Bilginin
üç kaynağı olduğu söyleniyor: müşahede, haber ve muhakeme. Bu doğru olmakla
birlikte eksiktir. Birincisi muhakeme yeni bilgi üretmez, sadece kapalı bilgiyi
açık hale çevirir, tutarlılığı denetler. Gerçek bilgi kaynakları müşahede ve
haberden ibarettir. İkincisi müşahede ve bilhassa haberin bilgi olabilmesi
sezgiye bağımlı şekilde işleyen bir süreçtir. Müşahedeyi veya haberi alıp
indüksiyon veya dedüksiyon işlemine sokmadan evvel sağduyunuzun tasdikine
başvurur ve bir süzgeçten geçirirsiniz. Her iki ispat metodunun da giriş
noktaları ispatlanamayan kabullere, yani inanca dayanır. İnanç sezgisel bir
kabuldur ve bu yüzden her tür bilgi neticede inançtan ibarettir. Hiçbir şeye
inanmıyor olsaydık, hiçbir şeyi bilemezdik. Gözünüzün gördüğüne
inanmayabilirsiniz, işittiğiniz bir habere de inanmayabilirsiniz. Bu seçimde
muhakeme tarafından yürütülen tutarlılık denetlemesinin payı büyüktür, ancak
durum bundan ibaret değildir. Müşahede için hayal görmediğinizden emin olmanız
gerekir. Kendi içinde tutarlı, ama birbiriyle çelişen haberlerden hangisini
doğru kabul edeceğinizi nihai noktada sezgisel kabullerinize dayanarak
seçersiniz. Kıyas yoluyla bir şeyleri ispatlamak için en başta bir şeyleri
ispatsız olarak doğru kabul etmiş olmalısınız. Muhakeme ancak vicdan veya gönül
denen sezgisel-akıl ötesi melekelerin yardımıyla çalışabilir.
Bilgiden
ahlak zaruri olarak zuhur eder mi? Tek başına bilmenin iradeyi harekete sevk
etmesi mümkün görünmüyor. Daha doğrusu bu bilginin mahiyetiyle ilgili bir
husus. Her bilgi bir tür inançtır, ancak her inanç iman veya yakîn değildir ve
muhakemeyi aşıp vicdan/ gönül üzerinde tesir etmeyen bir bilgi amele dönüşmez. Böylece
muhakemeye girişte olduğu gibi, amel istikametinde çıkışta da sezgisel
melekelerin gerekli olduğu görülmüş oluyor.
Aklın
devreden çıkarılması vicdanı hurafe ve bid’at karşısında savunmasız bırakır.
Tam aksine kendisiyle alakası bulunmayan vazifelerin de akla yüklenmesi, yine
aynı neticeye varır. Aklın üzerinde çalışacağı nassların, umdelerin kaynağı
kendisinin dışındadır. Her vazifeyi akla yükleyenler için de bu böyledir, ama
farkında değildirler, böylece felsefî inançları akıl tarafından ispatlanmış
sayarak vahyin karşısına çıkarabilmeleri ihtimali ortaya çıkar.
Teknik
konularda, dünya işlerinde müşahede ve akıl, sezgiye fazla ihtiyaç duymadan
işlerliği olan neticelere ulaşabilir, ancak ahlak sözkonusuysa sezgiye çok iş
düşmektedir. Ahlak konusunu ontolojiden bağımsız düşünmek mümkün değildir.
Madde ve beşerin ötesinde bir varlık bulunmadığı kanaatindeyseniz, nasslarınızı
bu görüşün sözcüsü olan kişilerden alırsınız. Madde ötesine inanıyorsanız da,
ötelerden haber getirdiğini kabul ettiğiniz kişilere müracaat edersiniz. Her
durumda nasslara ihtiyacınız bulunmaktadır. Nassların tutarlı şekilde amele
dönüşebilmesi için ise akıl ve sezginin birlikte çalışması gereklidir. Neticede
salt nassçılık, salt akılcılık veya salt sezgicilik doğru yollar değildir, her
birinin hakkını vermek gerekir.
Analoji
sevenler için konuyu –kabataslak ve klişe olsa da- teşbih ve temsil ile
özetleyebiliriz: bilgi ülkesinin veziri akıldır. Aklın müşaviri ise sezgidir.
Vezir ister tebdil gezip her şeyi yerinde tetkik etsin, isterse casuslarının
getirdiği haberleri ele alsın, müşaviri olmadan iş göremez. Gayb ülkesinin haberleri
ise ancak elçilerden öğrenilebilir. Vezir elçilerin hakikisini sahtesinden
ayırdıktan sonra sultan olan gönle arz eder. Amel ordusuna sefer emrini ise
ancak sultan verebilir.
Bu
hususları hakiki mahiyetiyle tam olarak kavrayabilmek için, ruh hakkında bilgi
sahibi olmak gerekir, o da bizde mevcut değil. Bu yüzden en başta ve en sonda
şunu söylemek gerekiyor: Allahu a’lemu bi’s-savab…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder