Bin varmış, bir yokmuş. Evvel zamanın
âhir zamanla karmakarışık olduğu, kalburun etnoğrafya müzesine kaldırıldığı,
pirelerin ya "kuaför" ya da "beauty center" işlettiği,
develerin Masalistan'a devlet bakanı ve hükûmet sözcüsü olamazlarsa özel
televizyonlarda haber yorumcusu olduğu ihale devrinin sonlarında; Türk asrına
beş kala, Adriyatik'ten Çin Seddine uzanan muazzam coğrafyanın ücra bir
köşesinde bendeniz sabah namazını kıldıktan sonra kerahet vakti demeyip bir
tatlı hâb-ı gaflet uykusuna dalmışım da güya rüyamda kendimi bizim köyde
görüyormuşum.
Sırtımda pazar çantası, elimde termos gün
doğmadan evvel düşmüşüm yola, Türkmenaltı'na arpa orağına gidiyormuşum. Varıp
tarlaya, besmele çekerek orağı savurmaya başlamışım. Orağımın çizdiği her
kaviste Türk dilinin kaideleri gibi bir demet arpa kopar, devrik tümceler gibi
ardımda birikirmiş. Bu hal üzre arpa tarlasının başından ortasına kadar az
gitmişim uz gitmişim, dere tepe düz gitmişim, altı ay bir güz gitmişim, dönüp
arkama baktığımda bir de ne göreyim? Gide gide bir arpa boyu yol gitmişim.
Bezgin bir halde ağrıyan belimi doğrulturken, Türkmen dağının ardından bir
aydınlık peyda olmuş. Gel gelelim ben güneşin doğmasını beklerken, tebessüm
ederek bir kız çehresi doğmuş. "Gönlüme bir od düşmüş." "Yeryüzü
gözüme karanlık oluvermiş." Üç beş gün şaşkın şaşkın dolanmışım. O
çehrenin şavkının ardından floresan şavkı bile gözüme sigara közü gibi
geliyormuş. Sonunda dayanamamışım. Bu işi çözse çözse falcılık ve büyücülük
işleri ile ilgilenen, bilgisayarlı çöpçatanlık bürosu işleten emekli muhtar
Keziban yengem çözer diyerek, atlayıp atıma, kestirmeden Ermeni dağını aşarak
soluğu İshak Köyünde almışım. Paldır küldür dalmışım dükkana. Yengem meşhur bir
medyumla telefon görüşmesi yapıyormuş. "Tamam arkadaşım, ben seni sonra
ararım." diyerek telefonu kapatmış. "Aman yengeciğim" diyerek
başlamışım söze, "Kurtar beni" diyerek bitirmişim. "Yok,"
demiş yengem; "Bu mesele beni aşar. Sana İzmirli bir cadının kartvizitini
vereyim, git görüş." demiş. Arkasına "hâmil-i kart yeğenimdir"
yazdığı kartı uzatmış. Kartı alır almaz "sağ ol yenge" diyerek
atmışım kendimi dışarıya. Yengem ardımdan koşup gelmiş. "Dursana!"
demiş. "İzmir'e atla gidilir mi?" Al şu uçak biletini, Isparta-Burdur
hava alanına kadar otobüsle gidersin. Oradan İzmir'e uçarsın." demiş.
Sabah ezanıyla yatsı namazı arasında bir
vakitte İzmir'e varmışım. Bu cadıyı bulsam bulsam Alsancak'ta bulurum diyerek
oralarda bir bara girmişim. Arkası arkasına biraları yuvarlamaya başlamışım.
Bir yandan da "Benim şimdiye kadar sızmam lazımdı. Niye gittikçe uykum
kaçıyor?" diye düşünüyormuşum. Meğerse ben Alsancak'ta değilmişim de
Bornova'da bir kahvehanede çay içiyormuşum. Uykum da bu sebepten kaçıyormuş.
Rüya işte... Derken cadı görünmüş. Amanin! Permalı saçlar, uzun, kan rengi,
sivri tırnaklar, boynunda ayyıldızlı tasma, ayağında tayt, sırtında "sweat
shirt": "Freddy'nin kâbuslarından fırlamış sanki. "Kusura bakma
geciktim. Gel bir cafe'ye gidelim. Rahat
rahat bakarız falına. Aslında kapatılmasaydı bizim fakültenin kantinine de
gidebilirdik." demiş. Gittiğimiz cafe'de hem neskahve falıma bakmış, hem
iskambil falıma. Benden iyi bir anamnez almış. Tahlil tetkik ve sâire sonunda
Magnetic Resonance Imaging'li yürek tomografisi ve Tecnesium 99m'li hayal sintigrafisi
ile çözmüş olayı. "Amman," demiş, "Sen boyundan büyük işlere
kalkışmışsın. O gül çehresini güneş sandığın dilber, Peri Padişahının kızı
Mehlika Sultandır. Sakın ona yaklaşmaya kalkışma! Budist ejderhası noysalfnE
seni yutar. Nirvana'ya; sıfır boyutuna gönderir. Orada ebediyyen yaşayan bir
hiç olarak kalmaya mahkûm olursun. TUS'u bile kazanamazsın. Olsan olsan
Masalistan'a dışişleri bakanı olursun. Hele bir de Peri Padişahı duyarsa seni
657 numaralı hücreye kapattırır Terkos suyuna doğranmış bordrodan başka bir şey
vermezler." diye beni bilinçlendirmiş. Ben de talihime küserek uzun ince
bir yol tutturmuşum. Köyüme doğru yayan yapıldak gider olmuşum.

Tam öğle vakti canımdan bezdiğim bir
sırada, yolun kenarında bir gölgelik bulsam da oturup dinlensem diye bakına
bakına yürümeye devam ederken arkamdan biri seslenmiş: "Hişt, hop bilâder,
Fethiye yolu burası mı acep?" Dönüp bakınca ne göreyim: Keloğlan!
"Oo, eski dostum, sen de benim gibi bir can dostu mu arıyorsun yine?"
demişim. "Yok arkadaş, geçti o devirler. Şimdi yoldaş aramayı bıraktık,
arslanın on iki parmak bağırsağından kan dolaşımına karışmak üzere bulunan
ekmeğin derdine düştük." demiş ve eklemiş:"Yahu baksana buralarda bir
tavuk çiftliği var mı?"
-"Altın yumurtlayan tavuk satacağım.
Parasının yarısını dolara, yarısını marka, yarısını borsaya, yarısını hükûmet
tahviline, yarısını altına yatıracağım. Kalanıyla da bir ağaya yüzde dokuz yüz
fâizli kredi vereceğim."
-"Gerçekten altın mı yumurtluyor bu
tavuklar?"
-"Yoo, ne fark eder ki, millet
alıyor. Ben aslında altın yumurtlayan merkep de satıyordum ama uyanık biri
kaptı piyasayı elimden."
-"Filim adamsın, Keloğlan! Ne kadar
değişmişsin, görmeyeli..."
-"Yaa, filmimi de çekecekler.
Geçenlerde geldiler. Senaryoyu beğenmedim. Yeniden yazdırıyorum."
Neyse, konuşa konuşa sonunda bizim köye
kadar gelmişiz. Ben Gedik'ten sapıp ayrılmışım. Çağdaş Keloğlan, yol üzerindeki
bütün tavuk çiftlikleri ile anlaşma yaparak yoluna devam etmiş.
Yorgunum, halsizim, diyerek; bir hafta
kadar tatil yaptıktan sonra, işin başına düşüp, Öteyüz'e nohut yolmaya
gitmişim. Bir yandan elimde bir orak, ha bire sallıyormuşum, bir yandan da
"Yahu, ben nohut yolacağım, orakla ne işim var?" diyormuşum ki elimi
kesivermişim. Bir bu eksikti, diyerek oturmuşum bir taşın üzerine, ağlamaya
başlamışım. Aniden ak sakallı bir ihtiyar karşıma çıkmış. Ben diyeyim yüz elli,
siz deyin iki yüz yaşında. Yorgun, derinden, hüzünlü ve fakat babacan bir sesle
sormuş:
-"Niye ağlıyorsun, evladım?"
-"Sorma, dede; bir aşka düştüm,
olacak tarafı yok!"
-"Yapma yahu, kimin kızıymış bu?
Gidip isteyelim, ben istersem verirler belki."
-"Yok dede, sen bilmezsin, masal işi
bu."
-"İyi ya, tam benim işim. Bak oğlum,
ben tam yüz kırk dört yıldır bu yaylada yaşıyorum. Gizlice olanı biteni
gözlüyorum. Çok masallar duydum, gördüm. Zaten eski köylüler masal işini iyi
bilirler. Cumhuriyetten evvel her köy bir masaldı. Dağlarla gökyüzünün arasına
sıkışmış kalmıştık. Seferberlik olmadıkça bizi vergi tahsildarından başka
hatırlayan olmazdı. Zaten biz o zamanlar, riyazî, usûlî, tahlilî düşünmeyi de
bilmezdik. Batı tefekkürü, doğu mistizmine maydanoz gibi doğranmamıştı. Hoş,
cumhuriyetten sonra da daha iyi olamadık. Yaban romanı, yol vergisi, köy
enstitüleri derken masaldan martavala döndü işler."
-"O zaman söyle, ben bu noysalfnE
canavarına yutulmadan, nasıl alırım Mehlika Sultanı?"
-"Aa! Yaman belaya çatmışsın. Ama
yine de üzülme. Bu bâdireyi atlatmak yolunda yalnız ve çaresiz değilsin. Şimdi
gözlerini yum. Al, şu cep telefonunu eline. ANKA KUŞ ÇAĞIRMA VE TAŞIMA
HİZMETLERİ LTD. ŞTİ.'ni ara. Tarifesi ucuzdur. Faturayı da iş bittikten sonra
gönderirler. Numarası rehberde var. Kırk defa, "Kaf Dağlarına gitmek istiyorum. Kafkas Dağlarına
gitmek istiyorum. Yâre kavuşmak istiyorum." de. Bir helikopter gelip seni
alacak. Korkma gak da demez, guk da demez. Deposu doludur. Seni İncirlik'e
kadar götürür. Orada Kuzey Irak'a gidecek yardım sandıklarından birinin içine
saklan. Nasıl olsa yollarını şaşırıp seni Ermenistan'a atarlar. Oradan Kaf
Dağlarına rahatça gidersin. Bu arada bir US. ARMY üniforması da bulup giyersen
hiç bir canavara ya da bekçiye yakalanmadan Peri Padişahının sarayına kadar
gidersin. Gerisi senin maharetine kalıyor." Bütün bunları duyunca
sevinmişim. Sarılmışım ihtiyarın ellerine öpüp başıma götürmüşüm. Sonra
dikkatsizlik, tedbirsizlik etmeden, meslek ve san'atta acemilik göstermeden,
emir ve nizamlara riayetsizlik etmeden, ihtiyarın talimatlarından bir kılın
kırkta biri kadar bile dışarı çıkmadan dediklerini yapmışım. Gel gelelim,
helikopter içinde bulunduğum yardım sandığını Hazar denizine atmış. Gölden
çıkmışım bir çöle. Orada bulmuşum izini. Koşup tutmuşum dizini. Mehlika Sultan
beni görünce, düşmüş büyük sevince. "Kusura bakma," demiş. Birkaç
densiz avcı, av mevsimi yasaklarını delme eylemi yaptığı için 'Ala Geyik'
kıyafetinde gelemedim. Güneş olup gözlerini kamaştırdım. Sebeb-i ziyaretime
gelince, babam beni ihaleye çıkardı. İstediklerini kim daha önce getirirse beni
ona verecek. Beni ancak sen kurtarırsın. Koş üzerine bir takım elbise giy.
Kravat tak. Toplantıya katıl. Bir şartname de sen al." Hayda! Daha yaşlı
Türkmen'inkilerden kurumadan, bir talimat sağanağı daha! Hiç oyalanmadan, ağzım
kapalı, gözüm açık bir vaziyette varıp Peri Padişahının satın alma müdürünün
idare ettiği toplantıya katılmışım.
"Arkadaşlar," demiş, satınalma
müdürü; "padişahımız artık sizden ne dev aynası istiyor, ne de mikrofon
gibi ağzına tutup konuşunca, sesini gök gürültüsü gibi yükselten çam kozalağına
ihtiyacı var. Medya bütün bu işleri hallediyor." Salondan biraz mırıltı
biraz da homurtu yükselmiş. Kim bunlar diye dönüp bir bakmışım, ancak tanıdığım
çehreler fazla değilmiş. Bir Keloğlan, bir de Gayretkeş Deve Lüp Partisi'nin il
başkanlarından ismi lâzım değil, bir zat... Millet tekrar susup dinlemeye
başlayınca satın alma müdürü sözlerine devam etmiş: "Ancak, bildiğiniz
gibi yakında Peri Partisi 1405. olağan kongresi yapılacak. Ne var ki kongre
mevsimi olduğundan bütün spor salonları ve futbol sahaları dolu. Padişahımız
imajını zedelememek için bunların hiç birini boşalttıramıyor. Bu sebepten,
öncelikle, bir adet, açıldığında bütün perileri içine alacak; kapandığında ise
fındık kabuğuna, ya da en fazla padişahımızın portföyüne sığacak ebatta bir
kurultay çadırına ihtiyacımız var. Bir de yendikçe yerine yenisi gelen ve hiç
eksilmeyen pasta, meyve, sebze ve sâir gıda cinsinden ihtiyaçlarımız var. Bütün
bunları getirerek kongreyi kurtarana padişahımız ödül olarak kızı Mehlika
Sultanı verecek." Keloğlan atılmış: "Teşrîfat işleri için hostes ve
saire de lâzım mı?"
-"Hayır. O iş için profesyonel bir
peri gurubu ile anlaştık."
Keloğlan, sekreterine hitaben, "çiz
üstünü kızım; hostes lazım değilmiş." demiş.
Toplantıdan çıkınca, nasıl yaparım, ne
ederim diyerek dolanırken karşıma 'Aklı evvel Danışmanlık Bürosu' diye bir
tabela çıkmış. Hemen içeri dalmışım. Baş danışman: "Nerelerdesin? Seni
beklemekten bîtap düştük." demiş. "Ne iş bilader, herkes de beni
bekliyor." demeye kalmadan, fırça yemeye başlamışım: "Bak sen gezinirken,
İsmi lâzım değil gıda ihalesini aldı. Dua et ki onun derdi, Peri Padişahının
şefaatçiliği ile makamını korumak; Mehlika Sultanda gözü yok."
-"İyi de ben nasıl bulacağım, böyle
bir çadırı?"
-"Hayal gücünü kullanacaksın.
Biliyorum senin hayal gücün geniş. Hâfızanın bir yerlerinde, Emir Timur'un
içine binlerce kişi alan büyük çadırı da mevcut. Şimdi tek ihtiyacın: dikkatini
toparlayıp, hayalini bu âleme getirmene yardımcı olmak üzere biraz masal
mâcunu. Muhtevası: bir tutam delilik, on okka ideal, üç kantar sevda, bir
mangal cesaret, bit kadar teşebbüs gücü, üç deve yükü ilim, yarım dirhem irfan
olacak. Tesirini kuvvetlendirmek için mehter eşliğinde yutulmalı. Hepsi tamam,
yalnız, evvelâ hayalini takviye için biraz uyutucu-uyuşturucu madde lâzım. Daha
tarlasında iken, taze taze koklamalısın. Seni Güney Amerika'ya gönderecektik,
ama sen gelinceye kadar Amerika oraları işgal etti. Şimdi vakit tükenmeden,
Kazakistan'a, Mujunkum Bozkırlarına gideceksin. Dişi Kurdun Rüyaları romanını
okuduğun için yolları biliyorsun. Orada bizim hintkeneviri toplayan ajanımızla
beraber bu işi halledeceksin. Unutma kod adı Abdias Kallistratov'dur."

Baş danışmanın sözleriyle silkinip
kendime gelmişim. Atlanıp, pusatlanıp soluğu Mujunkum'da almışım. Kallistratov
kılığındaki ajan meğer benim iki yaşımdan beri tanıştığım, kimya mühendisi olan
bir ahbabımmış. Hint keneviri üzerine tez hazırlıyormuş. Birlikte esaslı
hayaller kurup netîcede çadırı ele geçirmişiz. Çadırı atımın terkisine sarıp
dört nala kaf dağlarına doğru vurmuşum. Tam Hazar denizinin kenarında Deli
Dumrul yolumu kesmiş: "Dur bakalım! Kimse geçemez."
-"Terörist deniz altıları kol geziyor.
Emniyet açısından kimseyi salmıyoruz."
-"Yahu Dumrul ağabey, etme eyleme. Biz
seninle eski ahbabız, hoş gör..."
-"Hoş göreceğiz de ne olacak?"
-"Mehlika Sultanı alacağım."
-"Geçmiş olsun. Mehlika Sultanı
Keloğlana verdiler."
-"Biliyorsun, Keloğlan eski hayalicilerdendir.
Bir bürokrata rüşvet verdi. Bir plaj çadırını kurultay çadırı diye teslim edip
Mehlika Sultanı aldı. "
-"Vay başıma gelenler! Peki Peri
Padişahı çadırı görünce deli olmadı mı?"
-"Lüzum kalmadı. Padişah, Gayretkeş
Deve Lüp Partisinin şefi Re'sü'd-Div hazretlerini Kaf Dağlarının Baş Devi ilân
etti ve koalisyona aldı. Re'sü'd-Div hazretleri de kendi otağını ve bahçesini
-ki bu bahçenin misaha-i sathiyyesi normal boydaki in, cin ve periler için bir
yayla kadardır- Peri Partisine Açık hava kurultay yeri olarak ucuza
kiraladı."
Ben kahrımdan Marmara çırası gibi
tutuşmaya hazırlanırken, Orta Amerika dolaylarından, slow rock makamında bir
yanık türkü çalınmaya başlamış. FM bandına ayarlı radyodan yükselen şu anons
rüyayı da bitirdi, masalı da, beni de: "Pis köylü, sefil Türkmen! Senin
haddine mi düşmüş, Mehlika Sultan? Onlar erdi muradına, sen de dön artık
çıktığın arpa tarlasına! Haydi bakalım. başka bahara!"
Onlar erdi muradına, biz yine kerevetin
yüzü ile müşerref olamadık. Gökten iki elma ve bir ayva düştü: şuna, buna,
bana...
(Devam edebilir, belki bir ihtimal…)