27 Nisan 2013 Cumartesi

ufakken / tw


ben ise #Ufakken ellerime hohlarsam çevresindeki koruyucu gaz tabakası kaçar ve artık sıcak bile olsa hep üşürüm sanırdım

#Ufakken ayrıca, kaldırımı fazla derin kazarlarsa alttan uzay görünecek, dikkat etmezsek uzaya düşeriz diye korkardım

ben #Ufakken dünyanın merkezi topkapıydı.

ben #Ufakken çocuktum ufacıktım, top oynadım acıktım, buldum yolda bir erik, kaptı bir ala geyik, geyik kaçtı ormana bindim bir ak doğana...

#Ufakken televizyonların da kafa kağıdı oluyordu, her sene gidip vergisini yatırıyordunuz

ben #Ufakken seyrettiğim bir filmde adam tabancayla delik deşik edilince, yazık ya bir filim için adamı öldürüyorlar diye düşünmüştüm

ben #Ufakken istanbul'da telefon numaraları altı haneliydi.

ben  #Ufakken sadece veysel dedemlerde ve halil amcamlarda telefon vardı. hâlâ teklemeden söyleyebildiğim tek numara: 40 36 10

#Ufakken 403610 numaralı telefonu hiç aramadım, kulübelerin jeton atacak yerine boyum yetişmiyordu

#Ufakken bilgisayar her şeyi bilir sanıyordum.

#Ufakken yüz bin liram olsa hemen bir sinclair zx spectrum bilgisayar alıp televizyona bağlayacaktım

#Ufakken sekiz sütuna manşet kartallar yüksekten uçar dördüncü murat yarın artık bugündür kaynanalar bir millet uyanıyor şimal yıldızı...

#Ufakken bakkal'a şerif titus diye isim takmıştım (bkz: flamingo yolu) azgın bir koç alıp bakkal dükkanına salıvermeyi hayal ederdim

#Ufakken net başında sabahlamazdım, kitap okurken uyur kalırdım

26 Nisan 2013 Cuma

futbolla ilgili tekliflerim / tw


(tarihçe-i twitter'dan, ağustos 2011)

futbolla ilgili tekliflerim: 1. bir takımda oynamak için o mahalde doğmuş veya on sene ikamet etmiş olma şartı getirilsin.


2. belirli spor alanlarının dışında takım alametlerini taşımak, tezahürat yapmak vb terörle mücadele kapsamında değerlendirilsin.


3. futbol kulüpleri ticari faaliyet yapmasın, seyirciye bilet satılmasın, bütün ligler amatör olsun, hatta lig olmasın amatör küme olsun


4. amigoluk halkı kin ve düşmanlığa tahrik kapsamında; çarşı, ultraslan, gençfb felan organize kapsamında değerlendirilsin.


5. fb cumhuriyet kursun, çay demlesin, lacivert denizi olan, sarı papağanların uçuştuğu tropikal yerlere taşınsın, gözüme görünmesin.


6. fb'den boşalan kadıköy bölgesi arkeolocik kazı alanı olsun, şss yerine insanlık ve hayvanlık tarihi müzesi yapılsın, olmadı uzay üssü...


7. basın yayın organları fitbol haberleri vermesin, maç yayınlamasın. ligtv, fotomaç gibi kavramlar unutulsun.


8. fanatizm kahrolsun. fanatizm tehlikesi olan başka sporlara da aynen bahsi geçen uygulamalar uygulansın.


9. gençlik ve spor meselesi devlet seviyesinde yeniden düzenlensin. SPQR kelimesi kalksın, idman densin, beden terbiyesi densin. >


> (hala 9) gençlerin bilfiil sipor yapması teşvik edilsin, seyretmekle spor olmaz anlayışı yerleşsin, taraftarlık felan ayıplansın.


10. futbolun adı tepük olarak düzeltilsin. güreş ata sporumuz olsun. çevgan ve cirit gündeme gelsin. uzakdoğu sporları yaygınlaşsın.


@velikoc :) önce inanmak lazım, bu mühim bir piroce. fitbol bugün kominizm gibi tehlikeli bir hal almıştır.

25 Nisan 2013 Perşembe

etnik statü / tw


(tarihçe-i twitter'dan, mayıs-temmuz 2011)


osmanlı'da vatandaş=müslüman. bir de millet-i mahkume var: gayrımüslimler. tanzimat rejiminde hepsi birden osmanlı oluyor. cumhuriyet'e geçerken bütün metinlerde vatandaşlar için müslüman kelimesi kullanılıyor. bir de ekalliyetler var. ulus devlet iddiasına rağmen, 1,5 tarz-ı siyaset vaziyetine rağmen bu devletin 'müslüman'dan daha dar bir vatandaşlık tanımı yoktur. pergelin sivri ayağının konacağı yer: DEVLET. statü meselesini bunun üzerinden düşünmek gerek. türk "kökenli" 'türk'ler asırlarca soylarıyla ilgili bir isim kullanmak zahmetinde bulunmadılar, aslolan devletti. bugün de ana vektör öyle. "ayrı statü" isteyenler hesaplarını ona göre yapmalı, bu insanlar türk adından bile feragat etmiş, devletin birliğinden etmemiştir. sokağa ineriz tehdidinin sökmeyeceğini anlamış olmak gerek, bir taraf yok oluncaya kadar mukavemet olacağından emin olmak gerek. ya statü ya ölüm, ya statü başa ya kuzgun leşe vb dişlerinizin arasına sıkıştıracağınız bir slogan da bulabilirsiniz mesela.
*
bu memleketin en geyik sorunu "andımız" sorunu. kimseye bir zararı da yok, faydası da... 20. asrın en büyük yalanı osmanlı devletinin yıkılmış olduğu. ikincisi de türkiye cumhuriyetinin ulus devleti olduğu. t.c. jargonunda "türk" etnik anlam taşımaz, osmanlı dememek için kullanılan bir kelime sadece. yeni kimlik inşası için bir fantezi "türk", toplum mühendisliği malzemesi: göktürkler, hititler, sümerler falan filan...
*
milli mücadele boyunca ankara hükumeti temsil ettiği zümreden "müslümanlar" diye bahsediyor, lozan'da keza muhatap "müslümanlar"... mübadelede türkçe konuşan karamanlı hristiyanlar gönderiliyor, rumca konuşan trabzonlu müslümanlar gönderilmiyor. resmi söylemin kimlik ifadesini iyi okumak gerek, "ne mutlu" derken kastedilen "oğuzlar" değil. kimin hangi tarafta olduğuna dair tesbit ve analiz yaparken, devlet, rejim ve sistem kavramları ayrı ayrı ele alınmalı. nasıl oluyor da bir meselede devlete karşı olanlar, başka meselede devletçi oluyor, iki dakikada taraf mı değiştiriyorlar? "muhafazakarlar" sistemden bizar, rejimden rahatsız olabilir, ama devletten yanadırlar. "laikçiler" hepsini bir göstermek ister, böylece sistem eleştirisini rejim aleyhtarlığı ve devlet düşmanlığı olarak kodlayabilir. "türk" kelimesinin duruma göre farklı anlamlarda kullanılması toplumdaki şizofren eğilimi körüklüyor. kemalizm "devletin" ideolojisi değildir, "2. nesil ittihatçıların" bir buçuk tarz-ı siyaset ideolojisidir: garpçılık üstü türkçülük sosu.
*
"farkında olmadığımız kadar devletin diliyle konuşuyor ve onun algılaması içinden kendimize bakıyoruz" diyor, EM; > http://www.zaman.com.tr/etyen-mahcupyan/turk-siyasetinin-citasi_1133176.html > devleti "yabancı" görerek meseleyi doğru tahlil edemeyiz, devlet dışımızda değil, devlet asıl bizim dilimizle konuşuyor. devlet ve ferdi birbirine rakip gören bir paradigmanın içinden bakıp devleti ortak özne olarak gören bir toplumun meseleleri anlaşılamaz. 'devleti eleştirenler, devlete sahip çıkıyor, nassı yaanee, bu ne yaman çelişki anneee' söylemi devlet ve sistemi birbirinden ayıramamaktan. devlet 'ben'i daraltan bir öteki değil, 'biz' üzerinden ifade edilen benlik; devletin dili 'ben'im dilim. sistem ise ne kadar devlet "olarak" konuşma iddiasında bulunsa da, 'biz'den saptığı ölçüde yabancı.
"Türk kimliğinin 'Türk siyasetinden' özgürleşmesi" / "(Kürtlerin) özgürlük taleplerini içselleştirecek olan Türkler henüz özgür değil" >> "bu iki özgürleşmenin birbirini besleyebileceği" -> bunlar bu ülkeyi zerre miskal anlamamış birinin yorum ve tespitleri olabilir ancak. yazarın türk siyaseti dediği şey, türk kimliği dediği şeyin kendini ifade tarzı, onu baskılayan, saptıran bir unsur değil. devlet temelde oğuzlar tarafından, ama müslüman kimliği üzerinden kurulan bir yapı ve ana özne türk-kürt diye bir ayrım ihtiva etmiyor. türk kimliği dedikleri şey müslümanlardan ibaret; türk, kürt, arap, boşnak, arnavut, çerkes, muhtedi rum vb özdeş sayılıyor. türk siyaseti dedikleri şey de bu ana kimlik üzerinde bölünme kabul etmemekten ibaret. kemalist söylemin saptırmalarına rağmen "türkler" esasta böyle düşünür, bunu bilmeden bu ülkede hiçbir şey doğru okunamaz.
*
devlet, rejim, sistem, bürokrasi birbirinden farklı şeyler efendiler, >> posta memuru surat asıyor diye her alt kültür kimliğine ayrı bir siyasi-hukuki statü tanımlamak gerekmiyor. posta memurunu performans sistemine tabi tut mesela, kafa kıran polis memurunu işten at, mühür ve müdür sayısını azalt, kit'leri sat... bunlar "devlet" ile ilgili değil. japonca, sanskritçe veya kurmançça yayınlara karışma mesela, bunlar da devletle ilgili değil. mahalli idareye esneklik de sağlayabilirsin, osmanlı'da heterojen bir yapı vardı, tanzimat rejiminden önce, karışık idari modeller vardı. tanzimat rejimi jakoben merkeziyetçi fransız kafasını getirdi memlekete, fizan'daki çöp için dersaadete istida yazma anlayışını getirdi. bunları ihtiyacına göre, şartlara göre ayarlarsın, değiştirirsin; hiçbiri de devlete halel getirmez, bunlar ayrı meseleler. ve lakin farklı siyasi-hukuki kimlikler hiçbir zaman olmadı, farklı resmi diller hiçbir zaman olmadı, olamaz da...
*
dağdan destekli demokratik müzakere olar? dışarıdaki bdp'lileri de içeri alsınlar. demokratik zeminde müzakere olunabilir bir talepleri yoktu, meclisten kaçıp dağa çıktılar. demokratik özerklik ilan ettik demek, devletin mevcut yapısını değiştirmek üzere isyan ediyoruz demektir. statü konusunda devlet yapısı içinde kalarak değişiklik yapmak mümkün değil. burada müzakere olunabilir bir talep yok. etnik temele dayanan özel statüsü olmayan sadece kürtler değil, bütün vatandaşlar bu konuda eşit. kürt halkı'nın (!) karşısındaki muhatap kimdir? türkmen halkı? arap halkı? boşnak halkı? arnavut halkı? çerkez halkı? kürt halkı diye bir statü tanımlanırsa, buna mukabil başka halk statülerinin de mantıken zaruri olacağının farkında mıyız? statü tanımlaması yapılırsa mesele bitecek mi? kimin statüsü kimi dövecek?
madem öyle, gel böyle, örnek statü tanımlıyorum: statülü vatandaşlar, demokratik özerklik bölgesinin dışında mülk sahibi olamayacak. statülü vatandaşların yerel memuriyetlerin dışında memuriyet vazifesine kabulü özel izne tabi olacak. statüden faydalanmak isteyenlerin kendilerini statülü olarak kaydettirmeleri gerekecek. genel statüdeki vatandaşlardan toplanan vergiler, özel statüdeki vatandaşlara yol su elektrik yeşil kart olarak geri dönmeyecek. tam tur pırlanta yüzük sahibi olanlara yeşil kart verilmeyecek. aşiret mafyasının pazar yerleri ve emlak piyasasi gibi alanlarda fink atması yasaklanacak. işinize geliyor mu? imtiyaz kısıtlamayı getirir... 1920'lerde tanımlanan, ismi (müslüman) değişse de muhtevası değişmeyen ortak kimliği terk etmenin bir bedeli olacaktır
*

21 Nisan 2013 Pazar

Tuhaf Bir Masal




(90’ların sonları)

Bin varmış, bir yokmuş. Evvel zamanın âhir zamanla karmakarışık olduğu, kalburun etnoğrafya müzesine kaldırıldığı, pirelerin ya "kuaför" ya da "beauty center" işlettiği, develerin Masalistan'a devlet bakanı ve hükûmet sözcüsü olamazlarsa özel televizyonlarda haber yorumcusu olduğu ihale devrinin sonlarında; Türk asrına beş kala, Adriyatik'ten Çin Seddine uzanan muazzam coğrafyanın ücra bir köşesinde bendeniz sabah namazını kıldıktan sonra kerahet vakti demeyip bir tatlı hâb-ı gaflet uykusuna dalmışım da güya rüyamda kendimi bizim köyde görüyormuşum.

Sırtımda pazar çantası, elimde termos gün doğmadan evvel düşmüşüm yola, Türkmenaltı'na arpa orağına gidiyormuşum. Varıp tarlaya, besmele çekerek orağı savurmaya başlamışım. Orağımın çizdiği her kaviste Türk dilinin kaideleri gibi bir demet arpa kopar, devrik tümceler gibi ardımda birikirmiş. Bu hal üzre arpa tarlasının başından ortasına kadar az gitmişim uz gitmişim, dere tepe düz gitmişim, altı ay bir güz gitmişim, dönüp arkama baktığımda bir de ne göreyim? Gide gide bir arpa boyu yol gitmişim. Bezgin bir halde ağrıyan belimi doğrulturken, Türkmen dağının ardından bir aydınlık peyda olmuş. Gel gelelim ben güneşin doğmasını beklerken, tebessüm ederek bir kız çehresi doğmuş. "Gönlüme bir od düşmüş." "Yeryüzü gözüme karanlık oluvermiş." Üç beş gün şaşkın şaşkın dolanmışım. O çehrenin şavkının ardından floresan şavkı bile gözüme sigara közü gibi geliyormuş. Sonunda dayanamamışım. Bu işi çözse çözse falcılık ve büyücülük işleri ile ilgilenen, bilgisayarlı çöpçatanlık bürosu işleten emekli muhtar Keziban yengem çözer diyerek, atlayıp atıma, kestirmeden Ermeni dağını aşarak soluğu İshak Köyünde almışım. Paldır küldür dalmışım dükkana. Yengem meşhur bir medyumla telefon görüşmesi yapıyormuş. "Tamam arkadaşım, ben seni sonra ararım." diyerek telefonu kapatmış. "Aman yengeciğim" diyerek başlamışım söze, "Kurtar beni" diyerek bitirmişim. "Yok," demiş yengem; "Bu mesele beni aşar. Sana İzmirli bir cadının kartvizitini vereyim, git görüş." demiş. Arkasına "hâmil-i kart yeğenimdir" yazdığı kartı uzatmış. Kartı alır almaz "sağ ol yenge" diyerek atmışım kendimi dışarıya. Yengem ardımdan koşup gelmiş. "Dursana!" demiş. "İzmir'e atla gidilir mi?" Al şu uçak biletini, Isparta-Burdur hava alanına kadar otobüsle gidersin. Oradan İzmir'e uçarsın." demiş.

Sabah ezanıyla yatsı namazı arasında bir vakitte İzmir'e varmışım. Bu cadıyı bulsam bulsam Alsancak'ta bulurum diyerek oralarda bir bara girmişim. Arkası arkasına biraları yuvarlamaya başlamışım. Bir yandan da "Benim şimdiye kadar sızmam lazımdı. Niye gittikçe uykum kaçıyor?" diye düşünüyormuşum. Meğerse ben Alsancak'ta değilmişim de Bornova'da bir kahvehanede çay içiyormuşum. Uykum da bu sebepten kaçıyormuş. Rüya işte... Derken cadı görünmüş. Amanin! Permalı saçlar, uzun, kan rengi, sivri tırnaklar, boynunda ayyıldızlı tasma, ayağında tayt, sırtında "sweat shirt": "Freddy'nin kâbuslarından fırlamış sanki. "Kusura bakma geciktim. Gel  bir cafe'ye gidelim. Rahat rahat bakarız falına. Aslında kapatılmasaydı bizim fakültenin kantinine de gidebilirdik." demiş. Gittiğimiz cafe'de hem neskahve falıma bakmış, hem iskambil falıma. Benden iyi bir anamnez almış. Tahlil tetkik ve sâire sonunda Magnetic Resonance Imaging'li yürek tomografisi ve Tecnesium 99m'li hayal sintigrafisi ile çözmüş olayı. "Amman," demiş, "Sen boyundan büyük işlere kalkışmışsın. O gül çehresini güneş sandığın dilber, Peri Padişahının kızı Mehlika Sultandır. Sakın ona yaklaşmaya kalkışma! Budist ejderhası noysalfnE seni yutar. Nirvana'ya; sıfır boyutuna gönderir. Orada ebediyyen yaşayan bir hiç olarak kalmaya mahkûm olursun. TUS'u bile kazanamazsın. Olsan olsan Masalistan'a dışişleri bakanı olursun. Hele bir de Peri Padişahı duyarsa seni 657 numaralı hücreye kapattırır Terkos suyuna doğranmış bordrodan başka bir şey vermezler." diye beni bilinçlendirmiş. Ben de talihime küserek uzun ince bir yol tutturmuşum. Köyüme doğru yayan yapıldak gider olmuşum.



Tam öğle vakti canımdan bezdiğim bir sırada, yolun kenarında bir gölgelik bulsam da oturup dinlensem diye bakına bakına yürümeye devam ederken arkamdan biri seslenmiş: "Hişt, hop bilâder, Fethiye yolu burası mı acep?" Dönüp bakınca ne göreyim: Keloğlan! "Oo, eski dostum, sen de benim gibi bir can dostu mu arıyorsun yine?" demişim. "Yok arkadaş, geçti o devirler. Şimdi yoldaş aramayı bıraktık, arslanın on iki parmak bağırsağından kan dolaşımına karışmak üzere bulunan ekmeğin derdine düştük." demiş ve eklemiş:"Yahu baksana buralarda bir tavuk çiftliği var mı?"
-"Ne olacak?"
-"Altın yumurtlayan tavuk satacağım. Parasının yarısını dolara, yarısını marka, yarısını borsaya, yarısını hükûmet tahviline, yarısını altına yatıracağım. Kalanıyla da bir ağaya yüzde dokuz yüz fâizli kredi vereceğim."
-"Gerçekten altın mı yumurtluyor bu tavuklar?"
-"Yoo, ne fark eder ki, millet alıyor. Ben aslında altın yumurtlayan merkep de satıyordum ama uyanık biri kaptı piyasayı elimden."
-"Filim adamsın, Keloğlan! Ne kadar değişmişsin, görmeyeli..."
-"Yaa, filmimi de çekecekler. Geçenlerde geldiler. Senaryoyu beğenmedim. Yeniden yazdırıyorum."

Neyse, konuşa konuşa sonunda bizim köye kadar gelmişiz. Ben Gedik'ten sapıp ayrılmışım. Çağdaş Keloğlan, yol üzerindeki bütün tavuk çiftlikleri ile anlaşma yaparak yoluna devam etmiş.

Yorgunum, halsizim, diyerek; bir hafta kadar tatil yaptıktan sonra, işin başına düşüp, Öteyüz'e nohut yolmaya gitmişim. Bir yandan elimde bir orak, ha bire sallıyormuşum, bir yandan da "Yahu, ben nohut yolacağım, orakla ne işim var?" diyormuşum ki elimi kesivermişim. Bir bu eksikti, diyerek oturmuşum bir taşın üzerine, ağlamaya başlamışım. Aniden ak sakallı bir ihtiyar karşıma çıkmış. Ben diyeyim yüz elli, siz deyin iki yüz yaşında. Yorgun, derinden, hüzünlü ve fakat babacan bir sesle sormuş:
-"Niye ağlıyorsun, evladım?"
-"Sorma, dede; bir aşka düştüm, olacak tarafı yok!"
-"Yapma yahu, kimin kızıymış bu? Gidip isteyelim, ben istersem verirler belki."
-"Yok dede, sen bilmezsin, masal işi bu."
-"İyi ya, tam benim işim. Bak oğlum, ben tam yüz kırk dört yıldır bu yaylada yaşıyorum. Gizlice olanı biteni gözlüyorum. Çok masallar duydum, gördüm. Zaten eski köylüler masal işini iyi bilirler. Cumhuriyetten evvel her köy bir masaldı. Dağlarla gökyüzünün arasına sıkışmış kalmıştık. Seferberlik olmadıkça bizi vergi tahsildarından başka hatırlayan olmazdı. Zaten biz o zamanlar, riyazî, usûlî, tahlilî düşünmeyi de bilmezdik. Batı tefekkürü, doğu mistizmine maydanoz gibi doğranmamıştı. Hoş, cumhuriyetten sonra da daha iyi olamadık. Yaban romanı, yol vergisi, köy enstitüleri derken masaldan martavala döndü işler."
-"O zaman söyle, ben bu noysalfnE canavarına yutulmadan, nasıl alırım Mehlika Sultanı?"
-"Aa! Yaman belaya çatmışsın. Ama yine de üzülme. Bu bâdireyi atlatmak yolunda yalnız ve çaresiz değilsin. Şimdi gözlerini yum. Al, şu cep telefonunu eline. ANKA KUŞ ÇAĞIRMA VE TAŞIMA HİZMETLERİ LTD. ŞTİ.'ni ara. Tarifesi ucuzdur. Faturayı da iş bittikten sonra gönderirler. Numarası rehberde var. Kırk defa, "Kaf  Dağlarına gitmek istiyorum. Kafkas Dağlarına gitmek istiyorum. Yâre kavuşmak istiyorum." de. Bir helikopter gelip seni alacak. Korkma gak da demez, guk da demez. Deposu doludur. Seni İncirlik'e kadar götürür. Orada Kuzey Irak'a gidecek yardım sandıklarından birinin içine saklan. Nasıl olsa yollarını şaşırıp seni Ermenistan'a atarlar. Oradan Kaf Dağlarına rahatça gidersin. Bu arada bir US. ARMY üniforması da bulup giyersen hiç bir canavara ya da bekçiye yakalanmadan Peri Padişahının sarayına kadar gidersin. Gerisi senin maharetine kalıyor." Bütün bunları duyunca sevinmişim. Sarılmışım ihtiyarın ellerine öpüp başıma götürmüşüm. Sonra dikkatsizlik, tedbirsizlik etmeden, meslek ve san'atta acemilik göstermeden, emir ve nizamlara riayetsizlik etmeden, ihtiyarın talimatlarından bir kılın kırkta biri kadar bile dışarı çıkmadan dediklerini yapmışım. Gel gelelim, helikopter içinde bulunduğum yardım sandığını Hazar denizine atmış. Gölden çıkmışım bir çöle. Orada bulmuşum izini. Koşup tutmuşum dizini. Mehlika Sultan beni görünce, düşmüş büyük sevince. "Kusura bakma," demiş. Birkaç densiz avcı, av mevsimi yasaklarını delme eylemi yaptığı için 'Ala Geyik' kıyafetinde gelemedim. Güneş olup gözlerini kamaştırdım. Sebeb-i ziyaretime gelince, babam beni ihaleye çıkardı. İstediklerini kim daha önce getirirse beni ona verecek. Beni ancak sen kurtarırsın. Koş üzerine bir takım elbise giy. Kravat tak. Toplantıya katıl. Bir şartname de sen al." Hayda! Daha yaşlı Türkmen'inkilerden kurumadan, bir talimat sağanağı daha! Hiç oyalanmadan, ağzım kapalı, gözüm açık bir vaziyette varıp Peri Padişahının satın alma müdürünün idare ettiği toplantıya katılmışım.

"Arkadaşlar," demiş, satınalma müdürü; "padişahımız artık sizden ne dev aynası istiyor, ne de mikrofon gibi ağzına tutup konuşunca, sesini gök gürültüsü gibi yükselten çam kozalağına ihtiyacı var. Medya bütün bu işleri hallediyor." Salondan biraz mırıltı biraz da homurtu yükselmiş. Kim bunlar diye dönüp bir bakmışım, ancak tanıdığım çehreler fazla değilmiş. Bir Keloğlan, bir de Gayretkeş Deve Lüp Partisi'nin il başkanlarından ismi lâzım değil, bir zat... Millet tekrar susup dinlemeye başlayınca satın alma müdürü sözlerine devam etmiş: "Ancak, bildiğiniz gibi yakında Peri Partisi 1405. olağan kongresi yapılacak. Ne var ki kongre mevsimi olduğundan bütün spor salonları ve futbol sahaları dolu. Padişahımız imajını zedelememek için bunların hiç birini boşalttıramıyor. Bu sebepten, öncelikle, bir adet, açıldığında bütün perileri içine alacak; kapandığında ise fındık kabuğuna, ya da en fazla padişahımızın portföyüne sığacak ebatta bir kurultay çadırına ihtiyacımız var. Bir de yendikçe yerine yenisi gelen ve hiç eksilmeyen pasta, meyve, sebze ve sâir gıda cinsinden ihtiyaçlarımız var. Bütün bunları getirerek kongreyi kurtarana padişahımız ödül olarak kızı Mehlika Sultanı verecek." Keloğlan atılmış: "Teşrîfat işleri için hostes ve saire de lâzım mı?"
-"Hayır. O iş için profesyonel bir peri gurubu ile anlaştık."
Keloğlan, sekreterine hitaben, "çiz üstünü kızım; hostes lazım değilmiş." demiş.

Toplantıdan çıkınca, nasıl yaparım, ne ederim diyerek dolanırken karşıma 'Aklı evvel Danışmanlık Bürosu' diye bir tabela çıkmış. Hemen içeri dalmışım. Baş danışman: "Nerelerdesin? Seni beklemekten bîtap düştük." demiş. "Ne iş bilader, herkes de beni bekliyor." demeye kalmadan, fırça yemeye başlamışım: "Bak sen gezinirken, İsmi lâzım değil gıda ihalesini aldı. Dua et ki onun derdi, Peri Padişahının şefaatçiliği ile makamını korumak; Mehlika Sultanda gözü yok."
-"İyi de ben nasıl bulacağım, böyle bir çadırı?"
-"Hayal gücünü kullanacaksın. Biliyorum senin hayal gücün geniş. Hâfızanın bir yerlerinde, Emir Timur'un içine binlerce kişi alan büyük çadırı da mevcut. Şimdi tek ihtiyacın: dikkatini toparlayıp, hayalini bu âleme getirmene yardımcı olmak üzere biraz masal mâcunu. Muhtevası: bir tutam delilik, on okka ideal, üç kantar sevda, bir mangal cesaret, bit kadar teşebbüs gücü, üç deve yükü ilim, yarım dirhem irfan olacak. Tesirini kuvvetlendirmek için mehter eşliğinde yutulmalı. Hepsi tamam, yalnız, evvelâ hayalini takviye için biraz uyutucu-uyuşturucu madde lâzım. Daha tarlasında iken, taze taze koklamalısın. Seni Güney Amerika'ya gönderecektik, ama sen gelinceye kadar Amerika oraları işgal etti. Şimdi vakit tükenmeden, Kazakistan'a, Mujunkum Bozkırlarına gideceksin. Dişi Kurdun Rüyaları romanını okuduğun için yolları biliyorsun. Orada bizim hintkeneviri toplayan ajanımızla beraber bu işi halledeceksin. Unutma kod adı Abdias Kallistratov'dur."



Baş danışmanın sözleriyle silkinip kendime gelmişim. Atlanıp, pusatlanıp soluğu Mujunkum'da almışım. Kallistratov kılığındaki ajan meğer benim iki yaşımdan beri tanıştığım, kimya mühendisi olan bir ahbabımmış. Hint keneviri üzerine tez hazırlıyormuş. Birlikte esaslı hayaller kurup netîcede çadırı ele geçirmişiz. Çadırı atımın terkisine sarıp dört nala kaf dağlarına doğru vurmuşum. Tam Hazar denizinin kenarında Deli Dumrul yolumu kesmiş: "Dur bakalım! Kimse geçemez."
-"Ne var, ne oldu?"
-"Terörist deniz altıları kol geziyor. Emniyet açısından kimseyi salmıyoruz."
-"Yahu Dumrul ağabey, etme eyleme. Biz seninle eski ahbabız, hoş gör..."
-"Hoş göreceğiz de ne olacak?"
-"Mehlika Sultanı alacağım."
-"Geçmiş olsun. Mehlika Sultanı Keloğlana verdiler."
-"Nasıl olur?"
-"Biliyorsun, Keloğlan eski hayalicilerdendir. Bir bürokrata rüşvet verdi. Bir plaj çadırını kurultay çadırı diye teslim edip Mehlika Sultanı aldı. "
-"Vay başıma gelenler! Peki Peri Padişahı çadırı görünce deli olmadı mı?"
-"Lüzum kalmadı. Padişah, Gayretkeş Deve Lüp Partisinin şefi Re'sü'd-Div hazretlerini Kaf Dağlarının Baş Devi ilân etti ve koalisyona aldı. Re'sü'd-Div hazretleri de kendi otağını ve bahçesini -ki bu bahçenin misaha-i sathiyyesi normal boydaki in, cin ve periler için bir yayla kadardır- Peri Partisine Açık hava kurultay yeri olarak ucuza kiraladı."

Ben kahrımdan Marmara çırası gibi tutuşmaya hazırlanırken, Orta Amerika dolaylarından, slow rock makamında bir yanık türkü çalınmaya başlamış. FM bandına ayarlı radyodan yükselen şu anons rüyayı da bitirdi, masalı da, beni de: "Pis köylü, sefil Türkmen! Senin haddine mi düşmüş, Mehlika Sultan? Onlar erdi muradına, sen de dön artık çıktığın arpa tarlasına! Haydi bakalım. başka bahara!"

Onlar erdi muradına, biz yine kerevetin yüzü ile müşerref olamadık. Gökten iki elma ve bir ayva düştü: şuna, buna, bana...

(Devam edebilir, belki bir ihtimal…)

20 Nisan 2013 Cumartesi

Eski Bir Sulh Rüyası


Kızıl Çakmaklı Adam’ın korkunç kahkahası koridorlarda yankılandı. Açıklayan Adam gölgelerde gizlenmeye devam ediyordu. Açık pencerelerden içeri-dışarı savrulup duran beyaz tül perdeler, ay ışığında parlıyordu. Bahçede bir meşe ağacı, koca bir gölge, bir heyula gibi dikilmiş, dallarını her yana uzatmış, ayın yüzünü örtmek ister gibi göğe doğru uzanmıştı. Dalların arasında gizlenmiş küçük bir karga aya ve geceye neşideler okuyordu...

Yankı dinmek bilmiyordu. Gölgelerde huzursuz titreşimler dolaştı. Rüzgar kesilmişti, yaprak kımıldamıyordu. Yaşlı meşenin gövdesinde bir ürperti gezindi. Karga kanatlanıp gitti, gözden kayboldu. Ayın önünden siyah tüller gibi tuhaf şekilli bulutlar geçmeye başladı. Açıklayan Adam kımıldasa görülecek, kımıldamasa bulunacaktı. Kabzaya kilitlenmiş parmaklarının uyuştuğunu, namlunun kaşındığını hissetti. Tatlı bir uyuşukluk kapladı bedenini, göz kapakları ağırlaşmaya başladı...

İnceden bir tanbur sesi, gölgeli, gagalı ve pençeli rüya parçacıklarının arasına sızmaya başladı. Ses giderek belirginleşiyor, bitmek bilmez bir yol gibi kıvrılarak uzanıp gidiyordu. Gölgeler hafif dalgaların kımıldandığı bir sahile, gagalar ve pençeler kıvrım kıvrım girift nakışlara dönmeye başlamıştı. Açıklayan Adam topuklarını avuçlarında tutan uçurumun kucağına bıraktı kendini. Sükûnetin kollarında bir beyaz tüy gibi dönerek savrulmaya başladı. Geçmiş ve gelecek, kaygı işli ağır şallarından soyunmuş, bütün hafiflikleri ile semada dönerek raks etmekte idi. Söylenecek çok söz vardı ve aslında hepsi de aynı mesnevinin nakaratı idi. Kesret-i meramdan hamuş oldu diller, tanbur sustu, yalnız nây inler oldu...

Nâyin sadâsı bir uçan halı olup, Açıklayan Adam’ı alıp götürdü, her tarafından yeşillikler fışkıran harap bir kubbenin altında, metruk ve dağınık bir avlunun köşesinde, bir kenarında cılız bir ateşin oynadığı bir medrese hücresine, eski bir minderin üzerine bıraktı. Kızıl Çakmaklı Adam, uçları yukarı kıvrık yemenilerini eşikte çıkarıp hücreye girdi. Bir şey söylemeden ocağın diğer yanındaki posta bağdaş kurdu. Uzun lülesine tütün döküp kızıl çakmağıyla ateşledi. Duhan hücreyi ebrûlî bir renge boyadı...

Ebruli bir duman sarmalamaya başladı yavaş yavaş, iki adamı. Kızıl Çakmaklı Adam, cebinden çıkardığı bir kaç fotoğrafı, bir kırmızı kalemi, bir kaç mahkeme kararını ve hiç bir zaman bitmemiş ve asla bitmeyecek bir sürü şiirini usulca ateşin içine bıraktı, ateş canlandı, alevlerin içinde kaybolmak istedi, Kızıl Çakmaklı Adam.

Açıklayan Adam alevlere bakıyordu, dalgın... Uyurgezer gibi hareketlerle bir cebinden bir kamış kalem, diğerinden bir çakı çıkardı. Kalemi düzeltti, tekrar cebine koydu. Çakıyı kapattı. Avucunda sıktı. Usulca kalkıp hücreden çıktı, avlunun köşesindeki kuyuya uzattı elini, parmaklarını açtı. 

Çınar yapraklarının arasından sızan gün ışığı, avluyu ala nakışlarla bezemişti. Serçe cıvıltısı gibi bir çocuk gülüşü duyulup kayboldu bir an.

İstanbul'u Sevmek


Bir insan eskiye meraklı, yeniye hevesli ise İstanbul'u sever. Milliyetçi ise, dindarsa, Osmanlı hayranı ise sever. Bir insan müsteşrik, bediiyatçı, yahut tarihçiyse; ehl-i keyf ise, sevdalıysa, aklından zoru varsa İstanbul'u sever. Tüccar, talebe, ehl-i ulûmdan ise yahut echel-i cühelaysa, dostsa, düşmansa, vatan haini ise ya da vatan aşığı ise , vasatı tutturamıyorsa yahut vasat onu tutturamıyorsa, belanın ve safanın fevkaladesinden hoşlanıyorsa, sever. 

Asırlar önce mesafelerin ötesinde birşeyler kaybettiyse, yitiğini bulamadıysa, elinde avucundakini kaçırdıysa, kaçan bir balonun ya da bir kuşun ardından bakar gibi bakakaldıysa, unuttuysa, ne istediğini bilmiyorsa, şairse, aklı başında değilse, ne olduğundan habersiz bulunduğu bir tadın bakıyesi ağzında, hasretle yutkunup duruyorsa, neyi beklediğini bilmeden ufukları gözlüyorsa, sancılıysa, gurub vakti gönlüne kan oturuyor, gözleri ıslanıyor, yeşillikler arasında yağmur yağarken dua ediyor, asla ümitsizliğe düşmüyorsa, "yedi bin senedir bekliyorum, yedi bin sene daha beklerim, muhakkak..." diyorsa, bekliyor, muttasıl bekliyorsa İstanbul'u sevmemesi mümkün değildir.

Duvarları Yıkmak, Hadleri Aşmak


Şehri barut marifetiyle aldık, ama barutsuz alsaydık, olduğundan çok daha fazla yiğitçe olmaz mıydı? Mücerred ihtimaller üzerinde oyalanmak abes. Patlayan -envai ebat ve çeşitte- delikli demirler icad oldu çoktan ve şehir de -şükrola- bizde epey bir süredir.

Delikli demir ki mertlik bozulmuştu, o gelince; dünyanın çivisinin çıktığının ilanıydı belki de. 21 pare top atıla: “Ey ahir zaman ümmeti, bilesüz ki vakittir.” Vakittir hakkaa, sonu gelmiştir çünki duvarların. Çünki duvardı dünyayı taksim eden, duvardı set çeken ve ayıran. Barut duvarın sonu oldu ve başlangıcı oldu, sınır tanımamanın. Kadim sözler battaldır gayrı, kadim taksimat lağım marifetiyle berhava edilmiştir. Barajın kapakları açılmıştır ve barajın kendisinin de suların hışmı ile dağılıp gitmesi yakındır. Şimdi artık her şey başka taraflara akabilir, ışık vurabilir karanlığa ve kokuşmuş bir mili sürükleyerek sel basabilir el değmemiş toprakları. Bir kıvılcımdan cihân-sûz yangınlar peyda olabilir ve fırtınalar kopabilir artık bir kelebek kanadının titreyişinden. Ok yaydan çıkmış ve zenberek boşanmıştır artık: ne olacaksa olacaktır. Son harbe hazırlanmaktadır cihan ve guruba doğru hızlanarak akmaktadır asrın girdabı.

Duvarın berhava edilmesi kendisini izleyen hadiselerin bir remzidir adeta: hudut yoktur bundan böyle ele geçirilenin son haddine kadar götürülmesi vardır. Muvazene ve itidal yoktur artık. “Sona doğru” her şeyin “sonuna kadar” yapılması cari olmuştur. Bütün kaynaklar artık son harbe tahsis edilmiştir. Bir yanda her şey yığılmakta diğer yanda her şey tüketilmektedir. En başta da zamandır hızla tüketilen. Baş dönmesi ve yorgunluk arasında serseme dönen zaman sonuna yaklaşmaktadır. Duvarlar ve perdeler, sur, peçe ve hayatı taksim eden incecik zarlar yıkılmakta, yırtılmakta ve çekilmektedir git gide. Yer çekimi haddi ve ses hızının haddi aşılmış, belki yarın ışık hızının haddi de ihlal edilecektir. Muvaffakiyetlerimiz bitmez tükenmezdir ve artık durmak yoktur bize. Olacak olan olmuş ve olmaktadır: derûnumuzdaki yecüc ve mecüc suretleri duvarı aşmıştır ve vakittir artık.

5. kol yazarının günlüğü


tezyif ve tahkir: maksat tahrik, karşısındakinin damarına damarına basmalı ki galeyana gelsin, hedef: kargaşa çıkarmak, milleti birbirine düşürmek

1. basamak haklı bir tenkidle ve söz oyunu ile birini yanına çek
2. basamak 'taraftarını' taraftar olmayanlar hakkında doldur
3. basamak taraftar olmayanlar hakkında tahkir ve tezyifde bulunarak 
a) taraftarlara 'örnek' ol 
b) taraftar olmayanları çileden çıkar
4. basamak milletin birbirini kırmasını seyret ve pis pis sırıt
5. sıkışırsan 'anavatan'a kaç

15 Nisan 2013 Pazartesi

Fennî Ahlâk


kaylule kıraathanesi, 06.07.2007
Yolda gidiyordum, bir annenin çocuğuyla konuşmasına kulak misafiri oldum. Anne çocuğuna "bayanlara ve yaşlılara yol vermenin centilmence ve herkesin hoşuna gidecek bir davranış olduğunu" anlatıyordu. Anne kültürel rölativist olmalıydı, yani ahlâk açısından iyi olanın kaynağını içinde yaşanan toplumun tasvibinde arıyor olsa gerekti. Büyüklerin çocuklarını kendi değer yargılarıyla şartlandırmalarının yanlışlığından dem vuran görüşleri hatırladım. Anne alenen ve resmen küçücük çocuğa kültürel rölativizm aşılıyordu. Demek ki İslamcı filan olsaydı, çocuğa neler neler aşılayacaktı...

Çocukları değer yargılarından arındırılmış deney tüplerinde büyütmek mümkün mü acaba? Karışık mevzu... Çocuğu böyle bir deneyde denek olarak kullanabilmemiz için -yaygın görüşe göre- önce rıza almamız gerekiyor. Çocuk rıza verecek kadar mümeyyiz olmayacağına göre rızanın ana babadan alınması gerek. İyi de zaten amacımız bu ikisini devre dışı bırakmak değil miydi, ne anladık bu işten? Tarzan'ın durumunu pek bilemiyorum, ama Movgli bile Balu ve Bağera tarafından "yetiştirilmişti." Belki de çözümü Hayy bin Yakzan'da aramalıyız...

Evrensel standart teşkil edecek, tam olarak tarafsız ve objektif bir ahlâk eğitimi soruna çözüm olabilir mi? Akılcı ve de bilimci bir tutum, bu alandaki keyfîliğe çare sunabilir mi? Madem çocukları vakum içinde büyütemiyoruz, doğru ve ortak kabul gören bir kültür vasatında üretelim. Ne var ki bilimsel bir ahlâk, bildiğim kadarıyla yok. Varsa bile, bu, bilimin sınırlarını bir dünya görüşü ve hayat tarzı teşkil edecek şekilde genişletmek anlamına geleceğinden, yine aynı noktaya varıyoruz. Bilimin kendisinin de bir takım önkabullerden, inançlardan hareket eden bir sistem olması bir yana, "salt bilimsel" verileri bir doktrine dönüştürecek farazî bir müdahale, mevcut doktrinlere bir yenisini eklemekten başka bir mânâ ifade etmeyecek. Üstelik ahlâk felsefesi üzerinde çalışan pek çok kişi "is" ile "ought" farkını* hatırlatarak, ahlâk hakkında ahkam kesmek isteyen sosyal bilimcilere ateş püskürüyorlar. Konu burada kördüğüm oluyor. Gerçekten de bilim olanı tasvir etmeye yarayan bir araç, olması gerekene dair söyleyecek bir sözü yok. "Yüz kişiye sorduk, doksan dokuz kişi bayanlara yol vermenin iyi bir davranış olduğunu söyledi" türü bir anket sizi niye bağlasın? Diğer taraftan kültürel rölativizmi kınarken, kendi kültürlerinden bir evrensel standart çıkarmaya çalışan analitik felsefecilere nazaran, sosyal bilimcilerin ayakları yere daha sıkı basıyor. Neticede herkesin bildiği yolu tutmasından, ehven-i şer kabîlinden uzlaşmalardan ve güçlü olanın dayatmasından kaçış yok gibi görünüyor.

Anne ve çocuk yol açtıkları felsefi problemlerden habersiz şekilde, "aşılamaya" devam ederek yürüyüp gittiler. Ben de bir yazı konusu yakalamanın keyfiyle, cigaramı tellendirerek** başka bir yöne doğru uzaklaştım.

* İngilizce'de is "-dır, -dir" ve ought "-meli, -malı" demeye geliyor, yani olması gerekeni, olandan türetemezmişiz. Bunu Hume diye biri söylemiş galiba.

** Sigara sağlığa zararlıdır, öksürtür. Fazla felsefe de hazımsızlık ve başağrısı problemlerine yol açabilir.

Alacaklı Kurtlar Kanunu


kaylule kıraathanesi, 09.12.2005  
-homo homini lupus-
1. Her kurt kendi başına, kendisi için züpper bişeydir.
2. Her kurt bütün evrenden alabileceği kadar alacaklıdır.
3. Hiçbir kurt kendi paşa gönlünün hükümranlığından başka bir şeye borçlu 
değildir.
4. Bir kurdun başka bir kurdun hükümranlık sınırlarını aşması yasaktır.