Eski dostum Avşar Çelik ile blog sitesindeki
fikir teatilerimiz sırasında yazdıklarımı toparlayıp müstakil yazılar halinde
neşretmeyi düşünüyordum. Baktım başa çıkmayacak, ham halde arz ediyorum. Arada
kopukluklar olabilir, kusura bakmayın; az edit bol laf, buyurun efendim…
(Biraz
abartıp başlığa “Evrensel Ahlâk Kavramının Reddi Hakkında Risale” de
yazabilirmişiz…)
***
Düşünceyi kahve değirmeni veya kıyma makinası gibi
bir araca benzetiyorum. Bir formda aldığınız girdiyi başka bir forma
dönüştürmeye yarıyor, ancak girdi yaratmıyor, girdilerimizi başka yollarla
ediniyoruz.
Hangi davranışların iyi, hangilerinin kötü kabul
edilmesi gerektiği konusunda evrensel kabul gören bir tanım yok. Kavga çoğu zaman
düşünce makinasına girdi sağlayan zeminlerin 'keyfi' oluşunu gözardı edip,
birini evrensel saymaktan kaynaklanıyor.
Pratik meselelerin çözümünün, öncelikle zorunlu
standart takıntısını geride bırakmakla olacağını düşünüyorum.
Ahlak iyi davranmaktır, ahlak kötü davranmamaktır,
bu ifadeler gerçek bir tanım olmaktan ziyade mantıksal bir fasit daire ifade
ediyor. Baba kavramını oğulla açıklarken, oğulu da babayla açıklamak gibi. Gerçek
bir tanıma ulaşabilmek için iyi/ kötü ne anlam ifade ediyor, bunu ortaya koymak
gerekir. Bunu yapabilmek için de düşünce makinasının kendi başına üretemediği
girdilere ihtiyacımız var, yani ispata gerek duymadan baştan doğru kabul
ettiğimiz önermelere, inançlara, değerlere... Bunları kullanmadan salt düşünce
makinasını kullanarak çözüme ulaşabildiğini savlayan tavır, ilk adımı gözardı
ediyor demektir. Özetlersek, bana önkabullerini söyle, sana ahlak anlayışını
söyleyeyim...
İyi davranmanın “objektif” tanımı yapılıyor. Öncelikle
evrensel doğru saydığın birtakım önkabuller alıyorsun. Mantıksal olarak
herkesin bunu onaylamak zorunda olduğunu varsayıyorsun. Hatta mümkünse bunu
tartışmaya açmaksızın, zaman zaman da bir tür şuur dışı kabul şeklinde
yapıyorsun. Aynı kabulü paylaşanların piyasası güçlüyse gayet de güzel prim
yapabiliyor bu davranış.
İyinin ya da yararlının mutlak anlamda objektif bir
tanımı da yoktur. Yapılan her tanım önkabullerin doğru olduğu varsayımına
bağlıdır. Kerametimiz kendimizden menkul hep, bu yüzden mod kaça göre
konuşulduğu not edilmediğinde tartışma anlamını yitiriyor. Biriyle zemini
paylaşabildiğiniz oranda anlamlı bir iletişim kurabiliyorsunuz. Ortada dile
getirilmeyen önkabuller oldukça ancak havanda su döveriz. Farklı zeminlere
dayanan muhatapların münazarası, gölge boksundan öte bir şey değil.
Muhakeme ancak girdilerle mümkün. Akıl, bir
formdaki girdileri başka bir forma dönüştürmeye yarar, girdi yaratmaz. Mantık ahlakı
belirleyebilmek için girdileri dönüştürme, işleme fonksiyonunu yürütür. Girdi sağlamaz.
İnsan aklının bu girdileri kendi başına elde edebileceği, bir inanç. Yani bir
mantık işlemi değil, o işlemi yapabilmek için işe başlayabileceğimiz
girdilerden biri. Buna inananlar genelde bunun bir inanç olduğunu gözardı
ettikleri için, mantıksal süreçlerin zorunlu bir parçası gibi gördükleri için,
bu noktadan yapılan itirazları, bütün olarak akla itiraz gibi algılıyorlar. İnsan
davranışı ile ilgili sorumluluk aklın işleyişine bağlı değil, hangi verilerden
yola çıktığına bağlı. Mahkemeler aklı, baştan doğru kabul ettikleri verileri
hayata geçirmek, mevcut durumlara uygulamak için kullanır.
Standart kavram takımları, önkabullere bağlı olarak
oluşturulan kümeler. Girdileri ortak olarak kabul eden çevreler için bağlayıcı,
ancak onlar için standart. Evrensel standart değil. Hayat, mülkiyet, hürriyet kavramlarını
temel alan takım, bu takımı hangi noktadan, hangi peşin kabullerden, hangi
inanıştan yola çıkarak elde ediyor? Eğer ben aynı zemini paylaşmıyorsam benim
için hiçbir anlamı olmaz. Kısmen paylaşıyorsam kısmen anlamı olabilir. Farklı zeminlerden
yola çıkarak aynı takımlara ulaşılabilir mi? Bu olabilir, ama genelde iş
uygulamaya döküldüğünde yorumlar çok farklı olabiliyor. Günlük hayatın alet
çantası, kullanılan kavramların temellendirilmesinin tamamlandığı ve ilgili
topluluk tarafından ortak olarak kabul edildiği varsayımına bağlı olarak
işliyor. Sanık, suç, ispat, masumiyet, iddia vb kavramları pratikte
kullanabiliyor olmamız, bu kavramlarla oluşturduğumuz kurgunun arkasındaki
zemini paylaşıyor olmamızdan kaynaklanıyor. Sözgelimi evren tasarımımızda
bireyleri birbirlerinden bağımsız antiteler olarak yerleştirmiş olmamız, suçun
ve cezanın bireyselliği noktasına getiriyor bizi. Oysa bir kişinin işlediği
eylemi bütün bir ailenin suçu olarak gören ve cezayı da hepsine birden veren
bir sistem de tasarlayabilirdik. İkinci sistemin farklılığı, sistemi
oluşturanların akılsızlığından kaynaklanmıyor, ama mesela aileyi tek bir ruhu
olan ortak bir antite gibi algılıyor olmalarından kaynaklanıyor olabilir. Kültürler
arasındaki farklılıklar, aklı kullanma becerilerinin farklı seviyelerde
olmasından ziyade, aklı işletmek için seçtikleri temel verilerin farklılığından
kaynaklanır.
Görecelilik de facto durum. Mantıki muhakeme
mantığın kendisinden başka gereçlerin varlığı halinde mümkün. Bu yüzden akıllar
pazara çıktığında herkes kendi aklını beğeniyor, çünki herkes aklını başka
girdilerden faydalanarak işletiyor.
Bu bağlamda dinin insanlara akıl yoluyla elde edemeyecekleri
girdileri sağladığı söylenebilir. Standart kavramı da bu girdilerin kabul
edilişi oranında geçerli olabilir.
İçtihat aklın ve naklin birlikte kullanıldığı bir
kurumdur. Temelde kıyas mekanizmasına dayanır. Yani, açık hükmünü bulamadığınız
bir meseleyi, açık hükmü olan bir meseleyle karşılaştırır ve sonuca varırsınız.
Açık hükümler muhakeme dışı temel girdilerimiz olan ayet ve hadislere dayanır. Dolayısıyla
sonuçta içtihadınız da ayet ve hadislere dayanır. Yaptığınız işlem vahiy
dairesinin dışında değildir. Vahiyden bağımsız bir değerlendirme yapmazsınız. Aklınızı
vahiy girdisine dayanarak yeni durumu açıklamak için kullanırsınız.
Akıl/ nakil ikileminde nakil derken kastedilen, o
alandaki temel bilginin vahiy yoluyla elde edilmiş olmasıdır. Akli ilimler/
nakli ilimler ayrımı da bu esasa göre yapılır. Din bilimleri dediğimiz
bilimlerin hepsi nakli ilimler kabul edilir, bu alanda peygamberin aracılığı
olmadan bir şey bilmek mümkün değildir. Akli ilimler ise temel girdilerini
gözlem yaparak edinebileceğiniz ilimlerdir, tıp veya ziraat gibi.
***
Aklı "işlem melekesi değil girdi" olarak
kabul etmiyorum, akıl girdileri dönüştürmeye yarayan bir araç. Tam olarak bir
işlem melekesi. İşlediği girdileri üretmiyor, dönüştürüyor. Ancak sadece akla
dayanarak bir ahlak ortaya koymaya çalışanlar -ki bence hata ediyorlar- aklın
veri dönüştürücü fonksiyonuyla yetinmeyip, girdilerin edinilmesi görevini de
akla yüklemiş oluyorlar. Dolayısıyla bu -benim inancımdan farklı- bir inanç
oluyor. Ben aklın ahlak konusunda üzerinde işlem yapacağı temel verileri vahiy
yoluyla sağlaması gerektiğine inanıyorum. Başkaları ise akıl yoluyla temel
verilerin sağlanabileceğine inanıyorlar. Dolayısıyla akla, benim yüklediğim
inanç malzemesini işleme rolüne ek olarak, inanç malzemesi sağlamak gibi ek bir
rol daha yüklemiş oluyorlar. Bunu yapanların en azından bir kısmının gaflet
ettiklerini düşündüğüm bir nokta var. İki ayrı fonksiyon için de aklı Kullandıkları için, ortada iki ayrı fonksiyon
olduğunu fark etmiyorlar. Hiç inanç kullanmadan salt muhakeme yoluyla bir ahlak
elde ettiklerini sanıyorlar. İnançtan bağımsız bir süreç sürdürdüklerini
sanmaları, inandıkları bazı şeylerin inanç olduğunu görememelerine sebep
oluyor. Söze kahve değirmeni veya kıyma makinesi diye bir teşbihle başlamıştım.
Analoji labirentlerinde kaybolma tehlikesini göze alarak teşbihi bir nebze daha
genişletelim. Zeyd bin Amr metal öğütücüye buğday döküyor ve öğüten ile
öğütülenin farkını görebiliyor. Jeremy Kant ise buğday yerine metal tozu
kullanıyor, bu yüzden öğütülen ile öğütenin farkı konusunda net bir kavrayışı
yok.
Kültürler arası çıktı çeşitliliği, muhakemedeki, aklın
işletilmesindeki yeterlilik farklarından çok, girdilerin çeşitliliğine
dayanıyor. Bu bağlamda "akletmez misiniz?" sorusunu "neden
girdileri doğru dürüst işlemden geçirmiyorsunuz?" sorusunun karşılığı
olarak değerlendirebiliriz. "yanlış çıktı" elde etmenin bir yolu,
"yanlış girdi" kullanmaksa, diğeri de dönüştürücüyü yanlış kullanmak.
Neye inanacağımızı seçerken akıldan da
yararlanabiliyoruz ve doğru olan da bu. Ancak inanç salt akılla ilgili bir konu
değil. İnanç sadece düzgün bir muhakemenin sağladığı mecburi sonuçlara ulaşmak
olsaydı, düzgün işleyen bir aklı olan herkes aynı şeylere inanırdı. "gaybe
iman" kavramı üzerinde biraz düşünmek gerek. Elimizdeki veriler bizi bir
şeyi kabul etmek mecburiyetinde bıraksaydı, buna inanmak demezdik.
Katilin kendi içinde tutarlı olmasını masumiyet
delili saymamak güzel bir örnek. Tutarlılık akılla ilgili bir konu. Dönüştürücüyle
ilgili, girdiyle ilgili değil. Yanlış bir noktadan hareket ettiği için, doğru
bir muhakeme sürdürse bile doğru sonuca ulaşamıyor katilimiz. Kendi içinde
mantıklı olmak onu masum kılmıyor. Gerçekten kendi içinde tutarlıysa, yanlış
sonuca ulaştığına göre, yanlış noktadan hareket etmiş demektir, hareket
noktasını reddettiğimiz için fiilini meşru bulmuyoruz. Yaptığı işi kendi
başlangıç noktamıza göre kötü kabul ediyoruz. Seçtiği başlangıç noktası
üzerinde tutarlı bir muhakeme yürüterek bir sonuca varmışsa, kendi açısından
yaptığı kötü bir iş olmaz.
Bana göre "din" olmadan ahlak olamaz,
evet; İslam, Hristiyanlık, Budizm veya Materyalizm ve Hümanizm... Girdi teşkil
eden değer kümelerinin her birini ayrı bir din olarak değerlendirebiliriz. Bunu
"inanç" olmadan ahlak olmaz diye de ifade edebiliriz.
Marksistler girdi dayatma yönteminde yanılmış
olabilirler. Girdi alanı dayatmaya en dirençli alan, dayatmanın en kolay ters
tepebileceği alan. Beyin yıkamayla bir yere kadar gidebiliyor insan. Ama bu bir
yer uzunca bir yer de olabilir. Sovyetlerin dışında da girdi dayatma yöntemini
kullananlar var, bütün Batı dünyası yapıyor bunu, ama daha "soft" ve
de "sofistike" metotlarla. Bu yüzden zihnin dayatmayı kusma süresi
uzayabiliyor. Belki de Ruslar, parti komiserleri yerine Amerikalılar gibi
televizyon kullanmalıydılar. Kullanmışlarsa bile, iyi kullanamamışlar demek ki.
Çuvallamak için bir sürü farklı yöntem var, temel girdilerinizi dönüştürüp
sonuçlar elde etme sürecinde hata yapmış da olabilirsiniz, temel girdilerinizi
insanlara benimsetme sürecinde de. Ezcümle Marksistler örneği aklın girdi
yaratmadığı, dönüştürdüğü yönündeki iddiayı çürüten bir örnek değil.
***
Sınır çizen bir kural, bir tanım
belirleyebiliyorsan, ne iyilikleri ne de kötülükleri tek tek tanımlaman
gerekmez. Bir sınır çizilebiliyor olması, zaten iyi alanıyla kötü alanının
birbirinden ayrıldığı anlamına geliyor. Bu sınırı çizen bir prensibimiz varsa,
tek bir prensiple bütün muhtemel olayları, tek tek incelemek zorunda
kalmaksızın sınırın bir tarafına yerleştirmiş oluyoruz demektir. Özel olaylarla
karşılaştıkça da kuralla uygunluğunu denetleyerek sınırın hangi tarafında
kaldığını belirleriz. Önemli olan böyle bir sınır çizebiliyor muyuz, bunu
anlamak. Çember dediğimiz nesne bir adet merkez noktası koordinatları ile bir
adet yarıçaptan oluşur. Merkez noktayı ve yarıçapı biliyorsanız koordinat
düzlemindeki bütün noktaların çemberin içinde mi dışında mı kaldığını icmalen
biliyorsunuz demektir, hiçbirini ayrıca tanımlamaya gerek kalmaz. Tafsilat gerektiği
zaman da verilen noktaya kuralı uygulayarak çembere göre pozisyonunu
belirlersiniz.
Çember örneği, girdi-işlem-çıktı anlayışını
açıklamak için de kullanılabilir. Girdimiz merkez noktanın koordinatları ve
yarıçap hakkındaki kabulümüz. Bu veriler elde olduğu zaman aklımızı kullanarak
herhangi bir eylemin iyi mi kötü mü olduğunu hesaplayabiliriz. Ama aklımız bize
merkez nokta koordinatlarını bildirmez, yarıçapı da bildirmez, bunu inanç
yoluyla ediniriz.
İyi ve kötü arasında sınır çizmek pratikte çember
çizmekten biraz daha karmaşık bir iş. Böyle bir sınır hangi yolla
belirlenebilir? Ya temel verilerinizden yararlanarak sınırlı sayıda kötülük
tanımlar ve alanın sınırlarını bunlarla işaretlersiniz. Bu size az sayıda yasak
sağlar. Kötülüğü belirtilmemiş her şey otomatik surette iyi sayılır ve pratikte
sayısız miktarda serbestlik sağlamış olursunuz. Ya da iyi olanı sınırlayarak
başlar ve bolca yasak elde edersiniz. Veya karma bir metot kullanırsınız. İyi olduğu
ve kötü olduğu açıkça belirtilmiş bir seri eylem açıklarsınız. Bunlardan
iyilere benzeştirilebilen eylemlerin iyi, kötülere benzeştirilebilenlerin de
kötü olacağını açıklayarak potansiyel konulara zemin hazırlarsınız. Son olarak
hiçbirine benzeştirilemeyenlerin hangi tarafa dahil edilmesi gerektiğini
söylersiniz, sisteminiz tamamlanır. Herhangi bir şeyi iyi veya kötü olarak
tanımlamanız, zıddını da zımnen söylemeniz anlamına geldiği için, aslında iyi ile
kötünün kavramsal olarak çok farkı yok diye düşünüyorum. Özel olarak hangisini
bildirdiğin, hangisine daha sınırlı bir alan bırakacağınla ilgili.
"serbest olduğu bildirilmemiş her şey yasaktır" anlayışı sıkıcı ve
zor uygulanır bir anlayış, ama tutarsız değil. Acaba insanlar
"gerizekalı" oldukları için mi Amish oluyorlar? Aslına bakarsan
sayıları oran bakımından bu kadar az olmasaydı, hayatları çok daha kolay
olacaktı. İnanışlarının "cazip" olmaması tek başına hatalı
olmalarının delili değil. Ezcümle "a iyidir" demek "a'
kötüdür" demekle eşdeğer, "b kötüdür" demek, "b'
iyidir" demekle eşdeğer. "kötülük yapma" emri zımnen
"iyilik yap" emrini de içeriyor ve tersi de doğru.
***
Temel hakların kökenini açıklayamamak onları
mantıki bir mecburiyet olmaktan çıkarır, birer "kabul" haline
getirir. Epistemolojik açıdan temel haklar öğretisi ile “priştinal force*”
öğretisini farklı yerlere koyamıyoruz anlamına gelir. Doğruluğu ispatlanamayan,
ispatsız olarak doğru kabul edilen bir başlangıç noktası haline getirir ve ortada
evrensellik kalmaz. Çıktılarınızın doğruluğu girdilerinizin doğruluğuna
bağımlıysa ve insanları girdilerinizi paylaşmaya zorlayamıyorsanız, bütün
sorgulamanız "önkabullerimizin doğru olduğunu varsayarsak" parantezi
içinde kalıyorsa, söylediklerinizi ancak temel değerlerinizi paylaşanları
bağlar.
(priştinal force tartışma sırasında
uydurduğum hayali bir sistem: İnsan ruhu priştinal force üzerindeki kriştinal
çakra dalgalanmalarından ibarettir ve mutluluğu dalgalanmanın ana akımla
ahengine bağlıdır. Eğer ona ahengini bozacak bir eylemde bulunursanız,
trapezüsyon kilitlenmesinden dolayı ebediyen acı çekebilir. Ahengi bozan
eylemlere örnek olarak, insanın karşısında esnemeyi gösterebiliriz. Esneme atık
titreşimlerin boşaltılmasıdır ve belirli bir açıdan az bir doğrultuda bir
insana yöneltilirse doğrudan doğruya ruhunu etkiler. Bunu onun da esnemeye
başlamasından anlayabiliriz. İnsanların yüzüne karşı esnemek affedilemez bir
suç ve önlenmesi gereken bir zarardır.
Ramjdaghar hashato, grupriştnaraya'nın priştinal
force'un yeryüzündeki saf yansıması olduğuna inanıyor. Onun direktiflerinin
uygulanmasını evrensel ahengin sağlanması açısından elzem kabul ediyor.
Grupriştnaraya'ya göre göğe doğru hapşurmak ahengi bozan bir şey ve yol açtığı
zararı gidermek için bunu yapanın yanağından bir makas almak gerekiyor. Eğer
hashato gerçekten elemanın saf yansıma olduğuna inanıyorsa ve makas alma
direktifini gerçekten ortaya koyduğuna inanıyorsa, M. M. M. R. Gonzales göğe
doğru hapşurduğunda ondan makas almakla kendi açısından gayet iyi bir şey
yapmış olur. Oysa gonzales'in inancına göre "destur tü tü tü" demeden
yabancı bir insana dokunmanız onun animasına zarar veriyor. Bu durumda
gonzales'e göre hashato kötü bir iş yapmış oluyor, istediği kadar kendi içinde
tutarlı olsun...)
Hemen hemen bütün ahlak sistemlerinin örtüştüğü
noktalar var. Bu tespit bütün bu sistemleri tek bir teoride, tek bir prensipte
toplayabilme iyimserliğine sebep oluyor sıklıkla. Halbuki bu kadar çok zıt
sistemi, tek bir üst sistemin versiyonları gibi algılayıp birleştirmeye
çalışmak beyhude bir çaba. Elde edilen prensipler uygulamada herhangi bir yere
çekilebilecek içeriksiz soyutlamalardan ibaret. Bütün insanların zihinleri
benzer şekilde çalışıyor, ama bu mekanizmayı nasıl yönlendirmek gerektiği konusunda
mutabakat yok. Otomobiliniz hal diliyle size gaza ne kadar basmanız gerektiğini
söyleyebilir. Sizden bağımsız fizik yasaları gereğince sözkonusu bir fren
mesafesi vardır ve bu hızınızla orantılıdır. Bulunduğunuz şartların
gerektirdiği hızı aşarsanız bir yere çarpmanız muhtemeldir. Ancak otomobiliniz
size kavşaktan hangi yöne döneceğinizi söyleyemez, rotayı ona siz
bildirirsiniz. Gedik'ten çıkınca sağa mı yoksa sola mı dönmelisiniz? Arabanız Çavdır'a
mı yoksa Tefenni'ye mi gitmek istediğinizi bilemez... (Arabasının yolu
bildiğini iddia eden vatandaşları şimdilik dikkate almıyoruz.)
***
Bir "hakikat" var elbette ve insanoğlunun
her şeyi gibi, bu hakikate ulaşmak yolundaki vasıtaları da sınırlı. Nereye varabildiği
de bu sınırlılığa bağımlı. Vasıtaların sınırlı olmaları önemsiz olmaları
anlamına gelmiyor. Duyularımız da sınırlı, ama çok işimize yarıyorlar;
çalışmadıkları zaman zor duruma düşüyoruz. Doğru önkabullerden hareket etseniz
bile, muhakemeniz hatalıysa, yanlış yere çıkarsınız. Muhakemenin görevi temel
verileri doğru yorumlamak, aklın anlamı da bu. Mutlak olanı yardımsız
bulamıyor olmak, aklı anlamsız kılmaz.
Teoride örtüşmeyen sistemlerin pratikte az çok
örtüşebildiklerini görüyoruz. Niye öyle olduğuna dair birbiriyle örtüşmeyen pek
çok teori üretilebilir. Pratik durumun bu olması, teori konusunda havanda su
dövmeyi bırakıp pratik mutabakatın peşine düşmek gerektiğini gösteriyor. "Öldürme!"
emrinde birleşebiliyorsanız, bunun sebebinde birleşmeniz gerekmez. Düzeni,
barışı sağlayabiliyorsanız, herkesin gerekçesi kendine... Örtüşen noktalar
kadar, örtüşmeyen noktalar da olabiliyor. Vicdanların ayrıldığı noktada ortak
bir hattıharaket bulabilmek için, toleransa ihtiyacımız var, ciddi ve
iyi niyetli müzakerelere ihtiyacımız var, herkesi toplayacak bir teorik
çerçeveye değil. Olsa daha kolay olurdu işler, ama yok.
Rahatsız edici olan şu: amcalar tümden geliyorlar,
ama hangi tümden geldiklerini doğru dürüst söylemiyorlar. Kendi tümlerinden
gelirken, herkesin tümünden geliyormuş gibi yapıyorlar, böylece kendi tümlerini
gizlice dayatmış oluyorlar. Dile getirilmemiş varsayımlar, hayati dönüm
noktalarını, ciddi yol ayrımlarını işaretleyebiliyor. Mesela bazı etikçiler
insan hayatının değeri konusundaki sorgulamalarına John Locke'tan başlıyorlar
ve hayatın değerli olabilmesi için, hayat sahibinin kendi hayatına bir değer
atayabilecek zihin kapasitesine sahip bulunması gerektiğini söylüyorlar. Böylece
embriyonun tavuktan farklı bir değeri olmuyor, böylece kürtaj ahlaki bir eylem
oluyor. Oysa Locke'un kişi tanımına gelinceye kadar, üzerinde mutabakat
sağlanmamış, ama sağlandığı dile getirilmeden varsayılmış bir sürü nokta var. Bu
amcalar "mümkün varlıklara değer atayacak bir mecburi varlık
bulunmadığını varsayarsak (daha kısa bir ifadeyle Tanrı'nın
varolmadığını farzedersek)" şeklinde de başlayabilirlerdi
sorgulamalarına. Sorgulamanın seyrinden bunun önkabullerinden biri olduğu
anlaşılıyor. Bu da üzerinde mutabakat olan bir konu değil. Görüşlerin geçerliliği
bu noktada kabul veya red duruşunu benimsemenize bağlı. Öncüllerinizi doğru
bulmayan birinin çıkarımlarınızı da doğru bulmayacağı açık. Bu amcalar bu
varsayımın evrensel bir gerçek olduğunu mu düşünüyorlar da, sözünü etmeye gerek
görmüyorlar? Değerlendirmeye esas alınması gerekenin tür değil birey olduğu,
her şeyi birey ölçeğinde sorgulamak gerektiği başka bir dile getirilmemiş
varsayım. Halbuki bu konuda da insanlar mutabık değil. Değer konusunun
kesirli şekilde değil de 0/1 (evet/ hayır) şeklinde anlaşılması gerektiği
başka bir varsayım. Ölüm ve hayat arasındaki mutlak aykırılık bir diğer
varsayım. Çokbilmiş amcalara göre, kendinize ait bir tavuğu, canını yakmamak
kaydıyla hiçbir gerekçe olmadan öldürebilirsiniz. Tavuk kendi hayatına değer
veremez ve hayatının bir değeri yoktur. Halbuki düşünmeye onlardan çok farklı
noktalardan başlayan bir Çeroki, "gidişat"tan, "tabiat
ana"dan bahsederek, ancak ihtiyaç duyduğunuz takdirde -mümkünse özür
dileyerek ve hayat amacını şereflendirmek için bunu yaptığınızı söyleyerek-
öldürebileceğinizi söyleyecekti. Ona göre değer taşımak için tabiatın bir
parçası olmak yeterli olacaktı. Yahut bir derviş olsa karşımızdaki, her şeyin
zikrettiğini söyleyerek, bir ot parçasını bile yolmamızı doğru bulmayacaktı. Amcaların
bir Tanrı inanışı yok diye, başkalarının da (Çerokiler ne diyor bilmiyorum,
ama) "wakan tanka" inanışını veya "Yaradan" inanışını işe
karıştırmamalarını beklemeleri adil mi?
Değerlerin seçilmesi kadar, aralarındaki
sıralamanın seçilmesi de mantık ötesi bir konu. Kürtaj konusunu tartışan
pro-life ve pro-choice kanatlarının her ikisi de her iki değeri
de benimsiyor, ancak bir tarafa göre hayat daha önemli bir değer, diğer tarafa
göre özerklik. Sıralama konusundaki alternatiflerden birini zorlayacak bir
mantık olmadığı için de bitmeyen tartışmalarla havanda su dövülüyor.
Özetle düşünce işleminin malzemesinin hangi
pazardan alındığı düşünce işleminin dışında bir konu ve hakikat tek olsa da
hakikate dair görüşlerin insan sayısı kadar olabileceğini, herkesi bir hizaya
getirmenin mümkün olmadığını kabul etmek, meselenin tabiatını anlamak açısından
önemli.
Standart konusuna gelince, zor olan o işte, birçok
farklı standart var ve hangisinin en hakiki gerçek esas doğru standart olduğunu
belirlemek için evrensel kabul gören bir metodumuz yok. Düşünce işlemi "x,
y ve z olduğunu varsayarsak" parantezi içinde yürütülüyor. Liberalizmin Sosyalizmden
daha adil olduğu fikrine "kendi nokta-i
nazarımdan" ben de katılıyorum, ama evren tasarımını "her insanda
ortak olmayan bir sınıf gerçeği" gibi bir şey üzerine kurmuş olan, sebebi
isterse şartlandırma, beyin yıkama olsun, bunu bir inanç olarak benimsemiş bir Sosyalisti
bağlamaz eleştirilerin. Ama onun için bu inançtan daha temel özelliği olan bir
zemini paylaşabiliyorsanız ve ona sözkonusu inancının temel inancıyla
çeliştiğini mantık yoluyla gösterebiliyorsanız, sorgulamanız anlamlı hale
gelir.
***
Tümdengelimi bir yana bırakıp tümevarım kullanmayı
deneyebiliriz. "kardeşim sosyal bilimcilerin şu şu örneklemler üzerinde
yürüttüğü saha araştırmaları ve de deneme yanılmalar ve de şunlar bunlar
gösteriyor ki m miktarda Sosyalizm t zamanda n miktarda acı üretmektedir"
diyebiliriz mesela. Adam "hadi ya, tüh, ben bi düşüniyim, acı
üretilmemesi benim için önemli bir değer" diyorsa ne âlâ, "üretsin
varsın abijim, zafere çeken kutsalda gidilen çile yoldur" diyorsa,
kafasına bir adet zopa ekleştirmekten başka "ikna" metodu yok. Bu yüzden
konu hep dönüp dolaşıp kimin sopası büyük meselesine bağlanıyor. Evrensel
standart olabilseydi, bu kadar çok savaş çıkarabilmek için ortalama insan zekâsının
ortalamanın çok altında olması gerekirdi.
***
Tutarlı her sistem doğrudur demiyoruz, tutarlı her sistem kendine göre
doğrudur diyoruz. Adaletin anlamı da sistem içinde tanımlandığı için Sosyalist
bir sistem de en az Liberal bir düzen kadar adil olabilir. Şu farkla birinin
adalet dediğine diğeri başka bir şey der. Aşkın bir değerler kümesi olmadan
aslında hangi sistemin adil olduğunun ortaya konamayacağını düşünüyorum. Değerler
kümelerinden hangisinin aşkın olduğu konusunda insan kanaatlerinin bir noktada
birleşemediğini söylüyorum.
Doğru ve yanlışa dair yargılarımızda sadece
insanların tutarlı olup olmadığına bakmıyoruz. Onların inançlarını da
yargılıyoruz. Ancak bütün insanların ortak zemini mantık ve onunla sadece
tutarlı olup olmadıklarını yargılayabiliyoruz. İnançlarını yargıladığımız zaman
bizi iplemiyorlar, çünki inançlarını yargılarken ortak zeminin dışına
çıkıyoruz. Sistemleri yargılarken kullandığımız araçlardan biri herkese göre
doğru sonuçlar üretiyor, diğeri bize göre doğru.
Akıl makinasında girdi olarak temel haklar inancını
kullanırsak oldukça geniş bir mutabakat elde etmemiz sözkonusu olabilir. Ama bir
sistemin Sosyalistlerden başka herkese göre Sosyalizmden daha iyi olması, benim
o sisteme potansiyel itirazlarımı ortadan kaldırmaz, onu benim için
gerçeğin ölçüsü haline getirmez. Çok-kültürlü ortamlarda, kültürel çerçevelerin
örtüşmemesinden dolayı, kavga etmeden bir orta yol bulabilmek için kullanılan
bir eğreti çerçeve haline getirebilir. Doğru olduğu için değil, kullanışlı
olduğu için kullanılan bir çerçeve olarak iş görebilir, vaziyeti idare
edebilir. Yine de birileri bunu bana evrensel doğru, mantıksal zorunluluk
olarak dayatmaya kalkarsa "de get" deme hakkımı saklı tutarım. Yine de
bu yaklaşımın her şeyi çözmesini beklememek lazım, hepsi de temel haklara
inanan pro-life'çılarla pro-choice'çular, bunca zamandır embryo konsolos mudur,
manav mıdır, bir görüş birliği tesis edemediler. "moral status of human
embryo" lafını gördüm mü öğürme geliyor artık... Filezoflar senin dediğini
söylemiyorlar, öz hakiki gerçeği ispatlıyoruz ayağına yatıyorlar. Biri çıkıyor
temel haklar doktrininin bebeğin hayat hakkını üstün tuttuğunu evrensel bir
şekilde ispatladığını söylüyor, diğeri buna aynı doktrinin annenin seçim
hakkını üstün tuttuğunu ispatladığı iddiasıyla cevap veriyor. Anlatmaya çalıştığım
evrensel teorik ortak çerçevenin olmadığı, yoksa uygulamaya esas olacak bir
orta yol bulunamaz iddiasında değilim. Dediğim gibi öldürmemek ve çalmamak
gerekliliği üzerinde mutabık kalabiliyorsak, bunun teorik temeli üzerinde
mutabık olmamız gerekmiyor.
Her felsefe şu veya bu oranda kötülük üretiyor. Liberalizmin
Sosyalizmden daha insani olması, kötülük üretmediği anlamına gelmiyor. Modern toplumlarda
insanların geleneksel toplumlardan daha mutlu olduğunu söyleyemeyiz.
Toplumsal kuralların veya sezgilerin sunacağı
veriler, düşünce alanının dışında kalıyor. Farklı toplumların toplumsal
kuralları, sezgisel kabulleri belirli noktalarda yakınsayabildiği gibi, zaman
zaman doğu ve batı kadar ters de düşebiliyor. Uzak Doğu toplumlarının kuralları
insanlarda kanser olan hastaya gerçeği söylememenin, onun yerine ailesiyle
iletişime geçmenin adil olduğu sezgisini oluştururken, “Uzak Batı”
toplumlarının kuralları sadece hastayı muhatap almanın adil olduğu sezgisini
oluşturuyor. Toplumsal kurallar ve sezgilerle her konuda her yerde her zaman
geçerli ölçüler elde edilemiyor. Hangi akıl yürütmenin sonucunun adil göründüğü
konusunda dünya kadar çelişen görüş var. Muhakemeye başlamak için şu ya da bu
aksiyomu kabul etmek konusunda mantıksal bir zorunluluk yok. Tutulacak ortak
yolun teorik zorunluluk alanının dışında aranması gerekir.
***
Temel haklar doktrini ve din: İki açıdan bakabiliriz, birincisi elde bulunan n
maddelik bir temel haklar listesi, dinin hak olduğunu bildirdiği hususlarla
örtüşüyor olabilir. Bu durumda çelişkiden bahsedilemez, dinin söylediğini
doktrin de tekrarlamış olur. Zaten On Emir’den beri o liste çok değişmedi
zannederim. İkinci bakış açısı, temel haklar düşüncesinin arka planındaki
anlayışı kavramaya çalışmak olur ki onda çelişki bulmak mümkündür zannederim. Modern
Batı düşüncesi Materyalizm ve Hümanizm temelleri üzerinde yükseliyor bu temelin
esası, gözlemlenebilir olanın ötesini reddetmek, insan ölçeğini aşan her
"karar merciini" gözardı etmek, yok farz etmek, hesaba katmamak. Kendi
hayatını başkası tarafından var edilmiş ve kendisine emanet edilmiş bilen
birinin "borçluluk" duygusu ile, kendini hayatının ve kendisine ait
her şeyin mutlak hükümranı bilen ve hükümranlık sınırlarını ancak kendisi gibi
başka hükümranlarla sınırlandıran birinin "alacaklılık" duygusu
arasında bir temel çelişki… Görünüşe göre Batılı zihinlerde "Tanrı’nın
Krallığı" parça parça kesilip insanlara dağıtılmış, mülkün mutlak sahibi
tek bir tanrı yerine, kendi mülklerinin sahibi milyarlarca tanrı üretilmiş... Çok
farklı kaynaklardan çıkan yollar zaman zaman paralel seyretse de, zaman zaman
birinin hanyaya birinin konyaya dönmesi gayet mümkün görünüyor. Uygulamaya bakınca
da öyle görünüyor, Sosyalizmi Sovyet tecrübesiyle, İslam'ı Talibanla, Emevilerle
değerlendiriyorsak, temel haklar düşüncesini de Batı Avrupa-Kuzey Amerika
tecrübesiyle değerlendirmemize engel olacak bir şey yok. Gördüğümüz zaman zaman
insanı hayran bırakabilen bir intizamın yanında tahammül edilemeyecek pek çok
facia...
İkinci konu, bildiğim kadarıyla hukukta ana rahmine
düşen ceninin hukuki varlığı diye bir şey yok. Değişik ülkelerin yasaları
farklı, ama genellikle hukuki varlık doğumla başlatılıyor veya canlı doğum
şartına bağlanıyor. Kürtajı serbest bırakıp embriyolojik deneyleri yasaklayan veya
embriyolojik hayatın ilk iki haftasıyla sınırlandıran ülkeler var, her ikisini
de serbest bırakan ülkeler var. Bahsettiğin türde bir hayat hakkının tanınması
kürtajın bütün ülkelerde yasaklanmasıyla sonuçlanırdı. Pro-life gruplarının
yapmaya çalıştığı da bu, ama Batılı ülkelerde genelde annenin seçim hakkı,
embryonun hayat hakkından üstün tutuluyor. …
***
Mülkiyet hakkının kökenine bakmak bize ne
kazandırır? Mülkiyet hakkı olsun mu, olmasın mı" sorusuysa cevabını
aradığımız, bu nisbeten "kolay" bir soru; hangi yoldan giderseniz
gidin aynı sonuca ulaşmanız muhtemel, bu bakımdan fark etmiyor gibi görünüyor. Ancak
bu aşamada kavram fazlasıyla soyut, uygulamaya geçildiği zaman bu hak nasıl
yorumlanacak, nasıl hayata geçirilecek, diğer haklarla dengesi nasıl kurulacak
diye düşündüğünüzde arkaplan önem arz eder hale geliyor. Netekim her zaman her
yerde olan mülkiyet hakkının bin bir türlü versiyonu tespit edilebilir
zannediyorum. Mülk sahibi olmayı mutlak hükümranlık olarak gören, cemiyet
üzerinde baskın bir ferdin temsil ettiği uç nokta ile, mülkiyeti inkar eden,
fert üzerinde baskın bir cemiyetin temsil ettiği uç nokta arasında, dengeli
olduğunu kabul ettiğiniz noktayı nereye koyacaksınız, bu mülkiyeti kabul edip
etmeme konusu olduğu kadar, mülkiyetten ne anladığınızla ilgili bir konu aynı
zamanda. Diğer haklar için de benzer şeyler tekrarlanabilir, hayat hakkı
konusunda örnek verdik; kürtaj taraftarları hayat hakkını inkar etmiyorlar, ama
seçim hakkını daha üstün bir hak olarak görüyorlar, seçim yapabilecek zihin
kapasitesine sahip olmayı, salt hayatta olmaktan daha yukarıda bir yere
yerleştiriyorlar. Teknoloji yüzünden daha da karmaşıklaşan, ama her zaman
teorilerden daha karmaşık olan hayatın ürettiği sınırsız sayıda soruya, sınırlı
sayıda prensiplerden yola çıkarak cevap verecekseniz, bol miktarda yorum
yapacaksınız demektir. Bu durumda aksiyomlarınız istikametiniz açısından
belirleyici oluyor.
Hakikat ve doğru kavramları arasında fark
görüyorum. Hakikat tektir. Hakikate ulaşma iddiasındaki yollar sayısızdır. Bunlarının
her birinin aynı noktaya ulaşması mümkün değil. Böylece hakikat hakkında
yolların sayısınca farklı fikir oluyor, farklı doğrular oluyor. Aynalı oda
gibi, her camın arkasında bir suret görünüyor, ama sadece birinin arkasında
biri var. O hangisi, herkes başka bir şey söylüyor. Sadece insan kültürlerinin
yakınsadığı/ örtüştüğü alanlara odaklanarak tabloyu bütün olarak göremeyiz,
farklılaştıkları yönleri de hesaba katmalıyız.
Dini veriler, bugünün şartlarında ne kadar
uygulamaya konabilir? Birincisi sistemi baştan kendi verilerinize göre
kurgulamamışsanız, aksine birçok noktada size ters düşen bir anlayışla
kurgulanmışsa, sistem içinde kalarak her şeyi yapamayacağınız açık. Bu durumda
uzak bir hedef olarak "kendi sistemini kendin kur" anlayışını geliştirmeyi
deneyebilirsiniz. İkincisi, eğer şartlar sizi sistem içinde kalmaya zorluyorsa,
bu şartlarda neyi ne kadar yapabileceğinizi araştırır, meydan okumayı
göğüslemeye çalışırsınız.
Önümüzde duran bir medeniyet meselesi aynı zamanda.
Bin yıl önce şehir şehir dolaşan ortaçağ çerçilerinin, burgların kıyısında
kendine tırnaklarıyla yer açan küçük tacir ve üreticilerin, altına tapan Venedikli
düzenbazların, Yahudi simsarların, önce krallara yanaşıp derebeylerini, sonra
halkı ayaklandırıp kralları yıkan sermayedarların, bunların sözcüsü ve akıl
hocası filozofların, papazları kiliselerine, aristokratları şatolarına
tıktıktan sonra, kukla oynatıcısı gibi, gücü bürokratları ve politikacıları
vasıtasıyla kullanan sanayicilerin, tabiatı insanın düşmanı ve rakibi veya
sömürülmesi gereken bir şey gibi görüp, nakavt edinceye kadar uğraşan
teknolojinin emireri bilimin, aynı tahribatı insan tabiatına taşıyan sanatın
oluşturduğu bir yapının anahtar kavramlarını, hayat için temel çerçeve kabul
etmek zül değil mi?
***
Evrensel hukuk nedir, evrenselliğini nereden alır?
Medeni
derken antik Mısır veya Hint medeniyetlerini kastetmiyoruz elbette, mevcut Batı
medeniyetinin normlarına göre medeni devletler bahis konusu. Yani Batı Avrupa
kökenli milletlerin, bu memlekette ve Kuzey Amerika veya Avusturalya gibi
gittikleri diğer ülkelerde kurdukları devletler ve istisnai de olsa aynı
esasları uygulayan başka milletler, belki Japonya... Temel haklar
deyince de Aydınlanma’nın varlık, bilgi, ahlak ve siyaset felsefeleri
ile temellendirilen bir anlayıştan bahsediyoruz bu durumda. Yani adı geçen evrenselimiz
mesela Kant ile Konfüçyüs'ü ve Hammurabi ile Montezuma'yı aynı anda kapsamak
anlamında bir evrensellik değil, seçenekler arasında Kant vb lehine bir
seçim. O zaman -kanaatimce- bu hukuk, Fener Rum Patrikhanesinin ekumenik
olduğu kadar evrensel, en fazla; ya da D. Baykal'ın "Asya'da bir
göl" olduğu kadar...
***
Kendi paradigmamızın içinden bakarak ortaya
koyduğumuz düşüncelerin herkes için, her zaman için geçerli olduğunu hissederiz
çoğu zaman; taraflı olduğumuzu düşünmeyiz, "renksiz"dir
söylediklerimiz, "kızıl" veya "yeşil" değildir mesela. Bu hatalı
bir algıdır, hakikat bir bakış açısı meselesidir. Hakikatin kendisi tek
olabilir, ama insanların onun hakkındaki fikirleri, doğrularımız,
noktainazarlarımız sayısınca çoktur. Değerlendirmelerimiz ideolojiden bağımsız
değildir ve sadece bizimle aynı paradigmayı paylaşanları bağlar.
Evrensel kavramı iki ayrı nüansla kullanılıyor ve
ikisi sık sık birbirine karıştırılıyor. Biri gerçek bir kuşatıcılık, diğeri
farazi/ iddia edilen ama ispatı olmayan bir kuşatıcılık ifade ediyor. Birinci türdeki
evrensellik bilgi felsefesi açısından daha objektif bir konumu ifade ediyor. Mesela mantık kullanan herkes için bütün
parçadan büyüktür, bu evrenseldir. Öklit geometrisi kullanan herkes için bir
üçgenin iç açılarının toplamı, iki dik açıya eşittir, bu evrenseldir. Doğrunun ve
ispatlamanın anlamı hakkındaki tartışmaları bir yana bırakırsak, bilimsel bilgi
de az çok bu gruba girer, insan vücudunun normal iç sıcaklığı, saf suyun donma
sıcaklığından, saf suyun donma sıcaklığı ile kaynama sıcaklığı arasındaki
farkın yaklaşık %37'si kadar daha sıcaktır, bu da evrenseldir. İkinci türdeki
evrensellik, bu anlamda bir evrensellik değil, "God's Eye" şeklinde
bir evrensel "standpoint" bulamadığımız için sübjektif olmaktan
kurtulamayan faklı sistemlerin kendi içlerinde "dava" ettikleri bir
evrensellik, Katolik Kilisesi’nin evrensel hukuku ile Komünist Partisi’nin
evrensel hukuku hiç birbirine benzemez, ama ikisi de evrensellik iddiasındadır.
Bu noktada durup bilgi, ahlak, hukuk, siyaset
alanlarında insan zihninin işletim sistemi olan mantık nasıl çalışır
hatırlamamız gerek. Mantığın üzerinde çalışabilmesi için bir başlangıç
noktasına ihtiyacı var: bu ya gözlemdir, ya da değerlerdir. Doğanın ve
toplumların gözlenmesi bize bilimsel bilgi oluşturacak zihin faaliyeti için
veri sağlıyor, ama ahlak, hukuk, siyaset için doğrular ve yanlışlar sağlamıyor.
Bu alanlarda yürütülecek zihin faaliyetinin girdileri değerlerdir. Hume'dan beri
"is" ile "ought" arasında fark gözetiyoruz. Başlangıç noktamızı,
aksiyomlarımızı teşkil etmesi gereken değerler hangileridir? Rivayet muhtelif...
Bununla ilgili seçim ne gözlemle yapılabilir, ne akılyürütme ile. Bu seçim ya
başkalarını taklit etmek yoluyla yapılır veya sezgisel bir kavrayışla.
Her sistemin "keyfi" değerlerden oluşan
bir girdi alanı ve bu girdilerin muhakeme ile yeni verilere dönüştürüldüğü bir
işlem alanı var ise ve herhangi bir sistemi kullanmadan bir konuda sonuca
varamıyorsak, bu sistemlerden birini kullanarak diğerlerini çürütebilir ve
kullandığımız sistemin mantıksal zorunluluk anlamında evrenselliğini
ilan edebilir miyiz? Bir sistemi çürütmenin tek yolu, işlem alanında aksama
olduğunu göstermek, yani tutarsızlığını ispatlamak. Bunu yaparken çürütmeye
çalıştığımız sistemin kendisinden başka bir malzemeye ihtiyacımız yok, kendi
sistemimizi kullanmamıza da gerek kalmaz, kullansak da faydası olmaz. İncelediğimiz
sistemin içinde kalarak çürütemiyorsak, tutarlıysa, işlem alanı sorunsuz
demektir, geriye girdi alanı kalır. Girdi alanını neyle inceleyeceğiz? Bu sistemin
girdilerini iptal etmek için kendi sistemimizi kullanamayız, çünki bizim
başlangıç noktalarımız da bu sisteminki kadar "keyfi." Bizim
değerlerimizle, diğer sistemin değerleri arasında çelişki varsa ve bunu
sistemimizin o sistemi çürütmesi olarak görüyorsak, aynı şekilde o sistem de
bizim sistemimizi çürütmüş sayılır. Bu alanda evrenselliği aramak,
devridaim makinası yapmaya çalışmak gibi boş bir uğraş.
Sık yaptığımız bir hatadan kurtulmak için dikkat
etmemiz gereken bir şey var, yeri gelmişken onu da söylemek istiyorum, anlamak
ve yargılamak arasındaki fark önemli. Bir paradigmanın kavramları ancak o
paradigma içinde anlamlıdır, başka bir paradigmanın kavramlarını kullanarak o
sistemi anlayamayız, ancak yargılarız. Zihninizi ancak bir tek sisteme göre
çalıştırabiliyorsanız, diğer sistemlerin hiçbirini anlamıyorsunuz demektir. Yaptığınız
anlamlandırma çalışması, sadece diğer sistemin unsurlarına, kendi sisteminizin
değerlerine göre yeni birer anlam atamaktır. Bu da yargılamak demektir. Yargılama
kaçınılmaz olsa da sağlıklı bir anlamayla desteklenmesinde yarar görüyorum,
yoksa kör dövüşü sürüp gidiyor, tartışmalar içinden çıkılmaz hal alıyor. Gerçek
bir diyalog için ön şart mensup olduğumuz sistemin evrensel olduğu
önyargısından kurtulmak. Bunu yapamadığımız zaman anlamadan yargılamaktan
kurtulamıyoruz, çünki geçici bir süre için kimliğimizi paranteze alıp
eleştirdiğimiz sistem üzerinde, o sistemin mensupları gibi düşünmeden o sistemi
anlayamayız, sistemimizi evrensel sanmak yanılgısı başka sistemleri kendi
içlerinde anlama çabasını engelliyor, bu konuda bir körlük meydana getiriyor.
Şimdi söylediklerinize bir göz atalım.
"insanlık tarihi itibari ile insanlığın
yaşaya, kalması adına oluşa gelmiş üst kurallar" diyorsunuz, ben insanlık
tarihine baktığımda böyle bir şey görmüyorum. Teoriden bağımsız gözlem
olmadığını hatırlarsanız, bu size tuhaf gelmez. Zeminde evrimci bir
paradigma olmadan, kurduğunuz cümleyi söylemek mümkün değil. Ben evrime de,
ilerlemeye de inanmıyorum, üst kurallar insanın değişmez doğası ile ilgili ve
temelde her zaman aynıydılar ve biliniyorlardı. Sadece yorumlamaları ve
uygulamaları toplumdan topluma değişiyordu ve bu değişmeler yükselen bir çizgi
takip etmiyor, ancak son bin yıl zarfında Batı Avrupa'nın burjuva sınıfının güç
kazanma süreci ve buna bağlı olarak çevresini değiştirme süreci yükselen bir
çizgi takip ediyor ve bu sürece eşlik eden felsefe bu yükseliş algısının
doğurduğu bir haletiruhiye ile bütün evreni evrimci bir mantıkla açıklama
eğilimi gösteriyor.
"Evrensel hukukun oluşmasının bir hayalden
ibaret olduğunu söylemek bazen, hümanist yaklaşımı engelliyor" diyorsunuz.
Hümanist yaklaşım evrensel değildir, bir seçimdir. Hümanizm genellikle insaniyetperverlik
olarak algılanır ve olumlu bir değer yüklenir; oysa Hümanizm beşeriyetperestliktir.
Ortaçağ'ın toplum düzenine ayaklanan, aristokrasi ve ruhban sınıfı dışı
sınıfların; gerçeğin, iyinin, güzelin ölçüsünü aramak için pagan dönemin
felsefesine dönüşünü ve oradan yeni bir başlangıç noktası çıkarışını ifade
eder. Hümanizm özetle “her şeyin ölçüsü Tanrıdır, onun temsilcisi olan Kilisedir”
anlayışının yerini, “her şeyin ölçüsü insandır” anlayışının almasıdır. Hümanizm
insan üzerinde bir otoriteyi ve bunun ifadesi olan vahye dayandırılan bir
bilgiyi reddeder, yerine en yüksek otorite olarak insanı ve bilgi kaynağı
olarak doğanın gözlenmesini koyar. Böyle bir yaklaşım, kendini tanrı ve vahiy
düşüncelerine bağlı hisseden birini bağlamaz, bu yüzden de evrensel değildir. Hümanist
yaklaşım kendi başlangıç noktalarını ve kendi sonuçlarını evrensel sayabilir,
ama bütün insanları aynı şeye inandıracak bir kuvvet olmadan -ki hiçbir insanda
bu kuvvet yok- bir zihniyet olarak evrensel yürürlüğe sahip olamayacaktır.
"temel hukuk normlarının olmasının ve bunların
sayısının ve niteliğinin artmasının da bir gereksinim olduğu açıktır"
diyorsunuz, "açıktır" çok hoş bir kelimedir, ben buna evrensel
argüman diyorum.
"Çünki öyle: görüşlerin temellendirilmesinde
kullanılan prensiplerin temellendirilmesinde kullanılan evrensel argüman, saf
felsefe. Öyle işte şeklinde de söylenebilir. Hiçbir filozof üç yaşında
bir çocuk kadar soru soramaz, ama son cevap hep aynıdır. Bir filozof ne zaman
"bu apaçıktır" diyorsa, çünki öyle demek istiyordur."
“Açık” iki anlama gelebilir: 1) "bu
öncüllerden bu sonuç çıkarılabilir, buradaki kıyas tutarlıdır" ki
öncüllerin doğruluk değeri üzerinde bir anlaşma olmadan, sözkonusu öncüllerden
sözkonusu sonucun tutarlı olarak çıkarılıp çıkarılamadığı konusunda evrensel
mutabakat sağlanabilir, ama öncüllerin doğruluk değeri konusunda anlaşamıyorsak
bu bize bir şey sağlamaz. 2) Açık kelimesi "bu aksiyomun doğruluğu
konusunda sezgisel bir kavramaya sahibim" anlamına gelir ki bu da
sadece söyleyeni bağlar.
***
Eşitlik evrensel bir ideal değildir. Eşitlik,
evrensel bir ideal olan adalet ilkesinin kültüre bağlı bir yorumudur. Adalet ilkesi
evrenseldir, çünki tek başına uygulanamayacak kadar soyuttur. Adaleti kabaca,
"eşit durumda olan herkese eşit davranmak" şeklinde tanımlayabiliriz.
Görüldüğü gibi bu ilke bir eşitlik arayışından çıkıyor, ama insanlar arasında
mutlak bir eşitlik mümkün olmadığı için kimin kime, neyin neye eşit sayılması
gerektiği konusunda bir yoruma ihtiyaç duyuluyor. Az çalışana da çok çalışana
da eşit maaş verilmesi adalet duygumuzu incitiyor, çünki çalışmalarındaki
farklılığın eşitliği bozduğunu görüyoruz, çalışmayla kazanma arasında bir
orantı olmasını bekliyoruz. Burada adaleti ararken ölçümüz çalışmadaki
denkliğin gözetilmesi. Hâlbuki başka bir bakış açısı, ölçü olarak üretim yerine
ihtiyacın esas alınması gerektiğini söyleyebilirdi. Birinci durumda çalışma
miktarı anlamlı farklılık yaratıyor, ikinci durumda ihtiyaç. Fransız ihtilalinin
eşitlik talebi nereden geliyordu? Kabaca söylersek aristokrat olup olmamanın
anlamlı bir farklılık yaratmadığı iddiasıyla hareket ediyorlardı. Yani sınıf
farkına dayanan eşitsizliğin, kabul edilemez bir eşitsizlik olduğunu, adaleti
zedelediğini söylüyorlardı. Bu bakımdan eşitlik kavramı, adaletin, anlamlı olmayan
farklara dayanan bir eşitsizliğin reddedilmesi üzerine kurulması demek olur. Başka
bir deyişle ırk, din, dil farklarının, hayat hakkının, eğitim hakkının, aile
kurma hakkının dağıtımı bakımından anlamlı olmadığı kabulüne dayanır. Ama anne
veya çocuk olmak, bir pozitif ayrıma konu olabilir, çünki anne veya çocuk olup
olmamanın anlamlı bir fark olduğunu düşünürüz, bu noktada eşitsizlik
adaletsizlik anlamına gelmez. Bu anlayışın kabul edilebilmesi, benimsenin
sistemin temel değerlerine bağlı olarak yapılacak kategorizasyonla ilgili, yani
kültüre bağımlı. Bu anlayış farklı sistemler tarafından kabul görebiliyorsa, bu
sistemlerin temel değerlerinin -muhtemelen kültür alışverişi yüzünden- belirli
noktalarda yakınsamasından kaynaklanıyor. Ama sistemler benzer değerleri benimsemiş
olsalar da, bunları farklı yorumlayabilirler ve konular özele indikçe,
uygulamada taban tabana zıt anlayışlar ortaya çıkabilir. Sözgelimi hayat hakkı
konusundaki ortak anlayış, idam cezası konusunda bir ortak anlayışa yol
açmıyor.
Özgürlük kavramı açısından da kültürler arasında
anlayış farkları sözkonusu olabilir. Birtakım filozoflar özgürlük derken aklın
arzular karşısındaki serbestliğini kastediyor, ama günümüzde daha çok arzuların
toplumsal değer yargıları karşısındaki serbestliği anlaşılıyor. Bir Müslüman
için ise, özgürlük kula kul olmamak demek olabilir ki, bundan aklın vahye tâbi
olması sonucu da çıkarılabilir. Hümanist bir sistem açısından bu özgürlüğün tam
tersi. Değer yargılarınız libido etrafında kümeleniyorsa, bunu sınırlandıran
örtünmenin farz olması ve zinanın haram olması özgürlüğünüzün önünü kesiyor
demektir. Oysa değer yargılarınız Allah rızası kavramı etrafında kümeleniyorsa,
libidonun serbest bırakılması sizin özgürlüğünüzü sınırlıyor demektir. Aynı dinamik,
bir sistem için özgürlüğün ölçüsü, diğer sistem için özgürlüğün engeli
olabilir.
Evrensellik konusunda, başörtüsü konusundan çok
daha temel bir çelişki ile karşı karşıyayız, ama gözle görülür bir şey olmadığı
için aynı oranda gürültü çıkmıyor. Hâlbuki birçok konunun ve bu arada başörtüsü
konusunun çözüme kavuşturulması bu konunun anlaşılmasına bağlı. Sistem sadece
başörtüsü örten insanı kapı dışarı etmiyor, düşünce sistemini de kategorik
olarak yok sayıyor. Objektif veya sübjektif olma bakımından Pozitivist
anlayışın İslamî anlayışa hiçbir üstünlüğü yok. Ama sistem birini objektif
diğerini sübjektif olarak kodluyor. Bunlardan birini aklın ve bilimin gereği,
evrensel doğru ve diğerini aklın ve bilimin reddedilmesinden doğan bir
bağnazlık olarak tanımladığınızda, yapmamayı vaadettiğiniz inanç ayrımcılığını
yapıyorsunuz demektir. Evrensel hukuk olarak adlandırdığınız sistem de, İslam
hukuku kadar inanca dayalı bir sistemdir, bunun aksini iddia etmek zencilerin
beyazlar kadar insan olmadığını iddia etmekten farksız gözümde. Türkiye İran
olur mu diye endişe etmek yersiz, Türkiye İran zaten. Sadece seçtikleri
inançlar farklı. Çatışmanın sona erdirilmesi için öncelikle sistemin kendi
çelişkisini görmesi gerek. Bu konudaki algı kusuru düzeltildikten sonra, rejim
içinde farklılıklara bugün olduğundan daha fazla yer açmanın mümkün olduğunu
görmek kolaylaşır ve farklılıktan korkmak anlamsız hale gelir.
***
Sorun kimin neye inandığı, kimin bunu komik bulduğu
değil. Sorun sözkonusu inancın hangi kısımlarının, uygulamada hâkim olan inancın
zorunlu/ serbest/ yasak olmak bakımından hangi bölgeleriyle eşleştiği. Balarısı
inancının x uygulaması karınca sistemi tarafından zorunlu tutuluyor, kertenkele
sistemi tarafından serbest bırakılıyor ve arslan sistemi tarafından
yasaklanıyor olabilir. Arslan sisteminde x uygulaması istese biri, arslanların
ona "karınca ülkesine git" demesi makul olabilir, ama kertenkeleler
aynı şeyi söyleyemez. Arı sistemi bazı kertenkelelere komik geliyor olabilir,
bu da kertenkelelerin sorunudur.
***
Hırsızlık, cinayet ve kölelik kavramlarının
evrensel tanımları yok, herkes kendi hırsızlık, cinayet, kölelik tanımına giren
eylemleri suç sayıyor. Mesela "medeni" ülkelerde faiz yoluyla
hırsızlık ve embriyo cinayeti suç değil. Ücretli kölelik de
suç değil diyeceğim, ama o kavram tartışma götürür. Medeni denen ülkeler tam
bir ölçü değil, bazı çok medeni ülkelerin hukuku liseli kızların başörtüsü
hakkını kısıtlamakta mahzur görmüyor, başka çok medeni ülkelerin hukuku da
narkotik madde kullanımında bir sorun görmüyor. Çizdiğimiz daire içinde kalan
ülkelerin hukukunu beğendiğimiz, adil bulduğumuz için evrensel saymak, her
yerde uygulanmasını istemek başka bir şey, bunların insan düşüncesi açısından
evrensel olduğunu iddia etmek başka bir şey. Öte yandan mevcut devletlerin hiçbiri
benim medeniyet anlayışıma dâhil değil, medeni dediğin devletler de daha ziyade
kendine devlet, elaleme çete...
***
İnsanlar genelde bir şey empoze ettikleri zaman
bile, üzerinde durdukları zemini sorgulamadıkları için farkında olmadan
yapıyorlar bunu.
***
Uzlaşma zemini gerekiyor elbette. Asıl aramamız
gereken bu zemin. Hoşgörü, daha doğrusu tolerans, anlamak, önyargıdan arınmak
bunun önemli rükünleri. Uzlaşma zemininin oluşturulmasında evrensel kavramının
rafa kaldırılmasının önemli olduğunu düşünüyorum, birçok insan bu kavramı bazı
sistemlere objektiflik yüklerken, bazılarını da sübjektif saymak için ayırıcı
bir etiket gibi kullanıyor. O zaman da bazı sistemlerin uzlaşma zemininde
temsil edilmesi mümkün olmuyor.
***
Deneme her noktada problemimizi çözmüyor, bir
sistemin lehinde ve aleyhinde veriler içinden çıkılmaz bir hesap halinde
birikmiş olabiliyor, insanların sistemi deney ışığında revize edip temel
kabullerinde ısrarlı olmaları sözkonusu olabiliyor, esas önemlisi deney
verilerini teoriden bağımsız değerlendiremediğiniz konular oluyor.
Mesela deneyip görmüş olalım ki Liberalizm
uygulaması herhangi bir ülkede evlilik dışı ilişkilerin çoğalmasıyla
sonuçlanıyor olsun. Bunu nasıl yorumlamalıyız? Bana göre bu sistemin aleyhine
yazılması gereken fena bir not, başarısız olduğu bir nokta, başkasına göre ise bu
sistemin başarısının bir göstergesi.
Denek ülkemizin parametrelerine bakıyoruz,
hırsızlık sıfıra inmiş, piyasa iyi durumda, GSMH tavanı delmiş, sosyal güvenlik
sistemi tıkır tıkır işliyor, kimse kimseyi öldürmüyor, darp, gasp, yaralama,
şantaj montaj, alavere dalavere dibe vurmuş, hayvan haklarına azami riayet
gösteriliyor, çevre korunuyor, kaynak tasarrufu had safhada, kimse kimsenin ne
halt ettiğine karışmıyor, siyasal sistem gayet güzel işliyor, yolsuzluk,
usulsüzlük, bürokrasi ortadan kalmış, kendisine duyulan ihtiyaç hayli azalmış
olsa da, adli sistem mükemmel işliyor, ayrıca aile kavramı tarümar olmuş,
yaşlılar huzurevlerinde ölüyor, çocuklar bakımevlerinde yaşıyor, erkekler
köpekleriyle, kadınlar kedileriyle yalnız yaşıyor, evlilik dışı ilişkiler
vakay-ı adiyeden olmuş, boşanma oranları fırlamış, madde bağımlılığı almış
başını gitmiş, intihar oranları tepelerde... Şimdi bu sistem başarılı mı,
başarısız mı? Hangi alanlarda başarılı, hangi alanlarda başarısız? Bunların ne
kadarı sistem revizyonuyla giderilebilir, ne kadarı sistemin temel
dinamikleriyle ilgili?
***
Hırsızlığı dar anlamıyla alırsanız değişen
tanımları olmaz tabii de, geniş anlamda, mülkiyet konusunda yapılan bir
haksızlık diye düşünürseniz iş değişir. Eğer ben para satmayı da mülkiyet
ihlali sayıyorsam ve ilgili sistem buna cevaz veriyorsa, mülkiyet konusunu aynı
şekilde anlamıyoruz demektir, sen buna hırsızlık de deme, ne fark eder? Cinayet
için de aynı şey sözkonusu, insan öldürmemek kavramı, gebeliğin on haftasından
itibaren insan öldürmemek şekline dönüşmüşse, hayat hakkının yorumlanması
konusunda bir farklılık var demektir. Yorum farklarını kılıfına uydurmak diye
alırsak medeni dediğiniz ülkelerin hiçbiri emsal olamaz demektir.
***
Pratikte en sorunsuz işleyen, en fazla kabul gören,
en genel, en uygulanabilir sistemi bulmak başka, buna evrensellik anlamı
yüklemek, adaletin, iyiliğin gerçek ölçüsü saymak başka. Bu zamanda, bu
toplumda uygulayabildiğimiz, en çok sayıda kişiyi az çok tatmin eden, belirli
konularda pürüzsüz işleyen sistem deneyiminden evrensel geçerlilik sonucu
çıkarıyorsan, bence hiçbir şeyi savunamıyorsun demektir.
İlahi kaynağın beşeri yorumu sorununu aşmanın yolu Hümanizm
olabilir mi? Beşeri kaynağın beşeri yorumu bizi daha mı mutlu kılıyor? Mutluluğun
ölçüsünü insanın arzularında ararsan belki. Hayatın anlamı egonun ide
hizmetiyse ve süperegonun fonksiyonu ancak idler arasındaki dengeyi kurarak,
bazı idlerin başka idlerin alanını ihlal etmesini engellemek, sonuçta toplam id
tatminini maksimize etmek ise, içinde Tanrı düşüncesine yer olmayan bir denklem
kurmuşsan, Hümanizm bir çözüm olabilir. Bu durumda Tanrı kavramı sistemde bir
fazlalık olmuyor mu? İlahi kaynak düşüncesi anlamını yitirmiyor mu?
Beşeri hukuk inançtan bağımsızlık iddiasındaysa,
yalan söylüyor demektir. İnançtan bağımsız
sistem olmaz. İnançtan bağımsız norm da olmaz. Beşeri hukuk inançtan bağımsız
normlarla ilgili değil, deneme yanılma yoluyla değiştirilebilen normlarla
ilgili. Ancak değer olgudan bağımsızdır, yani değerleri olgulardan türetemeyiz.
Deney ancak mevcut olgulara göre hangi değeri nasıl hayata geçirebileceğinizi
gösterir. Olguları çözümleyerek değer oluşturamazsınız, deneyimi değerlerinizi
olgu diline çevirirken kullanırsınız. Eğer doğa yasalarından ahlak yasası
türetilebilseydi, bu herhalde "büyük balık küçük balığı yutar"
olurdu ki bunu "homo homini lupus" diye ifade etmişler zaten. Ya
da belki şöyle bir yasa olabilirdi: "toplam dengeyi bozmamak kaydıyla,
varlığını koru, türünün devamlılığını sağla, bunun dışında keyif senin."
İyi de, hayvanları örnek alacaksak, akla ne ihtiyacımız var? Tanrı'ya inanmayan
biri, belki başka kaynak bulamadığı için, bundan bir ahlak yasası çıkarmaya
çalışabilir, ama inanan biri için bu saçma değil mi? İnançtan bağımsız akıl
yürütme olmaz, olgular üzerinde aklınızı kullanmaya başladığınız anda işe inanç
karıştırmış olursunuz. Bilgi inancın bir türevidir. Değerler alanında ise,
zaten inanç tek kaynağınız. Beşeri hukuk inançtan bağımsızlık iddiasında bir
hukuk değil, dinden bağımsızlık iddiasında, bir inancın reddi ve diğerinin
ikamesi anlamını taşıyor. Evrensellik iddiasına itirazım bu yüzden. Dinden bağımsızlık,
inançtan bağımsızlık anlamına gelmiyor. Sistemin olgu alanındaki sonuçlarından
hoşlanmadığınız için değiştirebilirsiniz, ama yeni sistemi de yine bir inançtan
hareket ederek kurmak durumundasınız. İslam ne kadar inançsa, Hümanizm de o
kadar inanç. İslam şeriatına karşı Hümanizm şeriatını savunmak kimseye
epistemik üstünlük sağlamıyor. Kullandığın argümanı, Hümanist-Materyalist
sistem için tekrarlayalım: Amerikan şeriatı, Sovyet şeriatı, Fransız şeriatı
birbirinden farklı, hangisi hak? Bir sistemi savunanlar, uygulamaya çalışanlar
içinde şekil-öz dengesini kuramayan ilkel numunelerin bulunmasından o sistem
için bir eleştiri çıkarılabilir mi? Taliban'dan İslam şeriatı eleştirisi
çıkıyorsa, Politbüro'dan da beşeri hukuk eleştirisi çıkar.
***
Göreceliğe yer olup olmaması, evrensel kavramını
hangi anlamında kullandığınıza bağlı. Etik alanında iki türlü rölativist görüş
var, biri moral rölativizm, diğeri kültürel rölativizm. Evrensellikten kastedilen,
potansiyel evrensellikse, bunun olamayacağını söyleyen moral rölativizm.
Bu görüşe göre doğru-yanlış yok, her şey görece. Eğer pratik
evrensellikten bahsediyorsanız, bunun olamayacağını söyleyen görüş kültürel
rölativizm. Bu görüşe göre ahlak yargılarımız, doğası gereği
evrensellik iddiasında bulunmak durumunda, yani biri için doğru olanın herkes
için doğru olması, bir yerde doğru olanın her yerde doğru olması, bir zamanda
doğru olanın her zaman doğru olması gerekiyor. Lakin doğru ve yanlış ancak
sistem içinde tanımlanabiliyor, kültürlerarası ortak evrensel objektif alan yok.
Evrensellik iddiasında olan bütün sistemlerin, aslında bir takım inançlardan
hareket ettiğini, bunun da insan düşüncesinin doğal bir sonucu olduğunu
düşününce bu görüşe katılmamak imkansız. Bütün paradigmaların üzerinde bir
külli akla sahip değiliz, mutlaka bir paradigmanın içinden konuşuyoruz, bu da
onu paylaşanlardan başkası için geçerlilik taşımıyor, sistemler arasında görecelik
kaçınılmaz, görecelikten ancak sistem içinde kaçınabilirsin. Şu veya bu inanca
göre diye bir not düşmeden hiçbir şeyi adil veya değil diye yargılayamazsın. Herhangi
bir şeyi çöpe yollayabilmek için, önce "varsayalım ki x" veya
"inanıyorum ki y" gibi başlangıçları olan setlerden birini seçmen
gerek. İki taraftan birini suçlu diğerini suçsuz bulabilmen için, önce
"adam öldürmek amacına göre haklı ya da haksız olabilir (=q)" gibi
bir aksiyomu kabul etmiş olman gerekir. "q önermesini doğru kabul
edersek" parantezi içinde görecelik ortadan kalkar, ama q ve q' arasında
görecelik devam eder. Şüphe ile bilgi arasındaki zorunlu basamak inanç,
inançtan bağımsız sistem mümkün değil.
***
Paradigmaların hiçbirinin diğerine epistemik üstünlüğünün
olmadığını, dolayısıyla hiçbirinin evrensel olmadığını göstermek. Hangi fırkanın
ne kadar haklı olduğu konusunda dünyevi bir hakemimiz yok, bu dava ancak
ahirette sonuçlanacak. O gün gelinceye kadar ne yapabiliriz? Az sonra...
"part 1 - structure"
İmdi, şu noktada mutabık olmamız gerek: hangi
sistemi seçersek seçelim insanlar adına bir şeyleri belirlemiş oluyoruz. İslam hukuku
da bunun dışında değil, sözde evrensel beşeri hukuk da bunun dışında değil. Bir
kere "insanlar kendileri için en iyinin ne olduğunu ancak kendileri
bilirler" prensibini ortaya koyduğumuz anda teorik bir seçim yapmış
oluyoruz. Balalar "onu yemem, bunu giymem, erken yatmam" diye
direndikleri vakit, gerek cebren, gerek hile ile hizaya getirmiyor muyuz? Nasıl
oluyor da onların menfaatine olanı onlardan iyi bildiğimizi düşünüyoruz,
çocuklar insan değil mi? Tecrübemize, bilgimize dayanarak, onların bazı şeyleri
doğru değerlendirecek olgunluğa erişmediklerini, onlar adına bazı kararları
bizim vermemiz gerektiğini söylüyoruz ve gerekirse zor kullanıyoruz. Çocuk-ebeveyn
ilişkisindeki bu tercihimizi, insan-Tanrı ilişkisine de taşıyacak mıyız? Soru bu.
Bu bir seçim.
Bir an için bir varsayımda bulunalım ve Kur'an'dan
çok daha detaylı bir "kullanma kılavuzu" nazil olduğunu düşünelim,
öyle ki, Tanrı'nın buyruklarını uygulamak isteyen herhangi biri için, bir
beşeri yoruma zerre miskal yer kalmasın. Buna mukabil elimizde bir de beşeri
kullanma kılavuzu olsun. Beheri ciltler tutan bir yeşil kitap ve bir kırmızı
kitap, vahiy külliyatı ve beşeri müktesebat. Her biri anayasadan en ince
yönetmeliğe kadar her seviyede bize birer alternatif sunsun. Burada kavramsal
bir seçimle karşı karşıyayız, "bizi Tanrı yarattı ve her şeyi o en iyi
bilir" fikri ile "düşündük, denedik, biz bu işi biliyoruz, Tanrısal
müdahaleye ihtiyacımız yok" fikri arasında bir seçim. İnsanın muhakeme
cihazı herhangi birini seçebilecek bir yapıda, ne yeşil seti ne de kırmızı seti
epistemik olarak avantajlı kılacak bir durum yok; vicdan, akıl, irade hangisine
yönelirse onu seçebilir. İkiden fazla set olduğunu düşünelim ve her biri bir
parti tarafından temsil edilsin, hiçbir partinin kendisini bilişsel açıdan
zorunlu seçim olarak lanse etmeye, başka bir deyişle seçim kavramını
ortadan kaldırmaya mantıktan, akıldan, bilimden kaynaklanan bir hakkı yok.
Soyut mantık açısından, ilahi olmak iddiasındaki
başlangıç değer kümelerinden birini seçmekle, beşeri başlangıç değer
kümelerinden birini seçmek arasında bir fark yok. Sahaya inmeden önce, bu
konuda bir karar veremezsek, sahada uzlaşma, bir ortak yol bulma imkânımız
kalmaz, biri Sosyalizmi İslam açısından yargılarken, diğeri İslam’ı Liberalizm
açısından yargılar, herkes kendi kendine konuşmuş olur, karşılıklı bir seri
monolog olur, diyalog olmaz, kakafoni olur. Şu anda olan da bu zaten. Daha başlangıç
noktasındayız ve "korunması gereken temel değerler can, mal, akıl, din
ve nesildir, kaynak: ilahiyat" demekle "korunması gereken
temel değerler can, mal ve özgürlüktür, kaynak: tecrübiyat" demek
arasında soyut mantık açısından bir üstünlük sözkonusu değil. Sahadaki her
hareketimizde bu noktayı aklımızda tutmak zorundayız.
"part 2 - reading"
1. "din adına konuştuğunda"
Bunun iki türü var abim, a) kendinden bir şey
katmadan vahiy verilerini aktarabilirsin (reported speech, Tanrı said that...) veya
b) vahiy verilerinden yola çıkarak ek bir şeyler söyleyebilirsin, kaynak
verilere bir yorum getirirsin. Bu iki türü ayırmak önemli. Mesela Katolik Kilisesi
ikincisini yaptığı zaman bile birincisini yapıyormuş gibi davranıyor. Papaya itiraz,
Tanrı'ya itiraz anlamına geliyor. İran'da durum nedir bilemiyorum, ama en
azından Sünni toplumlarda bunun karşılığı yok, ne medrese, ne bir cemaat, ne de
bir alim böyle bir yetkiye sahip. Katolik kilisesi gibi kafadan yanılmaz
sayılan bir otorite mevcut değil. Müçtehitlerin fikir değiştirebildiğini
görüyoruz. "Müçtehit hata ederse bir, isabet ederse iki sevap alır"
gibi bir anlayış görüyoruz. Hiçbir Hanefî İmam-ı Azam'ın veya takipçilerinin
sözlerini Allah'ın sözleri olarak algılamaz. Herhangi bir konuyu hazret-i filan
hocefendi hazretlerinden daha iyi bildiğinizi düşünüyorsanız, fikrine itiraz
edebilirsiniz, bu da sizi din dışı bırakmaz. Burada karşımıza çıkabilecek
sıkıntı şu: insanlar okumuyorlar, düşünmüyorlar, körükörüne birilerini takip
ediyorlar. Bu da bir "Abdurrahman Çelebi"nin bir sürü zırcahilin
ortasında otorite halini alması gibi bir ihtimale yol açıyor. Ama bu ihtimal
insan ilişkilerinde her zaman mevcut, "babam ööle diyo"dan başlıyor,
"imam filani öyle diyor" diye veya "marx öyle diyor" diye
devam ediyor, insan tabiatındaki rehaveti ortadan kaldırmadığın sürece bu
"ipse dixit" sürecini yok edemezsin. Din adına konuşmayı
yasakladığın zaman ortalık sütliman olmuyor, mesela birileri bilim adına
konuşmaya başlıyor, bilim bir din haline geliyor, isviçreli bilim adamlarının
sıradan insanlar tarafından anlaşılamayan ve sorgulanamayan otoritesi Kum
mollalarınınkini bile aşıyor, Viyana çevresi mezhebinden bir softa çıkıp
"türban zinhar günahtır hafazantabiat" diyebiliyor. Yobazlığı önlemek
için din adına konuşmanın her çeşidini yasaklarsan, mesela "Kur'an'a göre
tesettür mecburidir, riba yasaktır" gibi bir aktarmayı bile zabıtlardan
çıkarılması gereken saded harici bir gazel sayarsan ne olur? Pozitivizm karşısında
İslam'ı 1-0 mağlub saymış olursun, sahada temsiline bile imkan bırakmamış
olursun, sahadaki her hareketimizde aklımızda tutmamız gereken noktayı unutmuş
olursun. Bazı paradigmaları yasaklarken bazılarını serbest bırakmış, bir seçimi
dayatmış olursun. Devlet düzenlemesini ilahi hukuka dayandırmış olsan bunun bir
anlamı olabilir, ama özgürlükçü demokratik bir hukuk sisteminde değil. Daha
doğrusu savunduğun paradigmayı devletin resmi paradigması haline getirmiş
olursun ve de başka paradigmaları savunanları ikinci sınıf vatandaş durumuna
getirmiş olursun. Bilimsel Sosyalizm adına, Diyalektik Materyalizm adına, Hümanizm
adına, Liberalizm adına konuşmak ne kadar doğalsa, din adına konuşmak da o
kadar doğaldır. Burada dikkat etmen gereken nokta şu: nasıl Tübitak'ın
bilim adına insanların hayatına zorla müdahale etmesine izin vermiyorsan, Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın veya falan "kanaat önderinin" bunu
yapmasına da izin vermemelisin. Ama birilerinin faraza "pozitivist düşünce
derneği" kurması ve orada bazı gerilerin, bazı aşırı ilerilerin ağzının
içine bakıp her dediğini bilimin emri sayması, fanatik şekilde savunması,
miting miting gezmesi doğalsa, başkalarının da "din bilgisi ve ahlak
kültürü tartışmaları derneği" kurmaları ve orada bazı cühelanın, bazı
allamelerin ağzının içine bakıp her dediğini mahz-ı din sayması da doğaldır.
2. "insanların Allahla olan
münasebetleri"
İslam dininden bahsediyorsak, din sadece insanların
Allahla olan münasebetleri anlamına gelmez, insanların insanlarla
münasebetleri, ferdin cemiyetle, devletle, devletin başka devletlerle münasebetleri
anlamına da gelir.
3. "ne zaman ki bir Müslümanın ne yapması gerektiği
konusunda bir hüküm veriyorsun o zaman kendini ondan üstün kılıyorsun"
"er-rutbetü'l-ilmi a'le'r-ruteb (ilim
rütbesi en yüksek rütbedir)"
Eğer bademcikleri şiş ve kırmızı birine, "git
antibiyotik kullan, kekik yağı fayda etmez buna" diye bir hüküm
bildirdiğimde kendimi ondan üstün kılıyorsam haklısın. Ama insanlar “şifalı
bitkiler” kitabından feyz almaya çalışmakta inat ediyorlarsa, onları bundan
nasıl men edebilirsin? Eğer insanların boğazından zorla demülahaveynli kantaron
şerbeti dökmeye çalışmıyorlarsa ne yapabilirsin? Filan doktor beyin insanların
sağlıklı kalmak için yılda bilmem kaç defa bilmem ne yapmaları gerektiği
konusunda fetva vermesi ne kadar doğalsa, falan hoca efendinin fikir beyan
etmesi de o kadar doğal. Beğenmeyene kanalı çevirme imkânı veriyorsak, bu bir
hiyerarşi de olmaz, dinde Allahla yarışmak da olmaz.
4. "standart"
İnanç konusunda halen belirlenmiş muhtelif
standartlar mevcut, Matüridiye standardı, Eşariye standardı, Mutezile
standardı, Caferiye standardı, İsmailiye standardı... İsteyenin birini
seçmesini cebir marifetiyle engellemiyor isek, sorun yok. Ha, birinin çıkıp
"hocam ben bu standartları iplemiyorum, ortaya karışık yapıcam, yüzde iki
buçuk da Japon Zen Budizmi katıcam" demesini doğal karşılıyorsak, bir
başkasının da ona "hade len, Tao desen anlarım da Zen ne alaka, olmaz
öyle" demesini de doğal karşılamalıyız. İmdi ben diyorum ki "İmam-ı Azam,
İmam Matüridî, Ömer Nesefi diyorlar ki: İsra hadisesine inanmak standart Ehl-i Sünnet
inancı açısından gereklidir, inanmamak hariçte kalmayı gerektirir. Oysa Mirac
hadisesine inanmak aynı derecede kuvvetli deliller olmadığından kişiyi sadece
ehl-i bidat durumuna düşürür. Ben de bu hoca efendilerin dediğini aynen kabul
ediyorum," al işte standart, ne yapacaksın, dövecek misin?
Uygulama konusunda Hanefi standardını benimsiyorum.
Atadan, babadan edindiğim bir şey bu aslında, ama istesem değiştirebilirdim, bu
bakımdan sonuç olarak yine de bir seçim sayılabilir. Şafiilikten Hanefiliğe
dönen bir tanıdığım var ve kendisini tezahüratla karşılamadım. Hanefilikten Şafiiliğe
dönen tanıdığım da var ve onu da ayıplamadım. Silahlı propaganda yoluyla
insanları bunlardan birini seçmeye zorlamıyorsam, kime ne? İnsanları bir şeye
zorlamaktan bahsettim mi de bana standart davranışa zorlamak hakkımız var mı
diye soruyorsun? Ama biri filan cemaatin standart saydığı davranışa uymaya
karar vermişse, kim buna bir şey söyleyebilir? Mevcut bilgine dayanarak mevcut
standartları eleştirebilirsin, ama insanlar bilgisine güvendikleri birinin
peşine takılabilirler, buna ne engel olacak?
Diyelim ki Simeranya ülkesi bir İslam devleti
kurmaya karar verdi, bu durumda hangi standardı seçeceklerine nasıl karar
verecekler? Beşeri standartlar arasında seçim yaparken hangi yolla karar
veriyorlarsa. Peki bir standardın seçilmesi, o standardı benimsemeyenler
üzerinde baskı olmayacak mı? Olur tabii de, aynı şey beşeri standartlar için de
geçerli. Herhangi bir hukuk sistemini uygulamaya koyduğunuzda mutlaka
birilerine bir şeyleri dayatmış oluyorsunuz. Biri dayatmasını Allah'ın
emirlerini biz böyle anlıyoruz diye gerekçelendirmiş, diğeri doğa yasalarını
biz böyle anlıyoruz diye gerekçelendirmiş, ne farkı var? Ben Allah'ın emri diye
mesela taaddüt-i zevcatın serbest olmasını savunduğumda, insanlar "vay sen
benim adıma nasıl karar verirsin? Allah'la arama nasıl girersin?" diye
celallenme hakkına sahip de, birileri tercübeye dayanarak taaddüt-i zevcatı
yasaklamak istediğinde, ben "vay sen benim adıma nasıl karar verirsin? Doğayla
arama nasıl girersin?" diye itiraz etme hakkına sahip değil miyim? Belki ben
tecrübeyi senin gibi okumuyorum? Sahadaki her hareketimizde aklımızda tutmamız
gereken bir nokta vardı, hatırlayan var mı?
5. Şekillendirmenin muhtelif dereceleri olabilir. Sıfır
şekillendirmenin hiçbir sistemde mümkün olduğunu sanmıyorum. Beşeri sistemlerde
de şekillendirme var. Okulların amaçlarından biri de budur. İnsanları aydınlatmak,
aydın hale getirmek düşüncesi, onların beşeri vasıflarını geliştirmekten çok, Aydınlanma
Felsefesi doğrultusunda formatlamak anlamına geliyor. Kaldı ki nelerin beşeri
vasıf, nelerin meziyet sayılması gerektiği de sistemler arasında tartışmalı. Aşırı
şekillendirmeyi herhangi bir sistem yapabilir, herhangi bir sistemin aşırı
şekillendirmeden kaçınması sözkonusu olabilir. Torna faaliyetinden bıkan,
şalteri atan, çekip giden cemaat mensupları gördüm, geriye kalanların torna
olayından bir şikayetleri yok demek ki... Diğer taraftan insanları tornadan
geçirmenin tek yolu muamelat değil, sokaklarda, televizyonda, internette bir
sürü seri üretim seküler insan görüyorum.
6. "İnsanların başkalarına verdikleri zararı
en iyi azaltan sistem en ideal sistemdir."
Diyelim ki bunu kabul ettik (itiraz da edebilirim
zannediyorum, ama hep beraber baygınlık geçirmeyelim istiyorum), zararı neyle
tanımlayacağız? Billboardlar çocuklarıma zarar veriyor. Hadi bakalım, başa
döndük...
Uyuşturucu ve intihar örneği, tecrübe yoluyla
başarı ölçmekteki güçlükleri örneklemek içindi. Ölçüm konusunda sistemler
arasında ortak standart yok. Biri ölçümde herkesin istediğini yapabilmesini
esas alıyor, bir başkası huzuru, güvenliği esas alıyor, bir başkası daha başka
bir şeyleri... Ölçüm kavramı tek başına sistemler arasında seçim yapmakla
ilgili sıkıntımızı çözmüyor, çünki ölçüm işlemi ölçme kriterinin seçimine
bağlı. "ne kaa özgürlük o kaa iyi sistem" de bir ölçme türü, "ne
kaa edep o kaa iyi sistem" de. Sistemler arasında seçim yaparken özgürlük
ölçütünü kullanan sistemi seçmek zorunda olduğumu söylerken benim için iyiyi
belirlemiş olmuyor musun? Diyelim ki bütün softalar toplandık, kalktık gittik
teee uzakta bilmem ne adasına, doğrudan demokrasi yaptık. Oy birliğiyle en iyi
sistemin insanı en az başıboş bırakan sistem olduğuna karar verdik ve
uygulamaya kalktık. Uydu bağlantısıyla katılıp itiraz mı edeceksin? Bizi bize
rağmen mi özgür kılacaksın kaardişim? Diyelim ki sistemden hoşnut kalmayanların
adadan ayrılmasına engel olmuyoruz ve lakin kılçığın biri çıktı, ben bu
sistemden memnun değilim, adadan da gitmiyorum, bence en iyi sistem insanı en
çok başıboş bırakan sistemdir diye diretiyor. Adada herkes Amish sisteminin
uygulanmasını istiyor, bir tek bu kılçık dolçevita sistemini istiyor. Özgürlük kavramı
softalardan yana mı, kılçıktan yana mı? Birey birey takılmak yerine, komün
olayına girmeyi tercih eden insanlara bireyselci sistemi dayatmak daha mı
özgürlükçü?
Paradigmaların hayata geçmesi de sözkonusu,
yararlılığın kıyaslanması da sözkonusu, ama yararlılığı neyle ölçeceğimiz
konusundaki seçim yine paradigmalara bağlı, bu bir kısır döngü. Diyorum ki,
bırak insanlar aç ama istikrarlı olmayı mı istiyorlar, tok ama istikrarsız
olmayı mı istiyorlar, fakir ama gururlu olmayı mı istiyorlar, çok uyum üstü az
özgürlük mü istiyorlar, az uyum üstü çok özgürlük mü istiyorlar kendileri
seçsinler. Özgürlük bir ölçüt olabileceği gibi, güven de bir ölçüt olabilir.
8. Mülkiyeti iyi bir sistemin tek ölçüsü mü
sayıyoruz? Özgürlük nereye gitti? Mülkiyete tasallut etmemenin önemini inkâr
etmedim ki. Hayatta her şey mülkiyet mi? Tut ki iki şehirden birine taşınmak
zorundasın ve uzun yıllar oradan ayrılamayacaksın. Birinde acayip bir mali
sistem kurmuşlar, kitabına uydurup insanları soyup soğana çeviriyorlar. Diğerinde
cinsel serbestlik düşüncesi tavan yapmış, çocuklarını istediğin gibi
yetiştirmen çok güç olacak, ya toplumla ilişkilerini sınırlandırmak, az çok
izole etmek zorunda kalacaksın veya bir gün büyüdüklerinde hangi akşam nerede
gecelediklerini bilemiyor olmayı yavaş yavaş hazmetmeye başlayacaksın. Nereye çufçufluyoruz?
9. Hırsızlığı tanımladım sanıyordum, atlamış mıyım?
Pardon. Hırsızlık mülkiyetin haksız transferidir. Rızaya dayanması haksız
olmasını engellemez. Bana on yüz bin milyon deniz kabuğu veren ve karşılığında
yirmi yüz bin milyon deniz kabuğu geri isteyen banka hırsızdır. Neyse, rızaya
dayalı tanımını kabul edelim, niza çıkmasın. O zaman şöyle düzelteyim
söylediğimi: farklı sistemler aynı değerleri benimsiyor olsalar bile, bunları
farklı şekilde ele alıyor olabilirler, bu yüzden buradan bir evrensellik
yargısı çıkarmak zordur. Mesela Kapitalizm hırsızlık olgusunu mülkiyet hakkının
ihlali sayar, ancak faiz olgusunu mülkiyet hakkının ihlali saymaz. Oysa İslam
her ikisini de ihlal sayar. Her iki sistem de mülkiyeti bir değer olarak kabul
ettikleri halde, uygulamada aralarında farklar vardır. Mülkiyet soyut bir
kavram olarak evrensel sayılsa bile, mesela faiz gibi bir konuda somut bir
uygulaması arandığında sistemlerin biri hanya'ya, biri konya'ya gidebilir. Mülkiyet
hırsızlıktır diyen sistemi tecrübemizle ıskartaya çıkardık diyelim, geri kalan
sistemlerden hangisinin gerçek evrensel sistem olduğuna hangi ölçüye dayanarak
karar vereceğiz?
Kavramları sistem içinde tanımlıyoruz. Mülkiyet evrenseldir
diyorsun, ben de mülkiyetin evrensel tanımı yok, İslam'ın mülkiyet kavramına
yüklediği anlamla Liberalizmin yüklediği anlam farklı diyorum.
10. "insanın kendi işleri üzerineki İRADESİNİ
başkasına havale etmenin hiç bir meşru açıklaması olamaz"
İnsanın kendi işleri üzerindeki iradesini gönüllü
olarak başkasına havale etme iradesini engellemenin bir meşru açıklaması
olabilir mi? Hasta-doktor metaforuna dönelim. Hastanın başına dikildik,
"ameliyat mı, kemoterapi mi, karar ver hanım" diye diretiyoruz. Şifa şanslarını
uygun dille açıkladık, beklenen hayat sürelerini karşılaştırdık, hayat kalitesi
bakımından karşılaştırma yaptık, hasta anladı mı diye yokladık, sorguladık,
tekrar ettirdik, ola ki bizim dilimizden sökemiyordur, geriliyordur,
darılıyordur diye bir kere de hemşir'anıma anlattırdık, ailesiyle konuştuk,
aileden durumu hastaya izah etmesini istedik, komşu Vesil'anım'ı çağırttık, bir
kere de ona anlattırdık, hasta inat etti bir karar vermiyor, "sen bilin
tohdur beg, sen seç" diyor. Naapçaz? Doktor hastaya sormadan karar veremez
demek başka, hasta isterse kararı aileye veya hekime bırakabilir demek başka.
İslam'ın mevcut yorumlarından memnun değiliz
diyelim, beşeri sistemlerin mevcut yorumlarından da memnun değiliz, ne olacak? Yine
aynı noktaya dönüyoruz. Yasaları şeyhülislamın değil de anayasa mahkemesinin
denetlemesi bizi daha mı mutlu kılıyor? İslam deyince neden insanların aklına
hayatı kâbusa çeviren, öcü gibi bir şey geliyor, ben de onu anlamıyorum. Sanki engizisyondan
bahsediyoruz, günah bağışlayan, endüljans satan papazlardan, yanılmaz
papalardan bahsediyoruz... "Şeriat isterük" diyen insanların çoğunun
bir iki şekli hususun dışında bir şey anlamadığına katılıyorum. Bunun bedeli İslam'ı
kavramsal planda dışlamak mı olmalı? Adam gibi bir din eğitimi verilmesini
sağlasak da, İslam değerlerine bağlı, şekli de, özü de gayet iyi bilen, daha
geniş ufuklu insanlar yetiştirsek daha iyi değil mi? Cemaatlerin verdiği
eğitimi beğenmiyoruz da, karanlığa sövmek çare mi? Cemaatler bu alanı sahipsiz
bulup girdiler, becerebildikleri kadar yürütmeye çalıştılar. Hiç bu işlere
girmeseler daha iyi bir İslam eğitimi mi olacaktı? Hiç olmayacaktı.
11. Hiçbir İslam alimi "Allah adına"
konuşmaz, onu yapsa yapsa Katolik Kilisesi yapar. Doğrudan vahye dayanmayan
hiçbir söze Allah kelamı muamelesi yapılamaz. Ayetler ve sahih sünnet dışında
kimsenin Allah adına bir şey söyleme yetkisi yok. Hayatımın her noktası ile
ilgili olarak birine danışmak istiyorsam da, bu benim problemim, başkasını
ilgilendirmez. Laik sistemin kazandırdığı özgürlük, aklımın ermediğini,
bilgimin yetmediğini düşündüğüm konularda başkalarına danışabilmemi de içerir. Ben
gidip de birine, "hocam tırnaklarımı hangi sırayla keseyim?" diye
soruyorsam, o da bana "sağ elinin işaret parmağından başla evladım"
diyorsa, bunda baskı nerede? Ben birine gidip de "hocam enflasyon oranının
altındaki faiz riba sayılır mı, sayılmaz mı?" diyorsam, o da "ancak
reel faiz faiz sayılır" diyorsa, ben de kişisel uygulamamı buna göre
şekillendirmeye karar veriyorsam, bunda baskı nerede?
Kadrosuz sistem olmaz, adam gibi uygulayacak aklı
başında insanlar yetiştirmezseniz, insanları hiçbir sistemle mutlu edemezsiniz.
Kendince bir Şeriat düzeni kurup da mutlu olamayan insanlara, beşeri bir sistem
denemelerini önersek daha mı mutlu olacaklar? Bu kafayla o sistemi de
kendilerine benzetirler.
“Amacımız” kelimesiyle başlayan cümleler ancak
sistem içinde anlamlı olabilir, belki benim amacım insanları zorla mutlu etmek?
Amacımızın insanların mutluluklarını aramalarına engel olmamak olduğunu kabul
ettik diyelim. Softaları susturup insanları serbest bırakmak, arayışlarının
önünde bir engel kalmadığı anlamına gelmez. İnsanların akıllarını
kullanmalarını engelleyebilen bir sürü cazip tuzak var; reklâm, propaganda,
beyin yıkama, insanları seçim yaptıkları halüsinasyonu içinde manipüle eden bir
sürü odak var, insan aklını din otoritelerinin yapması muhtemel olandan daha
fazla savunmasız bırakan piyasa otoriteleri olmasaydı, böyle saçma sapan bir
tüketim toplumu var olabilir miydi?
"part 3 - practice"
Hukuk sistemi önerisine sıra geldi nihayet. Ensarsız
Medine olmaz. Türkiye'de İslamî bir düzeni taşıyabilecek bir toplumsal yapı
yok. İslamî değerleri benimseyenler kendi dinlerini çok iyi bilmiyorlar. İslamî
değerleri benimsemeyen insanlar da çok. Bu şartlarda ruhuyla İslam'ın özüne
uygun bir düzen kurulamaz. Sadece şekle dayanan bir sistemin de tabanı yok Türkiye'de,
Taliban sistemini dindarlara bile kabul ettiremeyiz. Mevcut toplum yapısında
önereceğim sistem muhtemelen insan hakları doktrinine dayalı bir hukukun
uygulandığı bir Liberal Demokrasi olabilir. Türkiye gibi çok kültürlü bir
toplum yapısı olan bir ülkede, uygulanabilir ortak zemini, paradigmalar arası
asgari müşterekler uzlaşmasını sağlayabilecek başka bir sistem olacağını
zannetmiyorum.
"part 4 - exercise"
1. Evrensel bir teori olmadığı için sistemlerden
birini uygulamaya temel teşkil edecek hareket noktası olarak seçmek
ve
diğerlerinden daha evrensel olmayan bir
paradigmayı, "inter-paradigmal main-base" saymak, bundan bir
gerekçelendirme türetmek, normları bu gerekçelendirmeden çıkarmak, diğer
paradigmaları hesap dışı bırakmak
arasındaki fark nedir?
2. Beşeri hukuku mu uygulamalıyız
ve
hangi beşeri hukuku nasıl uygulamalıyız
soruları arasındaki fark nedir?
İşte böyle efendim, ezcümle şudur söylediğim:
pratikte ne yapabiliriz, o konuda çok çok farklı düşündüğümüzü sanmıyorum, ama
söylediğim herhangi bir şeye itirazın gerekçesi "benim sistemim evrensel,
seninki değil" olacaksa ben yokum aakideş. Epistemik özgürlük istiyoruz
anacım.
***
Şer'î sistemlerde yargılayıcı mutlak anlamda Allah
adına konuşmak iddiasında değildir. Kendisine Allah'tan vahiy gelmeyen kimse Allah
adına konuşamaz. Müçtehidin yanılabilirliğini baştan kabul ettiğimiz halde,
nasıl Allah adına konuştuğunu düşünebiliriz?
Şer'î sistemlerin taraflılığı Şer'î olmayan
sistemlerin taraflılığı kadardır. Şer'î hukukun ayırıcı özelliği Allah adına
hükmetmek değildir, temelini ilahi kaynaktan almaktır. Aradaki fark ne? Senin söylediğin
sistemdeki her ince ayrıntıyı Allah'ın emri saymak, benim dediğim sistemin
ideolojik çekirdeğini vahiyden almak, ama net bir şekilde vahiyle belirtilmemiş
hiçbir şeyi Allah'ın emri saymamak.
Bütün renklere kör bir hukuk anlayışı yok. Bütün hukuk
anlayışları bir renk taşır.
Allah adına konuşan adam derken kastın müçtehit
ise, onu bal gibi de eleştirirsin. Ciddiye alınma ihtimalin ne kadar ciddi bir
eleştiri getirebildiğinle ilgilidir. Ebu Hanife örneği tezinin aksini
gösteriyor, adam müçtehidi eleştirmekle kalmamış, zindana kapatmış. Gücü suistimal
eden insanların bulunması her sistemde mümkün, bu insan tabiatıyla ilgili, sistemle
değil. Bazı sistemlerde bu daha kolay olabilir. Bunu zorlaştıracak bir teknik
uygulaman, kurduğun sistemin İslami olmaması anlamına gelmiyor. Halifelerin uyguladığı
saltanat sistemi İslam'dan kaynaklanan bir sistem değildi. O toplum bundan daha
iyi bir sistemi taşıyamadığı için sistemi kendilerine benzettiler. Hz. Ebu Bekir'in,
Hz. Ömer'in idare ettiği devletle, Emevilerin, Abbasilerin idare ettiği devlet
aynı devlet değil. "Sen eğri gidersen biz seni kılıcımızla doğrulturuz ey Ömer"
diyecek vasıfta insanları yetiştir, hangi sistem olursa olsun sırtın yere
gelmez.
Otorite elde etmenin kolay yolu zamana ve zemine
göre değişir. Çok çok eski bir zamanda, çok çok uzak bir galakside, otorite
elde etmenin en verimli yolu kurucu şefi sömürmek mesela. Elinizde şef
konusunda hassaslaştırılmış bir hassa alayı, beyin damarları kireçlenmiş aşırı
yüksek yargıçlar, canı burnunda akademisyenler, terelelli aydınlardan
oluşan bir ordu varsa, borunuzu öttürüyorsunuz. Ayrıca Allah'tan bahsetmenin Allah'ı
sömürmek anlamına gelmesi de zorunlu değil. Tıkandığımız nokta, görebildiğim
kadarıyla İslam alimleri/ müçtehitler kavramı. Din hakkında konuşmak kimseyi
başka alanların uzmanlarından daha otoriter kılmaz. Ülkenin ekonomisini bana
sormadan yönetiyorlar ve iki tükenmez kalem satıp üçüncüsünü bedavaya
getirmekten ibaret piyasa tecrübemle bu adamları eleştirmeye kalkarsam beni
ciddiye alan olmuyor. İki üç ekonomi kitabı okumuş olsaydım, dediğimi yaptırmak
anlamında olmasa bile, bir iki kişiye kendimi dinletmek anlamında bir şansım
olabilirdi. Sistemin Şer'î olması uygulayıcısı ve tadil edicisinin
sorgulanamadığı anlamına gelmiyor. Uygun tekniği geliştirirseniz, her şeyi
sorgulayabilirsiniz. Şu anda böyle bir teknik yok belki elimizde, ama şu anda Şer'î
sistem uygulansın diye ayaklanan da yok. Şu anda uygulanabilir bir Şer'î sistem
de yok. Daha ortada iyi kötü işletilebilen örnekleri olan bir sistemi bile adam
gibi işletemiyoruz, örneği, modeli olmayan bir sistemi nasıl kurup işleteceğiz?
Böyle bir sistem nasıl bir şey olabilir, bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Böyle bir
sistemi kuracak kadro dünyada yok. Böyle bir kadroyu yetiştirecek bir toplum
olmadığı için, bugün bunları tartışıyoruz. Faiz yasak demekle iş bitmiyor,
üretim-tüketim sürecini yeni bir espriyle en baştan yapılandırmanız gerekiyor. Recm
cezası getiriyoruz demekle iş bitmiyor, amaç insanları taşlayarak öldürmek
değil; zinayı önlemek, aileyi, sağlıklı yeni nesilleri korumak. Bunu yapmak
için öncelikle zinanın yanlışlığına inanmış bir topluma ihtiyacınız var. "Teşvik"lerden
kendi iradesiyle kaçınan bir topluma ihtiyacınız var. Evlenmenin kolaylaştığı
bir topluma ihtiyacınız var. "Asarım keserim, mollam öyle
diyor" söylemiyle belirli kuralların dayatıldığı, ama imanın yerini
fanatizmin aldığı, aşkın yerini menfaatin aldığı, nefis terbiyesinin yerini
iştihanın aldığı, sarık sarma ve sakal bırakma konusundaki titizliğin yetim
malı yememek konusunda gösterilmediği, ahlakın çöktüğü bir toplumdan
bahsetmiyoruz, yepyeni bir medeniyetten bahsediyoruz. Bu bir iki neslin
işi değil, bu İslam planlama dairesinin beş yıllık Şer'îleşme planlarıyla
gerçekleştirilecek bir proje değil, bu ancak ruhlarda esecek bir rüzgârın
getirebileceği bir dinamizmin ortaya koyabileceği bir insani birikim. Kısa vadede
hiçbir değişim bekleme. Uzun vadede ne olacağını ise kestirmemiz mümkün değil.
***
Pozitif bilim bana ne yapmam gerektiğini niye
söylesin ki? Liberal Demokrat sistem bilimin ağzından mı konuşuyor? Değerler
alanında bilim ne söyleyebilir? Üç yasak koymak ve hiçbir emir vermemek,
her şeyi serbest bırakmak insanlara mutluluk getirir mi? Evet diyorsan bu bir
inanç. Hayır diyorsam bu da bir inanç. Diyorum ki, aynı inanç etrafında
birleşemiyoruz madem, senin inancını uygulayalım, ama uzlaşma adına sana
uyduğumu bil ve kendi paradigmanla benim paradigmamı yargılamaya kalkma. En azından
bunu “inter-paradigmal main-base” otoritesiyle yapma. Bir Hristiyanın, bir Ateistin,
bir Budistin, bir Sosyalistin İslam eleştirisini ne kadar önemsiyorsam, bir Liberalin
İslam eleştirisini de o kadar önemserim. "Bu sistem serbestlik esasına
dayanır, insanların kendi yollarını bulmalarına imkan tanır, bu yüzden en iyi
sistemdir" söylemi epistemik anlamda "bu sistem Allah'ın lutfuna
dayanır, insanların yollarını kaybetmemelerine imkan tanır, bu yüzden en iyi
sistemdir" söyleminden daha avantajlı değil. İkincisi de birincisinden
daha avantajlı değil. Sen insanların kendi yollarını bulabileceklerine
inanıyorsun, bu yüzden mutlak serbestliği bir meziyet olarak görüyorsun. Ben ise
insanların yardım almadıkları vakit, her alanda doğruyu bulamayacaklarına
inanıyorum, bu yüzden mutlak serbestliği bir zaaf olarak görüyorum. Madem
anlaşamıyoruz bu konuda, inanç tartışmasıyla günü tüketmeyelim, asgari
müşterekte birleşelim. O asgari müşterek azami serbestlik mi? Kabul. Ama inanç
tartışmasından kurtulmanın yolu, bazı inançların kendilerine evrensel kisvesi
biçmekten vazgeçmeleri. Liberal Demokrasi en ideal sistem olduğu için veya
evrensel doğru olduğu için Liberal Demokrasiyi uygulamayacağız, sen Liberal Demokrasiye
inandığın ve ben İslam'a inandığım için, mevcut toplum yapısında daha pratik
oluyor diye, başka bir pratik yolumuz yok diye Liberal Demokrasiyi
uygulayacağız.
***
Ben ilahi mesajın ihtiyacımı karşılamak üzere
gönderildiğini düşünüyorum. Demek ki namaz kılmaya muhtaçmışım, oruç tutmaya
muhtaçmışım ki Allah bana bunları emretmiş. Hayatımın her alanında benden aşkın
bir valığın emirlerine muhtaçmışım ki Allah bana bir takım emirler göndermiş,
değil mi? Bu her dakika tepemde dikilip bir şeyler dikte edecek birini
istediğim anlamına mı gelir? Görüşünü kendi görüşümden üstün görmediğim birine
niye bana karışma yetkisi vereyim ki? Üstelik danışmakla emir almak da farklı
şeyler.
Meşru hareket alanını kendi inancına göre
tanımladıktan sonra, benim neyi sorun ettiğim senin için niye sorun oluyor ki? Elimde
sopayla kafana dikilmiyorsam, neyi istersem sorun ederim, sana ne? İnancımı sana
dayatıyor muyum, dayatmıyor muyum, ona bak. Ne yapmaya hakkın olduğuna
inanıyorsan onu yap, kafana göre davran. Kafana göre yaptığın hareketlerin
bazılarını yanlış buluyorsam, o da benim sorunum. Kendi kendime sorun
ediyorsam, niye karışıyorsun ki? En fazla fikir beyan ederim, de get deme
hakkın saklı kalır.
Dinin emrediciliği ona inananların bağlılığına
bağlı, ben de inanmayanlara da emretsin demedim zaten.
***
Laiklik gönülden bağlı olduğum bir kavram değil,
ama mevcut toplum yapısında birbirimizi yemeden birarada yaşayabilmek için
ihtiyaç duyduğumuz bir kavram, elimizde ortak kabul gören bir inanç, bir kültür
olmadığı için gerekli olan bir kavram, bu yüzden Türkiye'de laiklik olmalı. Benim
için dindarları ve bir dine mensup olmayanları birbirinden koruyacak bir
uygulama laiklik.
***
Ortaya koyduğunuz sorunun özeti şu: inançların
çelişmesi halinde ne yapacağız? Çözüm öneriniz de, bir disiplinin hakem
rolü oynaması. Kısmen hemfikirim, kısmen değilim. Bir kere çelişebileceği
varsayılan tarafları dinler diye sınırlandırmayı doğru bulmuyorum. Problem şu
dinin bu dinle, bu mezhebin o mezheple çelişmesi değil. İnanç kavramına
başvurmak bu yüzden önemli. İnanç farklılıkları çelişme potansiyelini
doğuruyor, bu inanç bir din olsun ya da olmasın. Başka bir ifadeyle her inanç
sistemini bir din olarak da tanımlayabiliriz, mesela Hümanizm de bir din olur
bu anlayışla. Fazla karışmasın diye inanç terimiyle devam edelim. Konu inançlı
sistemlerin çelişebilmesi yüzünden, inanca konu olmayan bir sistemin zemin
alınması değil, çünki inanca konu olmayan bir sistem yok. Bu yüzden
-teoride- hepsinin eşit temsil edilmesi gerekiyor. Bütün -izm'lerin Hristiyanlık,
Yahudilik, Müslümanlık, Budizm gibi dinlerle bir hizada durması gerekiyor. Bazı
konularda dinlerin uzlaşabilmesine rağmen seküler inançlarla dinler arasında
bir uzlaşmazlık olabildiğini görüyoruz. Kürtaj konusunu düşünelim, fıkıhçıların
bir görüş birliği var mı, çok emin değilim, ama bildiğim kadarıyla İslam
kürtaja taraftar değil. Katolik Kilisesi şiddetle karşı çıkıyor. Bir uzlaşma
var yani aralarında. Ama bireyin özerkliğini savunan seküler sistemler
-aralarında görüş farkları da olabilir, ama- kürtajı destekliyor. Bu örnekte
hizayı bozan din-din çatışması değil, dini inanç-seküler inanç çatışması.
Bütün inançları eşit sayınca çelişkileri nasıl
çözümleyeceğiz? Burada sizin çözümünüze dönüyoruz: içlerinden birini hakem
sayacağız. Ama bunu yaparken onu diğerlerinden epistemik anlamda üstün
saymayacağız, mecburiyetten dolayı sınıf başkanı seçilmiş bir tür "primus
inter pares" olarak göreceğiz. Asgari müştereklerden oluşan bir tür ateşkes
sistemi olarak değerlendireceğiz. Bu sistemin fonksiyonunu yerine
getirebilmesi için geniş ve esnek bir sistem olması yerinde olur. Bu da bizi Liberalizm
fikrine getiriyor. İslami bir gözle bakarsak Liberalizm ideal bir sistem değil,
ancak mevcut şartlarda "fitne" çıkmaması için ehven-i şer
olarak seçilebilecek bir sistem. Barışı korumak uğruna sistemin olumsuz
taraflarını sineye çekmek durumu hâsıl oluyor, zira barış bozulduğu zaman bu Müslümanların
da yararına olmayacak. Gördüğünüz gibi gerekçelendirmeler farklı olsa
da, uygulanabilir bir orta nokta bulunabiliyor.
Bir an önce toplum kesimleri arasındaki çatışmayı
bir ateşkesle sona erdirip üretime geçmek,
Türkiye'nin en acil konusu bu.
***
"Bu sistem serbestlik esasına
dayanır, insanların kendi yollarını bulmalarına imkân tanır, bu yüzden en iyi
sistemdir" söylemi epistemik anlamda "bu sistem Allah'ın
lutfuna dayanır, insanların yollarını kaybetmemelerine imkan tanır, bu yüzden
en iyi sistemdir" söyleminden daha avantajlı değil.
Epistemik anlamda diyorum bak, epistemik anlamda,
epistemik anlamda! Devlet yok epistemik anlam derken ortada, polis yok, sopa
yok, cebir yok, mantıktan başka hiçbir şey yok; devleti, sistemi, rejimi,
iradeyi, zorlamayı nereden karıştırıyorsun?
Birden bire kendini bir adanın ortasında
buluyorsun, senden başka tek bir insan yok. Devlet yok, polis yok, toplum yok,
kurumlar yok, hiçbir şey yok, bir tek sen varsın. İki küçük kitapçık
buluyorsun, daha önce hiç duymadığın iki fikrin propaganda broşürleri. Biri
falanizm görüşünü anlatıyor, biri filanizm görüşünü. Her ikisi de kendi içinde
tutarlı. Her ikisini de doğa ve toplum bilimleri verileri ile
karşılaştırabiliyorsun ve bu bilimler hiçbirini net olarak yanlışlamıyor. Aralarında
nasıl seçim yapacaksın? Birinin temel önermesi qwerty bir kuştur ve diğerinin
temel önermesi de qwerty bir mobilyadır şeklinde. Bunlardan birini seçersen,
iki fikirden birini seçme imkânın olacak. Ama qwertynin ne olduğunu sana
zorunlu olarak bildiren ne bir mantık kuralı var, ne de doğa yasası. Qwertynin ne
olduğu konusunda bir seçim yapabilmenin tek yolu bu önermelerden birine
inanmak. Düşündün, taşındın, kaşındın, bir karar veremedin, ama bir gün farkına
vardın ki qwertynin bir kuş olduğu yönünde sezgisel bir kavrayış var içinde. Başkasına
ispatlayamıyorsun, ama hiçbir tereddüdün yok, gayet eminsin, qwerty bir kuştur.
Seçimini yaptın. İki seçenekten biri epistemik anlamda daha avantajlı değil,
dolayısıyla vicdanın hangisine yönelirse onu seçmekte özgürsün. Hiçkimse karşına
dikilip de akıl bilim ıvır zıvır şu bu seni şunu seçmek zorunda bırakıyor, bunu
seçmek zorunda bırakıyor diyemez, sadece sen özgür iradenle birini
seçebilirsin. İsterse biri kendini Allah'ın emri olarak takdim etsin, diğeri
kendini bilimin, akılcılığın gereği gibi göstersin, önemli değil. Bu seçimi
yapmak tamamen senin inisiyatifine kalmış. Seçimini başka insanlarla tekrar bir
araya geldiğin zaman nasıl savunacaksın, ne gibi problemler çıkacak, nasıl
çözülecek, oraya gelmedik daha. Sonsuz bir boşlukta yapayalnızsın ve sadece
vicdanın karşısında duran iki fikir var. Başka hiçbir şey yok. Kimse sana
karışamaz, bir şey dayatamaz, propaganda yapamaz, rüşvet teklif edemez, burnuna
silahı dayayamaz. Önünde hiçbir engel yok, karar vereceksin, seçeceksin.
Sen ne yapıyorsun? Yolumu kesiyorsun. Birinci sistem
iyidir, birinci sistemi seçmek zorundasın diyorsun. Sana göre niye birinci
sistemin daha iyi olduğu ile ilgili bir takım gerekçelerin olabilir, bunları
dinlemekten memnun olurum, belki benim gerekçelerimden daha yakın gelir bana,
fikir değiştiririm, belki de benim için bir şey ifade etmez ve sadece dinleyip
geçerim. Senin birinci sisteme inanmak için bir takım gerekçelerinin olması,
beni birinci sisteme inanmak zorunda bırakmaz. Kaç gündür anlatmaya
çalıştığım şey bu, bir kelime bile anlamamışsın, aşk olsun ya! “Şu, şu,
şu, şu, şu sebeplerlaa Liberalizm daha iyidir, Şeriat tu kakadır, Şeriata
inanman yanlıştır, Liberalizme inanmak zorundasın, tecrübe bunu gerektirir...”
Yok ya... Daha vicdanımla başbaşayken bana seçenek bırakmıyorsun, hangi
özgürlükten bahsediyorsun, Allahını seversen? Önce kendi algı evrenimde
yapayalnızken doğru yolu seçmek konusunu tamamen benim inisiyatifime bırak da,
sonra bir araya geldiğimizde ne yapacağımızı konuşalım. Nasıl ben seni bir şeye
inanmak zorunda bırakmıyorsam, sen de beni bir şeye inanmak zorunda bırakma. Sen
ona inan, ben buna inanayım. Bu noktada bir mutabakata varalım ki, ikimiz aynı
şeye inanmıyorsak ne halt edeceğiz sorusuna cevap aramaya sıra gelsin.
***
Tamam, sen Şeriata inanma. Bence doğru anlamıyorsun
Şeriat nedir, ama oturup açıklayacak mecalim ve hevesim kalmadı. Zaten baştan
beri bir kere bile Şeriata inanmak zorundasın demedim sana. Liberalizme inanmayı
yasaklamak ne kadar boşsa, Şeriata inanmayı yasaklamak da o kadar boş demeye
çalışıyordum. Hele şu tecrübe tecrübe diye vicdanıma soktuğun sopayı çek oradan
bir kere de, sonra ben senin kafana budaklı meşe odunu indirecek miyim,
indirmeyecek miyim, onu konuşalım. Bir insanın karşıma geçip de şu veya bu
ideolojiye inanmak aklın mantığın bilimin gereğidir, bunların zorunlu sonucudur
diye ahkam kesmesi, kafama silah dayayıp namaz kılmamı engellemek istemesinden
daha ağır geliyor bana. Neye inanacağımı dikte eden aklın da mantığın da
bilimin de Allah bin türlü belasını versin.
***
Allah insanı seçmekte serbest bırakmış ve
bir haberci gönderip seçiminin sonuçlarını bildirmiş. "Sen her neyi
seçersen doğru odur, kara kaşlı, sırma saçlı kulum, epistemik yolların kralı
sensin, keyfine göre takıl" dememiş, "adam ettim seni, huzuruma
alıp kelam ettim, kelamımı yalanlarsan ateşteki yerine hazırlan"
demiş. "Doğru yol bu" demiş "ve lakin epistemik
mekanizmanı doğruyu da yanlışı da seçebilecek şekilde yarattım, sana
gönderdiğim deliller de seni epistemik planda doğru yolu seçmek zorunda
bırakmıyor, seçeceğin yol senin için gayb perdesi ardında gizli, seni doğruyu
seçmeye zorlamıyorum, ama doğru seçim yaparsan ödül var ve yanlış seçim
yaparsan ceza var" demiş. İmdi bu tablodan herhangi birinin seçeceği
herhangi bir yolun doğru olduğu sonucu çıkar mı? Allah'ın gönderdiği mesajı
iplemeyen birinin yolunu bulabildiği anlamı çıkar mı? "olee, acıba on
guruş verip on bir guruş geri istesem, bu doğru mu olur, yanlış mı olur, du bi
bakiim Allah ne demiş" demeyen birinin doğruyu bulabildiği düşünülebilir
mi? Herkesi doğru şeye inanmaya zorlayalım demedim ki. Bir yerde herkes
doğru şeye inanıyorsa, bırak doğruyu düzen haline getirsinler; bazısı doğruya
bazısı yanlışa inanıyorsa, ortaya karışık bir uzlaşma zemini arayalım dedim. Herkesin
doğruya inandığı bir yerde bile doğru norm olamaz diye diretmenin ne anlamı
var? Doğru sırf inanç olduğu için norm olamıyor, ama yanlış, inanç olmasına
rağmen norm olması zorunlu oluyor, var mı böyle bir şey? Bas bas
bağırtacaksın beni, Şeriat ne kadar inançsa Liberalizm de o kadar inançtır. Herkes
Şeriata inanmıyorsa Liberalizmi uygulayalım, ama benim neye inandığıma karışma
diyorum, hayır sen Şeriata inanamazsın diye diretiyorsun. İnsanlara zorla
yardım edilsin dedim mi? Yardım almak isteyene karışılmasın dedim. İnsanların iyiliğini
zorla onlar adına düşünelim dedim mi? Kendi kendime oturup insanların iyiliği
budur diye düşünmeme de mi engel olacaksın?
Vazgeçtim abi, tırs, daha çok tırs, iki Müslüman
bile birbirini anlamakta bu kadar zorlanıyorsa daha zor iflah oluruz biz,
anominin dibine vurmuşuz. Kendi kendimizin efendisi olmayı bile hak edememişiz
demek ki daha, laf üretiriz anca böyle, elalem de gelir soyar soğana çevirir
bizi.
***
Türkiye'de insan hakları doktrinine dayanan bir
hukuku ve Liberal Demokrasiyi işletelim diyorum, bunu sağlıklı şekilde
yapabilmek için gerekli kavramsal arkaplanı açıklamaya çalışıyorum. Bu bağlamda
Robinson örneği konunun can alıcı noktası. Hepimiz birer Robinsonuz,
kafatasımızın ve göğüs kafesimizin içinde: kırmızı Robinsonlar, yeşil Robinsonlar,
mavi Robinsonlar, gökkuşağı Robinsonlar, ebruli Robinsonlar... Bu gerçeğin
toplumsal hayattaki, Robinsonlar arası matriksteki yansımasını çözümlemeye
çalışıyoruz. Matriksin dışında, hangi Robinsonların daha beyaz olduğunu
gösteren, bütün Robinsonlar tarafından kabul edilmiş bir ölçü yok. Matrikse giriş
anında hepimiz eş durumdayız. Işık, sevgi, çiçek, gülücük Robinsonunu, hepinizi
döverim Robinsonlarından daha beyaz kılan bir hiyerarşi yok, matriksin dışında.
Tut ki ben ''toplumun temel fonksiyonu Hazret-i Hacı İvaz Sirkencubin Rahmetullahi
aleyh hazretlerini memnun etmektir, zatı devletleri diğer insancağızlara göre daha
bembeyazdır, kategorik olarak üstündür, arzuları emir telakki edilmelidir,
ayrıyetten Kara Gözlü Afşar Çelik sabah, öğle, akşam, aç karnına bir araba sopa
yemesi gereken bir karaböcüktür; binaenaleyh Sirkencubin hazretleri ne
düşünürse doğru odur, zatı devletleri doğrunun tanımıdır kendi içinde ve dahi Avşar
Çelik rölatif yanlış düşüncenin temsilcisidir, kafasındaki plağı susturup
radyoyu açmak suretiyle Hazret-i Sirkencubinden feyz almak ve onun
düşüncelerini tekrarlamak yoluyla doğruyu bulamadığı durumlarda, ne söylese
yanlıştır, ezcümle ne zaman ne yapmak gerektiğini bilmenin tek yolu Sirkencubin'e
sormaktır'' görüşlerini savunan Sirkencubinizm ideolojisini benimsemiş olayım
ve sen de bana bunun yanlışlığını ispatlayamamış ol. İşte bu benden başka kimseyi
adam yerine koymayan, hele seni hiç adam yerine koymayan faşist ideoloji bile epistemik
skalada bütün diğer sistemlerle eşit değere sahiptir. Matrikse girdiğimizde
bana şunu söyleyebilirsin: “hocam iyisin, hoşsun da, yeryüzünde Sirkencubinist
olmayan birkaç milyar gafil varken bu senin sistemi aynen uygulamamız biraz
zor, affına sığınaraktan bir iki küçük sınırlama getirmek durumundayız”. Şunu söyleyemezsin:
“akıl fikir bilim filim bağlamında Sirkencubinizmin söylemleri saylanmaz,
toplumsal düzenlemelerde kategorik olarak yok sayılmalıdır”. Anlaşılabiliyor mu?
Burada Şeriat iyi bir sistemdir, kötü bir sistemdir
tartışması yapmıyorum, Şeriat uygulaması yönünde bir talepte bulunmuyorum, Şeriat
propagandası yapmıyorum. Diyorum ki "ortamda on iki Şeriatçı Müslüman,
sekiz Liberalist Müslüman, iki Sosyalist Müslüman, bin iki yüz kırk altı
oportünist Müslüman, yedi yüz atmış bir nepotist Müslüman, yirmi dört Marksist,
kırk yedi Sosyal Demokrat, on üç Liberal ateist, otuz yedi laikçi depresif,
seksen sekiz kökten zurna varken, uygulanabilecek en pratik matriks Liberal Demokrasidir,
ancak bu, teoride bu kategorilerden bazılarının daha beyaz olmasından
kaynaklanan bir durum değildir, bu bakımdan bazılarını kategorik olarak daha
beyaz sayan bir anlayış yönetime bulaştırılmamalıdır, bunun bir ateşkes
sözleşmesi olduğu unutulmamalıdır, imkanlar muvacehesinde masaya oturan
herkesin en iyi şekilde temsil edilmesine çalışılmalıdır, içlerinden bir
kısmının benimsediği ve bir kısmının benimsemediği sistemin yürürlükte olmasının
sebebi, seçilen sistemin evrensel doğru olması değildir, dolayısıyla ara sıra
bazıları yürürlükte olan sistemin öngörmediği değerlere dayanan taleplerle
ortaya geldiğinde, değerlerinin kaynağının sistemin dışında olmasından dolayı
kategorik olarak dışlanmaması, de get muamelesi görmemesi, eğer mümkün ise ne
yapılabiliyor diye durumun değerlendirilmesi gereklidir." OK? Ben senin
hiç beğenmediğin, benimsemediğin, vicdanen tasvip etmediğin bir teoriyi
benimsiyor olsam bile, ateşkes düzeninde taleplerimin arkasındaki teoriden
dolayı beni yok sayamazsın, bu teoriyle bağlantılı fikirlerimi göz ardı
edemezsin, eğer bunu yaparsan ben de senin teorin hakkında aynı şeyi yaparsam,
ortada ateşkes diye bir şey kalmaz. Anlatabiliyor muyum? Seçilen sistemin
seçilme gerekçesi evrensel olması değildir. Bunu uyguluyoruz çünki bu doğru,
senin dediğin yanlış tribiyle karşıma çıkarsan film kopar, çünki benim bunun
uygulanmasına rıza göstermemin sebebi bunun doğru olduğunu düşünmem değil. Kavramsal
planda sana mayıstos böceği kadar bile değer vermeyen pis köpeklere bile
uygulama planında değer vermen gerekiyor, OK? Halk arasında buna Demokrasi
diyoruz.
Hayek dahil bütün Liberal düşünürler lutfetmişler. İnanç
sadece toplumsal kuralların değil, bütün teorik sistemlerin bir numaralı
temelidir. Hümanizm, Liberalizm, Sosyalizm, Kapitalizm, Materyalizm; bilcümle
-izm'ler inanç bazlı sistemlerdir. Bütün insan bilgisi, bütün insan düşüncesi
inanca dayanır. İnanç şüphe ile bilgi arasındaki tek geçittir. Credo ergo
sum.
***
İslam iman, ibadet ve ahlak boyutlarıyla bütündür; İslam
ahlakını özümsemiş, hayata geçirmiş, fazilet timsali insanların olmadığı bir
toplumda muamelatı yürütemezsin. Bir takım şekilleri değiştirirsek toplumda
barış, selamet ve uyumun doğması için bu yeterli olur diyen oldu mu? Bu gece
yüksek komuta kademesinden, yüksek yargısından, rektörlerine bütün elit
bürokratlar, bütün elit olmayan bürokratlar, teknokratlar, Tüsiad, Müsiad,
sivil toplum temsilcileri, şucular, bucular, sucular, bütün siyasi parti
mensupları, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetindeki ve yurt dışı
temsilciliklerimizdeki herkesler, cemaatçiler, tarikatçiler, ortodoks
muamelatçılar, sefil liberalistler, rezil sosyalistler, kepaze dinciler, sen,
ben, o, biz, siz, onlar, bekçi Murtaza, çöpçü Dursun, kaportacı Satılmış,
cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar kurulu üyeleri, milletvekilleri, hepimiz
uykuya daldığımızda rüyamızda ak sakallı dedeyi görsek ve hidayete ersek, sabah
kalkar kalkmaz yüzümüzü yıkamadan Şeriat’ı getirmeye kalksak bile Şeriat gelmez
Türkiye'ye. Ne söylüyorum sana, yurtta da, dünyada da ne İslamî bir sistem
kurabilecek vasıfta bir kadro ne de böyle bir kadroyu yetiştirebilecek vasıfta
bir toplum mevcut. Bu iş bir medeni birikim meselesidir; İran, Afganistan, Suudistan,
Malezya modeli meselesi değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder