsa bizi ikinci bir orta çağa götürebilir. Çünkü Avrupa ile olan bu şekil benzerliği –tıpkı bundan üç dört asır evvel olduğu gibi- onunla aramızdaki hakiki farkla[rı] görmemize mâni olacak ve birçoklarımızı[n] zannettiği veçhile artık garplılaştık diye bizi hareketsiz ve mevcut sistem içinde mahsur bırakabilecek.
… dağınık, gayesiz, memleketin hakikî ihtiyaçlarından uzak olduğu için faydasız, hatta zararlı teşkilat veya sistemin … Bugün hâlâ aynı şekilde genişleyip devam etmesinin sebebine gelince; halli geniş bir bilgiye derin bir ihtisasa dayanması lazım gelen bu çok mühim, büyük ve hayatî davanın ve buna ait işlerin bir takım alaylıların, heveskârların ellerinde kalmış ve bunların hareket tarzlarının bazı gafiller tarafından desteklenerek devlet siyaseti haline getirilmiş olmasıdır. Halk arasında hiç kimse soba için marangoza, mobilya için demirciye, çilingirciye ait işler için döşemeciye veya sebze için attara ilaç için manava ve ilh… müracaat etmediği, bu şekilde harekete teşvik edilenler alay mevzuu olduğu, iyi kötü bir ihtisasa riayet edildiği halde, eline bir diploma geçiren herkes, bu memlekette her şeyin mütehassısı, her şeyi yapmaya muktedir ve her sahada fikir yürütmeğe mezundur.
Sadece okuyup yazmanın bu korkunç imtiyazına başka medeni bir memlekette rastlamak şüphesiz mümkün değildir. … her nasılsa iş başına gelmiş heveskârların elinde kalan maarif uğrunda müsbet, faydalı hiçbir netice almadan milyarlar sarfedilmiş bulunuyor.
Eğer bunların yerinde işten anlayan mütehassıslar olsaydı Türkiye bu para ile maarif sahasında bir defa değil birkaç defa kalkınabilirdi. Fakat mesul mevkilerde bulunan bu yarı münevver ve sözde mütehassısların zararları bundan ibaret kalmamıştır.
Bunların memleket hesabına yaptıkları en büyük fenalık, şüphesiz daha iyi bir neslin yetişmesine ister istemez mani olmuş bulunmalarıdır. Çünkü bunlar memleketin kalkınmasına yarıyacak her ilim ve maarif meselesini ancak kendi seviyelerine, hatta kendi menfaatlerine göre halletmek imkânını vermişlerdir. Bu tip insanların yalnız maarif teşkilatı içinde bulunduklarını iddia etmek elbette doğru değildir. Devletin bütün müesseselerinde bunların nüfuzunu sezmek mümkündür.
İşte milyonlar, milyarlar sarfederek meydana getirilmiş olan bir teşkilat, memleket işlerinde rehberlik edecek insanlar yetiştirecek yerde, onun sırtından geçinen ve ancak bu suretle maişetini temin edebilen memurlar ortaya atmaktadır.” Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz?, Yağmur Yayınları, 6. baskı, İstanbul 1974 (1. baskı 1959), s. 105-107.
Mümtaz Turhan’ın yorumları, sadece gelip geçmiş bir vakıanın tasviri olarak görülmemeli, bilakis bu güne nereden geldiğimizi göstermesi bakımından aktüel bir mevzu olarak ele alınmalıdır. Ancak mantıklı bir maksat gözetmek ve ihtiyaca yönelik olmak bakımından kusurlu olması gibi bir ortak noktanın dışında, bugünki tablo Hoca’nın tasvir ettiği durumun tam tersini göstermektedir: memleketimizde adeta bir yüksek tahsil seferberliği, ilan edilmeden yürürlüğe konmuş bulunmaktadır. Okuma-yazma, ilk ve orta tahsil seferberliklerinin keyfiyet zaviyesinden müflis, fakat kemmiyet cihetinde başarılı neticesi, bizi bir yüksek tahsil krizi ile karşı karşıya bırakmıştır. Bir tarafta ihtiyaçtan fazla ve istihdam edilemediği için işsiz kalmış bir yüksek tahsil diploması olanlar ordusu, diğer tarafta uygun vasıfta eleman bulunamadığı için münhal kalan yüz binlerce ara kademe kadro; bu manzaraya rağmen hâlâ yüksek tahsil kapılarında bir yığılma, nasıl çözeceğimizi bilemediğimiz bir mesele… Bir çözüm bulacaksak, nasıl edip de bütün nüfusu yüksek tahsilden geçireceğimiz yerine, herkese yüksek tahsil kazandırmak gerekip gerekmediğini düşünmemiz gerekiyor.
Uzunca bir süre ciddi sıkıntılardan biri de maarif sisteminin endoktrinasyon odaklı kullanılmış olmasıydı. Bu noktada sözü tekrar Mümtaz Turhan’a bırakıyoruz: “… Türk münevveri ile onun cahil diye damgaladığı halk arasında ilmî düşünüş ve zihniyet bakımından, büyük bir fark yoktur. Çünkü her ikisi de peşin hükümleri, kanaatleri ve batıl itikatlarıyla, yani inançları ile hareket etmektedir. Aradaki fark, sadece bu zihnî muhtevaların mevzu ve nevilerindedir. Onun için Türk münevverinin maariften anladığı mâna, bugünkü sistem içinde ne kafanın formasyonunda, ne de amelî hayatta büyük bir ehemmiyeti olmayan bazı malûmattan ibaretti. Ona göre garplılaşma da, kalkınma da kendisiyle halk arasındaki inanç farklarının giderilmesinden başka bir şey değildir. Türkiye’nin garplılaşmasında, ilerlemesinde birinci derecede âmil olacak ilim adamlarına, ilim müesseselerine karşı lâkayıt kaldığı, hatta bazen, düşmanca bir tavır takındığı halde, kalkınma bakımından amelî bir kıymeti olmayan ve bugünkü şartlar içinde gerçekleşmesine imkân olmayan ilk tahsil üzerinde ısrarla durmasının sebebi de, yine inançlarını halka aşılamak kaygusudur. Zira o, halkı kendi nevinden olmak, kendisine benzemek şartiyle aşağıda tutmak istiyor. Kendisinden daha bilgili, daha tesirli ve verimli bir zümrenin varlığına tahammül edemez. … Memleketin geri kalmasının başlıca sebebi olan bu yarı münevverin kökünü kurutmak … lâzımdır.” (s. 109-110.) Son zamanlarda tahsilin beyin yıkama vasıtası olarak kullanılması meselesi az çok ortadan kalkmış gibi görünüyor, ama aşağı yukarı yirmi senedir zuhur etmiş bulunan başka bir hastalık var: reform saplantısı. Her yeni maarif vekilinin en az bir eğitim reformu yapması adet haline geldi. Meselenin aslıyla alakasız ne kadar teferruat varsa hepsi tek tek defalarca değiştirildi. Ders geçme ve not sistemi, üniversite ve diğer okullara giriş imtihanları, önlük ve formalar vb. değişip durdukça, herkesin kafası allak bullak oldu, istikrarsızlık kalıcı bir hal kazandı. Tarih dersinin adını “Millî Tarih” diye değiştirince, talebeye daha millî bir vasıf kazandırabilecekmişiz veya önlük rengini siyahtan maviye çevirince, yavruların psikolojisini düzeltecekmişiz gibi tuhaf iyimserliklerin ardı arkası kesilmedi. Üniversite imtihanına hazırlanmakta herkese eşit fırsat veremiyoruz diye, lise notlarını da hesaba dahil ettik. Bu sefer iyi eğitilmiş olanlara haksızlık oluyor diye okul puanlarını işe karıştırdık. Bir o tarafa, bir bu tarafa haksızlık olmasın derken, işi karmakarışık ettik. Gerçek fırsat eşitliğinin, herkese imtihanda soruları cevaplayabilecek vasıf kazandırmak olduğu aklımıza gelmedi, ite kaka fakülteye bir girsin de, göç yolda düzülür nasıl olsa diye düşündük. İdeolojik takıntıyla reform saplantısının bir araya gelerek vurdukları son darbe ise çok daha şiddetli oldu: sekiz sene kesintisiz eğitim uygulamasını hayata geçirdik, maarif değirmeninden beş senede yakayı sıyırıp hayata atılarak bir meslek veya sanat sahibi olmak suretiyle paçayı kurtarabilenleri de pençemize aldık. Rövanş mantığıyla yürürlüğe konan son değişiklikler de pek derde deva olacak gibi durmuyor, zira aynı işler, bu sefer ters istikamette yapılıyor; üzerinden kamyon geçmiş bir kazazedeyi tedavi etmenin yolu, kamyonu geri vitese takarak bir sefer daha ezmek değildir. Gerçi 4+4+4 sisteminin arkasında hangi mantığın olduğunu kavrayamamış da olabiliriz, zira arkasında bir mantık bulunup bulunmadığını anlamamamıza da fırsat kalmadan, alelacele uygulamaya kondu. Belki de bekleyip neticesini görmek gerekiyor, ama bu hususta endişe etmekten kendimizi alamıyoruz, o kadar çok ve hızlı sistem değiştiriliyor ki, hiçbirinin neticesini görüp anlamak mümkün olmuyor. Aynı şekilde devam edilirse son sistemin de akıbeti benzer olabilir. Bu kadar çok reformdan başımız döndü. Belki de bize artık paldır küldür reform yapmayan, hatta mümkünse hiç reform yapmayan, ama kendisinden sonraki hükümetler döneminde yapılabilecek işler için hazırlık yapan, uzun vadeli düşünen bir maarif vekili gerekiyor. Tanzimat’tan bu yana epey mesafe katettik, artık hızlı ve kolay çözümler, pratik reçeteler peşinde koşmak yerine, oturup bir nefes almak ve düşünmek zamanı gelmiş olsa gerek.
Bu vesileyle yeni maarif vekilimize başarı dileklerimizi arz ederiz; gayret kuldan, tevfik Allah’tan…

Hiç yorum yok: