-Cemaat-Parti Çekişmesi Gelenekçi-İslamcı Teorilerin
Çelişkisi Üzerinden Okunabilir mi?-
Memleket gündemini işgal eden bir fitne hali, birlik olup
dikkatimizi hayati meselelere teksif etmemizi engelliyor. Anlaşılan kendi
içimizdeki kördüğümü çözmeden, başka bir iş yapamayacağız. Ne olup bittiğini
anlamamız gerekiyor. Konu acil, ama hüküm çıkarmakta acele edersek yine elimiz
ayağımıza dolaşacak, bu yüzden hazır şablonlardan uzak durmak, gerekirse
şablonları da sorgulamak gerekiyor. Öncelikle yapmak gereken “taraf” olmamak
kanaatindeyim. Bir tarafa meyliniz olabilir, ama taraftarlık görüşümüzü
kapatabilir, buna dikkat etmek gerekir. Her cenaha hakkını teslim etmeye,
kendimizi yakın hissettiklerimizi de tenkid edebilmeye hazır olmalıyız ki adil
bir muhakeme ifa edebilelim.
Fitneyi okurken yapılabilecek hatalardan biri de meseleyi
fazlaca teorik düzleme çekmek ve teorik kategoriler üzerinden hüküm vermek diye
düşünüyorum. Bunu çok yapıyoruz ve daha muhakemeye başlamadan a priori olarak
neticeye varmış bulunuyoruz. Böyle yapınca vakıayı tedkik etme imkânımız
kalmıyor, sadece baştan vermiş olduğumuz hükme uygun delil topluyor ve aksi
istikameti işaret eden delilleri –kötü bir kastımız olmaksızın- algılayamaz
hale geliyoruz. Bu hatayı çok yaptık, artık tevbe zamanı. Yapılabilecek diğer
bir hata da meseleyi incelemeye başlarken ortada bir haklı ve bir haksız taraf
olduğu kabulünden hareket etmek. Pekâlâ iki cenah birden haksız olabilir veya
ikisinin de kendine göre haklı olduğu noktalar olabilir. İmam Gazali’nin
meseleyi açarken lehte ve aleyhte görüşleri sıralayıp sonra nasıl olup da
hepsinin birden haklı olabileceğini gösteren tahlil ve terkipleri ilham verici.
Hoca Nasreddin’e de rahmetler ola…
İslamcı geleneksizlik karşısında Cemaat’in geleneği temsil
ettiği fikri varid oldu. Bu acaba doğru olabilir mi? Doğruysa bile hadisatı
izaha kifayet eder mi? Cemaat ne kadar geleneksel? Ak Parti çevreleri İslamcı
teoriyi temsil edebiliyor mu? Ortadaki tablo teorik yaklaşımların farklılığının
pratikteki yansımaları mı? Meseleyi çözmemize yardımcı olacak bir şablon var
mı? Meselelerin ortaya çıkışında gelenekten kopuş mühim bir amil ve bu konuda
İslamcılar başı çekiyor, ancak “cemaatler her şeyi çok güzel idare ediyordu,
Parti geldi her şeyi bozdu” çok basit bir yaklaşım olur. Bütün toplumu içine
alan bir değişme var, meseleyi anlamak için bunun peşine düşmek gerekiyor.
Toplum olarak giderek batılılaşıyoruz, batılılaştıkça gelenekten uzaklaşıyoruz.
Gelenek devamlılıkla korunur ve o devamlılık çoktan koptu. Geleneği pek iyi
bilmiyoruz, tanımıyoruz. Tanısak bile hayatımıza tahakküm eden, her alana
yayılan modern hayatın içinde geleneksel formları sürdürmek mümkün değil.
Geleneğin değerlerinin yeni formlarla yeniden ifadesi de müşkil ve çok zamana
muhtaç bulunan bir faaliyet. İman ve ahlak zaafımız ise bütün bunların
ötesinde.
Cemaatten başlayalım. Hatta ayırmayalım, cemaatlerden
başlayalım. Cemaat nedir? Tekke midir, medrese midir? Cemaat yapılanmalarının
gelenekte karşılığı var mıdır? Gelenekçi olmakla geleneksel olmak aynı şey
midir? Tarikatlerin bile cemaatleştiği bir ortamda, öncelikle cemaat kavramının
kendisini sorgulamak gerekiyor. Geleneksel formların tekrarlanması bakımından
tarikat cemaatleri, tarikat cemaati olmayan cemaatlere nisbetle daha geleneksel
sayılabilir. Bu konuda tarikatler arasında da farklılıklar olduğundan
bahsedilebilir. Tarikat geleneği olan bir şey ve elde tekrarlanabilecek bir
malzeme var. Ancak bu malzeme de tabiî olarak tarikat usullerine inhisar
ediyor. Bu usullerin dışında kalan cemaat yapılanmalarının gelenekte bir
karşılığı yok ve dolayısıyla geleneksel olma imkân ve ihtimali de yok. Söylem
seviyesinde ne kadar geleneğe sahip çıkarsanız çıkın, hayatımıza adeta bir sel
halinde ve tepeden inme şekilde giren yenilikleri gelenek doğrultusunda
dönüştürmek mümkün değil. Gelenek donmuş bir şey değildir elbette, kendisi
kalarak değişen bir şeydir, ama bu kadar çok yeniliği birden dönüştürüp
bünyesine maletmesi sözkonusu olamaz. Devlet sarığı başımızdan aldı, şalvarı
ise kendimiz çıkardık ve olan oldu.
“Gelenekçi” sayılan cemaatler geleneksel olmaktan ziyade
modern kurumlardır. Çoğu karakteristikleri geleneğin iyice baskılandığı ve
yeraltı faaliyeti sürdürmek zorunda kaldıkları dönemlerde edinmişlerdir. Geleneğin
zaten çözülmeye başlamış bulunduğu bir zamanda dini hayat büsbütün baskılanınca
devamlılık faktörü ağır bir darbe aldı. Dini muhafaza etmek isteyen gruplar,
gelenekte karşılığı olmayan bir şekilde cemaatler teşkil ederek mücadele yoluna
gittiler. Sosyoloji açısından bunlar yeni yapılar. Konuyu görselleştirmek için,
bir örnek olarak Çarşamba Cemaati’nin kıyafetlerini zikredebiliriz. Geleneksel
gibi algılanır hep, ama Osmanlı'da böyle bir kıyafet modeli yoktur, geleneksel
havası elde etmek üzere modern şartlarda oluşturulmuş bir tasarımdır ve omuzları
ceket modeli cübbelerle giderek daha da modernleşiyormuş gibi görünüyor. Konu
elbette kılık kıyafet değil, ama diğer bahislerde de vaziyet az çok böyle, ne
deve ne kuş olabilen, bütün gelenekçi söylemine rağmen geleneksel olmayan bir
halet var ortada. Din ilimlerinin öğretilmesinde cemaatler esas itibariyle
geleneği sürdürüyorlar, ama konu dinin sosyal hayata tatbikatı olunca, durum o
kadar net değil. Cemaatler kendilerini geleneğin devamı sayabilir, ama Çarşamba
cübbesi ne kadar gelenekselse, cemaatler de o kadar gelenekseldir.
Cemaatler yenidir ve tarikat cemaatlerine nisbetle Nur
Cemaati daha da yenidir. Diğer grupların içinde Hizmet Cemaati çok daha
yenidir. Zihniyet itibariyle de öyledir. Risaleler bilime göndermelerde
bulunuyor, Hocaefendi’nin sohbetlerinde eski usul lafızlarla bilimsel kelamlar neredeyse
atbaşı gidiyor. Zafer dergisi “bilimle uyumlu” bir din anlayışını karikatürize
ediyor. Modern Batı’nın bilimi sabit bir veri kabul ediliyor ve dinin bununla
çelişmediği anlatılıyor. Bunun zihniyet olarak geleneğin devamı olduğunu
söylemeye imkân yok. Aksine İslamcıların “Batı’dan şunu alalım, bunu bırakalım”
söylemiyle benzerlik arz ediyor ve bu, modern değilse bile, modernist bir
tavır. Diyalog söylemi ise, bilimci söylemden çok daha yeni bir anlayış ve
tebliğ kavramıyla bir şekilde irtibatını kurmuş bile olsanız, kesinlikle
gelenekte karşılığı yok.
Karşı cepheye baktığımızda “Politik İslam” taifesinin
arızalı refleksleri devam ediyor ve merkeze yerleştikçe daha çok göze batıyor,
ama diğer taraftan onun da içi boşalmaya, sulanmaya başladı, At Pazarı’nda ve Caprice
Gold’da. Toplumun merkezine yürüyen nedir? Bir ideoloji değil, vaktiyle bu
ideolojiyi savunmuş olan, şimdi ise savunuyormuş gibi yapmak zahmetine bile pek
girmeyen bir zümre ve peşlerine takılan kişiler. Devlete bakış konusunda, şu
anda iktidarda bulunanların durumu, “Siyasal İslam” teorisine uygun düşmüyor, “Tağut
Te Ce” söylemi terk edildi. Toplum olarak şalvarı değiştirmiş olmamıza ek
olarak, iktidar çevresi gömlek de değiştirmiş bulunuyor. “Geleneksel” (!)
Anadolu-Merkez Sağ ahlakını (!), İslamcı geçmişlerinden müdevver olup olmadığı
tartışılabilecek bir “Orta Doğu” kabile kafasıyla harmanlamış olmakla kendi
eski teorilerinin bile bir hayli gerisine düşmüş durumdalar. Retorik açıdan
geleneksel devletçi üslubu hecelemeye çalışıyorlar ve bu konuda mesafe de
katettiler, uygulama seviyesinde ise Jöntürk otokratlığı tekrarlanıyor.
Bir “İslamî” mücadele metodu olarak devrim kavramı konusu,
bu tartışmanın dışında. Birincisi mevcut iktidar tamamen bu çerçevenin dışına
çıkmış vaziyette. Devrim falan yapmadılar, “Tağut Te Ce’nin” kanunlarına uygun
olarak seçimle iş başına geldiler, “inkılab” retoriği bir yana bırakıldı.
İkincisi Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında takip ettiği
metodun devrim anlayışıyla örtüşmediği fikrine katılıyorum, lakin buradan bir
vahiy yorumu çıkarmakta da aceleci davranmamak gerekiyor. Efendimiz (savs)
Mekke’de irşad faaliyetinde bulundu, sonra Akabe biatları oldu, Mus’ab b. Umeyr
(radıyallahu anh) Medine’de irşad faaliyetinde bulundu, bir “İslam toplumu”
ortaya çıkıp devlet teşkil edildikten sonra Cihad başladı. Şu anda Türkiye’nin
içinde bulunduğu safha “Mus’ab safhası” şeklinde vasıflandırılabilir ve Asr-ı
Saadet’te takip edilen metod ve sıralama bizim için yol göstericidir, elbette.
Fakat bu sıralama hakkında bir ayete rastlamadığım gibi, siyer ilminden
öğrendiğimiz bu sıralama, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlü
ifadesi, sessiz tasvibi vb. tarzında klasik sünnet tarifine girer mi, bu husus
da net olmayıp, ulemanın görüşüne başvurmak icap eder. Teberrüken aynı
sıralamaya uymak ile ortada bağlayıcı bir sünnetin bulunması birbirinden farklı
olsa gerek. “Hicret fıkhı” önemli bir kavram, ama yeteri kadar tartışılmasını
beklemek lazım.
İslamcılık teorisi, rejim meselesi, iktidar, dinin bütün
bunların neresinde olduğu gibi tartışmalar bu konuda tamamen saded harici
olacaktır, zira iktidarın hattıhareketi bu konulara göre çok daha sığ bir
düzlemde cereyan ediyor. Hamas veya İhvan hakkında bu bağlamda bir tartışma
açabilirsiniz, Ak Parti hakkında değil. Ak Parti icraatini gelenekte
bulamıyorsak, yeri İslamcı teoride olsa gerektir yaklaşımı indirgemeci,
kategorik bir yaklaşım. Bu usûlü (veya usûlsüzlüğü) Seyyid Kutup’ta, Ali
Şeriati’de, Mevdudi’de de bulabileceğimizi düşünmüyorum. Ak Parti toplumun
merkezine yürüyerek onlara İslamcı teoriyi götürüyor değil, toplumda yerleşik
kötü alışkanlıkları, önceki iktidarların metodlarını tevarüs ediyor. Bir şey
vermiyor, alıyor. Bu bakımdan toplumdaki tefessüh veya İslamcılardaki
ehlidünyalaşma fenomenini Parti’nin kötü etkisiyle açıklayamayız, her kesimde
olan değişimden Parti çevresi de nasibini almış durumda. İslamcı okuma bize
konuyu izah edecek bir şey vermeyecektir. Diğer coğrafyalardaki hadiselerde
“İslamî Cihad” hareketlerinin yol açtığı neticeler de Türkiye’yi açıklayacak
bir veri sağlamaz.
“Politik İslam” söylemi, insanların gelenekten daha da
uzaklaşmasına sebep olarak, toplam tefessüh manzarasına katkıda bulunmuş
olabilir, ama temelde toplumdaki tefessühün sebebi değil. Üstelik bu söylemin
fazla müşterisi, saliki de kalmadı. Tefessüh hadisesini gelenekçilik-İslamcılık
çerçevesinin dışına çıkarak ayrı bir konu olarak okumak gerekiyor. Teorilerin
karşılaştırması pratik durumun izahı konusunda yeterli değil, taraflar teorilerin
dışında işler yapıyor ve bu yeni başlamış bir şey de değil. Yirmi beş sene önce
bir arkadaş, Cemaat yurdunda bir abinin kendisini tekfir etmeye varan sözler
söylediğinden şikâyet ediyordu. Daire abisi “müdür beyin emriyle” milletin
dolabını karıştırıyordu, günlüğüme yazarken ne yazıyorum diye tarassut
ediyordu. Bizzat müdür bey öğrenci telefonda konuşurken kulak kabartıp, üstüne
yorum yapıyordu. Sohbetlere devam ettiğim dönemde, neredeyse bir kilometre
öteden koşup yanıma gelen abi, sohbetleri bırakınca burnumun dibinden selam
vermeden geçip gidiyordu. Bugüne gelince, daha bir hafta olmadı, kendini bilmez
birisi Faruk Beşer hoca’ya Twitter’da “Kur’an dersin batsın” diye çemkireli.
Edeb ya hu! Bu mu yani gelenek?
İnsanların birbirini hain diye itham etmesi Türkiye için
“klasik” bir durumdur. Parti yandaşlarının, Cemaat ehlini tekfiri, Selefilerin
sistematik tekfirinden ziyade bir itinasızlık, cehalet, zevzeklik saikiyle
yayılıyor. Türkiye’nin kültürel kodları zaten ciddi bir aşınmaya uğramıştı, ama
“İslamî” cenah üzerindeki baskının kalkmasıyla, sosyokültürel durumun
değişmesiyle rezalet hepten ortaya döküldü. Sembolik şiddeti körükleyenler daha
ziyade gömlek değiştirmiş “eski selefiler”, ama diğer cenahta da buna ayak
uyduran ve fazlaca göze batan isimler yok değil. İspatlanmamış ithamlar
karşılıklı havada uçuşuyor.
Gücün hakkın önüne geçmiş olması bakımından taraflardan
birini mahkum edip diğerini aklamak mümkün değil. Birbirlerini aratmıyorlar.
Usûlsüzlük, üslûpsuzluk bir tarafa has değil, al birini vur öbürüne. Tecessüs
mü gelenek? Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) itikadi konularla
bağlantılı olarak Nasranilere karşı yaptığı mülaaneyi, Müslümanlara karşı
yapmak mı gelenek? Müslüman kadınları zina imasıyla aşağılamak mı gelenek?
“Ululemre” itaat etmeyip güç çekişmesine girmek mi gelenek? İktidar ne kadar
“Emevi modeli” hareket ediyorsa, Cemaat de o kadar “Şia modeli” hareket ediyor.
Üstelik ironik bir şekilde, “Emevi modeli” bu ülkenin geleneğine “Şia modeli”
kadar uzak değildir. Geçiniz efendim…
Gelenekçilik-“Siyasal İslamcılık” kutuplaşmasında,
geleneğin tarafında durabiliriz. Ama gelenekçilik ile geleneksellik birbirinden
farklı kavramlar. Cemaat yapılanmaları irşad faaliyetiyle sınırlı değiller. Her
vakit iktidarlarla temas halinde oldular. Kimi Demirel ile al gülüm ver gülüm
oynadı, kimi Özal ile, kimi Erbakan ile. Tarihte ulemadan, meşayıhtan hangisi
siyasi iktidarı etkilemek veya yönlendirmek maksadını da içine alacak şekilde
kıtalararası “Movement” kurmuş? İyidir, kötüdür, ayrı mesele, ama gelenek falan
değil bu.
Yerli İslamcılığın ithal İslamcılığa nisbetle, gelenek
karşısında çok daha sahih bir yerde durması, teori açısından mühim bir faktör.
Ancak Türkiye’nin bugünki manzarasının bununla bir alakası yok, topyekün bir tefessüh
var, tamamen teorilerden bağımsız bir şekilde. Bu tefessüh şu ya da bu cenaha
bağlı olmaktan kaynaklanan farklardan ziyade, hepimizi birleştiren, aynı
toplumun insanı olmakla alakalı hususlardan kaynaklanıyor. Televizyon, kutu
kola, kredi kartı, arabesk ve benzeri bir sürü şeyden bahsedebilirsiniz, daha
derûnî hususlara temas edebilirsiniz, ama Said-i Nursi veya Cemaleddin Efgani’nin
bu olup bitenle pek alakası yok. Meseleyi fazla kategorik düşünmemek lazım,
kategorilerin dışında işler oluyor.
İki cenahtaki kardeşlerimiz de “bizdendir” ve zannımca her
iki cenahta da kahir ekseriyetin niyeti sahihtir. Bu kavga bize yakışmıyor, dost
acı söyler, sürç-i lisan eyledikse affola.