elbette, tefekkür olmasaydı abes şeylere de inanma eğilimi gösterebilirdik. akıl, kendisinin inanıp inanmamakla ilgili doğrudan bir fonksiyonu olmasa da, inanılabilir olanla olmayan arasında bir eleme yaparak, akıl ötesi seçimin yolunu açıyor, dolaylı da olsa inanmaya yardımcı oluyor. diğer taraftan hz. peygamber'e türlü türlü iftira atabilmelerine, hatta öldürmeye teşebbüs edebilmelerine rağmen, yalancı diyememelerinin çok önemli olduğu kanaatindeyim. en kolay izah, en basit kaçıştır, birine "yalan söylüyorsun" demek, ama inanmamak için bin dereden su getirmelerine rağmen bunu söyleyemiyorlar. yalan söylemediğine kaniiz, çünki güveniyoruz, doğru söylediğini ispatlayamasak da kabul ediyoruz. halbuki mesela "deli" iddiası çok daha kolay çürütülebilir bir iddia, bir insanın deli olup olmadığı başkaları tarafından anlaşılabilir, çoğu zaman bırak 23 seneyi, 20 dakika konuşturmak yeter. buna rağmen iftiraların arasında en temelsiz olanlara sarılıyorlar, çünki yalan söyleyeceğini onlar da tasavvur edemiyorlar, belki de biri "yalan söylüyor" diye ortaya çıksaydı, esas ona deli muamelesi yapacaklardı. dolayısıyla, haberi getiren, elini vicdanına koyup insaf edebilen biri için, kendisine inanmaktan başka çare bırakmayacak derecede güvenilir biri. yalan söylemiyor, deli değil, sihirbaz değil, kahin değil, medyum değil, şaman değil, şair zaten değil, filozof filan da diyen olmuştur, ama o da değil. çağdaşları tarafından hiç zikredilmemiş olan yalancı isnadı dışındaki iftiralarda, gaybî bir taraf da görünmüyor, herhangi biri olmadığı aşikar. peki hiçbiri değilse, ne? nebi. gödel'in delili, okumadıysam da, bundan daha sağlam değildir herhalde. bu noktadan sonra başka nerede spekülasyon yapılabilir? habercinin doğru söylediği, ama haberi ona verenin doğru söylemediği iddia edilebilir. o durumda da, birincisi bilinenin ötesinde bir şeyler olduğunu kabul etmiş oluyor kişi, ikincisi yazabileceği muhtemel senaryoların herbiri fantastik hikayeler olacak, buna inanmayan, ona niye inansın? ezcümle, inanmaya niyeti olmayan illaki bir mazeret bulur, ama inanacak kişi için, bütün diğer deliller bir yana, haberi getirenin kimliği tek başına bile yeterli bir dayanak noktası. uzun lafın kısası, sadaka es-sıddîk: o söylediyse doğrudur.
30 Aralık 2012 Pazar
galeyana kapılmadan önce
aşırı duyarlılık-boş tepkisellik / heyecan-galeyan sarmalına kapılmadan önce yapılması gerekenler
1. iddia edilen/ ortaya atılan ibarenin içinde geçtiği metni bulun
2. ibare aynen mi alıntılanmış, değiştirilmiş/çarpıtılmış mı, kontrol edin
3. ibarenin tek başınayken çağrıştırdığı mânâ, metin içinde ifade ettiği mânâ ile örtüşüyor mu, kontrol edin
4. ibarenin metin içindeki fonksiyonunu tespit edin: başlık, anafikir, yan fikir, örnek vb
5. metnin anafikrini tespit edin
6. metnin varsa artıları ve eksileriyle genel bir değerlendirmesini yapın
7. metinin geneliyle ibareyi karşılaştırın, yazarın meramını düzgün bir şekilde ifade edip edemediğini değerlendirin
8. konuya bir katkınız olabileceğinizi düşünüyorsanız, elinizden geldiği kadar sakin bir şekilde yazmaya çalışın; gerekirse yazma işini erteleyin, tekrar düşünün, sakinleşmeye çalışın
9. bunları beceremiyorsanız klavyeye dokunmayın, sadece fare kullanın, komik resim filan paylaşın
sarı keder
balalar kızçelere selam yollasın/ turfan bağlarını tuna sulasın/ kurumuş gözlerim kederimden/ benim yerime de dostlar ağlasın...
sarı bir rüzgar döküldü bulutlardan/ haber yok göğeren umutlardan/ daraldı gönlüm kızıl putlardan/ yerim yurdum bu sene de kara bağlasın
27 Aralık 2012 Perşembe
Arîza
Şehir kemâl-i edeble diz çökmüş oturuyor, sultânımın huzurunda, serâpâ reng-i muhabbet; sultânımın şavkı vurmuş, Beldetün Tayyibetün'ün yüzüne, kendi güzelliğinden mahçup, karşısındaki güzellikten mest; insan nasıl vurulmaz bu şehre...
Sultânım dostunun nurundan aydınlanıyor; sultânımın dostu benim efendim; efendim, sevgili...
Efendim yâdediyor, ben tekrarlıyorum; kelime dilimde, kelime gönlümde, kelime damarlarımda: damarlarım bu kelimeye gönül verenlerin damarlarıyla karışıyor, her kim bu yâdı tekrarlar ise, benim kardeşim. Uzak dağlardan kardeşlerim sesleniyor, sanki dağlar kaftanlarını toplayıp raks ediyor, arz dönüyor, sema dönüyor, zaman ve mekan dönüyor, kelime yedi iklimde çınlıyor...
Cahil, zalim ve acizim, hâlimi keremine arz ediyorum...
23 Aralık 2012 Pazar
milliyetçilik ayrılıkçı mı?
türk milliyetçiliğini osmanlı camiasına dahil diğer unsurların milliyetçilik hareketlerine benzetmek hatalı, diğerleri ayrılıkçı iken türkçülük ve islamcılık fikirleri birleştirici idi, üç tarz-ı siyaset makalesine bakılırsa neyin korunmaya çalışıldığı görülür. iktidarı ele alan seküler garpçı kanadın icat ettiği türkçülük tarzının öncekilerle alakası yoktur ve hadisatın aksülameli vasfını da taşır. aksülamel olmayan kısmı da osmanlı ve islam'dan kopuş için zemin hazırlamak gayesine matuftur. sistem türkçülükten ne anladığını 44'te göstermiştir. ikisini karıştırarak doğru bir analiz yapmak mümkün değil.
(bkz: milliyetçilik / ihl)
türban sorununa farmakolojik çözüm

14.02.2008, Düşünce Tarlası
muhterem kaarilerimizin malum-ı âlileri olduğu üzre tedavide etkene yönelik yaklaşımın sayısız faideleri mevcuttur, binaenaleyh türban sorununu çözmek içün dahi sorunun kökenine inmek gerekmektedir.
türban neden ve nasıl sorun olmuştur, türbanı sorun kılan nedir diye düşündüğümüzde şunu görmekteyiz: türban denen mikroptaki bütün sorun potansiyeli dövletin gözüne batmasından kaynaklanmaktadır. hazret-i dövlet, dövletlûlardan bağımsız olarak görebilen, işitebilen, düşünebilen, hatırlayabilen bir zât-ı şâhâne değildir, dövletlûlar dövletin neyi görmesini isterse dövlet onu görür, neyi görmesini istemez ise, onu görmez. meselâ dövlet dârü'l-fünûn talebesinin ne çeşit pabuç giydiğini görmemektedir, adeta renk körüdür bu konuda. bilcümle kamusal alanlara ve bu arada mekâtib-i âliyeye (yani yüksek okullara, gençler bilemeyebilir) ayağınızda her ne çeşit kundura olursa olsun, serbestçe girip çıkabilmektesinizdir. ister mokasen giyersiniz, ister çarık, ister postal giyersiniz, ister parmak arası terlik, dövlet bunu fark etmez, gülhane parkındaki ceviz ağacı gibi rahatça gezebilirsiniz. hatta -sıkı durun- hiçbir bilim polisi bugüne kadar mest ve lastik giymeyi yasaklamak gerektiğini gündeme getirmemiştir. akıl edemediklerinden değil elbette, onlardaki akıl kimde var, hepsini düşünürler, pek eyi bilirler. lakin mest giymek laikliği haleldar etmemektedir, ondan sebep. ezcümle eger dövlet pabucunuzu görmediği gibi, serpuşunuzu da görmemiş olsa idi, sorun diye bir şey olmayacaktı.
pek eyi de, bu başa örtülen nesne nasıl olup da dövletlü monşerlerimizin gözüne batmaktadır? kolay değildir efendiler, daha düne kadar kapıcı, odacı, hademe, temizlikçi, köylü görüp küçümsediğiniz insanları kendinizle bir sırada görmeyi hazmetmeniz kolay değildir. üstelik dini milletin hayatından kazıyıp atmak için sarf ettiğiniz gayretlerin netice vermediğinin göstergesidir bu örtü. gösterge olması görünür olmasından kaynaklanmaktadır. sınıfta kaç kişi namaz kılıyor, kaç kişi kılmasa da "aslında kılmam gerek" diye düşünüyor, kaç kişi "isteyen kılsın, bana ne" diyor saymanız mümkün değildir. ders esnasında öğrencilerin gözlerine bakarak, "din ve bilim çelişir" dediğinizde, içinden yüzünüze karşı "hade len" diyenleri fişleyemezsiniz. kampüste mescit olmasına izin vermediğiniz için dini kampüsün dışına ittiğiniz, din işleriyle dünya işlerini birbirinden ayrı tuttuğunuz düşüncesiyle, deve kuşu misali bir rahatlık hissedebilirsiniz, siz görmüyorsanız sorun yoktur. ama bu sıkmabaşlar inadına yapıyormuş gibi size görünürler. ne yapacaksınız? "nöbetçileeeaarrrrr!.." sembol olmayan başörtüsünün türban sembolüne dönüşmesi bu şekilde olmaktadır. kullananlar tarafından sembol olarak algılanmadığı halde, kıllananlar tarafından sembol kabul edilmektedir.

zurnanın zırt diyemediği nokta şu: kapıları ve bekçileri kontrol edebildiğiniz gibi, zihinleri de kontrol edemiyorsunuz. türbanlıyı -ya da en azından türbanını- kampüsün dışına atıyorsunuz, ama baş örtme niyetini, arzusunu, temennisini insanların kafasından atamıyorsunuz. o yüzde hacıyatmaz gibi, temcit pilavı gibi dönüp dolaşıp gündeme geliyor. buraya kadar bilinen şeyler, asıl dahiyane buluşumu şimdi ifşa ediyorum, dikkat buyurun efendiler. sorunun kaynağına inmek gerek dedik, sorunun kökeni yasalarda değil, bu sebepten yasama-yargı-yürütme çekişmesi içinde gerçek bir çözüm üretmek mümkün değil. hadisenin kendisi bir sorun değil, sorun edilmesi sorun. bu durumda en makul çözüm de dövletlûlarımıza sertralin reçete etmek. deneyin bakın, pambık gibi olceksiniz, dert tasa, gam kasavet kalmayacak, ülkede tansiyon düşecek, her köşede semboller görmeyeceksiniz, görseniz de kafaya takmayacaksınız, siz takmadığınız için zât-ı dövlet de artık görmemiş olacak, mutlu mesut yaşayıp gideceğiz. dövletûların haricinde, kaygılı sivil vatandaşlar da, miting miting gezip kendi kendilerini daha da ajite etmek yerine anksiyolitik, antidepresan bir şeyler kullansalar, hem birlik ve beraberliğe her zamanki kadar çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde ülkemiz yeniden huzur bulur, hem ilaç piyasası canlanır, bir taşla iki kuş...
not: reklam olmasın diye ticari isim yazmadım, bilenler hatırlayacak bahsettiğim ilaçla ilgili bir fıkra da mevcut: depresyon kadar diyareye de fayda ediyor. ortalıktaki fikir ishaline bakınca ne kadar yerinde bir seçim olduğunu bir kere daha anlamış oluyoruz.
islamcılar ve yüzleşme
islamcıların demokrasiyle ilişkileri ve kendileriyle yüzleşmelerinden bahsediliyor. islamcıların herhangi bir şeyle yüzleşebilecek zihin selametini yakalaması zor. hâlâ din ve ideoloji arasındaki ilişkiyi ve farkları kavrayamadı bir sürü kişi, neyin üzerinde düşünmeleri gerekiği konusuna gelemediler. islamcı kelimesini kabul etmeyip kendini sadece müslüman olarak tanımlamaya çalışanlar, islamcılık üzerinde nasıl düşünecek? dini referanslarla siyasi kavramları birbirinden ayıramıyorlar, "siyasi" ümmet ile "müminlerin heyetimecmuası" aynı şey değil, göremiyorlar. diğer taraftan hâlâ dinci isnadıyla nefret kusanlara karşı savunma refleksleri var, muhasebeyi zorlaştıran. eski referansları "muhalif" memleketlerden ithal fikriyat, bunların hilafet merkezinde sökmeyeceğini de görmeleri gerek önce. kültür ve medeniyet de üzerinde düşünmeye alışık olmadıkları kavramlar, hâlâ tartışma kapitalizm/ sosyalizm ekseninde cereyan ediyor. karşılarındaki meydan okumanın birinden değil, ikisinin ortak zemininden geldiğini görmeleri de kolay değil bu şartlarda. hepsi bir yana seküler hayat tarzına yamandıkça gevşemeye başladılar, yüzleşme gibi bir şeye zahmet edecekleri de belli değil.
16 Aralık 2012 Pazar
tesettür
tesettür
setr (örtmek) kökünden gelen, örtünmek mânâsında bir kelimedir. (bkz: setr-i
avret) uygun şekilde örtünmek hem kadın hem de erkek için farz olmakla
birlikte, uzun süredir tartışmalar daha ziyade kadın tesettürü etrafında
cereyan ediyor. bunun muhtelif sebepleri olsa da, çok konuşulması, biraz da
üzerinde çok kolay konuşulabiliyor olmasından kaynaklanıyor. diğer taraftan,
önce sürüp giden yasaklar konuyu sabit bir gündem maddesi haline getirdi, sonra
da tesettür kavramını sahiplenenler arasında, farklı hayat tarzlarının
yaygınlaşması, alışılmadık tesettür şekillerinin zuhuruna sebep oldu ve konu
giderek dallanıp budaklandı.
son
yıllarda giderek keskinleşen kamplaşma yüzünden, "yaşasın" ve
"kahrolsun" kutuplarından birine irca edilerek basitleştirilen;
teferruatı ve nüanslarından mahrum bırakılarak zihin kısırlaşmasının gadrine
uğrayan kavramlardan biri, aynı zamanda, tesettür. şimdi elimizde, meseleyi
aydınlatmaktan ziyade, daha da karıştıran iki kavram var: açık ve kapalı.
kategorize etmek, mantık kullanmanın kaçınılmaz bir parçası, vakıayı sayısız
örnekler üzerinden düşünemezsiniz, lakin her şeyi yazı-tura şablonuna
döktüğünüzde, meseleyi çıkmaza sokuyorsunuz. bir kere açık kavramının zıddı,
burada, kapalı değil örtülüdür, seçilen kelime yanlış ve olumsuz bir çağrışım
yükü taşıyor. buna rağmen, "örtülü" cenah da, hatalı şekilde
benimsenen türban kelimesi gibi, bunu da rahatça kendileri hakkında
kullanıyorlar. bu da örtünenlerin de, en azından bir kısmının, örtünme hakkında
ciddi bir fikirlerinin olmadığının emarelerinden biri. daha mühimi, tesettür
kelimesini bilenlerin sayısı bile giderek azalıyor, ama eskiden "tam
tesettürlü" diye bir tabir vardı ve siyah ile beyaz arasındaki tonları
fark etmeye başlamak için güzel bir noktaydı.
kavga-gürültü
daha çok başörtüsü hususunda kopsa da, başörtüsü tesettür kıyafetinin bir
parçası; tamamı değil. dolayısıyla ortada "kapalı/açık" ikilisinden
ibaret bir kategorizasyon olması gibi, hangi sınıfa girdiğinizin kriterinin
başörtüsü ile sınırlı olması da hatalı. başörtüsü olmayınca tesettür durumu
sıfırlanmış olmuyor, buna mukabil başörtüsü tek başına tesettürü ikmal etmiyor.
tam tesettürlü olmamanın pek çok farklı şekli, mertebesi var: eşarp bağlamak,
ama cilbab giymemek, başını örtüp dar kıyafetler giymek, başını şeffaf kumaşla
-güya- örtmek, başını örtüp başka yerlerini açmak, başını örtmemek, ama geri
kalan kıyafetleri bol ve uzun olmak veya kıyafetlerin muhtelif boyları, enleri
kalınlıkları... üstelik bunları düz bir çizgi üzerinde sıralamak da kolay
değil, mesela yakasından topuklarına kadar bol bir kıyafetle örtünen, fakat
başını örtmeyen birini; başını örten, ama hatlarını belli eden bir kıyafet
giyen birinden önce mi yazmak gerekir, sonra mı; cevaplamak müşkil. kozmetik ve
beden dili gibi bahislere de girince, hesap hepten karışıyor. eskiden
örtünenlerin ekseriyeti neden örtündüklerini bildiği için, yahut öyle sanmamıza
sebebiyet verecek bir tarzı takip ettikleri için; aynı zamanda örtünmeyenler
de, şimdikiler kadar örtüsüz olmadığı için, kabaca iki sınıftan bahsetmek
nisbeten daha kolaydı, şimdiki kadar çok farklı durumlar sözkonusu değildi.
bugün ise, "kapalı/açık" diye ayırıp işin içinden çıkmak, abes.
günümüzde
hanım tesettürünün yozlaşması tarzında bir hadise mevcut, ancak bu aslında daha
karmaşık meselelerin göze batan bir kısmı, buz dağının görünen parçası.
meseleye daha geniş açıdan bakınca gördüğümüz, "muhafazakar sınıfın"
dünyevileşmesi, daha evvel "ehl-i dünya" diye kendinden ayırdığı
insanların hayat tarzını ve akabinde değer yargılarını, dünya görüşünü
benimsemeye, taklit etmeye başlaması; yabancı bir hayatın unsurlarını, kendi
hayatına adapte etmeye çalışırken, o yabancı hayata adapte olmaya, kendine
yabancılaşmaya başlaması. eskiden dünyayı değiştirmek gibi bir davası olanlar,
bugün dünyaya uymaya azmetmiş görünüyorlar ve erkekler de en az kadınlar kadar,
bu işin içinde.
tesettürün
şekil şartlarının nelere tekabül ettiğini kitaplardan okuyup öğrenmek mümkün
olsa da, sosyal hayatta ne ifade ettiğini; yaşamadan anlamak zor. tesettür
şahsiyeti tebarüz ettiren bir çeşit paspartu, bir tür algı düzenlemesidir; neyi
vurguladığınız ve neyi kendinize veya size yakın olanlara sakladığınızla ilgili
bir tavırdır, zata mahsus bir alan tesis etmektir, avlunuzdan cadde
geçmemesidir. avlu demişken, bir parantez açıp mecelle'yi hatırlayalım: mutfak,
kuyu başı, avlu gibi "makarr-ı nisvân" olan mahallin görünmesi
zarar-ı fahiş addolunur (m. 1202, sağolasın 'gogıl hoca'). bir kişinin
penceresinden, başka bir evin "makarr-ı nisvan" olan mahalli görünür
olsa, bu zararın ref'i ile emrolunur. evlerin gözleri, başka evlerin harîm-i
ismetine nazar etmemelidir. pencerelerin görmekten de öte, göstermeye yarayan vitrinlere
dönüşmesinden epeyce öncedir bu. yüzyüze bakabilmek için, görmemek ve
görünmemekten meydana gelen karşılıklı vazifelere riayet etmek gerekmektedir.
benzer şekilde, tesettür de, "kaçıp göçmenin" değil, muaşeret etmenin
lazımesidir, âdâbıdır, usûlüdür; bu sebepten dolayı, kılık-kıyafetten ibaret
değildir; bir hal ve tavırdır: beden dilidir, ses tonudur, ciddiyettir, kişiler
arası mesafeyi ayarlamaktır ve elbette sadece kadına değil, karşılıklı olarak
kadına ve erkeğe terettüp eden bir vazifedir; yeri geldiğinde göz kapaklarını
örtmektir, yeri geldiğinde sesini perdelemektir, kelimeleri seçerek
söylemektir, yeri geldiğinde kenara çekilip, başını eğerek yabancı hanımlara
yol vermektir, oturup kalkarken dikkat etmektir, yersiz şakalardan sakınmaktır,
her şeyi herkesin yanında konuşmamaktır, her konuşulana kulak kabartmamaktır ve
bu minval üzre uzayıp gider. bu suretle, yolcuysanız yolcu olarak kalırsınız,
müşteriyseniz müşteri. meslektaşsanız, spotlar sadece yaptığınız işi gösterir.
arkadaşsanız arkadaşlığınız insani meziyetleriniz çerçevesinde cereyan eder,
nezaketiniz nezaket olarak kalır, nezafetiniz nezafet; kimsenin insiyaki
katmanlarına sızmamış olursunuz, kimseyi insiyaki katmanlarınıza sızdırmamış
olursunuz.
tesettür
bir hayat tarzıdır, bir medeniyet meselesidir, bu yüzden kendi medinelerine
dair tasavvurlarını muhafaza edemeyenlere, hayata karşı bir davası olmayanlara
izah etmek çok zor.
dünya
sarığıma, sakalıma, bıyığıma, başörtüme, namazıma her
fırsatta nefret kusan demokratlar (!), alın dünyanızı başınıza çalın! milletten
bihaber milliyetçiler (!), dünyanızı başınıza çalın! malı mülkü, gücü görünce
azıtan; kâfirlerin her adetinin islamîsini (!) icat etme gayretine düşüp, fare
deliklerine kadar peşlerine düşen islamcılar (!), alın da o sinek kanadı kadar
kıymeti olmayan dünyanızı başınıza çalın!
bir zamanlar hz. ebâ zerr-i gıfarî'yi (r.a.) güya örnek
alan, üstüne bir de mübareğe 'sosyalist' diye iftira edenler,
"ebuzer'liğin" sırası asıl şimdi; fitne burnunuzun dibinde...
*
"ibn abbas (r.a.) şöyle demiştir: 'resulullah vefat
ettiğinde, geriye ne para, ne pul, ne de köle bırakmıştır. (yalnızca) üç ölçek
yiyecek karşılığında, bir yahudiye rehin olarak verdiği zırhı kalmıştır."
(ahmed b. hanbel, kitâbü'z-zühd, tr. mehmed emin ihsanoğlu, iz y. 4. baskı
istanbul 2010, s.32.)
*
"abdullah b. mes'ûd (ra)'dan, resulullah (sav)'ın şöyle
dediği rivayet edilmiştir: benim için dünya ne ki! benimle dünyanın misali,
sıcak bir yaz gününde, bir ağaç altında gölgelenip de, sonra bırakan yolcu
misali gibidir." a.g.e. s.35.
*
"talha b. amr el-basrî (ra) diyor ki: "medine'ye
geldiğimde, orada hiçbir yakınım yoktu. bize iki günde bir hurma veriliyordu.
(bir gün) resulullah (sav) bize namaz kıldırdı. daha namaz biter bitmez arkadan
birisi yüksek sesle: 'ey allah'ın resulü! hurma karınlarımızı yakıp kavurdu,
keten elbiselerimiz paramparça oldu (ne olacak bizim halimiz)' diye bağırdı.
bunun üzerine resulullah (sav) bir hutbe irad ederek,
allah'a hamd ve senadan sonra: 'vallahi, eğer sizin için et ve ekmek bulmuş
olsaydım sizleri mutlaka doyururdum. öyle bir zamana ereceksiniz ki, sizden
birinize sabah akşam kap kap yemekler taşınacak ve kabe'nin örtüsü gibi elbiseler
giyeceksiniz' dedi. 'ey allah'ın resulü! o gün mü bizim için daha hayırlı
olacak, yoksa bugün mü hayırlıdır?' diye sordukları vakit resulullah, 'siz
bugün o günkinden daha hayırlısınız. siz bugün o günkinden daha hayırlısınız, o
gün, birbirinizin boynunu vuracaksınız' cevabını verdi." a.g.e. s. 51.
*
"ebu zer (ra) diyor ki: "bir zat, resulullah'a
(sav) gelmiş ve 'ey allah'ın resulü! kıtlık bizi yiyip bitirdi' demiştir.
resulullah da 'benim sizin hakkınızda esas endişe ettiğim allah'ın dünyanın
bütün nimetlerini ayaklarınızın altına sermesidir. keşke ümmetim altın
takmasalar' demiştir." a.g.e. s.53.
*
"hasan (ra) diyor ki "selman (ra) ölmek üzereyken
ağlamaya başladı. kendisine 'seni ağlatan nedir ki? sen allah resulünün
sohbetinde bulundun' denildi. o da, 'dünyaya esef ettiğimden veya ona meylim
bulunduğundan dolayı ağlamıyorum. fakat, resulullah (sav) bizden bir söz
almıştı. biz o ahdimizi terkettik. o bizden, herhangi birimizin azığının bir
yolcunun azığı gibi kendisine yetecek kadar olmasına dair söz almıştı.' (ravi
diyor ki:) daha sonra, geriye bıraktığı mala bakıldı. hepsi yirmi veya otuz
küsur dirhem kadardı." a.g.e. s. 53.
*
"bilal b. sa'd'dan, ebu'd-derda'nın: "allah'a
yemin olsun ki, eğer allah katında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı,
firavun'a bir yudum su vermezdi" dediği rivayet edilmiştir." a.g.e.
s. 167-168.
*
"salim b. ebu'l-ca'a, ümmü'd-derda'nın şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "bir gün ebu'd-derda kızgın bir vaziyette yanıma geldi.
'neyin var?' dedim. o: 'vallahi (bu insanların) topluca (cemaatle) namaz
kılmalarından başka, muhammed'le [sallallahu aleyhi vesellem] hiçbir ilgileri
yok' dedi." a.g.e. s.169.
*
“yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde)
oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan,
daha hayırlı olacaklar. kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun.
o zaman bir iltica yeri, sığınacak mekan bulursa ona
sığınsın.” (sahihu’l-buhari vııı, 92; tefriru’l-kurani’l-azim ıı, 43;
sunenu ibn-i mace, ıı, 3961.)
( http://m.sorularlaislamiyet.com/index.php?oku=179459 ,
devamı aynı kaynaktan)
*
ebu ümeyye eş-şa'bânî anlatıyor: "ey ebu sa'lebe,
dedim, şu ayet hakkında ne dersin?" (mealen): "ey iman edenler!
siz kendinize bakın. siz doğru yolda oldukça sapıtmış olanlar size zarar
vermez..." (maide 105).
-bana şu cevabı verdi:
"gerçekten bunu, iyi bilen birine sordun. zira ben aynı
şeyi resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sormuştum: demişti ki:
"ma'rufa sarılın, münkerden de kaçının! ne zaman uyulan
bir cimrilik, takip edilen bir heva, (dine, ahirete) tercih edilen dünyalık
görür, rey sahiplerinin (selefi dinlemeden) kendi reylerini
beğendiklerini müşahede edersen, o zaman kendine bak. insanlarla
uğraşmayı bırak. zîra (bu safhaya gelince) arkanızda sabır günleri var
demektir. o günler avuçta ateş tutmak gibi (sıkıntılı)dır. o günlerde,
sizin kadar amel yapabilen bir kimseye elli kişinin ecri
verilecektir." [ebu davud, melahim 17, (4341); tirmizî, tefsir,
mâide, (3060); ibnu mace, fiten 21, (4014).]
*
vakid ibnu muhammed babasından, o da abdullah ibnu amr
ibni'l-as (radıyallahu anhümâ)'dan anlattığına göre demişti ki:
"resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (bir gün)
parmaklarını kenetledi ve dedi ki:
"ey abdullah ibnu amr! ahidleri bozulup şöyle
karmakarışık hale gelen bir kısım ayak takımı (hezele) kimselerle başbaşa
kalırsan ne yaparsın?"
"ne yapmamı tavsiye edersiniz, ey allah'ın
resulü!" dedim. buyurdular ki:
"güzel bulduğun şeyi yaparsın, kötü bulduğun şeyi
de terkedersin. kendi yakınlarının (hallerini düzeltmeye) yönelirsin.
o hezele takımı (ile de), onların cemaatı ile de (uğraşmayı)
terkedersin." [buhârî, salat 88, fiten 13; ebu davud, melâhim 17,
(4342); ibnu mace, fiten 10, (3957).]
*
hz. ebu zerr (radıyallahu anh) anlatıyor:
"resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) seslendiler:
"ey ebu zerr!"
"buyurun, ey allah'ın resulü, emrinizdeyim!"
dedim.
"insanlara (kitle halinde) ölüm isabet edip, kabirlerin
(ücretli) hizmetçiler tarafından kazılacağı zaman ne
yapacaksın?" buyurdular.
"benim için allah ve resulü neyi ihtiyar buyurursa onu
yaparım!" dedim.
"sabrı tavsiye ederim!" buyurdular -veya,
sabredersin! dediler- ve sonra bana tekrar seslendiler:
"ey ebu zerr!"
"buyurun ey allah'ın resûlü, sizi dinliyorum!"
dedim.
"zeyt mıntıkasının taşları kanda boğulduğunu gördüğün
zaman ne yapacaksın?"
"allah ve resûlü benim için neyi ihtiyar buyurursa
onu!" dedim
"sana kendilerinden olduğun yakınlarını tavsiye
ederim!" dedi. ben sordum:
"ey allah'ın resulü! (o zaman) kılıcımı alıp omuzuma
koymayayım mı?"
"böyle yaparsan (fitneci) kavme ortak
olursun!" buyurdular.
"bana ne emredersiniz!" dedim.
"evine çekil!" buyurdular.
"evime girilirse?" dedim.
"eğer kılıcın parıltısının seni şaşırtacağından
korkarsan, elbiseni yüzüne ört. gelen hem senin günahınla, hem de kendi
günahıyla dönsün!" buyurdular." [ebu davud, fiten 2,
(4261); ibnu mace, fiten 10, (3958).]
*
hz. ebu musa (radıyallahu anh) anlatıyor: "resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi
fitneler var. kişi o fitnelerde mü'min olarak sabaha erer, akşama kafir olur;
mü'min olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. o fitnede oturan, ayakta
durandan hayırlıdır. yürüyen koşandan hayırlıdır. öyleyse yaylarınızı kırın,
kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. sizden birinin evine
girerlerse hz. adem'in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren
değil)" [ebu davud, fiten 2, (4259, 4262); tirmizî, fiten 33,
(2205).]
*
ya rabbena, evlerimizin kapısından, penceresinden; parmak
uçlarımızdan, göz kapaklarımızın arasından, kulaklarımızdan içeri sızan
fitneden sana sığınıyoruz. idareci olup zulmetmekten, idare edilen olup zulme
uğramaktan, dünyanın peşine düşüp haddi aşmaktan, az olan helal rızıkla
yetinmemekten, kalbimizi bozan, niyetimizi karıştıran her şeyden, hevamıza tabi
olmaktan, uzun emelden, zikrini unutmaktan, yolundan çıkmaktan sana
sığınıyoruz. beldemize, sokağımıza, evimize gelenden; midemize girenden,
ağzımızdan çıkandan, kalbimizden geçenden sana sığınıyoruz. ya erhamerrahimin,
ya rahman, ya rahim, ya kadir, ya kerim, ya rezzak, ya vehhab, ya fettah, ya
mü’min, ya müheymin, ya selam; senden başka varacak kapımız yok, sen bir şeye
irade buyurursan kimse ona mani olamaz, sen bir şeyi nasip etmezsen kimse onu
hasıl edemez; mevlamız, vekilimiz, yardımcımız sensin; efendimiz (aleyhisselatü
vesselam) her neyi senden dilediyse, onu senden diliyoruz, her neden sana
sığındıysa ondan sana sığınıyoruz; bizi sahipsiz bırakma ya rabbi… (amin)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)