8 Eylül 2014 Pazartesi

Bilgi ve Sezgiye Dair


Bilginin üç kaynağı olduğu söyleniyor: müşahede, haber ve muhakeme. Bu doğru olmakla birlikte eksiktir. Birincisi muhakeme yeni bilgi üretmez, sadece kapalı bilgiyi açık hale çevirir, tutarlılığı denetler. Gerçek bilgi kaynakları müşahede ve haberden ibarettir. İkincisi müşahede ve bilhassa haberin bilgi olabilmesi sezgiye bağımlı şekilde işleyen bir süreçtir. Müşahedeyi veya haberi alıp indüksiyon veya dedüksiyon işlemine sokmadan evvel sağduyunuzun tasdikine başvurur ve bir süzgeçten geçirirsiniz. Her iki ispat metodunun da giriş noktaları ispatlanamayan kabullere, yani inanca dayanır. İnanç sezgisel bir kabuldur ve bu yüzden her tür bilgi neticede inançtan ibarettir. Hiçbir şeye inanmıyor olsaydık, hiçbir şeyi bilemezdik. Gözünüzün gördüğüne inanmayabilirsiniz, işittiğiniz bir habere de inanmayabilirsiniz. Bu seçimde muhakeme tarafından yürütülen tutarlılık denetlemesinin payı büyüktür, ancak durum bundan ibaret değildir. Müşahede için hayal görmediğinizden emin olmanız gerekir. Kendi içinde tutarlı, ama birbiriyle çelişen haberlerden hangisini doğru kabul edeceğinizi nihai noktada sezgisel kabullerinize dayanarak seçersiniz. Kıyas yoluyla bir şeyleri ispatlamak için en başta bir şeyleri ispatsız olarak doğru kabul etmiş olmalısınız. Muhakeme ancak vicdan veya gönül denen sezgisel-akıl ötesi melekelerin yardımıyla çalışabilir.

Bilgiden ahlak zaruri olarak zuhur eder mi? Tek başına bilmenin iradeyi harekete sevk etmesi mümkün görünmüyor. Daha doğrusu bu bilginin mahiyetiyle ilgili bir husus. Her bilgi bir tür inançtır, ancak her inanç iman veya yakîn değildir ve muhakemeyi aşıp vicdan/ gönül üzerinde tesir etmeyen bir bilgi amele dönüşmez. Böylece muhakemeye girişte olduğu gibi, amel istikametinde çıkışta da sezgisel melekelerin gerekli olduğu görülmüş oluyor.

Aklın devreden çıkarılması vicdanı hurafe ve bid’at karşısında savunmasız bırakır. Tam aksine kendisiyle alakası bulunmayan vazifelerin de akla yüklenmesi, yine aynı neticeye varır. Aklın üzerinde çalışacağı nassların, umdelerin kaynağı kendisinin dışındadır. Her vazifeyi akla yükleyenler için de bu böyledir, ama farkında değildirler, böylece felsefî inançları akıl tarafından ispatlanmış sayarak vahyin karşısına çıkarabilmeleri ihtimali ortaya çıkar.

Teknik konularda, dünya işlerinde müşahede ve akıl, sezgiye fazla ihtiyaç duymadan işlerliği olan neticelere ulaşabilir, ancak ahlak sözkonusuysa sezgiye çok iş düşmektedir. Ahlak konusunu ontolojiden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Madde ve beşerin ötesinde bir varlık bulunmadığı kanaatindeyseniz, nasslarınızı bu görüşün sözcüsü olan kişilerden alırsınız. Madde ötesine inanıyorsanız da, ötelerden haber getirdiğini kabul ettiğiniz kişilere müracaat edersiniz. Her durumda nasslara ihtiyacınız bulunmaktadır. Nassların tutarlı şekilde amele dönüşebilmesi için ise akıl ve sezginin birlikte çalışması gereklidir. Neticede salt nassçılık, salt akılcılık veya salt sezgicilik doğru yollar değildir, her birinin hakkını vermek gerekir.

Analoji sevenler için konuyu –kabataslak ve klişe olsa da- teşbih ve temsil ile özetleyebiliriz: bilgi ülkesinin veziri akıldır. Aklın müşaviri ise sezgidir. Vezir ister tebdil gezip her şeyi yerinde tetkik etsin, isterse casuslarının getirdiği haberleri ele alsın, müşaviri olmadan iş göremez. Gayb ülkesinin haberleri ise ancak elçilerden öğrenilebilir. Vezir elçilerin hakikisini sahtesinden ayırdıktan sonra sultan olan gönle arz eder. Amel ordusuna sefer emrini ise ancak sultan verebilir.


Bu hususları hakiki mahiyetiyle tam olarak kavrayabilmek için, ruh hakkında bilgi sahibi olmak gerekir, o da bizde mevcut değil. Bu yüzden en başta ve en sonda şunu söylemek gerekiyor: Allahu a’lemu bi’s-savab…

Hiç yorum yok: