14 Eylül 2014 Pazar

Antikapitalik Müslümancılık – Gezegen İftarı / tw


müslüman şucu bucu olabilir, islam olmaz; mühim olan sıfatlarla müslümanlığın farkını idrak edebilmek. müslümanlar siyasi-fikri planda farklı mesleklere mensup olabilirler, hata farkı din sahasına teşmil etmek... bu tavırda müslümanın müslümandan başka sıfatı olmaz anlayışı da dolaylı rol oynuyor, bizde islamdan başka sıfat olmaz tavrı, siyasi-fikri farkları da islam parantezine sokuşturmakla neticeleniyor. islamcı olmamak insanı dinden çıkarmaz/ çıkarmayabilir. hatalı/ çelişik bir ideoloji benimsemiş olur.
diğer taraftan islamcı kelimesini farklı manalarda kullananlar var, bazısı "dinci" benzeri tonda kullanıyor. duygusal sebeplerle islamcı kelimesini benimsemeyen islamcılar var, bunlar islamcı derken başka şey kastediyor. islamcı kelimesinin karşıladığı mânâ için de müslüman kelimesini kullanıyorlar, bence bu daha büyük hata.
-cı -cü sadece bir şey satanlara eklenmiyor, nisbet eki kendisi :) alternatif terim tekliflerine açığız :)
evet, sıfat müslümana eklenmeli, müslümanlığa değil... yani şahsa, dine değil
islamcı islam taraftarı mânâsında değil ki, modern sosyoloji-felsefe bilgisini islam dairesinde yorumlama çabası
yok, bir kere konuyu müslüman herhangi bir ideolojiyi benimseyebilir şekline çevirmemek lazım. islamla çelişen bir fikri sıfat edinmek katmerli hata. ikincisi dini esas alan fikriyat ile dinin kendisini net olarak ayırmak gerek, birincinin gayesi ikincisi olsa da
kelimeyi nasıl kullandığınıza bağlı, "şucu"+"müslüman" olur, "şucu müslüman" olmaz. antikapitalist müslüman denenlerin büyük hatası antikapitalist kelimesini kullanmaları değil, müslüman kelimesini [kullanma şekilleri]
kur'an ve peygamber sosyoloji ve siyaset bilimi tanımlamıyor ki; bunlar ayrı ayrı sahalar. bu yüzden tabirleri böyle kullanmamak lazım. ama bu müslümanın islamdan başka sıfatı olmaz anlamında değil.
ama bununla yetinmemek lazım, bazısı da hiç ek sıfat kullanmadan müslüman kelimesini fikriyat için kullanıyor. bu daha sinsi bir tehlike ve çok yaygın bir ağız alışkanlığı
*
antikapitalist iftar/ alternatif iftar tribinde bir tefrika ve aşağılama haleti var. mesele sadece iftar değil siz anlamadınız mı :PPP
islam'ı ideolojilerine sos olarak kullanan bir grup şimdi de olayı iftar şeklinde servis ediyor.
"ey müslümanlar, siz müslüman neyim değilsiniz, esas en bi güzel biz müslümanız"
"evren kapitalik-zozyalik olarak anlaşılmalı, en bi müzlüman zozyaliklerdir, ..."
"bizim cenabet gezici emekçi canım güzelim kardeşlerimiz sizin abdestli kapitalcilerden daha müslüman"
"bizim iftarımız da sizin iftarınızdan daha iftar" (bkz: daha gider bu)
ve de "ey dövlet, bir aydır her eylemi yaptık, ahan da şimdi bunu yapıyoz. gezi gol gol gol ..."
"ama"lara dikkat etmezsen ya bir tarafın hatalarına kör kalırsın yahut diğer [tarafın]
aptalca bir kamplaşmada taraf olmak tek başına da vahimken, bir de kendini islam karşıtı pozisyondakilerin ortasında bulmak paha biçilmez
*
nasıl "kullandığınıza" bağlı, "başvurma" mı mesela, "suistimal" mi? dinle irtibatlı siyasi tavır, mutlaka kullanma manasına gelmez. yeryüzü iftarı dedikleri şeyin suistimal olduğunu düşünmüyorum, daha ziyade artislik bana göre, beni pek de ilgilendirmiyor. geçen senelerde de komikti zaten, sadece fazla ilgi çekememişti, şimdi yerini/ kitlesini bulmuş oldu.
algılayıcılarımızı bir ayarlayalım mı? "eylem/ hareket/ aksiyon" olan "oruç"tur, iftar değil. oruç da ferdî bir harekettir. topluca yapılmaz. iftar, esas hareket olan orucun sosyal sahadaki ve tali bir yansıması. infak mânâsıyla bir ibadet de olur, ama aslolan oruç...
yapmasınlar niye yapıyorlar da denemez, ama esas iftar budur, başkası değildir kısmı can sıkıcı. yoksa birilerini dine ısındıran bir tarafı olmuşsa güzel tabii, o başka. temel mesele şu: eliaçık tayfası olayı kapitalizm-sosyalizm karşıtlığı üzerinden kurguluyor. islam ve sosyalizm eşdeğer, kapitalizm ve küfr eşdeğer gibi bir tablo çiziyor. dini kelalaka bir ideoloji üzerinden okumaya kalkarsanız sapıtırsınız, çarpıtırsınız. sosyal adaletle sosyalizm, mülkiyetle kapitalizm ve insaniyetle hümanizm arasında çok fark var. sosyal adaletten hareketle islam sosyalisttir sonucuna varabiliyorsak, aynı kafayla islam kapitalist sonucuna da varırız. islam antikapitalist değildir, kapitalizm yokken de islam vardı, islam kapitalizmi de sosyalizmi de reddeder. kaldı ki kapitalizm ve sosyalizm çok da farklı değildir, aynısının laciverdi...
*
bu tartışma lüzumsuz şekilde uzadı. tek tek kişilerin niyetini ve imanını sorgulama imkanı da lüzumu da yok. tartışmanın çıktığı noktayı hatırlayan varsa, nibenka birilerinin iyi-kötü iftar ayrımına laf ediyordu ve bu yüzden tepki çekmişti, halbuki tepki çekmesi gereken bu ayrımı yapanlar. birileri çıkar da sizin müslümanlığınız ne biçim, sizin iftarınız iftar değil, esas bizimki en öz hakiki gerçek iftar tribine girerse, başkaları da buna tepki gösterir. ha, bu organizasyona katılanlar arasında iyi niyetli olanlar vardır, bir şekilde dinle bir temas noktası bulmuşlardır, bu organizasyonlar bazıları için önyargıların kırılmasına vesile oluyordur, bunlar ayrı şeyler. böyleyse bunlara itiraz edilemez. iyi ve kötü şeyler bir arada olmuş olabilir. ama islamı sosyalizm üzerinden okumaya kalkıp, bunun dışında kalanları itham eden birinin eylem formatında kurguladığı bir işi kimse benimsemek zorunda değil. gösteriş vardır yoktur, gavurluktur, değildir. bu konularda prensipler zikredilip geçilir. şahsiyata girilmez. şahıslar doğrudan tekfir edilmiyorsa da söylenecek bir şey yok. çok saçma bir kutuplaşma ortaya çıktı, hata ve doğru iki tarafta karışık, ama herkes kendi cenahını romantize ediyor. bu ortamda muhakemeye dayalı bir müzakereye mahal yok. herkese cenahı mübarek olsun. tartışmak abes. zaman kaybı. asap israfı.
*
dine muhalif bir zümre "muhalif bir din anlayışı" görür ve mal bulmuş mağribi gibi sarılırsa ne olur?
a) komik olur b) artistik olur c) bazıları önyargılarını aşma vesilesi bulur d) olan olur e) bağzı şeyler olur
*
#AbdestliKapitalizmYıkılacak darısı abdestli sosyalizmin başına. abdestliyse tabii...

kapitalizm abdestli-abdestsiz topyekun yıkılır, yıkılırsa. yıkıldığında sosyalizm, feminizm vb ile birlikte bütün batı yıkılır... kapitalizm batı medeniyetinin ana dinamiğidir, sosyalizm de kapitalizmin emniyet sübabı. ayağınız bir yere değsin önce...

13 Eylül 2014 Cumartesi

Kafamız güzel / tw


sosyal medyadan da önce her zamanki halimiz bu, ne olduğunu anlamak için bakmak yerine kategorik seçimler yapıyoruz. bir ara izmir'de sahile ağaç diktiler, tanesi bin liraya malolmuştu, ama sol 500 diyordu, sağ 2000 lira... 
*
vak'ay-ı adiyeden bunlar memlekette, mesela daha önce de bir taraftan alenen bağıran masum eylemciler öbür taraftan polis katili diye görünüyordu. ortak bir hak tanımı yok ki, hangi hak, hangi haksızlık? keşke farklı algı evrenlerinden savurduğumuz fikirler gibi, uyguladığımız şiddet de birbirimize ulaşmasa... 
*
maç tarafların sırayla kendi kalesine gol atması şeklinde ilerliyor; tribünler memnun... herkes algı evreninde mutlu, boşver, bir de şiddetin algı evreni içinde kalmasını sağlasak, nobel barış ödülü itimiz olsun :) anomi. cemil meriç öyle diyordu, alatlı'ya fazla takılma :)
*
10 senedir monolog var demek ayıp, en az 1912'den beri monolog var, arada konuşan taraf değişiyor; hazmedemiyorlar. 10 sene önceye kadar ülke süperdi bunlar geldi bozdu kafasının osmanlı'da işler yolundaydı paşa geldi bozdu kafasından farkı yok. birine kafayı takıyoruz her şeyi ondan biliyoruz.
*
demokrasiye engel olan bazı odaklar birer ikişer devreden çıkıyor, ama karşılıklı zihin engellerini aşmak kolay değil.
*
ödev: 20 tarafı anlamaya çalışıyorsunuz, hepsinin dilini birbirine tercüme etmeye çalışıyorsunuz. balata kalırsa tekrar görüşelim...
*
detay görmeden hiçbir fikri kabul edesim gelmiyor artık, bunlar zaten x o halde y algoritması baydı. mümkün olan bir şey olmuş veya olmamış olabilir. bakmak lazım... olmuşsa şaşmam, olmamışsa da şaşmam... kasıt olasılığı kastın ispatı değildir. kimse ne olduğunu anlamaya çalışmıyor, tarafına göre seçim yapıyor. meselenin köküne inmeye çalışmıyoruz hiçbir zaman, hep bir paradigma dayatması. herkes kendi tribününe oynadığı için şikayet yok
*
kural, kaide, prensip yok memlekette, tarafgirlik var, impulsif tepkiler var, peşin hüküm var; sağında da solunda da. "kadın taciz edildiyse, kesin saldırganlığından edilmiştir, hak etmiştir, oh olsundur" bağele. alt metin: siz zaten... söylenen: kibir. perhiz turşusuna gel... hiç kibir görmedik bugüne kadar, bilmiyoruz tabii ne olduğunu... türkiye'de solun sağ hakkındaki eleştirilerinin bir kısmı doğrudur, onu da aynaya bakıp söylüyorlar muhtemelen... son günlerde meşe ve kızılcık ağacı üretimini arttırmamız gerektiğini düşünmeye başlamıştım, yetmez, yeni kalay madenleri lazım... bu kibirden bir an önce vazgeçmeliyiz, doğru söylüyorsunuz. lakin eksik olmayın demeye dilim varmıyor... umarım bunca yıldır paçalarınızdan taşan, memleketi kaplayan, milleti boğan kendi kibrinizi de fark edersiniz bugün. allah cümlemize hidayet etsin, azgınları ıslah etsin, ıslah olmayanları kahretsin...
*
şimdi onlar düşünmesin, çok düşününce sinir bozucu oluyorlar. gerçi düşünmediklerinde de... bu kafayla düşünseler ne düşünmeseler ne?
*
mesela otpor iddiası ispatlanamıyorsa yalandır, filanı kim vurdu iddiası ispatlanamıyorsa gerçektir. öyle bizim muhakememiz, çok güzeliz
*
çok RAM lazım bize, aynı anda birden fazla faktör olunca işlenecek, fiyakamız bozuluyor...
*
truanda'da huni satışları patlama yapmış (teyidli), safımızı seçelim beyler...
*
onlar monoblok, homojen ve tamamen haksız. içlerinde eşimiz, dostumuz, akrabamız yok. onlar hain ve ahmak. anlamaya değer bir tarafları yok.
*
1 doğru 2 yalan 1 doğru 1 demagoji 1 şüpheli bilgi 1 duygu sömürüsü 1 doğru 2 ajitasyon; mangal mevsimi geldi, şişleri hazırlayın...
hakkı tezgahın önüne dizip el çabukluğuyla çürük çarık batılı kesekağıdına dolduran pazarcı, senin terazine kalaydık işimiz zordu...
*
eylemci vs esnaf, kimin hakkı kimin hakkını döver, güzel bir teorik kısırdöngü çıkar bundan.
eylemcilere kızan esnafa erdal bakkal muamelesi yapılmasına karşıyım, o adamın ekmeği bağzı haklardan daha gerçek.
şimdi acı haberler: ahlak felsefesinin iki temel argümanı "yaşa" ve "yuha". kimin gerçeği daha gerçek?
*
senin dark side'da olman mümkün değil, sadece bin yıldır insanların ne yapmaya çalıştığını anlamıyorsun. bu ülkenin ne olduğunu anlamıyorsun, insanları kurtarmak için gemiyi batırmak gerektiğini sanıyorsun. ciddi konularla uğraşmaya kadar verdiysen beyinsiz entellerin klişe laflarını tekrarlayacağına kendi cümlelerinle konuş
*
icraat kudretle olur, onun için de çalışmak gerek, ama bizim milletimizin a planı hep "devlet yapsın". siyasetten hep şikayet ederiz, ama hakkı savunacak kişiyi değil iş takipçisini seçeriz
*
teröristse kesin öldürmek lazım. polis öldürmüşse kesin kasden öldürmüştür. hadi şimdi boğazlaşalım canım. ruanda krallığında cozutan bağzı şeyler var...
*
çok ama var, sen hangisini diyorsun? misal: ama hakettiler mi? hayır. ama kitle psikolojisi? evet. ama bana düşman olmaya hakkın yok. evet. memleket olarak sapı samanı ayırıp her hak sahibine hakkını teslim edebilecek bir mantık seviyesinde değiliz... büyükelçilerin katili "ermeniler" değil, askeri şehit eden "kürtler" değil, dink'i öldüren "devlet" değil, madımak'ı yakan "sünniler" değil. rohingyalıları öldürenler budist, ama rohingyalıları öldüren "budistler" değil. direkten dönüyor olsa bile, filistinlileri öldüren "yahudiler" değil, uygurları öldüren "çinliler" değil... senden nefret ettiğimi sanıyorsun, hatalısın, benden nefret etmenden nefret ediyorum. memleket dört koldan kuyruk acısı-evlat acısı hikayesindeki gibi gidiyor, mevlam ahvalimizi hayreyleye... kitlenin ortalama zekası içlerindeki en düşük zekalınınkine eşittir tarzında bir söz var, kitle psikolojisine dikkat edilmeli
*
evet, sayın "ama-sız-cı-lar", bu paranın iki yüzü var; hadi şimdi "ama-ları" gömüp tomahawkları çıkarın, daha çok boğazlaşma var... kimse "ama" demesin, herkes meselenin bir kulbundan tutup burnunun dikine gitsin, gittiği yere kadar... ama demekten imtina edip doğruları aranızda paylaşın ki, hakikati ıskalayabilesiniz...
burada kabahat "ama"da değil, kullananda. ama bir alet, bıçak gibi, ekmek de kesersin, adam da... hiç ama kullanmadan ince düşünemezsin. ama kullanmanın gerekli olması başka şey, bunun suistimal edilmesi ayrı bir şey... farzet, adam katil, idama mahkum. fazla olarak bir fiske vurdun adama. ama olmazsa senin de ona zulmetmiş olduğunu ifade edemezsin. amayı kaldırınca, tuttuğun uca göre bir tarafa sapıyorsun, ya fiskeyi haklılaştırıyorsun veya fiske yüzünden katli...
birileri de tutup amayı meseleyi saptırmak için kullanabilir elbette, ama bunu engellemenin yolu ama kullanmamak değil. aradaki farkı düşünseler zaten sıkıntı olmaz, ama kelimesinin tabiatının suistimale hizmet ettiğini düşünüyorlar, suistimal ve ama aynileştiriliyor, muhakemeye dayanmayan, duygusal bir tepki. ama ile çelişik görünen ifadeleri bağlarız. bu olmazsa doğruların bir kısmını gözardı etme tehlikesi ortaya çıkar. çelişkinin iki tarafındaki durumlar birbirine denk olmayabilir. ama kelimesi bunları denk göstermek için kullanılabilir, veya ama'yı küçükle büyüğün yerini değiştirmek için de kullanabilirler, bunlar kelimenin suistimalidir. kelimenin suistimaline değil, kendisine karşı çıkarsanız, düşünceyi kısırlaştırırsınız...
*
hani "akp'li arkadaşım" diye bir video çıktı ya, eleman "nihayet sesinizi duyduk" diyordu, teeee nihayet duymuş yani, duymuş fakat bir şey anlamamış. işte bu "gezegenler" farklı bir boyuttan gelen hologram mesajlar gibi, sadece söylüyorlar asla duymuyorlar
*
en basit konuda bile niye bu kadar kafamız karışıyor, anlamıyorum. bir şeyi anlamakla tasvip etmek aynı şey mi? esnaf tırlatmış, kendi bildiği metodla tepki veriyor. 1) metod vahim 2) tepki normal. doğru değil. haklı değil. normal.
trafikte her fırsatta levyeye davranmak normal midir? serum bitti diye doktor dövmek? normal nedir? normal bir değer yargısı içermez, normal ortalama olandır, beklenebilecek olandır. arabanın aynasına cd asmak maallede normaldir, newyork'ta olmayabilir. liselilerin yazılıda kopya çekmesi normaldir. bizim ahali tepesi attı mı adam döver, elinde bir alet varsa onunla kovalar. yapmalı mı? yapmamalı. ama normal işte...
bunu söyle. bu niye normal, olmalı mı, nasıl düzeltilir, ayrı konular. mevcut normalimiz bu... canı yanan herkes bıçağı sopayı kaparsa herkesin daha çok canı yanar, olması gereken bu değil. ama beklenebilecek bir şey. normal derken normlardan bahsetmiyorum, gündelik hayatta kullandığımız normali kastediyorum. doğal diyeyim isterseniz, olağan diyeyim, nasıl anlayacaksanız... ayrıca sanayide esnafın normu budur, o da var.
sözüm geri. normal değil. normél. nörmel. çayımı kahvaltıdan sonra içmem gibi. normlarla alakası olmayaraktan. kısa devre yaptırdınız ya
*
1) fil hortum değildir 2) hortum yanlış değildir 3) bizim dantelijansiya ne isterse yiyebilir. memleketin felsefi faaliyetini çizgi film yapsak dünyaya satarız, her şey hazır oturup çizecek biri lazım sadece, onu da mı japon yapsın?
*
hoca merhumun zamanında herkes biraz haklıymış, bugün galiba herkes biraz haksız...
*
bazı kelimeler tekrarlana tekrarlana tekerlemeye dönüşüyor, karikatürize oluyor, düşünceyi tetiklemek yerine şartlı refleks uyandırıyor: maraş, sivas, uludere, reyhanlı; zınk!
*
bütün "ama"lar iyidir anlamında değil, hiç "ama" kullanmadan tek taraflı olmayan bir çözümleme yapamazsınız anlamında. bir de şu var, "ama" denklemin iki tarafının da doğru olduğunu vurgulamak için kullanılır, taraflardan birini yok saymak için değil
*
bu tarz kişilerle "uğraşmanın" lüzumu yok, kendi haline bırakmak en iyisi. nezaketsizliğinin farkında değil, ama hakaret kasdı yok. indî ve boş beleş laflar üzerine gidince ciddiye biniyor. fikir hürriyetini ihlal edince en sefil fikirimsi bile kıymete biniyor. şahıs vahiy almakla ilgili beyanı akıl hastalığı olarak değerlendiriyor. bununla alakalı bir izahı yok, fikrinin bir kıymeti yok. söyleyecek bir şey yok, nasipsizmiş de, hidayeti için dua et geç. üstüne gidince kahraman oluyor böyleleri. ayrıca şiddetli tavır gösterince iletişim kanalları kapanıyor, tebliğin de yolu kapanmış oluyor...


İşbu dövlet içinde vurdular beni / tw


1) devleti savunmanın bir yolu da hatasını eleştirmektir. devlet görevlilerinin her yaptığı doğrudur diye bir kural yok. devletin fonksiyonu millete hizmettir. bunu ifa etmiyorsa, aksine hareket ediyorsa, düzeltilmesi gerekir.
2) devlet insanların kendilerini, haklarını korumak için kurdukları temel organizasyondur. sürekli devlet kavramını hedef tahtasında tutmak insanlara saldırmaktır. devlet kimsenin düşmanı değildir.
3) toplumda asayişin korunması için insanlar kuvvet kullanma haklarını devlete devrederler. devlet kuvveti doğru veya yanlış kullanabilir, ama insanlar kuvvet kullanıyor, şiddete başvuruyorsa bu kesinlikle hatalıdır.
4) devletin kendi vatandaşına hukuksuz bir şekilde şiddet uygulaması kabul edilemez. ama bundan insanlar molotofla istedikleri yere saldırabilir anlamı çıkmaz. bir konuyu değerlendirecekseniz, bütün yönlerini ele almalısınız. ısrarla bir tarafını gözardı ediyorsanız bunun açıklaması ya artniyettir, ya da ahmak olmaktır.
5) devletin "başarısı" toplumun seviyesinden bağımsız değil, devlet kurumlarını insanlar işletiyor, ortalama insan kalitesi neyse, devletin yaptığı, yapabileceği de odur. ortada bir sorun varsa çözümü insana yatırım yapmaktır, devlete saldırmak değil.
*
molotof kurşunu aklamaz, kurşun da molotofu aklamaz, iki ayrı yanlış var ortada. sıkıntı tamamen haklı bir taraf ve tamamen haksız bir taraf kurgulamaya çalışmak. bir de "kabahatin" türünü doğru belirlemek lazım, olan bitene dair net bir haber alınamıyor, hep taraflı-çarpıtma bilgiler… birini kasten vurmak ayrı bir kabahattir, kazara vurmak ayrı bir kabahattir, burada olan hangisi, kasıtlı suç mu taksirli suç mu? saldırgan bir kalabalığı dağıtmaya çalışırken, kazara birini vurmak başka, saldırgan bir kalabalığı dağıtmaya çalışırken kasten birini vurmak başka, saldırgan olmayan bir kalabalık sözkonusuyken ateş açmak başka. hiçbiri doğru olmayabilir, ama yanlışlık dereceleri aynı değil. her faktörü ayrı değerlendirmek lazım.
*
türkiye dediğimde 1040'tan itibaren tek bir şeyi kastediyorum... devlet değil -bin yıldır- hiç değişmeyen, sistem -yüz yıldır- "yes minister"i hatırlarsak, o kadar kolay değil. bunlar daha ziyade bürokratik refleksler, her kurumda var, ama silahlı olanları göze batıyor. daha ziyade devlet kadrolarının da halkla aynı arızaları taşıyor olmasından kaynaklanıyor, marstan gelmiyor adamlar. bunun çözümü insan kaynağına yönelmek, toplumun genel seviyesini değiştirmeden değişmez o kadar çok. ayrıca halkın devletle ilişkisi de bir acayip ve bu yapıyı o da besliyor, bağzı ilçelerin bütün kalkınma vizyonu: “devlet buraya bir şey yapması lazım”...
ilk çalışmaya başlarken halka hizmet etmeye çalışıyorsun, sonra kendini halktan korumaya çalışmak bunun yerini alıyor, bürokrasinin genel çerçevesi çoğunluğa karşı azınlık gibi.
çok faktör ve tarihi sebepleri var, bunlardan biri de halk. hem bürokrasinin içinden çıktığı insan kaynağı olarak, hem de hizmet alma alışkanlıkları dolayısıyla. ikincisi son yıllarda daha belirgin, eskiden ağzına şamarı yiyen oturuyordu; şimdi kendisine yardımcı olmaya çalışanı bile dövmeye kalkıyorlar, o zaman da ters sebeple de olsa eski alışkanlıklar gevşemiyor. kurumlar birbirinden farklı tabii, polisin şartlarıyla doktorunki aynı değil. ama genel bir kendini koruma refleksi var. bu da abartılı olunca maksadının tersine hizmet ediyor.
şener şen'in bir üçkağıtçı kayın birader tiplemesi var, a. t. alkan bir yazısında bizim devlet kafası için örnek gösteriyordu. mantık, sebep sonuç ilişkileri hesap kitap gibi konulara çalışmamız lazım biraz...
asayişi sağlamanın yolu suç işlemek, zulmetmek değil; vahamet her tarafta...
sadece işgal değil, bin yıldır savaşan toprağa tırnağıyla tutunan bir toplum; sadece travma değil biraz gerekler de var. elbette kendi halkına zulmetmek bu gereklere dahil değil
kantarın topuzu bir o yana bir bu yana savruluyor, devlete karşı duranlar nasıl bir zaruret olduğunun farkında değil. doğru-yanlış devlet eliyle yapılan her şeyi savunanlar da buradaki stratejik ve etik hatayı görmüyorlar
asimetrik de olsa kurşunu ve molotofu aynı anda masaya yatırmayan yorumlar her iki cenahı da mevziinde sabitliyor. herkes karşı tarafın hatalı fikrini kendi hatalı fikri için destek olarak kullanıyor. devlet ne isterse yapar diyenle devleti tanımayanın farkı yok, istibdat da bağy de zulüm türleridir. allah cümleye hidayet eyleye...
*
tilkitilkisaatkaçokrasi diye bir rejim var mıydı?
*
evet bunlar karışık işler. darbeye de demokrasiye de ihtilale de karşıyım. bir de huruç ale's-sultan konusu var, muhtelefün fih... diğer taraftan kısa ve belki orta vadede uygulanabilir ehven-i şer demokrasi... demokrasi bizim ahalinin anlamadan reddettiği bir şeydi, şimdi de anlamadan kabul ediyorlar; anlayarak reddedecekleri ve uygulayacakları günü bekliyoruz, gerek kalmayacağı günü daha çok bekliyoruz...
*
bu benim devletim, üstündeki kenelerin değil...
*
hakkın batıla karşı güç kullanması meşru da, darbe belirli bir konsepte ait; tam örtüşmüyor, ehven olan sistemin kavramı darbe, onun da kötü çocuğu. ideal sistemde ise darbeye mahal yok... işin mantığı akebe biatıdır, darbe, ihtilal vb bizatihi ehemmiyeti olan mefhumlar değil. mevcut bağlamda mânâları var ancak... gerçi ihtilal geniş ölçekte de değerlendirilebilir, ama orada da olumlu bir manası yok pek. aslolan isyan değildir. biat ve itaattir. devlettir. cihattır. huruç ale's-sultan istisnai bir şeydir. ihtilal ve darbe romantize edilmemeli. kür şad ihtilali de ihtilal değil bu arada, başkasına karşı savaşıyorsan ona ihtilal denmez, kendi devletine karşı savaş ihtilal... mevcut düzlemde ise, darbeyle ihtilalle hayırlı bir şey becerilme ihtimali düşük. ezcümle el-mecbur demokrasi, biz adam olana kadar...
bütün programlar liberal-demokratik işletim sistemi üzerinde mi çalışmalı? bu ukalalık çok can sıkıcı... sokakta laübali olanların zopayla ikaz edilmesine karşıyım, ama bunun sebebinin insan haklarıyla hiç alakası yok, usul ve üslup meselesi. mümkün olduğu kadar her şeyin serbest olması lazım anlayışını benimsememek, geleneği insan arzuları karşısında anlamsız görmemek tutuculuksa…
*
darbeye zemin hazırlayan eylem ve darbe, ayrıca da darbeye karşı olmak, olmamak. çok şirin bir yorum tabii, ama konumuz bu değil... konumuz (takıntılıyım, evet) ama meselesi. işbu çok şekerpare darbeli yorum da gözel bir malzeme. hadi bunu ‘ama’sız incele sıkıysa... bahsi geçen yorumun, gerçek sebep sonuç ilişkilerine dayanıp dayanmadığı meselesini bir kenara bırakalım ve başka bir tarafına bakalım... falan onu yaptı, o zaman da filan bunu yaptı olaylarını tahrikli ve tahriksiz olarak ikiye ayırmak lazım, tahriksiz olanları da taksirli ve taksirsiz deiye ikiye ayırabiliriz. aynı şablondan üç ayrı durum çıkabiliyor. tahrikli deyince ilk fiili işleyenin, ikinci fiilin işlenmesini hedeflemiş olmasını anlıyoruz, taksirli ise ilk fiil bir kabahat, ama ikinci fiilin işlenmesini hedeflemiyor. taksirsiz ise ilk fiilde hatalı bir şey yok... adam darbeyi tahrik etmiş olabilir, bu durumda kabahatlidir. ama bu darbe yapanı aklamaz. adam belki kabahatlidir, ama bu illa darbeye teşvik sayılmaz, darbe yapanın mesuliyetini ortadan kaldırmaz. adam tamamen kabahatsiz de olabilir. darbe yapan her durumda mes'ul, ilk fiil ne olursa olsun. ilk fiille alakalı mesuliyet de duruma göre değişiyor. düz mantıkla bütün faturayı tek tarafa kesmeyecekseniz, ihtimaller değerlendirilmeli. trafikteki x/8 kusur sistemini siyasette de mi uygulasak?
*
yaw arkadaş demokrasiyle sandığın, sandukanın ne alakası olur? sanduka istiyorsanız gidin türbelerinize, pis gericiler...
*
şiddet??? - cemel?/müseyleme? - gandhi?? kafam karışık, iki dakka bi hasta gelmeyebilir mi lütfen...
allahu a'lem hz. peygamber hz. ebâzerr'e tavsiyesinde cemel vb vak'aları işaret ediyor. bu bir örnektir. silah kullanmamaya teşvik… diğer taraftan mesela müseyleme meselesi gibi silahla çözülen meseleler de var, bu da başka bir örnektir. vak'anın hangi örneğe göre anlaşılması gerekir emin değilim, hangisi sünnete uygundur emin değilim... diğer taraftan gandhi diye bir adamcağız "pasif" metodlarla üzerinde güneş batmayan ingilizleri dehledi koca kıtadan




ateşkes mutabakatı / tw

türkiye demokrasi üzerinden bir ateşkes mutabakatı kurabilir, ama bunun yolu sokaktan geçmiyor. kemalistleri, marksistleri ve bölücüleri ayıklayarak sokak üzerinden varılabilecek bir nokta yok, bunun yeterli tabanı yok çünki. marksistleri, kemalistleri ve bölücüleri sokağa döktüğünüzde de her şeyden önce demokrasinin ipini çekiyorsunuz.
demokrasi üzerinden buluşmanın ilk adımı, demokrasinin ne olduğu konusunda bir fikir birliği sağlamak. arkasındaki değer yargıları, hayat tarzı ve dünya görüşüyle birlikte ele alındığında demokrasi bir inanç sistemi; evrensel değil. demokrasinin zeminindeki materyalist-hümanist sistem, bütün dinlere eşit mesafede tarafsız bir sistem değil, o da bir tür din... demokrasi ve islami bir sistemin aynı anda tam olarak uygulanması mümkün değil, müslümanlar demokrasiyi benimsemek zorunda değil. islam sadece bireysel bir konu değil, toplum hayatını, devlet düzenini belirleyen bir sistem, hümanizmin bıraktığı bireysel alanın islam'ı yaşamak için yeterli olacağını sanmak, konuyu bilmemekten kaynaklanıyor.
diğer taraftan ülkede çok-kültürlü bir yapı var ve hiç bir sistem tek başına hakim olmak için yeterli toplumsal tabana sahip değil. bu yüzden bir tür orta yol olarak demokratik, laik, liberal bir sistemin uygulanması düşünülebilir. müslümanlar demokratik bir sisteme destek verebilir, ama teorik açıdan mecbur olduklarından değil, çokkültürlülük yüzünden kerhen olur bu. demokrasiyi değerleriyle benimseyenlerin, demokrasiye kılı kılına uymak mecburiyetindesiniz gibi bir dayatması olmamalı. türkiye'ye has bir demokrasi versiyonu oluşturmanın arayışı olmalı. çelişen iki taraf varken bir taraf kendini hakem saymamalı... msl laiklik olur, ama namaz molası olunca halel gelen bir laiklik olmasın mümkünse, yoksa herkes eşit ama biz daha eşitiz oluyor.
tayyip beye gıcıkolojik destek sağlayan sol kesim susarsa, sağ kesim bu konuda ikna edilebilir, çoğu yatkın zaten bu fikre. başbakanın huyunu değiştirme imkanı yok gibi görünüyor, başbakanı değiştirmek istiyorsanız önce destekçi-karşıtlardan başlanmalı.
islam bazı şeyleri detaylı olarak düzenler, bazı konularda prensipleri verir, detayları bulmayı bize bırakır. islam zorunlu bir ideolojik muhteva ile gelmiyor, ideoloji bağlamında sabit-mecburi bir şey yok. bu yüzden ideoloji sahasının ihtiyaçları kullar tarafından karşılanmalı, bunu yaparken de hareket noktası yine islam. boş alanı dolduracaksın, ama kafana göre keyfi şekilde değil, o alanla ilgili esaslara uyarak. msl devlet başkanı seçme yolu hakkında net bir nass bilmiyoruz, toplumun durumuna göre farklı sistemler olabilir. ama seçilen başkanın genel kabul görmüş olması gerekir (biat). başkan istişare ile hareket etmelidir, bunun pratik uygulaması meclis veya başka bir şey olabilir.
*
müzakere için önce tarafların olması lazım, kimse karşı tarafın varlığını kabul etmiyor ki... saksı rejimi bu kadar olur. gerçi biz de iyi sulayamadık, o da var... yabancı bir medeniyetin köklerini hesaba katmadan meyvelerini toplamaya çalışıyoruz, başka ne olabilir ki. sosyal psikoloji, kültür, benlik algısı vs bir sürü faktör var işin içinde, kadrosuz sistem olmaz... bizde bir adama şu işi yap dersin, yapar gelir, nasıl yapalım diye sorarsan iş yatar. bütün teşkilatlanmamız çete mantığıyla.
değişmek zorunda değiliz ki, batı tecrübesini bire bir uygulamak farz mı? yapmamız gereken mantıklı düşünüp çözüm aramak. kendi meselelerimizi fark edeceğiz, kendi çözümlerimizi biçeceğiz, konfeksiyon değil...
çoğunluğu kim onaylamış ki? sen mv yerine iş takipçisi seçersen o da seni böyle yönetir. iyi kadro kötü sistemi yürütebilir, kötü kadro iyi sistemi yürütemez. ensarsız medine olmaz, önce ensar olmak gerek. işin kökü iman ve ahlak zaafımız, konuşuyoruz, yaşamıyoruz... bu kadroyla başka sistem mümkün değil.
allah kerim :) biz küçükkene ne olacak bu sovyetlerle diye dertliydik, çat diye çatladı gitti, hiç belli olmuyor... bir kıvılcımdan yangın çıkar, ümitsizlik müminin vasfı değildir...
*
kamuoyu yoklaması yerine tencere tava desibel ölçümü yapılsın. ama dur, başbakan desibel rekoru da kırmıştı, tüh ya...
iktidarla mücadele etmek istiyorsanız halkı arkanıza alacaksınız, karşınıza değil. iki dakika kafa yorun, acaba halk sizi niye sallamıyor? eylem yapabiliyor olmanızı dikte tonunda konuşabilmeniz için yeterli saymıyor halk, arada söylediğiniz doğru da olsa, güme gidiyor. demokrasiye, özgürlüğe, insan haklarına, eşitliğe ve sıralayıp durduğunuz ideolojik kavramlara iman etmek zorunda mıyız? inançlarınızı dikte etmekten bıkmadınız, hâlâ dayatma diyorsunuz, kibir diyorsunuz... amaç parka avm yapılmamasıysa en yanlış yol... başbakan bir kişi, belki seçilemez, belki emekli olur, hiçbiri olmasa ölür en nihayetinde, bir insan... sizin kafanızdan nasıl kurtulacağız?
*
kaç senedir neden bunlara inanmak zorunda olmadığımı anlatmaya çalışıyorum, her seferinde tepki: "anladım yeldeğirmeni, ama suyu nerde?"
*
#direngezi tayfasından ricam, haklarımı savunmasınlar lütfen, ne düşündüğümü merak etmeyen, kendince bana layık gördüğü hakkı savunsa ne?
#direngezi gölge etme başka ihsan istemez
#direngezi iade-i savunma: ben de sizin miras taksimini feraiz ilmine göre yapabilme hakkınızı savunuyorum, savunalım, savunulalım...
*
bence herkes bu ülkeye sığar, ama ayaklarımızı toplamaya alışmamız lazım... bir de canımızı yakan bazıları aslında tekme atmıyor olabilir. iki kamp üzerinden düşünme alışkanlığımızı gözden geçirmemiz lazım
*
haklılığın evrensel bir tanımı yok. baştan şiddeti dışlayarak yola çıkıyorsan, şiddete başvurduğunda tutarsız olursun. şiddeti baştan itibaren bir metod olarak benimsediysen, haklılık durumun değişmez. aynı mantıkla polisin de baştan itibaren haklı olduğu iddia edilebilir.
dün gece başbakan ayyaş çapulcu deyince 6 aylık bebeği hırpalama hakkı doğar çıkarsaması yapmaya çalışırken sızmışım... halbusem daha wounded knee'yi, boston çay partisi üzerinden temellendirecektik, tüh...
sistematik ve sembolik şiddet konusu geçti arada, fiziksel şiddete haklılık sağladığı düşünülüyor anladığım kadarıyla (memati zizek lazım). fiziksel şiddet politika da olabiliyormuş, bize ulaşan bilgiye göre. bunun üzerinde biraz düşünmek lazım.
bu tür konularda fikir alışverişi yapabilmek için entelektüellerimizin epistemik dayatma huyunu bir tarafa bırakması lazım. evrensel olarak kodlanan değerler ve bilgi birikiminin dışında kalan insanları anlamaya çalışmadan "hümanist" çizgiye zorlamak vahim hata.
kimliklerini alparslan, fatih ve yavuz gibi figürler üzerinden kuran ve tamamen farklı bir değerler sistemine bağlı, farklı bir "irfana" mensup bir çoğunluk var ve batı medeniyeti karşısındaki durum, bu insanlar için birkaç asırdır, sembolik şiddet dediğiniz durumla benzerlik gösteriyor. iki farklı denge var ortada, batılı değerleri benimseyen aydınlar kendilerini halk karşısında bir azınlık olarak tedirgin hissediyorlar, ama halk da batı karşısında benzer şeyler hissediyor. aydınların halk karşısındaki durumu halka rağmen kurulmuş bir azınlık diktası algısı uyandırıyor, "demokratik" talepleri sembolik şiddet olarak algılayanlar ne yapmalı? kendi politikalarını oluşturup fiziksel şiddete mi başvurmalı?
iki dünya görüşü arasındaki ihtilafta kim hakem olacak? "bu ülke"yi inatla batı üzerinden anlamlandırmaya çalışırsanız şiddet sarmalı büyür. insanlar maalesef kolay gazlanabilecek bir durumda, hangi taşı oynattığınızda nerenin devrilebileceğini kestirmek zor.
hükumetin ve destekçilerinin "aydın" taifenin ve çeşitli toplum kesimlerinin sembolik şiddet olarak algılayacağı üsluptan vazgeçmesi lazım. aydın zümrenin de hangi çığı davet eden bir çığlık attıklarını iyi düşünmeleri lazım, algı evreninizin perdesini bir aralayın. aynı değerlendirmeler "demokratik açılım" süreçleri planlanırken de hesaba katılmalı
çelişen paradigmaların olduğu yerde çatışma kaçınılmaz. bunu bir kenara yazmadan bir adım ilerlemek mümkün değil. çatışmayı çözümlemenin ilk adımı varlığını kabul etmek. cirlop gibi teori var, uymadığınızdan öyle oluyor kafasıyla olmaz. tamtamla diyalog bu kadar olur...
*
"inancınızın bireysel olarak size her ne emrediyorsa bunu yerine getirebilmenizi..." sağol canım ya, çok cömertsin... psişik zemin üzerinde bolca mazeret, doğru yanlış karışık bir kurgunun içinde; söyleneni algılayamaz, konuşmaya kilitlenmiş, dinleyemez. bunlara fikirle ulaşmaya çalışmak boş bir gayret, söylendiği gibi algı yönetimi üzerinde durmak gerek. ilk adım da ağamsın paşamsın demek


8 Eylül 2014 Pazartesi

Bilgi ve Sezgiye Dair


Bilginin üç kaynağı olduğu söyleniyor: müşahede, haber ve muhakeme. Bu doğru olmakla birlikte eksiktir. Birincisi muhakeme yeni bilgi üretmez, sadece kapalı bilgiyi açık hale çevirir, tutarlılığı denetler. Gerçek bilgi kaynakları müşahede ve haberden ibarettir. İkincisi müşahede ve bilhassa haberin bilgi olabilmesi sezgiye bağımlı şekilde işleyen bir süreçtir. Müşahedeyi veya haberi alıp indüksiyon veya dedüksiyon işlemine sokmadan evvel sağduyunuzun tasdikine başvurur ve bir süzgeçten geçirirsiniz. Her iki ispat metodunun da giriş noktaları ispatlanamayan kabullere, yani inanca dayanır. İnanç sezgisel bir kabuldur ve bu yüzden her tür bilgi neticede inançtan ibarettir. Hiçbir şeye inanmıyor olsaydık, hiçbir şeyi bilemezdik. Gözünüzün gördüğüne inanmayabilirsiniz, işittiğiniz bir habere de inanmayabilirsiniz. Bu seçimde muhakeme tarafından yürütülen tutarlılık denetlemesinin payı büyüktür, ancak durum bundan ibaret değildir. Müşahede için hayal görmediğinizden emin olmanız gerekir. Kendi içinde tutarlı, ama birbiriyle çelişen haberlerden hangisini doğru kabul edeceğinizi nihai noktada sezgisel kabullerinize dayanarak seçersiniz. Kıyas yoluyla bir şeyleri ispatlamak için en başta bir şeyleri ispatsız olarak doğru kabul etmiş olmalısınız. Muhakeme ancak vicdan veya gönül denen sezgisel-akıl ötesi melekelerin yardımıyla çalışabilir.

Bilgiden ahlak zaruri olarak zuhur eder mi? Tek başına bilmenin iradeyi harekete sevk etmesi mümkün görünmüyor. Daha doğrusu bu bilginin mahiyetiyle ilgili bir husus. Her bilgi bir tür inançtır, ancak her inanç iman veya yakîn değildir ve muhakemeyi aşıp vicdan/ gönül üzerinde tesir etmeyen bir bilgi amele dönüşmez. Böylece muhakemeye girişte olduğu gibi, amel istikametinde çıkışta da sezgisel melekelerin gerekli olduğu görülmüş oluyor.

Aklın devreden çıkarılması vicdanı hurafe ve bid’at karşısında savunmasız bırakır. Tam aksine kendisiyle alakası bulunmayan vazifelerin de akla yüklenmesi, yine aynı neticeye varır. Aklın üzerinde çalışacağı nassların, umdelerin kaynağı kendisinin dışındadır. Her vazifeyi akla yükleyenler için de bu böyledir, ama farkında değildirler, böylece felsefî inançları akıl tarafından ispatlanmış sayarak vahyin karşısına çıkarabilmeleri ihtimali ortaya çıkar.

Teknik konularda, dünya işlerinde müşahede ve akıl, sezgiye fazla ihtiyaç duymadan işlerliği olan neticelere ulaşabilir, ancak ahlak sözkonusuysa sezgiye çok iş düşmektedir. Ahlak konusunu ontolojiden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Madde ve beşerin ötesinde bir varlık bulunmadığı kanaatindeyseniz, nasslarınızı bu görüşün sözcüsü olan kişilerden alırsınız. Madde ötesine inanıyorsanız da, ötelerden haber getirdiğini kabul ettiğiniz kişilere müracaat edersiniz. Her durumda nasslara ihtiyacınız bulunmaktadır. Nassların tutarlı şekilde amele dönüşebilmesi için ise akıl ve sezginin birlikte çalışması gereklidir. Neticede salt nassçılık, salt akılcılık veya salt sezgicilik doğru yollar değildir, her birinin hakkını vermek gerekir.

Analoji sevenler için konuyu –kabataslak ve klişe olsa da- teşbih ve temsil ile özetleyebiliriz: bilgi ülkesinin veziri akıldır. Aklın müşaviri ise sezgidir. Vezir ister tebdil gezip her şeyi yerinde tetkik etsin, isterse casuslarının getirdiği haberleri ele alsın, müşaviri olmadan iş göremez. Gayb ülkesinin haberleri ise ancak elçilerden öğrenilebilir. Vezir elçilerin hakikisini sahtesinden ayırdıktan sonra sultan olan gönle arz eder. Amel ordusuna sefer emrini ise ancak sultan verebilir.


Bu hususları hakiki mahiyetiyle tam olarak kavrayabilmek için, ruh hakkında bilgi sahibi olmak gerekir, o da bizde mevcut değil. Bu yüzden en başta ve en sonda şunu söylemek gerekiyor: Allahu a’lemu bi’s-savab…