27 Mart 2013 Çarşamba

Adına çözüm denen süreç hakkında bazı noktalar



1. Türkiye Cumhuriyeti'nin Kürt unsurundan vatandaşları’nın gasbedilmiş hakları var ise bunları iade etmek pazarlık konusu olmaksızın devletin vazifesidir.

2. Maşayla pazarlık olmaz, illâ ki yapacaksanız, tutan el ile yaparsınız.

3. Devlet silahlı isyancıyı muhatap almaz, meşruiyet payesi vermez, halkın bir kısmının temsilcisi muamelesi yapmaz. Yaparsa acze düşmüş demektir.

4. Ne hükûmetin, ne muhalefetin zihninde devlet ve millet mefhumları ile alakalı net tanımlar mevcut; ayrılıkçı fikirlere karşı birliği savunacak bir zihnî donanımları yok. Bir kısmı ekseriyete eza veren statükonun devamını savunurken, diğer kısmı nereye varmaya çalıştığını ya kendi de bilmiyor veya halka söylemiyor. Faraza bir pazarlık yapılacaksa bile, pazarlık yapacak olanın evvela kendisinin ne istediğini bilmesi icap eder. Pazarlık yapılmaması durumunda da, insanlara neyi teklif ettiğinizi, ne üzerine biat istediğinizi ifade edebiliyor olmanız icap eder.

5. Barış kelimesini suistimal ederek, demagoji yaparak makul bir noktaya varma ihtimali yok. Sürece karşı çıkanlar, barışa karşı çıkmıyorlar, barışı kökten berhava edecek bir yola girilmesine karşı çıkıyorlar. Daha doğrusu karşı çıkmaya çalışıyorlar, ama beceremiyorlar. Barışın yolu, ortak bir irade tesis etmek ve kuvvet kullanma işini ortak iradeyi temsil eden kurumlara devretmektir. Ortak iradeye muhalif bir silahlı kuvveti “sigorta” olarak görmek, barış fikriyle telif edilemez. Barışın yolu ortak iradeyi çatlatacak taleplerle ortaya çıkmak da değildir. Barış kelimesini kullananların bazıları, ‘sulh’ten başka bir şeyi kastediyorlar. Eğer etnisite siyasi-hukuki sistemde ifade edilen bir veri olacaksa, bu hakkın herhangi bir şekilde bir etnik aidiyete sahip herkese tanınması gerekir, aksi adil olmaz. Ya ortak bir vatandaşlık modeli, yahut yetmiş iki buçuk ayrı vatandaş tipi tanımlayacaksınız, bunun ortası olmaz. Bu ülkede kadim olan bütün müslümanların tek bir “millet” sayılmasıdır. Bundan inhiraf edilecekse, şu ana kadar etnik imtiyaz talep etmeyen taife-i Oğuzân da sıraya girmeli midir?

6. “Barışa da hazırız, savaşa da hazırız” misali ifadelerle barış olmaz. Silahlı tehdit ortadan kalkmayacaksa bu neyin sürecidir? Buna mukabil “vurmanın, ölmenin sırası gelecek” tarzında ifadeler de lüzumsuzdur. “Sırası” gerçekten gelirse, çıkar vuruşursun; gelmezse konuşmazsın.

7. “Silahlı unsurlarımız” ibaresindeki “biz” kimdir? Siz-biz diye bir şey yok, sadece bir “biz” var, mesele bu “biz”i güzelce ifade edebilmektir.

8. Ortada sorun derken ne kastedildiğine dair bir fikir olmadan, neyin çözüme kavuşturulacağı belli olmadan, çözüm hakkında fikir yürütmeye çalışmak, havanda su dövmeye benziyor. Terör örgütünün şu ana kadarki sicilinde çözüm adı altında gündeme getirilen talepler, bizatihi sorun teşkil ediyordu. Bu taleplerden vaz mı geçtiler? Vazgeçmedilerse bahsi geçen çözüm bizatihi bir sorun değil midir?

9. “Akan kanın durması” herkesin dileğidir, ama bunun karşılığı “kan dursun da ne olursa olsun” değildir. “Bunca kan boşuna mı aktı” derken kastedilen ne bir intikam ne de kan bedeli istemektir; sadece “bin yıldır uğruna kan, ter ve gözyaşı dökülen bir gaye vardır, bu gayeden vaz mı geçilmektedir” sualidir. “Barış getiriyoruz” diye fitneyi büyütmekten sakınmak gerekir.

19 Mart 2013 Salı

niye türkü dinlerim?


"fikir kazanı"

niye türkü dinlerim?

her müzik parçası bir yere götürür insanı. gayda dinleyip "highland" safası yapmak da güzeldir, shamisen dinleyip kyouto'da kiraz çiçeği seyranına çıkmak da güzeldir ve lâkin bir bizim bağrı yanık bağlama eve getirir beni. ana kucağı, baba ocağı dediğim, huzur ve sükûn dediğim, duyduğumda gözümü kısıp "şükür olsun, evdeyim" dediğim iki ses vardır, biri ezan, biri türkü.

türkü damarlarımda dolaşır, türkü ciğerlerime dolar, türkü iliklerime siner. türkü bana rüzgarda savrulan başıboş bir yaprak olmadığımı, kökleri arzın derinlerine uzanan koca bir ağacın dalı olduğumu söyler. türkü beni tabiata bağlar, eşime dostuma, ecdadıma, gelecek nesillere bağlar. türkü kulaklıtaşdır, tarhana aşıdır, emmimdir, ninemdir, köşküdür, yerevdir, kara çuldur, alacıktır, yayla deresidir... türkü kümbettir, nal izleridir, ertuğrul beğdir, eski yurttan yeni yurda göç yüküdür... türkü yemendir, çanakkaledir, hilâldir, urumeli'nde kalmış bir göz, kerkük'te kesilmiş bir koldur...

türkü benim derdimdir, derdimi bilenin derdidir, derdiyle dertlendiğimin derdidir, dünden yarına benliğimdir, kimliğimdir, zamanda ve mekanda yerimdir. söğüt'te ben vardım, tuna boylarında ben dolaştım, karakuzu'yu geçince esen rüzgâr benim, zevli yârim, ardıç yârenim, yerim de belli benim, yurdum da belli, kaç asırdır şu kölgede bağdaş kurup oturan hep benim, ırabbım zeval vermesin...

Paşa suç işler mi?


Bir kısım silahlı kuvvetler mensuplarının ve diğer kişilerin darbeye teşebbüs suçuyla yargılanmalarını ve ağır cezalar talep edilmesini tenkit edenlerin tepkileriyle, terör örgütüyle yapılan görüşmeleri destekleyenlerin tepkileri arasında bir ilişki var. Paşaların suçlu olup olmaması, suçlu iseler niye bu suçu işledikleri, değilseler niye öyle düşünüldükleri veya gösterildikleri ayrı meseleler, fakat biraz da paşadan "terörist" olabileceğini tasavvur edemeyenlerin sayesinde, teröristten "paşa" olabiliyor... Zıt görünen iki zihniyet birbirini besliyor. Kategorik olarak paşaların suçlu olamayacağını sananlarla kategorik olarak paşa olmayı suçlu olmak için yeterli görenler bir paranın iki yüzü gibi, ayrılmaz bir ikili. Birinin varlığı diğerini güçlendiriyor. "Ordu göreve" kafası yüzünden "kanlı mı kansız mı" kafası var. Silahlı kuvvetlerin aklına estiği gibi, siyasi mülahazalarını beğenmediği cenahları safdışı bırakmak için idareye müdahale etmesini normal sayanların yüzünden kanun nizam fikrini oturtmak zorlaşıyor. Adamlar devlet nizamına müdahale etmek maksatlı örgüt teşkil etmekle itham olunuyorlar, memleketin akıllılarının savunması "vay efendim TSK terör örgütü mü yani" şeklinde. Ordu içinde örgüt kurmakla ordunun örgüt olması fikirlerini birbirinden ayıramadığımız için memleketteki dangalakların yarısı "ordu örgüt olamaz" diye yırtınıyor, yarısı "ordu örgüttür" diye. Bu iki kamptan birinin varlığı diğerine yönelenler için mazeret oluyor. Diğer taraftan şahıslar fiili işlemiş veya işlememiş olabilir, lakin isnad olunan fiil suçtur. Bu fiilin suç olmadığını savunuyorsanız, bunu kanun teklifi olarak getirebilirsiniz, "ordu şu şu vaziyetlerde darbe yapabilir, muhtıra verebilir" şeklinde. Rejimin adını da darbokrasi diye değiştirirsiniz...

Din karşıtlığı üzerinden bir devlet düşmanı tanımı yapılınca ve ordunun görev tanımını da buna göre oluşturunca, devlet ve ordu halkın büyük bir kesiminin karşısında konumlandırılmış oluyor. Devleti güya savunanlar bu kafada olunca, devleti milletin düşmanı sananlara devletle ilgili bir şeyi izah etmek mümkün olmuyor, devlet deyince ceberrut, zalim bir heyuladan başka bir şeyi akılları almıyor, "hükûmet milleti devletten kurtarıyor" tarzında fantastik fikirler zuhur ediyor. Bir tarafta paşalarla ordu arasında ayniyet kuran bir zihniyet, diğer tarafta hükûmeti devletten ayrı ve onun ötesinde algılayan bir zihniyet mevcut ve kimse hüküm vermek için hadiseleri tetkik etme ihtiyacı bile duymuyor, çünki hükümler kategorik olarak zaten verilmiş durumda. "Devleti hükûmetten kurtarmaya çalışan bir ordu" fikriyle, "milleti devletten kurtarmaya çalışan bir hükûmet" fikrinin saçma olmak bakımından pek farkı yok ve hangisini benimserseniz benimseyin, bir sürü hatayı peşinen kabullenmiş oluyorsunuz. Dahası devlet şuuru olmayınca, insanlar kolayca "devlet Müslümanların düşmanı" fikrinden "devlet Kürtlerin düşmanı" fikrine intikal edebiliyor. Devlet ve orduyla bir kısım silahlı kuvvetler mensupları arasında fark gözetilmediği gibi, Kürtlerle terör örgütü arasında da fark gözetilmiyor. Bu durumda orduyla örgütün mücadelesi, "karşıt görüşlü" çeteler arasındaki bir mücadele gibi algılanıyor ve devletle örgütü bir kefeye koyuyorlar. Güya barış olacak diye teröristlere paye verilmesini hoş karşılıyorlar. Fanatik hükûmet taraftarları, "ben ne yaptığımı biliyorum, bana güvenin" tarzında beyanattan öte bir izahata ihtiyaç duymuyor ve tenkitler bu kişilere ulaşmıyor.

"Ergenekon davası yüzünden İmralı görüşmeleri yapılabiliyor" deniyor, belki öyledir; belki bu ikisi aynı tornadan çıkmıştır, meselenin o tarafı dumanlı, olup biten net görünmüyor. Ama gayet açık görülen husus şu, karşı çıkan ve taraftar olan iki cenah etki-tepki dinamikleriyle birbirini destekliyor. Eğer bütün bunlar bir plansa, elbirliğiyle bunu tezgahlayanların işini kolaylaştırmış oluyoruz.

16 Mart 2013 Cumartesi

Hasbihal - Diyâr-ı Rûm'dan Türk Yurdu'na


A beyim!..

Âh…

A beyim, otur, söyleşeyim, âh edeyim…

Dert anlatmaya mahal yok, bilen bilir zaten derdimi, bilmeyene ne söylemeli… Otur, iki satır yâd edeyim…

Çağrı beyim ilk sefer at saldığında Diyâr-ı Rûm idi buraların adı. Cümle Oğuz taifesi, kalktık, geldik ta Maveraünnehir’den, Horasan Erleri’nin peşi sıra, gazâ eyledik. Tohum olduk, düştük toprağa, kanımızla suladık toprağı, başak olduk biçildik. Yurt dediğimiz zaman, boş bir laf değildir; toprağın her zerresinde kanımız var, kanımızın her zerresinde bu toprak… Ahlat’ta mezar taşlarına sor, Tuna’ya sor; anlatsın hikayemizi; kuşlara Alparslan’ın sancağını sor, balıklara Ertuğrul’un ocağını… Töremizde, ağalık, beylik vermekle olur ve dahi dermekle olur: verilen maldır, kandır, candır; derilene de millet denir. Potlaç derler bir adet vardır töremizde; bey silahlarını kuşanır, hanımını, çocuklarını alır çıkar çadırdan, el yağmalar çadırda ne varsa. Soframızda oturan kim varsa bizdendir. Bizi bize sorma, Caber kal’ası şahidimizdir, Mostar köprüsü şahidimizdir, Teodosyus suru ve Ebâ Eyyûb El-Ensarî şahidimizdir. Sürre alaylarını sor, “Ders idelum” ilahisini sor; Gazze’de, Kudüs’te, Yemen’de, Medine’de sor, Makedonya’da sor, Çanakkale’de sor: biz kendi adımızı unuttuk da, elalem Türkiye diye isim taktı bu memlekete.

Anlayan zaten biliyordu, anlamayanla işimiz ne?