21 Nisan 2013 Pazar

Tuhaf Bir Masal




(90’ların sonları)

Bin varmış, bir yokmuş. Evvel zamanın âhir zamanla karmakarışık olduğu, kalburun etnoğrafya müzesine kaldırıldığı, pirelerin ya "kuaför" ya da "beauty center" işlettiği, develerin Masalistan'a devlet bakanı ve hükûmet sözcüsü olamazlarsa özel televizyonlarda haber yorumcusu olduğu ihale devrinin sonlarında; Türk asrına beş kala, Adriyatik'ten Çin Seddine uzanan muazzam coğrafyanın ücra bir köşesinde bendeniz sabah namazını kıldıktan sonra kerahet vakti demeyip bir tatlı hâb-ı gaflet uykusuna dalmışım da güya rüyamda kendimi bizim köyde görüyormuşum.

Sırtımda pazar çantası, elimde termos gün doğmadan evvel düşmüşüm yola, Türkmenaltı'na arpa orağına gidiyormuşum. Varıp tarlaya, besmele çekerek orağı savurmaya başlamışım. Orağımın çizdiği her kaviste Türk dilinin kaideleri gibi bir demet arpa kopar, devrik tümceler gibi ardımda birikirmiş. Bu hal üzre arpa tarlasının başından ortasına kadar az gitmişim uz gitmişim, dere tepe düz gitmişim, altı ay bir güz gitmişim, dönüp arkama baktığımda bir de ne göreyim? Gide gide bir arpa boyu yol gitmişim. Bezgin bir halde ağrıyan belimi doğrulturken, Türkmen dağının ardından bir aydınlık peyda olmuş. Gel gelelim ben güneşin doğmasını beklerken, tebessüm ederek bir kız çehresi doğmuş. "Gönlüme bir od düşmüş." "Yeryüzü gözüme karanlık oluvermiş." Üç beş gün şaşkın şaşkın dolanmışım. O çehrenin şavkının ardından floresan şavkı bile gözüme sigara közü gibi geliyormuş. Sonunda dayanamamışım. Bu işi çözse çözse falcılık ve büyücülük işleri ile ilgilenen, bilgisayarlı çöpçatanlık bürosu işleten emekli muhtar Keziban yengem çözer diyerek, atlayıp atıma, kestirmeden Ermeni dağını aşarak soluğu İshak Köyünde almışım. Paldır küldür dalmışım dükkana. Yengem meşhur bir medyumla telefon görüşmesi yapıyormuş. "Tamam arkadaşım, ben seni sonra ararım." diyerek telefonu kapatmış. "Aman yengeciğim" diyerek başlamışım söze, "Kurtar beni" diyerek bitirmişim. "Yok," demiş yengem; "Bu mesele beni aşar. Sana İzmirli bir cadının kartvizitini vereyim, git görüş." demiş. Arkasına "hâmil-i kart yeğenimdir" yazdığı kartı uzatmış. Kartı alır almaz "sağ ol yenge" diyerek atmışım kendimi dışarıya. Yengem ardımdan koşup gelmiş. "Dursana!" demiş. "İzmir'e atla gidilir mi?" Al şu uçak biletini, Isparta-Burdur hava alanına kadar otobüsle gidersin. Oradan İzmir'e uçarsın." demiş.

Sabah ezanıyla yatsı namazı arasında bir vakitte İzmir'e varmışım. Bu cadıyı bulsam bulsam Alsancak'ta bulurum diyerek oralarda bir bara girmişim. Arkası arkasına biraları yuvarlamaya başlamışım. Bir yandan da "Benim şimdiye kadar sızmam lazımdı. Niye gittikçe uykum kaçıyor?" diye düşünüyormuşum. Meğerse ben Alsancak'ta değilmişim de Bornova'da bir kahvehanede çay içiyormuşum. Uykum da bu sebepten kaçıyormuş. Rüya işte... Derken cadı görünmüş. Amanin! Permalı saçlar, uzun, kan rengi, sivri tırnaklar, boynunda ayyıldızlı tasma, ayağında tayt, sırtında "sweat shirt": "Freddy'nin kâbuslarından fırlamış sanki. "Kusura bakma geciktim. Gel  bir cafe'ye gidelim. Rahat rahat bakarız falına. Aslında kapatılmasaydı bizim fakültenin kantinine de gidebilirdik." demiş. Gittiğimiz cafe'de hem neskahve falıma bakmış, hem iskambil falıma. Benden iyi bir anamnez almış. Tahlil tetkik ve sâire sonunda Magnetic Resonance Imaging'li yürek tomografisi ve Tecnesium 99m'li hayal sintigrafisi ile çözmüş olayı. "Amman," demiş, "Sen boyundan büyük işlere kalkışmışsın. O gül çehresini güneş sandığın dilber, Peri Padişahının kızı Mehlika Sultandır. Sakın ona yaklaşmaya kalkışma! Budist ejderhası noysalfnE seni yutar. Nirvana'ya; sıfır boyutuna gönderir. Orada ebediyyen yaşayan bir hiç olarak kalmaya mahkûm olursun. TUS'u bile kazanamazsın. Olsan olsan Masalistan'a dışişleri bakanı olursun. Hele bir de Peri Padişahı duyarsa seni 657 numaralı hücreye kapattırır Terkos suyuna doğranmış bordrodan başka bir şey vermezler." diye beni bilinçlendirmiş. Ben de talihime küserek uzun ince bir yol tutturmuşum. Köyüme doğru yayan yapıldak gider olmuşum.



Tam öğle vakti canımdan bezdiğim bir sırada, yolun kenarında bir gölgelik bulsam da oturup dinlensem diye bakına bakına yürümeye devam ederken arkamdan biri seslenmiş: "Hişt, hop bilâder, Fethiye yolu burası mı acep?" Dönüp bakınca ne göreyim: Keloğlan! "Oo, eski dostum, sen de benim gibi bir can dostu mu arıyorsun yine?" demişim. "Yok arkadaş, geçti o devirler. Şimdi yoldaş aramayı bıraktık, arslanın on iki parmak bağırsağından kan dolaşımına karışmak üzere bulunan ekmeğin derdine düştük." demiş ve eklemiş:"Yahu baksana buralarda bir tavuk çiftliği var mı?"
-"Ne olacak?"
-"Altın yumurtlayan tavuk satacağım. Parasının yarısını dolara, yarısını marka, yarısını borsaya, yarısını hükûmet tahviline, yarısını altına yatıracağım. Kalanıyla da bir ağaya yüzde dokuz yüz fâizli kredi vereceğim."
-"Gerçekten altın mı yumurtluyor bu tavuklar?"
-"Yoo, ne fark eder ki, millet alıyor. Ben aslında altın yumurtlayan merkep de satıyordum ama uyanık biri kaptı piyasayı elimden."
-"Filim adamsın, Keloğlan! Ne kadar değişmişsin, görmeyeli..."
-"Yaa, filmimi de çekecekler. Geçenlerde geldiler. Senaryoyu beğenmedim. Yeniden yazdırıyorum."

Neyse, konuşa konuşa sonunda bizim köye kadar gelmişiz. Ben Gedik'ten sapıp ayrılmışım. Çağdaş Keloğlan, yol üzerindeki bütün tavuk çiftlikleri ile anlaşma yaparak yoluna devam etmiş.

Yorgunum, halsizim, diyerek; bir hafta kadar tatil yaptıktan sonra, işin başına düşüp, Öteyüz'e nohut yolmaya gitmişim. Bir yandan elimde bir orak, ha bire sallıyormuşum, bir yandan da "Yahu, ben nohut yolacağım, orakla ne işim var?" diyormuşum ki elimi kesivermişim. Bir bu eksikti, diyerek oturmuşum bir taşın üzerine, ağlamaya başlamışım. Aniden ak sakallı bir ihtiyar karşıma çıkmış. Ben diyeyim yüz elli, siz deyin iki yüz yaşında. Yorgun, derinden, hüzünlü ve fakat babacan bir sesle sormuş:
-"Niye ağlıyorsun, evladım?"
-"Sorma, dede; bir aşka düştüm, olacak tarafı yok!"
-"Yapma yahu, kimin kızıymış bu? Gidip isteyelim, ben istersem verirler belki."
-"Yok dede, sen bilmezsin, masal işi bu."
-"İyi ya, tam benim işim. Bak oğlum, ben tam yüz kırk dört yıldır bu yaylada yaşıyorum. Gizlice olanı biteni gözlüyorum. Çok masallar duydum, gördüm. Zaten eski köylüler masal işini iyi bilirler. Cumhuriyetten evvel her köy bir masaldı. Dağlarla gökyüzünün arasına sıkışmış kalmıştık. Seferberlik olmadıkça bizi vergi tahsildarından başka hatırlayan olmazdı. Zaten biz o zamanlar, riyazî, usûlî, tahlilî düşünmeyi de bilmezdik. Batı tefekkürü, doğu mistizmine maydanoz gibi doğranmamıştı. Hoş, cumhuriyetten sonra da daha iyi olamadık. Yaban romanı, yol vergisi, köy enstitüleri derken masaldan martavala döndü işler."
-"O zaman söyle, ben bu noysalfnE canavarına yutulmadan, nasıl alırım Mehlika Sultanı?"
-"Aa! Yaman belaya çatmışsın. Ama yine de üzülme. Bu bâdireyi atlatmak yolunda yalnız ve çaresiz değilsin. Şimdi gözlerini yum. Al, şu cep telefonunu eline. ANKA KUŞ ÇAĞIRMA VE TAŞIMA HİZMETLERİ LTD. ŞTİ.'ni ara. Tarifesi ucuzdur. Faturayı da iş bittikten sonra gönderirler. Numarası rehberde var. Kırk defa, "Kaf  Dağlarına gitmek istiyorum. Kafkas Dağlarına gitmek istiyorum. Yâre kavuşmak istiyorum." de. Bir helikopter gelip seni alacak. Korkma gak da demez, guk da demez. Deposu doludur. Seni İncirlik'e kadar götürür. Orada Kuzey Irak'a gidecek yardım sandıklarından birinin içine saklan. Nasıl olsa yollarını şaşırıp seni Ermenistan'a atarlar. Oradan Kaf Dağlarına rahatça gidersin. Bu arada bir US. ARMY üniforması da bulup giyersen hiç bir canavara ya da bekçiye yakalanmadan Peri Padişahının sarayına kadar gidersin. Gerisi senin maharetine kalıyor." Bütün bunları duyunca sevinmişim. Sarılmışım ihtiyarın ellerine öpüp başıma götürmüşüm. Sonra dikkatsizlik, tedbirsizlik etmeden, meslek ve san'atta acemilik göstermeden, emir ve nizamlara riayetsizlik etmeden, ihtiyarın talimatlarından bir kılın kırkta biri kadar bile dışarı çıkmadan dediklerini yapmışım. Gel gelelim, helikopter içinde bulunduğum yardım sandığını Hazar denizine atmış. Gölden çıkmışım bir çöle. Orada bulmuşum izini. Koşup tutmuşum dizini. Mehlika Sultan beni görünce, düşmüş büyük sevince. "Kusura bakma," demiş. Birkaç densiz avcı, av mevsimi yasaklarını delme eylemi yaptığı için 'Ala Geyik' kıyafetinde gelemedim. Güneş olup gözlerini kamaştırdım. Sebeb-i ziyaretime gelince, babam beni ihaleye çıkardı. İstediklerini kim daha önce getirirse beni ona verecek. Beni ancak sen kurtarırsın. Koş üzerine bir takım elbise giy. Kravat tak. Toplantıya katıl. Bir şartname de sen al." Hayda! Daha yaşlı Türkmen'inkilerden kurumadan, bir talimat sağanağı daha! Hiç oyalanmadan, ağzım kapalı, gözüm açık bir vaziyette varıp Peri Padişahının satın alma müdürünün idare ettiği toplantıya katılmışım.

"Arkadaşlar," demiş, satınalma müdürü; "padişahımız artık sizden ne dev aynası istiyor, ne de mikrofon gibi ağzına tutup konuşunca, sesini gök gürültüsü gibi yükselten çam kozalağına ihtiyacı var. Medya bütün bu işleri hallediyor." Salondan biraz mırıltı biraz da homurtu yükselmiş. Kim bunlar diye dönüp bir bakmışım, ancak tanıdığım çehreler fazla değilmiş. Bir Keloğlan, bir de Gayretkeş Deve Lüp Partisi'nin il başkanlarından ismi lâzım değil, bir zat... Millet tekrar susup dinlemeye başlayınca satın alma müdürü sözlerine devam etmiş: "Ancak, bildiğiniz gibi yakında Peri Partisi 1405. olağan kongresi yapılacak. Ne var ki kongre mevsimi olduğundan bütün spor salonları ve futbol sahaları dolu. Padişahımız imajını zedelememek için bunların hiç birini boşalttıramıyor. Bu sebepten, öncelikle, bir adet, açıldığında bütün perileri içine alacak; kapandığında ise fındık kabuğuna, ya da en fazla padişahımızın portföyüne sığacak ebatta bir kurultay çadırına ihtiyacımız var. Bir de yendikçe yerine yenisi gelen ve hiç eksilmeyen pasta, meyve, sebze ve sâir gıda cinsinden ihtiyaçlarımız var. Bütün bunları getirerek kongreyi kurtarana padişahımız ödül olarak kızı Mehlika Sultanı verecek." Keloğlan atılmış: "Teşrîfat işleri için hostes ve saire de lâzım mı?"
-"Hayır. O iş için profesyonel bir peri gurubu ile anlaştık."
Keloğlan, sekreterine hitaben, "çiz üstünü kızım; hostes lazım değilmiş." demiş.

Toplantıdan çıkınca, nasıl yaparım, ne ederim diyerek dolanırken karşıma 'Aklı evvel Danışmanlık Bürosu' diye bir tabela çıkmış. Hemen içeri dalmışım. Baş danışman: "Nerelerdesin? Seni beklemekten bîtap düştük." demiş. "Ne iş bilader, herkes de beni bekliyor." demeye kalmadan, fırça yemeye başlamışım: "Bak sen gezinirken, İsmi lâzım değil gıda ihalesini aldı. Dua et ki onun derdi, Peri Padişahının şefaatçiliği ile makamını korumak; Mehlika Sultanda gözü yok."
-"İyi de ben nasıl bulacağım, böyle bir çadırı?"
-"Hayal gücünü kullanacaksın. Biliyorum senin hayal gücün geniş. Hâfızanın bir yerlerinde, Emir Timur'un içine binlerce kişi alan büyük çadırı da mevcut. Şimdi tek ihtiyacın: dikkatini toparlayıp, hayalini bu âleme getirmene yardımcı olmak üzere biraz masal mâcunu. Muhtevası: bir tutam delilik, on okka ideal, üç kantar sevda, bir mangal cesaret, bit kadar teşebbüs gücü, üç deve yükü ilim, yarım dirhem irfan olacak. Tesirini kuvvetlendirmek için mehter eşliğinde yutulmalı. Hepsi tamam, yalnız, evvelâ hayalini takviye için biraz uyutucu-uyuşturucu madde lâzım. Daha tarlasında iken, taze taze koklamalısın. Seni Güney Amerika'ya gönderecektik, ama sen gelinceye kadar Amerika oraları işgal etti. Şimdi vakit tükenmeden, Kazakistan'a, Mujunkum Bozkırlarına gideceksin. Dişi Kurdun Rüyaları romanını okuduğun için yolları biliyorsun. Orada bizim hintkeneviri toplayan ajanımızla beraber bu işi halledeceksin. Unutma kod adı Abdias Kallistratov'dur."



Baş danışmanın sözleriyle silkinip kendime gelmişim. Atlanıp, pusatlanıp soluğu Mujunkum'da almışım. Kallistratov kılığındaki ajan meğer benim iki yaşımdan beri tanıştığım, kimya mühendisi olan bir ahbabımmış. Hint keneviri üzerine tez hazırlıyormuş. Birlikte esaslı hayaller kurup netîcede çadırı ele geçirmişiz. Çadırı atımın terkisine sarıp dört nala kaf dağlarına doğru vurmuşum. Tam Hazar denizinin kenarında Deli Dumrul yolumu kesmiş: "Dur bakalım! Kimse geçemez."
-"Ne var, ne oldu?"
-"Terörist deniz altıları kol geziyor. Emniyet açısından kimseyi salmıyoruz."
-"Yahu Dumrul ağabey, etme eyleme. Biz seninle eski ahbabız, hoş gör..."
-"Hoş göreceğiz de ne olacak?"
-"Mehlika Sultanı alacağım."
-"Geçmiş olsun. Mehlika Sultanı Keloğlana verdiler."
-"Nasıl olur?"
-"Biliyorsun, Keloğlan eski hayalicilerdendir. Bir bürokrata rüşvet verdi. Bir plaj çadırını kurultay çadırı diye teslim edip Mehlika Sultanı aldı. "
-"Vay başıma gelenler! Peki Peri Padişahı çadırı görünce deli olmadı mı?"
-"Lüzum kalmadı. Padişah, Gayretkeş Deve Lüp Partisinin şefi Re'sü'd-Div hazretlerini Kaf Dağlarının Baş Devi ilân etti ve koalisyona aldı. Re'sü'd-Div hazretleri de kendi otağını ve bahçesini -ki bu bahçenin misaha-i sathiyyesi normal boydaki in, cin ve periler için bir yayla kadardır- Peri Partisine Açık hava kurultay yeri olarak ucuza kiraladı."

Ben kahrımdan Marmara çırası gibi tutuşmaya hazırlanırken, Orta Amerika dolaylarından, slow rock makamında bir yanık türkü çalınmaya başlamış. FM bandına ayarlı radyodan yükselen şu anons rüyayı da bitirdi, masalı da, beni de: "Pis köylü, sefil Türkmen! Senin haddine mi düşmüş, Mehlika Sultan? Onlar erdi muradına, sen de dön artık çıktığın arpa tarlasına! Haydi bakalım. başka bahara!"

Onlar erdi muradına, biz yine kerevetin yüzü ile müşerref olamadık. Gökten iki elma ve bir ayva düştü: şuna, buna, bana...

(Devam edebilir, belki bir ihtimal…)

Hiç yorum yok: