26 Aralık 2016 Pazartesi

Mühim olan kafa güzelliği / tw


allah'ın akıl ve vicdan verdiği kişiler, bunları kullanma sorumluluğunu başkasına devredemez.
başkaları çok şey bilebilir, ama yine de imkanlarımız nisbetinde meseleleri tahkik etmekle mükellefiz.
*
üç türk'ün olduğu yerde dört şair, beş stratejik analizci, altı din alimi ve yedi doktor var.
*
#ff aristo mantığı, islam ahlâk ve fazileti, akıl, fikir, iyi niyet, hüsnüzan vb...
*
şayet bir sandalyeyi asla göremiyorsak hayatın bir simcityden ibaret olmadığını kim ispatlayabilir? işte bunlar hep filosefe...
ah be röne, o sobayı o kadar yakmayacağıdın...
felsefenin güzel tarafları da var. misal, allah'ın varlığının ispatlanamayacağını dolayısıyla küfredilebileceğini söyleyen birini görürseniz
kendisinin varlığını size ispatlamasını isteyin. ispatlayamazsa dövebilirsiniz. kendi simcitymin halüsinasyonunu dövüyorum, kime ne?
allah sağduyularımıza hidayet eylesin, istikametten ayırmasın...
*
muktedir olup da yap(a)madığımız şeylerden utansak daha gerçekçi olmaz mı?
it dalar. sövsen de dalar, sövmesen de dalar. sopadan haber ver...
arıza nereden kaynaklanıyor? nasıl tamir edilir? iç savaş veya darbeyi önlemenin vasıtaları nelerdir? zaaflarımız neler? çözüm?
neyimiz eksik? silah mı, para mı, teknoloji mi, sosyal bilimci mi, siyaset bilimci mi? rasyonel çözümü bilinmeyen kaç problemimiz var?
biz neyi nasıl çözüyoruz? misal eğim... kaç üniversite var, ne yetiştiriyorlar, ne kadarı gerekli, gerekenin ne kadarı yetişiyor?
nereye ne kaynak döküyoruz, nasıl bir mahsul alıyoruz? tıp, tarım, sanayi? oturup bunları konuşacak bir vasat yok memlekette, sıkıntımız bu
vay sen bana ne dedin, hop oraya giremezsin, bırak onu şucu zaten, bir kere siz bir şey demiştiniz, tamam da siz nerdeydiniz... kakafoni
herkesin okuduğu yazarlar var mı memlekette, kaç kişi? kaç ayrı "türk literatürü" seti var? kendi setinin dışında okuyan var mı?
kimse kimsenin dilinden anlıyor mu? batı düşüncelerini ne kadar tanıyoruz? islam kültürünü ne kadar tanıyoruz?
ocakta süt taşarken, dam akarken, çocuk ağlarken çözümü kapı eşiğinde komşuyla dedikodu etmekte gören biri neye muktedirse ona muktediriz...
*
ona niye karşı çıkmadın da buna çıktın muhabbetinin bir şey ifade etme ihtimali var da, ona niye ağlamadın da buna ağladın küllüm zırva
*
"burası ibadet yeri, burda hu çekilmez" (yurdum insanı)
"dinimiz hoşgörü dini olduğu için..." (yurdum insanı)
*
emperyalizme karşı emperyalizm...
*
ihtilal = revolüsyon. ıslahat = reform. inkılab? bazen biri, bazen diğeri; kafa karıştırıyor... ölçü ve tartı "devrimi" olmaz, reformdur o.
lakin yazı ve dilde yapılan, bildiğin ihtilal...
*
bekliyorum, görüntülerini gösterme ekolü mezarların içine kadar da uzanacak mı acaba?
türkiye'de haber işinin şirazesini ilk körfez savaşı bozmuştu. dakika başı cnn'e bağlanıp gelişmeleri aktarmaya alışınca,
gelişme bulamadıkları zaman da ne bulurlarsa aktarmaya başladılar...
saat başı haber + son dakika bağımlılığı felaket... akşam 20:30 haberler, gece güne bakış neyinize yetmiyor :p
*
[vicdan]
bu söylediğin her tür "değer" için geçerli, gerçekten "objektif" olan tek ahlak yasası orman kanunudur
kelimenin kökünün o kadar önemi yok, lugat ve ıstılah manaları farklı olabilir, kaldı ki bir dilden diğerine geçmiş kelime...
cemil meriç'e bakarsan hürriyetin de bir tanımı yok...
"Kelime kökü alakasız, tanımı herkese göre değişen ama pozitif kavramlarla ilişkili gibi görünen 'özgürlük' tabii ki şahâne politik malzeme"
"muğlak" olmak zorunda, çünki "değer", elle tutulur, gözle görülür bir şey değil, inançlara, sezgiye bağlı hepsi de...
bu muğlaklığı ne kadar netleştirebildiğimiz, kültürel bir konu ama. muğlak diye işin ucunu keyfiliğe bırakmak bambaşka bir şey
başka çare yok, önemli olan her zaman bir gri alan kalabileceğini bilmek, uygulamayı buna göre düzenlemek
daha objektif olanlar, değerleri konusunda daha net ortak kabulleri olanlar, güzel formüle edebilenlerdir, ama temel durum aynı
hukuk değerlere dayalı bir alan, değer deyince de işin ucunun nereye varacağını kestirmek mümkün değil
geçiş dönemlerinde bu tür sıkıntıların artması tabii, çok kültürlü toplumlarda da durum daha karmaşık
tamamen kurtulabilsek, cennette olurduk. toplumun, kültürün problemleriyle başa çıkabilme gücü önemli, medeniyet böyle kuruluyor
*
bir tez sahibi olmak zor, bir şeylere karşı çıkmak daha kolay...
işin komik tarafı, başka bir açıdan bakınca iki veya daha fazla taraf yok, neticede herkes aynı şeyleri yapıyor...
fikir zaten yok. herkes orijinal fikir üretemez, ama en azından kendi başına söküp takabilmelisin ki, fikrin olsun...
"bizim cenahın fikirleri çok iyidir, ama ne olduklarını ben bilmiyorum"
"bizde yanlış olmaz" katı bir şablonla harmanlanınca, kendi cenahının isimlerini ihanetle suçlamaya da varabiliyor
*
balatalarınıza iyi bakın...
*
maşa lazım (müdür bey, not al; depocu bekir'den isteriz, katır yoksa da maşa vardır belki)
başhekim: katır var mı sizde? depocu: he ya, olaydı binerdik hep... başhekim: yok, teptirecek çok adam var da burda... (true story)
acil ihtiyaç listesi: maşa, kızılcık sopası, meşe odunu, katır, satır, palta, pala... önemse ve yay!
*
bir şeyler üretmek yerine bütün kalkınma planı "dövlet bize bir şey yapsın" demekten ibaret bir ahali
ve temel planı bu ahaliyi memnun etmek üzere sağa sola rastgele bir şeyler yapmak olan bir idare
istisnaların hürmetine ayaktayız, ortalama problem çözme kapasitemiz sürünüyor...
*
akıl var, mantık var; o da bizde yok. caza devam...
*
felsefeden önce mantık dersiyle mi başlasak acıba?
*
iki taraf da hatalıysa, "ama"lara prim vermeyeceğiz diye, birinin hatasını yok mu farz etmeliyiz?
iki hatadan birine arka çıkmaktan başka yol yok mu yani? bu durumda "ama"yı aradan çıkarmak "taraf seç ve saldır" mantığına hizmet ediyor
mesele "ama"dan kurtulmak değil, bir tarafın hatasını örtbas etmek üzere suistimal edilmesine mani olmak
suçu "ama"ya yüklediğiniz zaman, hatalardan birine destek olma durumuna düşme tehlikesi mevcut
"ama" mantıki bağlantı kurmak için kullanılan kelimelerden biridir "ise" gibi, "ve", "veya", "değil" gibi...
*



İletişelim, iletişilelim / tw


patırtı başladığında söylediğim: zulme uğramanız davanızın batıl olmadığını göstermez, davalarının batıl olması zulmü savunmayı gerektirmez. elimden geldiği kadar hangi tarafta olursa olsun hakkı teslim etmeye çalıştım, bu yüzden iki tarafla da tartışmam gerekti zaman zaman. hatta bir taraf kendi içinde bölündüğü zaman da iki kısmın da hakkını vermeye çalıştım aklım erdiği kadar. kendine bir taraf seçip avukatlık yapanlar beni insanları kategorize etmekle suçladığında bunu dinlemek zorunda değilim zannederim. davudi ses tonum için özür dilerim, aslında öyle değil, twitter öyle gösteriyor demek ki. kimsenin alaycı ses tonuna sabretmek zorunda olduğumu da zannetmiyorum, buradan bir fikir alışverişi çıkmıyor
*
cinayeti savunan da kullanan da aynı kafada. kavganız bitince haber verin... bir tarafta hepsi de islam'dan, hak'tan ve halktan yana olduğu halde içtihat farklarından birbirini doğramaya hazır bir zümre. diğer tarafta doğruları yanlışları birbirine katıp inatlaşan dediğim dedik bir zümre... görünüşe göre bizim en büyük davamız birbirimizle didişmek... yahudiler varken de birbirimizden nefret ediyoruz... evs ve hazreç gibiyiz, ensar olamadık...
*
her şey çok kolay, bir taraf seç ve bağırmaya başla.
*
durum muhasebesi: muhakeme zayıf. duygusallık tavan yapmış. samimiyet derecesini bilmek mümkün değil. nalıncı keserleri var. suç isnadı karar yerine geçiyor. kabilecilik var. nezaket yok. iletişim parazitli veya kesik.
*
bir tarafa gözümüzü kapatınca öbür taraf hakkında söylediklerimiz muhataba ulaşmıyor, iyi bir iletişim stratejisi değil bence. dengeyi tutturmak lazım, olumlu olanı hiç anmayınca da karşındaki kasdın var sanıyor, dinleyeceği varsa da dinlemiyor. en azından yiğidin hakkı veriliyor mesajını ulaştımalı ki, yine de dinlemezlerse günah söyleyenden gitmiş olsun
*
"eskiden yaşamış birini takip etmek yanlıştır" aromalı laflar sadece saçma, sataşma, aşağılama, hakaret değil; boşuna heyecanlanıyorsunuz
üstüne bir de şahsı küfür yağmuruna tutuyorsunuz, kendini bir şey sanıyor. ciddiye alarak mevzuu mesele haline getirmenin lüzumu yok
kimse üzerinde gitmese sönüp gidecek bir şeyin her tarafta duyulmasına vesile oluyorsunuz, havagazından bir laf yahu
oturup aksini ispat etmeye değmez bir laf, tepki çekince birileri için bir analiz halini alıyor, küfür de yağınca cevab veremedi oluyor
adamın ekmeğine yağ sürüyorsunuz, attı lafı ortaya gündem oldu... ah bi çene tutmayı öğrenebilsek...
bir de arkadaş izmirliymiş yani, normal olanı bile ayrı bir algı evreninde yaşıyor, çapulcusunda kafa kaç bin beş yüz kim bilir :)
*
senin gezin hangisi?
*
çekiçseniz her şeyi çivi gibi görüyorsunuz ya, kanalsanız reyting gibi; parti, cemaat, geziyseniz felan felan, şey bir şey gibi görüyorsunuz
*
içindeki kelimelerin ne yana gittiğini düşünmeden cümle kuruyorsun ya, kurma.
*
ortalık karışık, kafalar daha da karışık; ya hayır söylemeli veya susmalı...
*
muhalif veya muvafık bir yazarın iyi niyetinden şüphe edebiliriz, ama en azından kendi niyetimizi yoklama imkanımız var;
bazen algılananlar yazılardaki somut ifadelerin çok ötesinde oluyor. maksadını aşan beyan gibi maksadını aşan anlamadan da sakınmak lazım...
hocam şimdi cengiz çandar'ı savundurma bana :)) dün gece baktım, iyi bir yazı değildi, ama tepkiler yazıyı aşıyordu
temizlik hareketi talihsiz bir ibare, ama katliam tabiri de kullanıldığı için bunu maksadını aşan beyan saymak gerekir
katliamı bu çaptaki bir operasyonun doğal sonucu gibi göstermek vahim bir şey, ama zorlanarak da olsa katliam olduğunu itiraf ediyor
ana saldırı araçları ifadesi sorunlu, çok sayıda kullanılan araç mı ana araçtır, daha etkili olan mı?
burada ateşli silah kullanılmasını küçük görme tavrı var ki, nereye koymak gerek bilemedim şimdi
temel fark göstericilerden değil, müdahalenin boyutundan kaynaklanıyor, üstelik burada vandallar da vardı
"karşı koymanın" ve müdahalenin şiddet oranları karşılaştırılırsa fark daha da açılıyor
türkiye-demokrasi / mısır-darbe denklemi en azından itiraf olarak değerlendirilebilir, olumlu not alır
"ana" saldırı aracı diyor, görmezden geliyor denemez, telaffuz etmek istemiyor denebilir
karşı koyma da darbeye karşı koyma olarak anlaşılabilir; öyle ya da böyle, mantık kurgusu tuhaf da olsa "katliam" diyor
iyimserlik değil, ama somut noktaları tespit edip notunu vermek gerekiyor, yoksa niyet okuma ithamı gelir karşılığında
hoşuma gitmese de 0 veremem, ama sınıfta bırakamaz mıyım? takdir kullanır yine bırakırım ;)
görmezden gelmiş denemez, söylememiş denebilir. ana saldırı araçlarından bahsettiğine göre, ana olmayanların da olduğu anlaşılır
yani silah kullanıldığını zımnen söylüyor şeklinde yorumlamak da mümkün. lehte yorum varsa, aksini gösteren daha güçlü karine yoksa>
lehteki yorum tercih edilir. ayrıca zorlanarak da olsa katliam kelimesini telaffuz etmesi, silah konusunu tali mevkie düşürüyor
o noktadan eleştirilebilir, ana araçların daha etkili olanlar olması gerekir, araçların sıralaması hatalı :)
hukuk, mantık; bunlar güzel şeyler... :)
islam, cengiz çandar'ın bile hakkını yememek değil mi? bir adamı asacaksanız doğru suçtan asın...
*
polemik "edebi" bir tür, peyami safa yazmış mesela, hep beraber okuyup istifade ediyoruz;
bir de karşılıklı laf çakma seansları var, üstünüze afiyet abdiaciz yapmıştık ondan biraz, bir faydası görülmedi
nüzumsuz polemiklere girmeyelim nütven, insanların %86,97sinin laf anlama potansiyeli düşük, ortalığı daha da kızıştırdığınızla kalıyorsunuz
*
gürültü yapmanın sessiz kalmaktan çok farkı yok. çözüm? heyecan-galeyan sarmalları bir şey üretmiyor, bir şeyi değiştirmiyor...
*
kusur oranlarını içeren bir hesap bağzı arkadaşları kesmiyor, bir tarafı tamamen haklı görelim istiyorlar galiba
ya herru ya merru kafasında olaydık, kazlıçeşme'ye giderdik; "7.4 yetmedi mi?"
sadece sizler ve akp yöneticileri değil, memlekette herkes kendi algı evreninde yaşıyor...
*
hadi itiraf edelim, kriz seviyoruz biz, çekişmeye meftunuz. merdiven boyası bahane...
daha soyut şeyler üzerinden kamplaşsak da konunun tabiatı ortaya çıksa, mesela yoğurdu sarımsaklamak? yok, o da somut...
*
yağmur yağar yer yaş olur, okulun bahçesinde sıra olamazsın, sporsalonukantintiyatro olan mekana sıkışırsın bin beş yüz kişi,
yağmurlu günlerde spor salonunda bir uğultu olur, karmakarışık, basık, boğucu... ahan da sana gündem, fikir, haber; hepsi ve daha fazlası...
şimdi arkadaş, güneş doğar, batar; çiçekler açar, kuşlar öter, kuzular meler, arılar vızıldar, atlar kişner, inekler böğürür,
af buyurun, eşekler anırır, tezek kokar, pınar akar, yağmur yağar, yer yaş olur, neydi adı, ... midir nedir, neyse işte...
bir cinsten hadiselerin her tekrarında yeni baştan hayret edebilmek de güzel bir şey tabii, orası ayrı da, yaktığınız atp'ye yazık...
(atp = adenozin trifosfat, insan hücrelerinin enerji şeysi)
*
[annem başörtülüydü, dedem hocaydı söylemi hakkında]
"bakın ben insaflıyım -bu da haklılık ve meşruiyet payımı arttırıyor, böylece size daha usturuplu çakabilirim- >
bir kültürel motif olarak din olgusuna karşı değilim, yeter ki ayağımıza dolaşmasın, özellikle siyaset alanında ve de >
kendimize ayırdığımız başka alanlarda karşımıza çıkmasın" demek istiyorlar
ayrıca "böyle şeyler eskidendi, şimdi olamaz" demek istiyorlar
"bükemediğimiz eli ısırırız" diyorlar, "din ancak vesayetgiller için hoş görülebilir" diyorlar...
*
tamam, bir ömer b. abdülaziz değil de, diktatör deyince de komik oluyor be; bir ortanız yok mu kardeşim sizin?
*
esas itibariyle yine babam haklı çıkmış oluyor, fikrime itibar etmeyene laf söylesem ne?
bilmek isteyen sorar, sorana söylersin. sormayana söyleme, kendi işine bak, laf çakmakla, çene yarıştırmakla netice hasıl olmuyor
*
"Biz #PembeMetrobüsİstiyoruz ! Ya sen?" -> ben mavi istiyorum ;)
bindiğim metrobüse rahatsız edici bağzı bağyanlar binemeyeydi ey'olurdu emme...
#PembeMetrobüsİstiyoruz diyorsunuz, güzel söylüyorsunuz da, yetmez ama evet... :)
1. pembe 2. mavi 3. aile 4. garuşuh. en güzeli :)
#PembeMetrobüsİstiyoruz düzeltiyorum, garuşuh olunca en güzeli değil, ama demokratikli.
#PembeMetrobüsİstiyoruz bu arada şu bayan lafını bir unutun bizahmet #DüzgünTürkçeİstiyoruz nevceride.blogspot.com/2013/01/bayan.… - nevceride.blogspot.com/2012/12/bayan-…
bilvesile, hanım ve bey: nevceride.blogspot.com/2013/01/hanm.h… - nevceride.blogspot.com/2013/01/bey.ht…
*
teşhir (hedef gösterme demek istiyor herhalde), tecrit, imha; not al sebastiyan...
#FaşistODTÜlü arkadaşlar bizim anlatmaya çalıştığımız şeyleri uygulamalı olarak göstermişler, kafaları ne şekil çalışıyor, taktikler neler..
bence bu yaşam formlarına odtülü denmesin, odtü çamaşır suyuyla temizlensin...
hükumet adım at ve böğcekleri ez.
*
berikinin varlığı zaten ötekine göre kabahat, dolayısıyla uysa da mücrim, uymasa da mücrim; kafalar böyle bir kafalar...
takkeyi az kaydıralım, kel görünsün biraz kenarından: katil devlet, katil polis diyenler ne diyorlar...
bunlara göre bir devlet görevlisinin, kurumunun, polisin eliyle bir suç işlenmiş olması arızî bir durum değil; tam tersi
devlet de, emniyet kuvvetleri de bunlara göre kategorik olarak kötü. dolayısıyla suç işleyen görevli, işlemeyen görevli araştırılsın >
suç işleyene cezası verilsin demeniz, bunları tatmin etmez. onlara göre devlet de polis de zaten baştan suçlu, ne yaparsa yapsın
devlete ve polise yönelik asli bir düşmanlık var, dolayısıyla katil polis diye bağırdıklarında gerçekten katil, polis mi umurlarında değil
diğer taraftan zamanında savundukları bir kısım "masum eylemciler" polis öldürdüğünde gıkları çıkmamıştı
çünki bunlara göre "emekçilerin şiddeti" meşru bir şiddet ve polis öldürmek de suç değil
dolayısıyla polis öldürdü öldürmedi diye bunlarla tartışmaya girmenin bir manası yok.
adaleti tesis için tahkikatınızı yaparsınız, neticeye göre gereğini icra edersiniz. polemikler tamamen manasız...
*
marksizmin eylemini, söylemini bu ülkeye getirenlerin yatacak yeri yok...
taraflardan biri devletse, mutlaka devlet suçlu ve karşısındaki masum... kurdun "suyumu bulandırıyorsun" hikayesi gibi
"kimseyle geçinesimiz yok, bizi memnun etmek için kendinizi imha edin" deseniz daha dürüst olacak...
*


Dinayet / tw


bence esas kendi "ebu süfyan sofraası"larımıza bakıp içimiz burkulsa daha iyi sanki; su ve hurma hz. peygamber'in öğünü...
*
her detayı büyük bir ciddiyetle uygulamaya çalışan cemaatin birer karış mesafeyle saf tutmaktan rahatsız olmaması tuhaf değil mi? (cami cemaati; nur cemaati değil)
*
1) bugün pr yapmadan yardım toplamak biraz zor. 2) özellikle deniz fenerinden sonra yardım yerine ulaşıyor mu endişesi mevcut
meşruiyeti korumak için "şeffaflık" gerekiyor. ideali elbet bu değil, ama daha iyisi olana kadar bunlar da iyidir
afrikalı çocuğa mama parası vermek veya ameliyat ettirmek için daha parlak bir fikri olan söylesin, değerlendirelim...
*
arkadaşlar, hatlar karışmasın; birini isim vererek münafıklıkla itham etmek teknik olarak biraz zor.
zahiren tekfir edecek açık vermeyenlere münafık deniyor, kalbini göremedikleriniz hakkında neye göre hüküm vereceksiniz?
münafıkların elebaşı diye bilinen şahsın cenaze namazı kılınmıştı, akabinde ikaz gelmiş olsa da, buradan pay biçebiliriz...
zahiren bir insan ya müslümandır, ya kafir; isim vererek şunlar münafıktır diyemezsiniz; bağzılarını tavsif için bozguncu demek daha uygun
*
yapılmamış ibadet esprisi kaldı mı? hmmm, "eyle beni cihad" nasıl? yahut "eyle beni tefekkür"?
yardımcı fiil sayısının ibadet çeşidinden az olması işi bozuyor, yoksa çok ekmek var bu işte, hele ameller niyete göre bahsine girersek...
ey mizah affet bizi...
*
müstakbel mütercim ve mütefekkirlere not: "allah'lık" diye bir kelime yok, ilahlık veya uluhiyyet denir ona;
lafza-i celal cins ismi gibi kullanılamaz
*
"ekonomi yönetiminden devlet idaresine, nasıl harb edileceğinden hastalıkların nasıl tedavi edileceğine kadar kaynak olduğu iddia edilen"
başka bir deyişle "dinin antrikotu, filetosu iyiydi de, kontrafilesi bizi bozuyor" (!!!) batı'nın yeni diniyle çelişen ne varsa ayıklayalım?
islam'dan bir protestanlık çıkaramadılar ya, ona yanıyorlar...
normal müslümanlığı beğenmiyorum, icat çıkarıcam ama direkt yemiyor, yandan yandan isim uyduruyorum demek muhtemelen...
peygamber mi bekliyormuşlar?
kur'an aklı derken de "aklıma bir kur'an geldi" demek istiyor olmasın? tövbe estağfirullah... :)  
hiçbir şeye inanmayan pek kimse yoktur, onlar da bir şeylere inanıyorlar ve neticede onun da bir din olduğunu bilmiyorlar
*
olduğu gibi bırak çık, dünyadan gider gibi...
sonra geri gel, şebelek gibi... (tevbe dinamik bir süreç, hatt-ı müdafa yok, sath-ı müdafa var...)
*
dünyanın değişmesini isteyen kendini değiştirmekle başlamalı, daha az yemek, az uyumak, daha çok okumak olabilir mesela...
teorik olarak kusursuz olamayacağımızı biliyorsak, pratik olarak o kusurların neler olduğunu araştırmamız gerekiyor
birinin boğazını sıkmak istiyorsan, önce nefsini incele. nefis muhasebesi, murakabe, tefekkür ibadettir...
kul dediğin de hatasız olmayacağına göre, istiğfarı çoğaltmalı...
*
hep söylüyorum, camilere tonmayster kadrosu lazım; aşırı volüm, akroşman vb dışarıdakilere değil içeridekilere de eza veriyor...
ezanın duyulması lazım, ama haseki'de okunan ezanın yeni camiden duyulması lazım değil, ortası yok mu bu işin?
izmir balçova'da hiç duyulmuyor ezan, acayip işler...
ezan okunurken kullanılan ses sisteminin sesinin gerçekten çok yüksek olmasından rahatsız olanları anlayışla karşılamak lazım
ezanın kendisinden rahatsız olanlar, beter olsunlar...
*
eskiden "bonus dini" mi desek diye düşündüren bir din anlayışı vardı, ibadetlerin mahiyetlerini hesaba katmadan şeklen sevap toplama çabası
şimdi de "maç kaç kaç dini" gibi bir şey çıktı, sanki allah size bu dini öteki mahalleye laf çakmak için mazeret olsun diye gönderdi...
eskisinin masumane bir tarafı vardı ve hacıteyze safiyetiyle birleşince de çok güzel duruyordu, yenisinin nereye gittiği belli değil...
*


Denize kimi döktüydük ki? / tw


neyden kurtulduğumuza dair ortak bir fikrimiz yok ki ortak kutlayalım
ezan susmasın diye verilen bir mücadele miydi, başarıya ulaşan, ezanı susturabilme hakkının kazanılması için miydi?
millî mücadelenin neticesi latin harflerinin kazanılması mı, arap harflerinin kaybedilmesi mi?
işgalcilerin türkiye'den kovulmasının ne anlama geldiğinde anlaşabilmek için önce türkiye'den ne anladığımızda anlaşmamız lazım...
bence ortada kutlanacak bir şey var, ama gündoğdu meydanında toplananların kutladığı benim kutlayacağım şey değil.
9 eylül kutlanacak bir şey değil demiyorum, anlamıyor musun? gündoğdu'da kutlanan işgalin bitmesinden ibaret değil diyorum
9 eylül'den sonra meclis-i mebusan istanbul'a taşınıp "halife-i ruy-i zemin efendimiz"e biat etse ve rejim değişmese, reformlar olmasaydı
bu senaryo gündoğdudaki kalabalık için hâlâ kutlamaya değer bir manzara olur muydu?
kimine göre 9 eylül chp türkiyesine yol açtığı için, kimine göre ise chp türkiyesine rağmen güzel. ortak fikir var mı ki ortak kutlansın?
1908 öncesi türkiye nedir? şark meselesinin başımıza patlamak üzere olduğu, fırtınanın eşiğinde olduğumuz bir dönem mi? bunu kimse istemez.
dil devrimi saçmalığının yapılmadığı bir dönem mi? bunu niye istemelim?
1918'de mağluptuk, felaket başımızda patlamıştı. sonra işgal geldi. sonra gitti. 1922'de, 1918'e döndük.
1922 türkiyesi 1918 türkiyesinden daha muzaffer bir türkiye değil.
savaştan mağlup çıktığımızı algılayamadığımız için 90 senedir hayal aleminde yaşıyoruz.
savaştan mağlup çıktığımız yetmiyormuş gibi, geçen dönemde hem kültürümüz, kimliğimiz darbe yedi, hem bir sürü nifak boy verdi
1918'de daha bağımsız olmak çok tuhaf bir fikir. lozan'da kapitülasyonlardan kurtulduk, tek artı budur belki de
biri kaybedilmiş, diğeri kazanılmış iki ayrı savaş yok, osmanlı ve türkiye diye iki ayrı devlet de yok...
osmanlı'dan kurtulmuş falan değiliz, osmanlı'nın kaldığı yerden devam ettik, sadece rejim değişti
osmanlı'nın bir sürü kurumundan "kurtulamadık", kötü alışkanlıklarından, zaaflarından... bir toplum kendisinden kurtulabilir mi kolayca?
kapitülasyonların kaldırılması bir başarıdır, ama hukukî kapitülasyonların kaldırılmasının hukukumuza malolduğunu da unutmamalı
osmanlı'dan cumhuriyet'e geçerken siyah bir tablo beyaza veya beyaz bir tablo siyaha dönmedi
cumhuriyet döneminde işlenen bir çok hatanın kökleri osmanlı'dan geliyor. başarıların da...
osmanlı ve cumhuriyet tamamen iki ayrı şeymiş gibi düşünmek aklî melekelerimizi zayıflatıyor
osmanlı'yı saadet asrı sananlar da cumhuriyet eğitiminin ürünleri, hatalı imalat, mantık aynı, yönü ters...
selçuklu, osmanlı ve cumhuriyet tek bir devlettir. rejim değiştirmekle devlet yıkılıp kurulmaz. bu saatte tartışamayacağım, kusura bakmayın
konu dağıldı, işin özeti: gündoğdu ahalisi yunanın denize dökülmesiyle birlikte daha bir sürü şeyi kutluyor,
o daha bir sürü şeyi ben kutlamıyorum, yunanın denize dökülmesini kutlayacaksam ayrı bir yerde kutlarım


28 Ağustos 2016 Pazar

Önder Gerçeği


Emri aldığında tereddüt etmedi, ama vücudunu bir heyecan dalgası yalayıp geçti, el ayak boşanmasına benzeyen bir sıcaklık, bir an sürdü, geldi geçti: “o an” gelmişti. Karnı biraz açtı ve dişi ağrıyordu. Hızlıca planını yaptı, dikkatli bir şekilde pusuya yatacağı noktaya intikal etti ve beklemeye başladı. Hiçbir şey düşünmemeye çalışıyordu, ama aynı anda her şeyi birden düşünüyordu, kopuk kopuk. Bunlar zaten sık sık düşündüğü şeylerdi ve ne kadar düşünürsen düşün, bir şey değişmiyordu. Şu dakikada bir iki kişiyi arayıp selam vermeyi, hiçbir şey sezdirmeden tatlı bir iki kelimeyle veda etmeyi isterdi, ama bu bir yandan da çok zor bir işti ve vakit ve imkân olmaması bir anlamda kolaylıktı. Aklını boşaltmaya çalıştı, hedefin geleceği noktaya odaklanmaya çalıştı. Biraz muhasebe yaptı, daha çok zikretmeye, kendi kendine telkinde bulunmaya çalıştı. Saate bakmadan bekledi. Beklemek ona çok uzun gelse de muhtemelen çok zaman geçmemişti, tam da aklına bir türkü mırıldanmak düştüğünde, gülümseyerek sustuğu anda hedef göründü. Tekrar bir sıcaklık dalgası, tam göğsünün son yarısında.

-“Allah!..”

Her şey çok hızlı olup bitti, kimse bir şey anlamaya fırsat bulamadı, bu şaşkınlık anı Önder için bir fırsat olabilirdi, bir netice beklemiyordu, ama denemesi gerektiği için denedi, düşman çabuk toparlandı, Allah yardım etti, Önder’in sadece gövdesinin yönü değişti, kalbi değişmedi ve şu dakikada ve bu şartlarda kurşunun göğüs kemiğinin yanından mı yoksa kürek kemiğinin yanından mı girdiğinin bir kıymeti yoktu ve son ana kadar dişi ağrımaya devam etti. Büyük küçük bir sürü gerçeğe sırtını döndü ve yürüdü gitti, en büyük gerçeğe doğru.

Geride kalanlar için gerçek kavramının mahiyeti tamamen değişmişti. Bir an gerçek, bir an yalan, bir an şaka, bir unutup bir hatırlayarak, etraflarındaki her teferruat sırayla parçalanıyor ve içinden acı akıyordu.

Daha geride kalabalık vardı. İçi yananlar, ciğeri sızlayanlar, büyük büyük acılı sözler ederken mimiklerinden tebessüm taşanlar, büyük hikâyeler anlatanlar, bir an durup düşünmeye çalışanlar, ağlayanlar, ağlatanlar, ağlamadan ağlatanlar, ağlamaklı olanlar, ağlayamadığına utananlar, ağlayanlara mendil satanlar... Bazısı kötü niyetli şekilde kullanmaya çalıştı, bazısı iyi niyetli şekilde kullandı, bazısı ne yaptığının farkında bile değildi. Önder’in dişi ağrımayan resimlerini çizdiler, heykellerini diktiler, meydanlara ismini verdiler. Hediyelik eşyaları çıktı hemen piyasaya. Posterler, afişler, belgeseller... Gerçeğin muhtelif açılardan görülen bazı kısımları kayıtlara geçti, bazı kısımları ise tamamen unutuldu. Kayıtlar arşivlendi. Bir kısmı “gerçek bir hikâyeye dayanan”, bir kısmı ise insanların algılarından, hayal güçlerinden taşıp gelen bir anlatı, bir kurgu zihinlere ve gönüllere nakşedildi, kemâl-i safiyetle, hüsniniyetle ve bezirgânlıkla.


Önder’in tam olarak Önder’e benzemeyen bir resmi asla unutulmayacaktı.

25 Ağustos 2016 Perşembe

Alla Franca Laïcité



Fransızların İslamofobik hareketleri tarz olarak bizdeki laiklik uygulamalarına çok benziyor: dini yasaklarda devekuşu modeli. Plajda “burkini” (=haşema) giymeyi yasaklamakla “Radikal İslam” karşısında nasıl bir başarı kazanabilirsiniz ki? Birincisi bunlar radikal falan değil, bilakis Batı tarzı hayata az-çok adapte olmuş, ama bu arada bir takım İslamî değerlerden de vazgeçmemeye çalışan kişiler. Yani bu yasakla aslında ve sadece kendilerine en fazla yaklaşmış olan kişileri etkileyebiliyorlar. İkincisi bu insanları plajlara girmekten men etmek, “problemi” halının altına süpürmekten başka bir şey değil, siz görmediğinizde bu kişiler ortadan kaybolmuyorlar. Üçüncüsü bu tarz yasaklar radikal denen kesimleri besleyen hareketler. Akıl var, mantık var, ama görünüşe göre Fransızlarda pek yok galiba. Fransa yeni "tedbirler" düşünürken, Almanya kararsız, başörtüsünü yasaklasalar mı diye düşünüyorlar. Biri şunlara İslamiyeti bu şekilde baskı altına almaya çalışmanın Türkiye’de ne gibi neticeler verdiğini anlatsın lütfen.
Allah Fransızları bildiği gibi yapsın, biz yine Türkiye’ye dönelim. Şaka maka ilk defa bir konuda Batı'nın önündeyiz: başörtüsü yasağı. Gurur (!) duyalım. Türkiyedeki baskıcı hareketleri sadece Türkiye’de görmüş olsaydık, laiklik adına yapılanları bize has bir saçmalık sayabilirdik. Halbuki şimdi aynını Fransa’da, yani işin kaynağında da görüyoruz. Demek ki bu "o ideolojinin" doğal sonucu: Pozitivizm. Bizim Jöntürklerin Fransa merakı ve İttihatçıların “Garpçı” kanadının Fransız İhtilali hayalleri içinde yetişen gençler olduğu malumdur. Teknik konularda Almanlardan ne kadar fazla istifade etmişsek, sosyal konularda da Türk entelinin ana kaynağı Fransa. Auguste Comte kafası hâlâ üniversitelerimizde bir hayalet olarak yaşıyor (bkz: papyonlu bir pğöfesöğ). Anglosaksonların sekülarizm kelimesi yerine Fransızca laiklik kelimesinin seçilmesi de tesadüf değil elbet.
Diğer taraftan Britanya’ya baktığımızda -hani şu demokrasinin beşiği olan- Müslümanlar için Şeriat mahkemelerinin olduğunu görüyoruz. Bu varken başka misale gerek yok, ama bu günlerde İskoçya polis üniformasında başörtüsünü kabul etti, Fransızlara nazire yapar gibi. Britanya’da İslamofobi yok diyemeyiz elbette, ama neticede “The Continent” (=Kıta Avrupası)  ile Anglosakson dünyası arasında bir anlayış farkı görüyoruz.
Varmak istediğim nokta şu, madem Türkiye’de Jöntürklerle “Kalın Türkler” birbirini kesmeden yaşamak zorunda ve bir “Millî Mutabakat” havası yakalamış olduğumuz şu günlerde, bir zamanlar birilerinin can simidi gibi sarılmış olduğu “Ilımlı İslam” projesi de FETÖ ile birlikte -umarım- tarihin çöplüğüne atılmış bulunmakta, bir arada yaşama pratiğini güçlendirmek adına “Laik Kesim” bir “Ilımlı Laiklik” açılımı yapsa ya? Bakın Fransızlara ne kadar komik duruyorlar, sizce de öyle değil mi?

Bu arada “La Féteu” de Fransız devletine sızmaya çalışabilir, orada uygun bir alan varmış gibi duruyor.

22 Mart 2016 Salı

pedofil (!) amca

bu aslında abartıp çok uzun yazdığım başka bir yazının bir kısmı. durmadan aynı yazının aynı yerine gönderme yapmaktan bıktığım için bu kısmı ayrı olarak tekrar neşrediyorum.

16 punto yaptım bak, gözünüzü seveyim, okuyun, adamın asabını bozmayın...

*

Yine bir misal olarak, birkaç sene önce vuku bulan bir hadiseyle alakalı olarak gösterilen taraftarlık ve karşıtlık tepkilerini ele alabiliriz. Muhtemelen herkes hatırlayacaktır, hayli yaşlı bir “amcanın” çok küçük yaşta bir kızı taaddüt-i zevcat suretiyle nikahlaması üzerine epey bir tartışma yaşanmıştı. Yaşlı zat, hasbelkader “muhafazakar” cenahı temsil iddiasında bulunan bir yazardı ve yazdığı mevkuteden bazı kişiler bu şahsı destekler vaziyet almışlardı. Buna mukabil, “muhafazakar” cenahtan bir çok kişi ve bilhassa hanımlar, “muhafazakarlığa” karşı çıkan pek çok kişiyle birlikte şahsı ciddi bir eleştiri yağmuruna tutmuştu. Peki sayıca tarafları birbirine denk olmasa da, aynı cenahı ikiye bölen bu ihtilafta kim haklıydı? Görebildiğim kadarıyla iki taraf da haklı değildi, şahsın savunulacak tarafı yoktu ve savunanlar elbette haksızdı, ama eleştirenler de hatalı bir noktada duruyorlardı. Eleştirilerin dayandığı esas argüman, kızın yaşıyla alakalıydı: kız 14 yaşındaydı, yani “çocuk” idi ve iddiaya göre pedofili tabir olunan sapıklık icra edilmiş bulunmaktaydı. Bir kere, aslında konumuzla çok da alakası olmamakla beraber, DSM IV-TR adlı psikiyatrik hastalıklar teşhis rehberinde, pedofili için belirtilen üst yaş sınırı 13, yani “teknik olarak” ortada pedofili olarak vasıflandırılabilecek bir durum yoktu. Diğer taraftan, yine konumuzla çok alakası olmasa da, gerçekten pedofili olup olmadığı hususunda bir kanaat edinebilmek için, şahısla psikiyatrik bir görüşme yaparak, kızı “çocuk” olarak algıladığı için mi tercih ettiğini, yoksa “genç bir kadın” gibi mi algıladığını anlamak gerekiyordu. Her halükarda, 7-8 yaşlarında bir çocuğu parktan kaçırıp tecavüz etmekle, 14 yaşında “baliğa” biriyle izdivaç etmek arasında bir fark olduğu aşikardı. Böyle bir fark sözkonusu edilince, şahsın eleştirilebilecek tarafı kalmamış mı oluyordu? Hayır. Çok ciddi noktalar vardı, fakat görebildiğim kadarıyla hiçbiri gündeme gelmedi. Şahsı eleştirenler “pedofili” kavramına dört elle sarıldılar ve bunu yaparken, aslında kendi zeminlerinin altını oyduklarının, başkalarının değirmenine su taşıdıklarının farkına varmadılar. Aslen İslam karşıtı olan ve hadiseyi de çamur atmak için vesile bilen birçok kişi, İslam fıkhında baliğ ve baliğa kişilerin evlenebilmesine dair hüküm bulunduğundan hareketle, “pedofili = 14, 14 = İslam; o halde pedofili = İslam” gibi bir kıyas yürüttüler. “Muhafazakarlar” arasında şahsı savunanlar, İslam fıkhını savunmak gibi bir saikle, şahsın hatasını da savunurken, İslam karşıtlarıyla aynı argümanla şahsı eleştirenler de, İslam karşıtlarının kalabalığını sayıca arttırmak durumuna düştüklerini fark etmediler. Halbuki herkesi doğru suçla yargılamak gerekiyordu, iki farklı suçun cezası aynı olsa bile, hüküm doğru verilmeliydi. Peki neydi, bilcümle “muhafazakar” kanadın gözden kaçırdığı hususlar? Birincisi taaddüt-i zevcat ile alakalı ruhsatı kullanacak kişinin, eşleri arasında adaleti gözetmesi gerekir. Halbuki bunun kanunen yasak olduğu bir yerde, eşlerden sadece biri kanuni statüye sahip olabilirken, diğeri veya diğerleri “kaçak” durumunda kalacaktır, bu durumda adaletten bahsetmek zordur. İkincisi nikahta kefaet şartı aranır, kefaetin muhtevası örfe göre belirlenir ve kamu vicdanında galeyan uyandıran bir izdivaçta kefaet olduğunu söylemek de zordur. Diğer bir husus, ebeveynini ikna ederek, bir kişiyi zorla nikahlamak ne derecede ahlakî bir tavırdır, sorgulanabilir. Baliğ ve baliğa kişilerin nikahlanmasıyla alakalı serbestlik, sözkonusu toplumda, erken yaşta evlenmenin mahzurları sözkonusuysa, daraltılabilir mi, bu hususta fıkıhçılara danışılması icap ederdi, lakin böyle bir tartışmaya da rastlamadım. Kızın yaşının çok küçük olması yanında, şahsın da çok yaşlı olması, meselenin ciddiyetini arttıran bir noktaydı, sadece kızın yaşına odaklanılmakla bu da gözden kaçırılmış oldu. Faraza, 14 yaşında bir kız, 16 yaşında biriyle nikahlanmış olsaydı, insanlar aynı mertebede rahatsız olmayacaklardı. Hatta 14 yaşında bir kızla 16 yaşında bir erkek arasında nikahsız beraberlik sözkonusu olsaydı, karşı çıkanlardan bir kısmı bunu özgürlük başlığı altında savunabilirdi, en azından aynı şiddette tepki göstermeyebilirlerdi. Uzun lafın kısası, aynı şahsı, aynı fiili eleştirenlerin tamamının aynı noktada durması şart değil, her hadiseye kendi gözünüzle, kendi açınızdan bakmanız gerekir, elalemin argümanlarıyla yola çıkarsanız, ya yolda kalırsınız veya yanlış yerlere gidersiniz.

7 Mart 2016 Pazartesi

şovbiz / not

Mesele tırda ne olduğu veya olmadığı değil, mesele kadının tartaklanıp tartaklanmadığı değil, beddua mı, mülaane mi, mesele bu değil. Hadise çarpışan kurgularla algı kontrolünün hedeflenmesi. Farz edelim ki gerçekte hiçbir tır durdurulmamış olsun, MİT görevlileri ve Jandarmanın hadiseyle hiç alakası olmasın. Sadece birileri bir film seti kurup, jandarmanın MİT tırını durdurması sahnesi çekmiş ve bu film servis edilmiş olsun. Jandarma da, MİT de çıkıp hadisenin aslı esası yoktur diye açıklama yapsa, kafaların bu kadar karıştığı, gerçeklik algısının etkiye açık bulunduğu bir ortamda, ne kadar etkili olur? Tırın durdurulmasındaki asıl cihet, içindekilerinin intikaline mani olunması değil, bir tır durdurma filminin çekilmesi…

10 Ocak 2016 Pazar

ah mine'l-gündem

on yıl önce bir mail grubunda şunları yazmışım:


"bu başörtüsüz namaz meselesi münasebeti ile aklıma geldi, mitterand'ın kampanyasına katılan reklamcı j. seguela bir yerde, kampanya hakkında hatıralarını anlatırken, arada şöyle bir şey söylüyor: "... bütün basın, sağ tarafından ağzına kilit vurulmuş olduğu halde oltaya geldi ve kustu. aptallar susmuş olsalardı bizi de susturmuş olurlardı; bizi eleştirmekle, hakkımızda konuşmakla ekmeğimize yağ sürdüler..."


imdi bu "porodestan islam" hususunda, konuyu tartışmak açılan cepheyi kabullenmek, "oltaya gelmek" anlamı taşıyor, susmak ise gönüllerince at koşturup istedikleri aşındırmayı yapmalarını kabullenmek demek oluyor. iki durumda da zevzekler karlı çıkıyorlar. "borazan" ellerinde olunca, susmak birini yokluğa mahkum etmek anlamına gelmiyor. yazı gelince kaybediyorsun, tura gelince de kaybediyorsun, bu para nasıl dik durur?


daha kısa ifade edeyim: bu başlıkta açtığım konu, "protestan islam" olur mu, olmaz mı konusu değil. bu kuru gazoz gibi, deli saçması bir şey. zihinde bir saniyelik bir tereddüt bile uyandırmıyor, tartışılması abes. diğer taraftan ortada niçin protestan ve islam kelimelerinin aynı tamlama içinde kullanılamayacağını bilmeyen ve anlamayan insanlar var. bu insanlara bunu anlatmak gerekiyor. soru şu: protestan islam başlıklı bir tartışmaya iştirak etmeksizin konu nasıl anlatılabilir?


burada kilit nokta islamı anlatabilmek, mesajı doğru iletebilirseniz, neden protestan islam olmayacağını onlar kendileri de anlayacaktır (eşşek değiller ya)."


örnek konu bir yana, bu gündem tartışmaları cidden vahim bir hal aldı. biri kuyuya bir taş atıyor, hep beraber taşın peşinden kuyuya atlıyoruz. çiğnediğimiz sakızlar saatlik değişmeye başladı neredeyse. rahmetli s. ahmet arvasi bir yazısında "elalemin gündemine itibar etmeyeceğiz" mealinde bir şeyler söylüyordu. ne yapsak da bu boşbeleş gündemlere kapılıp gitmesek? bir derdimiz, bir mevzumuz yok mu bizim, kah o mahalleden, kah bu mahalleden yuvarlanıp gelen bir şeylerin peşine düşmekten daha mühim bir işimiz yok mu bizim? üstelik sistemsiz tartışmalar yüzünden konuların içi boşalıyor, bir yere varmadan tüketiyoruz her şeyi. buna bir çözüm düşünmek lazım...


Diyanet Türkiye’nin Neyi Olur?


Diyanet İşleri Başkanlığı’nın veya kuruma bağlı bir birimin her hatasında veya hata sanılan her davranışında yer yerinden oynuyor. Bu tepkilerin arkasındaki saik nedir ve bu tepkilere gösterilen tepkinin sebebi nedir, bunu sistematik şekilde tahlil eden pek kimse bulunmuyor. Halbuki bu Türkiye’nin temel suallerinden biriyle bağlantılı bir mesele: “Türkiye nedir” suali. Bunu “Türkiye Devleti nedir” ve “Türk Milleti” kimdir şeklinde de açmak mümkün. Bin senelik bir konudan bahsediyoruz, bin senedir Diyanet yoktu, ama kadı mahkemeleri vardı, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti vardı, Şeyhülislamlık vardı. Diyanet bin senelik bir mevcudiyetin son temsilcisidir.

Türkiye Devleti Oğuzların batıya göçü ile kuruldu. Diyar-ı Rum Oğuzlara yurt oldu ve burada bir devlet kuruldu. Bu devlet baştan itibaren Müslümanları temsil eden bir devletti. Müslümanlar kilise benzeri bir kuruma sahip değil, İslam dininin hükümlerini tatbik etmek için devlet seviyesinde organize olmak gerekiyor ve daha alt seviyedeki kurumlar maksat için kâfi değil. Bir devlet sahibi olmak elzem, değilseniz kurmak gerekiyor. Diyanet tek devlet kurumu değil ve Müslümanlar diğer kurumlarda da mevcut, ama İslam ile bağlantılı düşününce türünün son örneği. Bu sebeple fonksiyonlarının ötesinde sembolik anlamı da var. İslam’ın bayraktarlığını yapmayı şiar edinmiş bir millet için, Diyanet bir varlık mücadelesinin sembollerinden biri, tıpkı bayrak gibi. Bu devlet Müslümanların devleti değilse, iddiamız nedir, neyin mücadelesini vereceğiz, neye sahip çıkacağız? “Diyanet’e karşı çıkıyoruz” demek, “biz sizin Bu Ülke’de varlığınıza karşı çıkıyoruz, ferden burada bulunabilirsiniz, ama topluluk halinde kendiniz olarak, hayatı kendi değer ve ideallerinize göre düzenlemeye çalışarak burada yaşayamazsınız” demektir. Bunu kabul etmek istemeyişimizde tuhaf olan nedir?

Diyanet’in hep hataları konuşuluyor, faydalı ve gerekli hizmetleri pek konuşulmuyor. Camilerin ortak bir iradeyle idaresi zaman zaman bahsi geçen bir konu. Bunun dışında Hac organizasyonu var, eğitim ve yardım faaliyetleri var, bir sürü şey var, ama karşı çıkanların umurunda değil veya onlara da karşı çıkıyorlar. Keza Diyanet’in başka kurumlarda da görülebilecek şekilde arızalı personeli olabilir, ama cansiperane çalışan pek çok kişi de Diyanet’e bağlı hizmet veriyor, bunlara da söz hiç gelmiyor. Neden? Çünki burada mevzu Diyanet’in şu veya bu hatası değil, kendisi. Kategorik olarak Diyanet’e karşı çıkıyorlar ve gündeme gelen hadiseler de sadece bunun malzemesi. Türkiye’nin bir zümresi, bir diğerine yer açmaya hiçbir şekilde niyetli olmadığını her vesileyle ilan ediyor, dün bu başörtüsü meselesiydi, yarın başka bir şey olur. Buna eyvallah edecek değiliz elbette, kırmızı çizgi ve savaş sebebi dediğimizde kastedilen budur, Diyanet bizatihi bir tartışma konusu olamaz, kaldırılması kabul edilemez, bunun pazarlığı yapılamaz. Bunun dışında gerçekten bir hatası varsa elbette konuşulabilir, konuşulmalıdır, hal çaresi aranmalıdır. Kurumları korumanın bir yolu da hatalarını tenkid ederek ıslahlarına vesile aramak.

Gelelim gündemdeki meseleye. Burada da esas meselenin tartışılandan farklı olduğunu görüyoruz. Tartışmanın altındaki saik hazımsızlık ve tahammülsüzlük. Muhatabınıza mütemadiyen ahmaklık, cahillik ve suiniyet atfetmeniz. Neyi bilmediğinizin, neyi anlamadığınızın farkına varmak istemeyişiniz. Böyle bir haletiruhiye içinde konuya girince çam ormanı devirmeniz de kaçınılmaz ve mesele izah edilince de ne dinliyorsunuz, ne anlıyorsunuz, ne de söylenene inanıyorsunuz. Bütün beklediğiniz “evet biz kötüyüz, İslam -hâşâ- kötü, biz bu ülkeden defolup gitmeliyiz veya sizin dünya görüşünüze göre hizaya gelmeliyiz” dememiz. Bu cür’eti nereden buluyorsunuz? Hadi buldunuz, buna eyvallah edeceğimizi nereden çıkarıyorsunuz?

Tartışılan suali ortaya atan kişiyi tanımıyoruz, ne maksatla bunu yaptı bilemiyoruz. Gerçekten de iddia edildiği gibi vesvese yüzünden sorulan bir sual olabilir. Bu kısmı çözme imkânımız yok. Cevabın formüle ediliş tarzı da belki tartışılabilir, “şöyle şöyle yazsa daha doğru anlaşılabilirdi” denebilir, bu en çok konuşulan bir bahis olduğu için uzatmaya gerek yok. Şurasına işaret etmek gerekiyor ki, Diyanet çalışanlarının, Türkiyedeki farklı gruplar hakkında daha fazla bilgili olması gerekiyor, başka algı evrenlerinde neler döndüğünün farkında olması gerekiyor. Diyanet bazı zümrelere yönelik ayrı bir tebliğ ve irşad faaliyeti sürdürmeli, ama ne onların dillerini biliyor, ne duygularını, düşüncelerini, dünyalarını tanıyor. Diyanet’in çok daha yüksek bir iletişim becerisiyle hareket etmesi, derdini anlatmaktan aciz kalmaması gerekiyor.

Sualin ve cevabın mahiyetini hâlâ pek çok kişi anlamamış bulunuyor. Sual kişinin kendi çocuğuyla alakalı değil, eşinin çocuğuyla alakalı. Elbette ikinizin çocuğu ise, eşinizin çocuğu aynı zamanda kendi çocuğunuz olur, kafa karıştıran bu. Esas mesele şu: bir kişi ile evlendiğinizde o kişinin usûl ve füruu size ebediyen haram olur. Yani bir erkekle evlenmişseniz, artık onun oğluyla, oğlunun oğluyla, onun oğluyla veya kocanızın babasıyla, dedesiyle, dedesinin dedesinin dedesiyle evlenemezsiniz. Aynı şekilde bir kadınla evlenmişseniz, onun kızıyla, torunuyla, anasıyla, ninesiyle evlenemezsiniz. Fıkhî hükmü tam bilmiyorum, yanılmıyorsam burada sadece nikâhlanmak değil, mübaşerette bulunmak da meseleye dâhil ve görünüşe göre mübaşeret deyince sınırlarının ne olması gerektiği de ihtilaflı. Şu halde problemi aynı çerçevede yeniden kurgulayarak anlaşılmasını kolaylaştırabiliriz: bir kadın kayınpederini öperse, kocası kendisine haram olur mu? Tabii siz yine “vay efendim pis gericiler ne biçim sorular soruyorsunuz” diye ayaklanacaksınız, ama konuyu anlama niyeti olanlar olabilir belki. Bir kişinin eşinin usûl ve fürûundan bir kişiyle ne çeşit bir teması nikah akdinin bozulmasına sebep olur? Sual böyle yazılınca akademik bir hava kazanıyor ve ben bunu çaktırmadan laik hukuk satırları arasına karıştırsaydım, birçoğunuz sıkıcı bularak dönüp bakmayacaktı bile. Ezcümle çok istiyorsanız hobi olarak yine ayaklanın, ama önce konu ne, onu bir anlayın.


Hoşumuza gitmese de, bir arada yaşamak mecburiyetindeyiz, bunun için birbirimizi anlamamız şart. Savaşı arzu etmiyoruz, barış ve huzur istiyoruz, hatta sık sık “bir huzur vermenizi” istiyoruz.