Kızıl Çakmaklı Adam’ın korkunç kahkahası koridorlarda yankılandı. Açıklayan Adam gölgelerde gizlenmeye devam ediyordu. Açık pencerelerden içeri-dışarı savrulup duran beyaz tül perdeler, ay ışığında parlıyordu. Bahçede bir meşe ağacı, koca bir gölge, bir heyula gibi dikilmiş, dallarını her yana uzatmış, ayın yüzünü örtmek ister gibi göğe doğru uzanmıştı. Dalların arasında gizlenmiş küçük bir karga aya ve geceye neşideler okuyordu...
Yankı dinmek bilmiyordu. Gölgelerde huzursuz titreşimler dolaştı. Rüzgar kesilmişti, yaprak kımıldamıyordu. Yaşlı meşenin gövdesinde bir ürperti gezindi. Karga kanatlanıp gitti, gözden kayboldu. Ayın önünden siyah tüller gibi tuhaf şekilli bulutlar geçmeye başladı. Açıklayan Adam kımıldasa görülecek, kımıldamasa bulunacaktı. Kabzaya kilitlenmiş parmaklarının uyuştuğunu, namlunun kaşındığını hissetti. Tatlı bir uyuşukluk kapladı bedenini, göz kapakları ağırlaşmaya başladı...
İnceden bir tanbur sesi, gölgeli, gagalı ve pençeli rüya parçacıklarının arasına sızmaya başladı. Ses giderek belirginleşiyor, bitmek bilmez bir yol gibi kıvrılarak uzanıp gidiyordu. Gölgeler hafif dalgaların kımıldandığı bir sahile, gagalar ve pençeler kıvrım kıvrım girift nakışlara dönmeye başlamıştı. Açıklayan Adam topuklarını avuçlarında tutan uçurumun kucağına bıraktı kendini. Sükûnetin kollarında bir beyaz tüy gibi dönerek savrulmaya başladı. Geçmiş ve gelecek, kaygı işli ağır şallarından soyunmuş, bütün hafiflikleri ile semada dönerek raks etmekte idi. Söylenecek çok söz vardı ve aslında hepsi de aynı mesnevinin nakaratı idi. Kesret-i meramdan hamuş oldu diller, tanbur sustu, yalnız nây inler oldu...
Nâyin sadâsı bir uçan halı olup, Açıklayan Adam’ı alıp götürdü, her tarafından yeşillikler fışkıran harap bir kubbenin altında, metruk ve dağınık bir avlunun köşesinde, bir kenarında cılız bir ateşin oynadığı bir medrese hücresine, eski bir minderin üzerine bıraktı. Kızıl Çakmaklı Adam, uçları yukarı kıvrık yemenilerini eşikte çıkarıp hücreye girdi. Bir şey söylemeden ocağın diğer yanındaki posta bağdaş kurdu. Uzun lülesine tütün döküp kızıl çakmağıyla ateşledi. Duhan hücreyi ebrûlî bir renge boyadı...
Ebruli bir duman sarmalamaya başladı yavaş yavaş, iki adamı. Kızıl Çakmaklı Adam, cebinden çıkardığı bir kaç fotoğrafı, bir kırmızı kalemi, bir kaç mahkeme kararını ve hiç bir zaman bitmemiş ve asla bitmeyecek bir sürü şiirini usulca ateşin içine bıraktı, ateş canlandı, alevlerin içinde kaybolmak istedi, Kızıl Çakmaklı Adam.
Açıklayan Adam alevlere bakıyordu, dalgın... Uyurgezer gibi hareketlerle bir cebinden bir kamış kalem, diğerinden bir çakı çıkardı. Kalemi düzeltti, tekrar cebine koydu. Çakıyı kapattı. Avucunda sıktı. Usulca kalkıp hücreden çıktı, avlunun köşesindeki kuyuya uzattı elini, parmaklarını açtı.
Çınar yapraklarının arasından sızan gün ışığı, avluyu ala nakışlarla bezemişti. Serçe cıvıltısı gibi bir çocuk gülüşü duyulup kayboldu bir an.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder