6 Temmuz 2014 Pazar

Düşünce Tarlası Polemikleri 1 - Evrensel Ahlâk Meselesi


Eski dostum Avşar Çelik ile blog sitesindeki fikir teatilerimiz sırasında yazdıklarımı toparlayıp müstakil yazılar halinde neşretmeyi düşünüyordum. Baktım başa çıkmayacak, ham halde arz ediyorum. Arada kopukluklar olabilir, kusura bakmayın; az edit bol laf, buyurun efendim…

(Biraz abartıp başlığa “Evrensel Ahlâk Kavramının Reddi Hakkında Risale” de yazabilirmişiz…)

***

Düşünceyi kahve değirmeni veya kıyma makinası gibi bir araca benzetiyorum. Bir formda aldığınız girdiyi başka bir forma dönüştürmeye yarıyor, ancak girdi yaratmıyor, girdilerimizi başka yollarla ediniyoruz.

Hangi davranışların iyi, hangilerinin kötü kabul edilmesi gerektiği konusunda evrensel kabul gören bir tanım yok. Kavga çoğu zaman düşünce makinasına girdi sağlayan zeminlerin 'keyfi' oluşunu gözardı edip, birini evrensel saymaktan kaynaklanıyor.

Pratik meselelerin çözümünün, öncelikle zorunlu standart takıntısını geride bırakmakla olacağını düşünüyorum.

Ahlak iyi davranmaktır, ahlak kötü davranmamaktır, bu ifadeler gerçek bir tanım olmaktan ziyade mantıksal bir fasit daire ifade ediyor. Baba kavramını oğulla açıklarken, oğulu da babayla açıklamak gibi. Gerçek bir tanıma ulaşabilmek için iyi/ kötü ne anlam ifade ediyor, bunu ortaya koymak gerekir. Bunu yapabilmek için de düşünce makinasının kendi başına üretemediği girdilere ihtiyacımız var, yani ispata gerek duymadan baştan doğru kabul ettiğimiz önermelere, inançlara, değerlere... Bunları kullanmadan salt düşünce makinasını kullanarak çözüme ulaşabildiğini savlayan tavır, ilk adımı gözardı ediyor demektir. Özetlersek, bana önkabullerini söyle, sana ahlak anlayışını söyleyeyim...

İyi davranmanın “objektif” tanımı yapılıyor. Öncelikle evrensel doğru saydığın birtakım önkabuller alıyorsun. Mantıksal olarak herkesin bunu onaylamak zorunda olduğunu varsayıyorsun. Hatta mümkünse bunu tartışmaya açmaksızın, zaman zaman da bir tür şuur dışı kabul şeklinde yapıyorsun. Aynı kabulü paylaşanların piyasası güçlüyse gayet de güzel prim yapabiliyor bu davranış.

İyinin ya da yararlının mutlak anlamda objektif bir tanımı da yoktur. Yapılan her tanım önkabullerin doğru olduğu varsayımına bağlıdır. Kerametimiz kendimizden menkul hep, bu yüzden mod kaça göre konuşulduğu not edilmediğinde tartışma anlamını yitiriyor. Biriyle zemini paylaşabildiğiniz oranda anlamlı bir iletişim kurabiliyorsunuz. Ortada dile getirilmeyen önkabuller oldukça ancak havanda su döveriz. Farklı zeminlere dayanan muhatapların münazarası, gölge boksundan öte bir şey değil.

Muhakeme ancak girdilerle mümkün. Akıl, bir formdaki girdileri başka bir forma dönüştürmeye yarar, girdi yaratmaz. Mantık ahlakı belirleyebilmek için girdileri dönüştürme, işleme fonksiyonunu yürütür. Girdi sağlamaz. İnsan aklının bu girdileri kendi başına elde edebileceği, bir inanç. Yani bir mantık işlemi değil, o işlemi yapabilmek için işe başlayabileceğimiz girdilerden biri. Buna inananlar genelde bunun bir inanç olduğunu gözardı ettikleri için, mantıksal süreçlerin zorunlu bir parçası gibi gördükleri için, bu noktadan yapılan itirazları, bütün olarak akla itiraz gibi algılıyorlar. İnsan davranışı ile ilgili sorumluluk aklın işleyişine bağlı değil, hangi verilerden yola çıktığına bağlı. Mahkemeler aklı, baştan doğru kabul ettikleri verileri hayata geçirmek, mevcut durumlara uygulamak için kullanır.

Standart kavram takımları, önkabullere bağlı olarak oluşturulan kümeler. Girdileri ortak olarak kabul eden çevreler için bağlayıcı, ancak onlar için standart. Evrensel standart değil. Hayat, mülkiyet, hürriyet kavramlarını temel alan takım, bu takımı hangi noktadan, hangi peşin kabullerden, hangi inanıştan yola çıkarak elde ediyor? Eğer ben aynı zemini paylaşmıyorsam benim için hiçbir anlamı olmaz. Kısmen paylaşıyorsam kısmen anlamı olabilir. Farklı zeminlerden yola çıkarak aynı takımlara ulaşılabilir mi? Bu olabilir, ama genelde iş uygulamaya döküldüğünde yorumlar çok farklı olabiliyor. Günlük hayatın alet çantası, kullanılan kavramların temellendirilmesinin tamamlandığı ve ilgili topluluk tarafından ortak olarak kabul edildiği varsayımına bağlı olarak işliyor. Sanık, suç, ispat, masumiyet, iddia vb kavramları pratikte kullanabiliyor olmamız, bu kavramlarla oluşturduğumuz kurgunun arkasındaki zemini paylaşıyor olmamızdan kaynaklanıyor. Sözgelimi evren tasarımımızda bireyleri birbirlerinden bağımsız antiteler olarak yerleştirmiş olmamız, suçun ve cezanın bireyselliği noktasına getiriyor bizi. Oysa bir kişinin işlediği eylemi bütün bir ailenin suçu olarak gören ve cezayı da hepsine birden veren bir sistem de tasarlayabilirdik. İkinci sistemin farklılığı, sistemi oluşturanların akılsızlığından kaynaklanmıyor, ama mesela aileyi tek bir ruhu olan ortak bir antite gibi algılıyor olmalarından kaynaklanıyor olabilir. Kültürler arasındaki farklılıklar, aklı kullanma becerilerinin farklı seviyelerde olmasından ziyade, aklı işletmek için seçtikleri temel verilerin farklılığından kaynaklanır.

Görecelilik de facto durum. Mantıki muhakeme mantığın kendisinden başka gereçlerin varlığı halinde mümkün. Bu yüzden akıllar pazara çıktığında herkes kendi aklını beğeniyor, çünki herkes aklını başka girdilerden faydalanarak işletiyor.

Bu bağlamda dinin insanlara akıl yoluyla elde edemeyecekleri girdileri sağladığı söylenebilir. Standart kavramı da bu girdilerin kabul edilişi oranında geçerli olabilir.

İçtihat aklın ve naklin birlikte kullanıldığı bir kurumdur. Temelde kıyas mekanizmasına dayanır. Yani, açık hükmünü bulamadığınız bir meseleyi, açık hükmü olan bir meseleyle karşılaştırır ve sonuca varırsınız. Açık hükümler muhakeme dışı temel girdilerimiz olan ayet ve hadislere dayanır. Dolayısıyla sonuçta içtihadınız da ayet ve hadislere dayanır. Yaptığınız işlem vahiy dairesinin dışında değildir. Vahiyden bağımsız bir değerlendirme yapmazsınız. Aklınızı vahiy girdisine dayanarak yeni durumu açıklamak için kullanırsınız.

Akıl/ nakil ikileminde nakil derken kastedilen, o alandaki temel bilginin vahiy yoluyla elde edilmiş olmasıdır. Akli ilimler/ nakli ilimler ayrımı da bu esasa göre yapılır. Din bilimleri dediğimiz bilimlerin hepsi nakli ilimler kabul edilir, bu alanda peygamberin aracılığı olmadan bir şey bilmek mümkün değildir. Akli ilimler ise temel girdilerini gözlem yaparak edinebileceğiniz ilimlerdir, tıp veya ziraat gibi.

***
Aklı "işlem melekesi değil girdi" olarak kabul etmiyorum, akıl girdileri dönüştürmeye yarayan bir araç. Tam olarak bir işlem melekesi. İşlediği girdileri üretmiyor, dönüştürüyor. Ancak sadece akla dayanarak bir ahlak ortaya koymaya çalışanlar -ki bence hata ediyorlar- aklın veri dönüştürücü fonksiyonuyla yetinmeyip, girdilerin edinilmesi görevini de akla yüklemiş oluyorlar. Dolayısıyla bu -benim inancımdan farklı- bir inanç oluyor. Ben aklın ahlak konusunda üzerinde işlem yapacağı temel verileri vahiy yoluyla sağlaması gerektiğine inanıyorum. Başkaları ise akıl yoluyla temel verilerin sağlanabileceğine inanıyorlar. Dolayısıyla akla, benim yüklediğim inanç malzemesini işleme rolüne ek olarak, inanç malzemesi sağlamak gibi ek bir rol daha yüklemiş oluyorlar. Bunu yapanların en azından bir kısmının gaflet ettiklerini düşündüğüm bir nokta var. İki ayrı fonksiyon için de aklı  Kullandıkları için, ortada iki ayrı fonksiyon olduğunu fark etmiyorlar. Hiç inanç kullanmadan salt muhakeme yoluyla bir ahlak elde ettiklerini sanıyorlar. İnançtan bağımsız bir süreç sürdürdüklerini sanmaları, inandıkları bazı şeylerin inanç olduğunu görememelerine sebep oluyor. Söze kahve değirmeni veya kıyma makinesi diye bir teşbihle başlamıştım. Analoji labirentlerinde kaybolma tehlikesini göze alarak teşbihi bir nebze daha genişletelim. Zeyd bin Amr metal öğütücüye buğday döküyor ve öğüten ile öğütülenin farkını görebiliyor. Jeremy Kant ise buğday yerine metal tozu kullanıyor, bu yüzden öğütülen ile öğütenin farkı konusunda net bir kavrayışı yok.

Kültürler arası çıktı çeşitliliği, muhakemedeki, aklın işletilmesindeki yeterlilik farklarından çok, girdilerin çeşitliliğine dayanıyor. Bu bağlamda "akletmez misiniz?" sorusunu "neden girdileri doğru dürüst işlemden geçirmiyorsunuz?" sorusunun karşılığı olarak değerlendirebiliriz. "yanlış çıktı" elde etmenin bir yolu, "yanlış girdi" kullanmaksa, diğeri de dönüştürücüyü yanlış kullanmak.

Neye inanacağımızı seçerken akıldan da yararlanabiliyoruz ve doğru olan da bu. Ancak inanç salt akılla ilgili bir konu değil. İnanç sadece düzgün bir muhakemenin sağladığı mecburi sonuçlara ulaşmak olsaydı, düzgün işleyen bir aklı olan herkes aynı şeylere inanırdı. "gaybe iman" kavramı üzerinde biraz düşünmek gerek. Elimizdeki veriler bizi bir şeyi kabul etmek mecburiyetinde bıraksaydı, buna inanmak demezdik.

Katilin kendi içinde tutarlı olmasını masumiyet delili saymamak güzel bir örnek. Tutarlılık akılla ilgili bir konu. Dönüştürücüyle ilgili, girdiyle ilgili değil. Yanlış bir noktadan hareket ettiği için, doğru bir muhakeme sürdürse bile doğru sonuca ulaşamıyor katilimiz. Kendi içinde mantıklı olmak onu masum kılmıyor. Gerçekten kendi içinde tutarlıysa, yanlış sonuca ulaştığına göre, yanlış noktadan hareket etmiş demektir, hareket noktasını reddettiğimiz için fiilini meşru bulmuyoruz. Yaptığı işi kendi başlangıç noktamıza göre kötü kabul ediyoruz. Seçtiği başlangıç noktası üzerinde tutarlı bir muhakeme yürüterek bir sonuca varmışsa, kendi açısından yaptığı kötü bir iş olmaz.

Bana göre "din" olmadan ahlak olamaz, evet; İslam, Hristiyanlık, Budizm veya Materyalizm ve Hümanizm... Girdi teşkil eden değer kümelerinin her birini ayrı bir din olarak değerlendirebiliriz. Bunu "inanç" olmadan ahlak olmaz diye de ifade edebiliriz.

Marksistler girdi dayatma yönteminde yanılmış olabilirler. Girdi alanı dayatmaya en dirençli alan, dayatmanın en kolay ters tepebileceği alan. Beyin yıkamayla bir yere kadar gidebiliyor insan. Ama bu bir yer uzunca bir yer de olabilir. Sovyetlerin dışında da girdi dayatma yöntemini kullananlar var, bütün Batı dünyası yapıyor bunu, ama daha "soft" ve de "sofistike" metotlarla. Bu yüzden zihnin dayatmayı kusma süresi uzayabiliyor. Belki de Ruslar, parti komiserleri yerine Amerikalılar gibi televizyon kullanmalıydılar. Kullanmışlarsa bile, iyi kullanamamışlar demek ki. Çuvallamak için bir sürü farklı yöntem var, temel girdilerinizi dönüştürüp sonuçlar elde etme sürecinde hata yapmış da olabilirsiniz, temel girdilerinizi insanlara benimsetme sürecinde de. Ezcümle Marksistler örneği aklın girdi yaratmadığı, dönüştürdüğü yönündeki iddiayı çürüten bir örnek değil.
***
Sınır çizen bir kural, bir tanım belirleyebiliyorsan, ne iyilikleri ne de kötülükleri tek tek tanımlaman gerekmez. Bir sınır çizilebiliyor olması, zaten iyi alanıyla kötü alanının birbirinden ayrıldığı anlamına geliyor. Bu sınırı çizen bir prensibimiz varsa, tek bir prensiple bütün muhtemel olayları, tek tek incelemek zorunda kalmaksızın sınırın bir tarafına yerleştirmiş oluyoruz demektir. Özel olaylarla karşılaştıkça da kuralla uygunluğunu denetleyerek sınırın hangi tarafında kaldığını belirleriz. Önemli olan böyle bir sınır çizebiliyor muyuz, bunu anlamak. Çember dediğimiz nesne bir adet merkez noktası koordinatları ile bir adet yarıçaptan oluşur. Merkez noktayı ve yarıçapı biliyorsanız koordinat düzlemindeki bütün noktaların çemberin içinde mi dışında mı kaldığını icmalen biliyorsunuz demektir, hiçbirini ayrıca tanımlamaya gerek kalmaz. Tafsilat gerektiği zaman da verilen noktaya kuralı uygulayarak çembere göre pozisyonunu belirlersiniz.

Çember örneği, girdi-işlem-çıktı anlayışını açıklamak için de kullanılabilir. Girdimiz merkez noktanın koordinatları ve yarıçap hakkındaki kabulümüz. Bu veriler elde olduğu zaman aklımızı kullanarak herhangi bir eylemin iyi mi kötü mü olduğunu hesaplayabiliriz. Ama aklımız bize merkez nokta koordinatlarını bildirmez, yarıçapı da bildirmez, bunu inanç yoluyla ediniriz.

İyi ve kötü arasında sınır çizmek pratikte çember çizmekten biraz daha karmaşık bir iş. Böyle bir sınır hangi yolla belirlenebilir? Ya temel verilerinizden yararlanarak sınırlı sayıda kötülük tanımlar ve alanın sınırlarını bunlarla işaretlersiniz. Bu size az sayıda yasak sağlar. Kötülüğü belirtilmemiş her şey otomatik surette iyi sayılır ve pratikte sayısız miktarda serbestlik sağlamış olursunuz. Ya da iyi olanı sınırlayarak başlar ve bolca yasak elde edersiniz. Veya karma bir metot kullanırsınız. İyi olduğu ve kötü olduğu açıkça belirtilmiş bir seri eylem açıklarsınız. Bunlardan iyilere benzeştirilebilen eylemlerin iyi, kötülere benzeştirilebilenlerin de kötü olacağını açıklayarak potansiyel konulara zemin hazırlarsınız. Son olarak hiçbirine benzeştirilemeyenlerin hangi tarafa dahil edilmesi gerektiğini söylersiniz, sisteminiz tamamlanır. Herhangi bir şeyi iyi veya kötü olarak tanımlamanız, zıddını da zımnen söylemeniz anlamına geldiği için, aslında iyi ile kötünün kavramsal olarak çok farkı yok diye düşünüyorum. Özel olarak hangisini bildirdiğin, hangisine daha sınırlı bir alan bırakacağınla ilgili. "serbest olduğu bildirilmemiş her şey yasaktır" anlayışı sıkıcı ve zor uygulanır bir anlayış, ama tutarsız değil. Acaba insanlar "gerizekalı" oldukları için mi Amish oluyorlar? Aslına bakarsan sayıları oran bakımından bu kadar az olmasaydı, hayatları çok daha kolay olacaktı. İnanışlarının "cazip" olmaması tek başına hatalı olmalarının delili değil. Ezcümle "a iyidir" demek "a' kötüdür" demekle eşdeğer, "b kötüdür" demek, "b' iyidir" demekle eşdeğer. "kötülük yapma" emri zımnen "iyilik yap" emrini de içeriyor ve tersi de doğru.

***
Temel hakların kökenini açıklayamamak onları mantıki bir mecburiyet olmaktan çıkarır, birer "kabul" haline getirir. Epistemolojik açıdan temel haklar öğretisi ile “priştinal force*” öğretisini farklı yerlere koyamıyoruz anlamına gelir. Doğruluğu ispatlanamayan, ispatsız olarak doğru kabul edilen bir başlangıç noktası haline getirir ve ortada evrensellik kalmaz. Çıktılarınızın doğruluğu girdilerinizin doğruluğuna bağımlıysa ve insanları girdilerinizi paylaşmaya zorlayamıyorsanız, bütün sorgulamanız "önkabullerimizin doğru olduğunu varsayarsak" parantezi içinde kalıyorsa, söylediklerinizi ancak temel değerlerinizi paylaşanları bağlar.

(priştinal force tartışma sırasında uydurduğum hayali bir sistem: İnsan ruhu priştinal force üzerindeki kriştinal çakra dalgalanmalarından ibarettir ve mutluluğu dalgalanmanın ana akımla ahengine bağlıdır. Eğer ona ahengini bozacak bir eylemde bulunursanız, trapezüsyon kilitlenmesinden dolayı ebediyen acı çekebilir. Ahengi bozan eylemlere örnek olarak, insanın karşısında esnemeyi gösterebiliriz. Esneme atık titreşimlerin boşaltılmasıdır ve belirli bir açıdan az bir doğrultuda bir insana yöneltilirse doğrudan doğruya ruhunu etkiler. Bunu onun da esnemeye başlamasından anlayabiliriz. İnsanların yüzüne karşı esnemek affedilemez bir suç ve önlenmesi gereken bir zarardır.

Ramjdaghar hashato, grupriştnaraya'nın priştinal force'un yeryüzündeki saf yansıması olduğuna inanıyor. Onun direktiflerinin uygulanmasını evrensel ahengin sağlanması açısından elzem kabul ediyor. Grupriştnaraya'ya göre göğe doğru hapşurmak ahengi bozan bir şey ve yol açtığı zararı gidermek için bunu yapanın yanağından bir makas almak gerekiyor. Eğer hashato gerçekten elemanın saf yansıma olduğuna inanıyorsa ve makas alma direktifini gerçekten ortaya koyduğuna inanıyorsa, M. M. M. R. Gonzales göğe doğru hapşurduğunda ondan makas almakla kendi açısından gayet iyi bir şey yapmış olur. Oysa gonzales'in inancına göre "destur tü tü tü" demeden yabancı bir insana dokunmanız onun animasına zarar veriyor. Bu durumda gonzales'e göre hashato kötü bir iş yapmış oluyor, istediği kadar kendi içinde tutarlı olsun...)

Hemen hemen bütün ahlak sistemlerinin örtüştüğü noktalar var. Bu tespit bütün bu sistemleri tek bir teoride, tek bir prensipte toplayabilme iyimserliğine sebep oluyor sıklıkla. Halbuki bu kadar çok zıt sistemi, tek bir üst sistemin versiyonları gibi algılayıp birleştirmeye çalışmak beyhude bir çaba. Elde edilen prensipler uygulamada herhangi bir yere çekilebilecek içeriksiz soyutlamalardan ibaret. Bütün insanların zihinleri benzer şekilde çalışıyor, ama bu mekanizmayı nasıl yönlendirmek gerektiği konusunda mutabakat yok. Otomobiliniz hal diliyle size gaza ne kadar basmanız gerektiğini söyleyebilir. Sizden bağımsız fizik yasaları gereğince sözkonusu bir fren mesafesi vardır ve bu hızınızla orantılıdır. Bulunduğunuz şartların gerektirdiği hızı aşarsanız bir yere çarpmanız muhtemeldir. Ancak otomobiliniz size kavşaktan hangi yöne döneceğinizi söyleyemez, rotayı ona siz bildirirsiniz. Gedik'ten çıkınca sağa mı yoksa sola mı dönmelisiniz? Arabanız Çavdır'a mı yoksa Tefenni'ye mi gitmek istediğinizi bilemez... (Arabasının yolu bildiğini iddia eden vatandaşları şimdilik dikkate almıyoruz.)
***
Bir "hakikat" var elbette ve insanoğlunun her şeyi gibi, bu hakikate ulaşmak yolundaki vasıtaları da sınırlı. Nereye varabildiği de bu sınırlılığa bağımlı. Vasıtaların sınırlı olmaları önemsiz olmaları anlamına gelmiyor. Duyularımız da sınırlı, ama çok işimize yarıyorlar; çalışmadıkları zaman zor duruma düşüyoruz. Doğru önkabullerden hareket etseniz bile, muhakemeniz hatalıysa, yanlış yere çıkarsınız. Muhakemenin görevi temel verileri doğru yorumlamak, aklın anlamı da bu. Mutlak olanı yardımsız bulamıyor olmak, aklı anlamsız kılmaz.

Teoride örtüşmeyen sistemlerin pratikte az çok örtüşebildiklerini görüyoruz. Niye öyle olduğuna dair birbiriyle örtüşmeyen pek çok teori üretilebilir. Pratik durumun bu olması, teori konusunda havanda su dövmeyi bırakıp pratik mutabakatın peşine düşmek gerektiğini gösteriyor. "Öldürme!" emrinde birleşebiliyorsanız, bunun sebebinde birleşmeniz gerekmez. Düzeni, barışı sağlayabiliyorsanız, herkesin gerekçesi kendine... Örtüşen noktalar kadar, örtüşmeyen noktalar da olabiliyor. Vicdanların ayrıldığı noktada ortak bir hattıharaket bulabilmek için, toleransa ihtiyacımız var, ciddi ve iyi niyetli müzakerelere ihtiyacımız var, herkesi toplayacak bir teorik çerçeveye değil. Olsa daha kolay olurdu işler, ama yok.

Rahatsız edici olan şu: amcalar tümden geliyorlar, ama hangi tümden geldiklerini doğru dürüst söylemiyorlar. Kendi tümlerinden gelirken, herkesin tümünden geliyormuş gibi yapıyorlar, böylece kendi tümlerini gizlice dayatmış oluyorlar. Dile getirilmemiş varsayımlar, hayati dönüm noktalarını, ciddi yol ayrımlarını işaretleyebiliyor. Mesela bazı etikçiler insan hayatının değeri konusundaki sorgulamalarına John Locke'tan başlıyorlar ve hayatın değerli olabilmesi için, hayat sahibinin kendi hayatına bir değer atayabilecek zihin kapasitesine sahip bulunması gerektiğini söylüyorlar. Böylece embriyonun tavuktan farklı bir değeri olmuyor, böylece kürtaj ahlaki bir eylem oluyor. Oysa Locke'un kişi tanımına gelinceye kadar, üzerinde mutabakat sağlanmamış, ama sağlandığı dile getirilmeden varsayılmış bir sürü nokta var. Bu amcalar "mümkün varlıklara değer atayacak bir mecburi varlık bulunmadığını varsayarsak (daha kısa bir ifadeyle Tanrı'nın varolmadığını farzedersek)" şeklinde de başlayabilirlerdi sorgulamalarına. Sorgulamanın seyrinden bunun önkabullerinden biri olduğu anlaşılıyor. Bu da üzerinde mutabakat olan bir konu değil. Görüşlerin geçerliliği bu noktada kabul veya red duruşunu benimsemenize bağlı. Öncüllerinizi doğru bulmayan birinin çıkarımlarınızı da doğru bulmayacağı açık. Bu amcalar bu varsayımın evrensel bir gerçek olduğunu mu düşünüyorlar da, sözünü etmeye gerek görmüyorlar? Değerlendirmeye esas alınması gerekenin tür değil birey olduğu, her şeyi birey ölçeğinde sorgulamak gerektiği başka bir dile getirilmemiş varsayım. Halbuki bu konuda da insanlar mutabık değil. Değer konusunun kesirli şekilde değil de 0/1 (evet/ hayır) şeklinde anlaşılması gerektiği başka bir varsayım. Ölüm ve hayat arasındaki mutlak aykırılık bir diğer varsayım. Çokbilmiş amcalara göre, kendinize ait bir tavuğu, canını yakmamak kaydıyla hiçbir gerekçe olmadan öldürebilirsiniz. Tavuk kendi hayatına değer veremez ve hayatının bir değeri yoktur. Halbuki düşünmeye onlardan çok farklı noktalardan başlayan bir Çeroki, "gidişat"tan, "tabiat ana"dan bahsederek, ancak ihtiyaç duyduğunuz takdirde -mümkünse özür dileyerek ve hayat amacını şereflendirmek için bunu yaptığınızı söyleyerek- öldürebileceğinizi söyleyecekti. Ona göre değer taşımak için tabiatın bir parçası olmak yeterli olacaktı. Yahut bir derviş olsa karşımızdaki, her şeyin zikrettiğini söyleyerek, bir ot parçasını bile yolmamızı doğru bulmayacaktı. Amcaların bir Tanrı inanışı yok diye, başkalarının da (Çerokiler ne diyor bilmiyorum, ama) "wakan tanka" inanışını veya "Yaradan" inanışını işe karıştırmamalarını beklemeleri adil mi?

Değerlerin seçilmesi kadar, aralarındaki sıralamanın seçilmesi de mantık ötesi bir konu. Kürtaj konusunu tartışan pro-life ve pro-choice kanatlarının her ikisi de her iki değeri de benimsiyor, ancak bir tarafa göre hayat daha önemli bir değer, diğer tarafa göre özerklik. Sıralama konusundaki alternatiflerden birini zorlayacak bir mantık olmadığı için de bitmeyen tartışmalarla havanda su dövülüyor.

Özetle düşünce işleminin malzemesinin hangi pazardan alındığı düşünce işleminin dışında bir konu ve hakikat tek olsa da hakikate dair görüşlerin insan sayısı kadar olabileceğini, herkesi bir hizaya getirmenin mümkün olmadığını kabul etmek, meselenin tabiatını anlamak açısından önemli.

Standart konusuna gelince, zor olan o işte, birçok farklı standart var ve hangisinin en hakiki gerçek esas doğru standart olduğunu belirlemek için evrensel kabul gören bir metodumuz yok. Düşünce işlemi "x, y ve z olduğunu varsayarsak" parantezi içinde yürütülüyor. Liberalizmin Sosyalizmden daha adil olduğu fikrine "kendi nokta-i nazarımdan" ben de katılıyorum, ama evren tasarımını "her insanda ortak olmayan bir sınıf gerçeği" gibi bir şey üzerine kurmuş olan, sebebi isterse şartlandırma, beyin yıkama olsun, bunu bir inanç olarak benimsemiş bir Sosyalisti bağlamaz eleştirilerin. Ama onun için bu inançtan daha temel özelliği olan bir zemini paylaşabiliyorsanız ve ona sözkonusu inancının temel inancıyla çeliştiğini mantık yoluyla gösterebiliyorsanız, sorgulamanız anlamlı hale gelir.
***
Tümdengelimi bir yana bırakıp tümevarım kullanmayı deneyebiliriz. "kardeşim sosyal bilimcilerin şu şu örneklemler üzerinde yürüttüğü saha araştırmaları ve de deneme yanılmalar ve de şunlar bunlar gösteriyor ki m miktarda Sosyalizm t zamanda n miktarda acı üretmektedir" diyebiliriz mesela. Adam "hadi ya, tüh, ben bi düşüniyim, acı üretilmemesi benim için önemli bir değer" diyorsa ne âlâ, "üretsin varsın abijim, zafere çeken kutsalda gidilen çile yoldur" diyorsa, kafasına bir adet zopa ekleştirmekten başka "ikna" metodu yok. Bu yüzden konu hep dönüp dolaşıp kimin sopası büyük meselesine bağlanıyor. Evrensel standart olabilseydi, bu kadar çok savaş çıkarabilmek için ortalama insan zekâsının ortalamanın çok altında olması gerekirdi.
***
Tutarlı her sistem doğrudur demiyoruz, tutarlı her sistem kendine göre doğrudur diyoruz. Adaletin anlamı da sistem içinde tanımlandığı için Sosyalist bir sistem de en az Liberal bir düzen kadar adil olabilir. Şu farkla birinin adalet dediğine diğeri başka bir şey der. Aşkın bir değerler kümesi olmadan aslında hangi sistemin adil olduğunun ortaya konamayacağını düşünüyorum. Değerler kümelerinden hangisinin aşkın olduğu konusunda insan kanaatlerinin bir noktada birleşemediğini söylüyorum.

Doğru ve yanlışa dair yargılarımızda sadece insanların tutarlı olup olmadığına bakmıyoruz. Onların inançlarını da yargılıyoruz. Ancak bütün insanların ortak zemini mantık ve onunla sadece tutarlı olup olmadıklarını yargılayabiliyoruz. İnançlarını yargıladığımız zaman bizi iplemiyorlar, çünki inançlarını yargılarken ortak zeminin dışına çıkıyoruz. Sistemleri yargılarken kullandığımız araçlardan biri herkese göre doğru sonuçlar üretiyor, diğeri bize göre doğru.

Akıl makinasında girdi olarak temel haklar inancını kullanırsak oldukça geniş bir mutabakat elde etmemiz sözkonusu olabilir. Ama bir sistemin Sosyalistlerden başka herkese göre Sosyalizmden daha iyi olması, benim o sisteme potansiyel itirazlarımı ortadan kaldırmaz, onu benim için gerçeğin ölçüsü haline getirmez. Çok-kültürlü ortamlarda, kültürel çerçevelerin örtüşmemesinden dolayı, kavga etmeden bir orta yol bulabilmek için kullanılan bir eğreti çerçeve haline getirebilir. Doğru olduğu için değil, kullanışlı olduğu için kullanılan bir çerçeve olarak iş görebilir, vaziyeti idare edebilir. Yine de birileri bunu bana evrensel doğru, mantıksal zorunluluk olarak dayatmaya kalkarsa "de get" deme hakkımı saklı tutarım. Yine de bu yaklaşımın her şeyi çözmesini beklememek lazım, hepsi de temel haklara inanan pro-life'çılarla pro-choice'çular, bunca zamandır embryo konsolos mudur, manav mıdır, bir görüş birliği tesis edemediler. "moral status of human embryo" lafını gördüm mü öğürme geliyor artık... Filezoflar senin dediğini söylemiyorlar, öz hakiki gerçeği ispatlıyoruz ayağına yatıyorlar. Biri çıkıyor temel haklar doktrininin bebeğin hayat hakkını üstün tuttuğunu evrensel bir şekilde ispatladığını söylüyor, diğeri buna aynı doktrinin annenin seçim hakkını üstün tuttuğunu ispatladığı iddiasıyla cevap veriyor. Anlatmaya çalıştığım evrensel teorik ortak çerçevenin olmadığı, yoksa uygulamaya esas olacak bir orta yol bulunamaz iddiasında değilim. Dediğim gibi öldürmemek ve çalmamak gerekliliği üzerinde mutabık kalabiliyorsak, bunun teorik temeli üzerinde mutabık olmamız gerekmiyor.

Her felsefe şu veya bu oranda kötülük üretiyor. Liberalizmin Sosyalizmden daha insani olması, kötülük üretmediği anlamına gelmiyor. Modern toplumlarda insanların geleneksel toplumlardan daha mutlu olduğunu söyleyemeyiz.

Toplumsal kuralların veya sezgilerin sunacağı veriler, düşünce alanının dışında kalıyor. Farklı toplumların toplumsal kuralları, sezgisel kabulleri belirli noktalarda yakınsayabildiği gibi, zaman zaman doğu ve batı kadar ters de düşebiliyor. Uzak Doğu toplumlarının kuralları insanlarda kanser olan hastaya gerçeği söylememenin, onun yerine ailesiyle iletişime geçmenin adil olduğu sezgisini oluştururken, “Uzak Batı” toplumlarının kuralları sadece hastayı muhatap almanın adil olduğu sezgisini oluşturuyor. Toplumsal kurallar ve sezgilerle her konuda her yerde her zaman geçerli ölçüler elde edilemiyor. Hangi akıl yürütmenin sonucunun adil göründüğü konusunda dünya kadar çelişen görüş var. Muhakemeye başlamak için şu ya da bu aksiyomu kabul etmek konusunda mantıksal bir zorunluluk yok. Tutulacak ortak yolun teorik zorunluluk alanının dışında aranması gerekir.
***
Temel haklar doktrini ve din: İki açıdan bakabiliriz, birincisi elde bulunan n maddelik bir temel haklar listesi, dinin hak olduğunu bildirdiği hususlarla örtüşüyor olabilir. Bu durumda çelişkiden bahsedilemez, dinin söylediğini doktrin de tekrarlamış olur. Zaten On Emir’den beri o liste çok değişmedi zannederim. İkinci bakış açısı, temel haklar düşüncesinin arka planındaki anlayışı kavramaya çalışmak olur ki onda çelişki bulmak mümkündür zannederim. Modern Batı düşüncesi Materyalizm ve Hümanizm temelleri üzerinde yükseliyor bu temelin esası, gözlemlenebilir olanın ötesini reddetmek, insan ölçeğini aşan her "karar merciini" gözardı etmek, yok farz etmek, hesaba katmamak. Kendi hayatını başkası tarafından var edilmiş ve kendisine emanet edilmiş bilen birinin "borçluluk" duygusu ile, kendini hayatının ve kendisine ait her şeyin mutlak hükümranı bilen ve hükümranlık sınırlarını ancak kendisi gibi başka hükümranlarla sınırlandıran birinin "alacaklılık" duygusu arasında bir temel çelişki… Görünüşe göre Batılı zihinlerde "Tanrı’nın Krallığı" parça parça kesilip insanlara dağıtılmış, mülkün mutlak sahibi tek bir tanrı yerine, kendi mülklerinin sahibi milyarlarca tanrı üretilmiş... Çok farklı kaynaklardan çıkan yollar zaman zaman paralel seyretse de, zaman zaman birinin hanyaya birinin konyaya dönmesi gayet mümkün görünüyor. Uygulamaya bakınca da öyle görünüyor, Sosyalizmi Sovyet tecrübesiyle, İslam'ı Talibanla, Emevilerle değerlendiriyorsak, temel haklar düşüncesini de Batı Avrupa-Kuzey Amerika tecrübesiyle değerlendirmemize engel olacak bir şey yok. Gördüğümüz zaman zaman insanı hayran bırakabilen bir intizamın yanında tahammül edilemeyecek pek çok facia...

İkinci konu, bildiğim kadarıyla hukukta ana rahmine düşen ceninin hukuki varlığı diye bir şey yok. Değişik ülkelerin yasaları farklı, ama genellikle hukuki varlık doğumla başlatılıyor veya canlı doğum şartına bağlanıyor. Kürtajı serbest bırakıp embriyolojik deneyleri yasaklayan veya embriyolojik hayatın ilk iki haftasıyla sınırlandıran ülkeler var, her ikisini de serbest bırakan ülkeler var. Bahsettiğin türde bir hayat hakkının tanınması kürtajın bütün ülkelerde yasaklanmasıyla sonuçlanırdı. Pro-life gruplarının yapmaya çalıştığı da bu, ama Batılı ülkelerde genelde annenin seçim hakkı, embryonun hayat hakkından üstün tutuluyor. …
***
Mülkiyet hakkının kökenine bakmak bize ne kazandırır? Mülkiyet hakkı olsun mu, olmasın mı" sorusuysa cevabını aradığımız, bu nisbeten "kolay" bir soru; hangi yoldan giderseniz gidin aynı sonuca ulaşmanız muhtemel, bu bakımdan fark etmiyor gibi görünüyor. Ancak bu aşamada kavram fazlasıyla soyut, uygulamaya geçildiği zaman bu hak nasıl yorumlanacak, nasıl hayata geçirilecek, diğer haklarla dengesi nasıl kurulacak diye düşündüğünüzde arkaplan önem arz eder hale geliyor. Netekim her zaman her yerde olan mülkiyet hakkının bin bir türlü versiyonu tespit edilebilir zannediyorum. Mülk sahibi olmayı mutlak hükümranlık olarak gören, cemiyet üzerinde baskın bir ferdin temsil ettiği uç nokta ile, mülkiyeti inkar eden, fert üzerinde baskın bir cemiyetin temsil ettiği uç nokta arasında, dengeli olduğunu kabul ettiğiniz noktayı nereye koyacaksınız, bu mülkiyeti kabul edip etmeme konusu olduğu kadar, mülkiyetten ne anladığınızla ilgili bir konu aynı zamanda. Diğer haklar için de benzer şeyler tekrarlanabilir, hayat hakkı konusunda örnek verdik; kürtaj taraftarları hayat hakkını inkar etmiyorlar, ama seçim hakkını daha üstün bir hak olarak görüyorlar, seçim yapabilecek zihin kapasitesine sahip olmayı, salt hayatta olmaktan daha yukarıda bir yere yerleştiriyorlar. Teknoloji yüzünden daha da karmaşıklaşan, ama her zaman teorilerden daha karmaşık olan hayatın ürettiği sınırsız sayıda soruya, sınırlı sayıda prensiplerden yola çıkarak cevap verecekseniz, bol miktarda yorum yapacaksınız demektir. Bu durumda aksiyomlarınız istikametiniz açısından belirleyici oluyor.

Hakikat ve doğru kavramları arasında fark görüyorum. Hakikat tektir. Hakikate ulaşma iddiasındaki yollar sayısızdır. Bunlarının her birinin aynı noktaya ulaşması mümkün değil. Böylece hakikat hakkında yolların sayısınca farklı fikir oluyor, farklı doğrular oluyor. Aynalı oda gibi, her camın arkasında bir suret görünüyor, ama sadece birinin arkasında biri var. O hangisi, herkes başka bir şey söylüyor. Sadece insan kültürlerinin yakınsadığı/ örtüştüğü alanlara odaklanarak tabloyu bütün olarak göremeyiz, farklılaştıkları yönleri de hesaba katmalıyız.

Dini veriler, bugünün şartlarında ne kadar uygulamaya konabilir? Birincisi sistemi baştan kendi verilerinize göre kurgulamamışsanız, aksine birçok noktada size ters düşen bir anlayışla kurgulanmışsa, sistem içinde kalarak her şeyi yapamayacağınız açık. Bu durumda uzak bir hedef olarak "kendi sistemini kendin kur" anlayışını geliştirmeyi deneyebilirsiniz. İkincisi, eğer şartlar sizi sistem içinde kalmaya zorluyorsa, bu şartlarda neyi ne kadar yapabileceğinizi araştırır, meydan okumayı göğüslemeye çalışırsınız.

Önümüzde duran bir medeniyet meselesi aynı zamanda. Bin yıl önce şehir şehir dolaşan ortaçağ çerçilerinin, burgların kıyısında kendine tırnaklarıyla yer açan küçük tacir ve üreticilerin, altına tapan Venedikli düzenbazların, Yahudi simsarların, önce krallara yanaşıp derebeylerini, sonra halkı ayaklandırıp kralları yıkan sermayedarların, bunların sözcüsü ve akıl hocası filozofların, papazları kiliselerine, aristokratları şatolarına tıktıktan sonra, kukla oynatıcısı gibi, gücü bürokratları ve politikacıları vasıtasıyla kullanan sanayicilerin, tabiatı insanın düşmanı ve rakibi veya sömürülmesi gereken bir şey gibi görüp, nakavt edinceye kadar uğraşan teknolojinin emireri bilimin, aynı tahribatı insan tabiatına taşıyan sanatın oluşturduğu bir yapının anahtar kavramlarını, hayat için temel çerçeve kabul etmek zül değil mi?
***
Evrensel hukuk nedir, evrenselliğini nereden alır?

Medeni derken antik Mısır veya Hint medeniyetlerini kastetmiyoruz elbette, mevcut Batı medeniyetinin normlarına göre medeni devletler bahis konusu. Yani Batı Avrupa kökenli milletlerin, bu memlekette ve Kuzey Amerika veya Avusturalya gibi gittikleri diğer ülkelerde kurdukları devletler ve istisnai de olsa aynı esasları uygulayan başka milletler, belki Japonya... Temel haklar deyince de Aydınlanma’nın varlık, bilgi, ahlak ve siyaset felsefeleri ile temellendirilen bir anlayıştan bahsediyoruz bu durumda. Yani adı geçen evrenselimiz mesela Kant ile Konfüçyüs'ü ve Hammurabi ile Montezuma'yı aynı anda kapsamak anlamında bir evrensellik değil, seçenekler arasında Kant vb lehine bir seçim. O zaman -kanaatimce- bu hukuk, Fener Rum Patrikhanesinin ekumenik olduğu kadar evrensel, en fazla; ya da D. Baykal'ın "Asya'da bir göl" olduğu kadar...
***
Kendi paradigmamızın içinden bakarak ortaya koyduğumuz düşüncelerin herkes için, her zaman için geçerli olduğunu hissederiz çoğu zaman; taraflı olduğumuzu düşünmeyiz, "renksiz"dir söylediklerimiz, "kızıl" veya "yeşil" değildir mesela. Bu hatalı bir algıdır, hakikat bir bakış açısı meselesidir. Hakikatin kendisi tek olabilir, ama insanların onun hakkındaki fikirleri, doğrularımız, noktainazarlarımız sayısınca çoktur. Değerlendirmelerimiz ideolojiden bağımsız değildir ve sadece bizimle aynı paradigmayı paylaşanları bağlar.

Evrensel kavramı iki ayrı nüansla kullanılıyor ve ikisi sık sık birbirine karıştırılıyor. Biri gerçek bir kuşatıcılık, diğeri farazi/ iddia edilen ama ispatı olmayan bir kuşatıcılık ifade ediyor. Birinci türdeki evrensellik bilgi felsefesi açısından daha objektif bir konumu ifade ediyor. Mesela mantık kullanan herkes için bütün parçadan büyüktür, bu evrenseldir. Öklit geometrisi kullanan herkes için bir üçgenin iç açılarının toplamı, iki dik açıya eşittir, bu evrenseldir. Doğrunun ve ispatlamanın anlamı hakkındaki tartışmaları bir yana bırakırsak, bilimsel bilgi de az çok bu gruba girer, insan vücudunun normal iç sıcaklığı, saf suyun donma sıcaklığından, saf suyun donma sıcaklığı ile kaynama sıcaklığı arasındaki farkın yaklaşık %37'si kadar daha sıcaktır, bu da evrenseldir. İkinci türdeki evrensellik, bu anlamda bir evrensellik değil, "God's Eye" şeklinde bir evrensel "standpoint" bulamadığımız için sübjektif olmaktan kurtulamayan faklı sistemlerin kendi içlerinde "dava" ettikleri bir evrensellik, Katolik Kilisesi’nin evrensel hukuku ile Komünist Partisi’nin evrensel hukuku hiç birbirine benzemez, ama ikisi de evrensellik iddiasındadır.

Bu noktada durup bilgi, ahlak, hukuk, siyaset alanlarında insan zihninin işletim sistemi olan mantık nasıl çalışır hatırlamamız gerek. Mantığın üzerinde çalışabilmesi için bir başlangıç noktasına ihtiyacı var: bu ya gözlemdir, ya da değerlerdir. Doğanın ve toplumların gözlenmesi bize bilimsel bilgi oluşturacak zihin faaliyeti için veri sağlıyor, ama ahlak, hukuk, siyaset için doğrular ve yanlışlar sağlamıyor. Bu alanlarda yürütülecek zihin faaliyetinin girdileri değerlerdir. Hume'dan beri "is" ile "ought" arasında fark gözetiyoruz. Başlangıç noktamızı, aksiyomlarımızı teşkil etmesi gereken değerler hangileridir? Rivayet muhtelif... Bununla ilgili seçim ne gözlemle yapılabilir, ne akılyürütme ile. Bu seçim ya başkalarını taklit etmek yoluyla yapılır veya sezgisel bir kavrayışla.

Her sistemin "keyfi" değerlerden oluşan bir girdi alanı ve bu girdilerin muhakeme ile yeni verilere dönüştürüldüğü bir işlem alanı var ise ve herhangi bir sistemi kullanmadan bir konuda sonuca varamıyorsak, bu sistemlerden birini kullanarak diğerlerini çürütebilir ve kullandığımız sistemin mantıksal zorunluluk anlamında evrenselliğini ilan edebilir miyiz? Bir sistemi çürütmenin tek yolu, işlem alanında aksama olduğunu göstermek, yani tutarsızlığını ispatlamak. Bunu yaparken çürütmeye çalıştığımız sistemin kendisinden başka bir malzemeye ihtiyacımız yok, kendi sistemimizi kullanmamıza da gerek kalmaz, kullansak da faydası olmaz. İncelediğimiz sistemin içinde kalarak çürütemiyorsak, tutarlıysa, işlem alanı sorunsuz demektir, geriye girdi alanı kalır. Girdi alanını neyle inceleyeceğiz? Bu sistemin girdilerini iptal etmek için kendi sistemimizi kullanamayız, çünki bizim başlangıç noktalarımız da bu sisteminki kadar "keyfi." Bizim değerlerimizle, diğer sistemin değerleri arasında çelişki varsa ve bunu sistemimizin o sistemi çürütmesi olarak görüyorsak, aynı şekilde o sistem de bizim sistemimizi çürütmüş sayılır. Bu alanda evrenselliği aramak, devridaim makinası yapmaya çalışmak gibi boş bir uğraş.

Sık yaptığımız bir hatadan kurtulmak için dikkat etmemiz gereken bir şey var, yeri gelmişken onu da söylemek istiyorum, anlamak ve yargılamak arasındaki fark önemli. Bir paradigmanın kavramları ancak o paradigma içinde anlamlıdır, başka bir paradigmanın kavramlarını kullanarak o sistemi anlayamayız, ancak yargılarız. Zihninizi ancak bir tek sisteme göre çalıştırabiliyorsanız, diğer sistemlerin hiçbirini anlamıyorsunuz demektir. Yaptığınız anlamlandırma çalışması, sadece diğer sistemin unsurlarına, kendi sisteminizin değerlerine göre yeni birer anlam atamaktır. Bu da yargılamak demektir. Yargılama kaçınılmaz olsa da sağlıklı bir anlamayla desteklenmesinde yarar görüyorum, yoksa kör dövüşü sürüp gidiyor, tartışmalar içinden çıkılmaz hal alıyor. Gerçek bir diyalog için ön şart mensup olduğumuz sistemin evrensel olduğu önyargısından kurtulmak. Bunu yapamadığımız zaman anlamadan yargılamaktan kurtulamıyoruz, çünki geçici bir süre için kimliğimizi paranteze alıp eleştirdiğimiz sistem üzerinde, o sistemin mensupları gibi düşünmeden o sistemi anlayamayız, sistemimizi evrensel sanmak yanılgısı başka sistemleri kendi içlerinde anlama çabasını engelliyor, bu konuda bir körlük meydana getiriyor.

Şimdi söylediklerinize bir göz atalım.

"insanlık tarihi itibari ile insanlığın yaşaya, kalması adına oluşa gelmiş üst kurallar" diyorsunuz, ben insanlık tarihine baktığımda böyle bir şey görmüyorum. Teoriden bağımsız gözlem olmadığını hatırlarsanız, bu size tuhaf gelmez. Zeminde evrimci bir paradigma olmadan, kurduğunuz cümleyi söylemek mümkün değil. Ben evrime de, ilerlemeye de inanmıyorum, üst kurallar insanın değişmez doğası ile ilgili ve temelde her zaman aynıydılar ve biliniyorlardı. Sadece yorumlamaları ve uygulamaları toplumdan topluma değişiyordu ve bu değişmeler yükselen bir çizgi takip etmiyor, ancak son bin yıl zarfında Batı Avrupa'nın burjuva sınıfının güç kazanma süreci ve buna bağlı olarak çevresini değiştirme süreci yükselen bir çizgi takip ediyor ve bu sürece eşlik eden felsefe bu yükseliş algısının doğurduğu bir haletiruhiye ile bütün evreni evrimci bir mantıkla açıklama eğilimi gösteriyor.

"Evrensel hukukun oluşmasının bir hayalden ibaret olduğunu söylemek bazen, hümanist yaklaşımı engelliyor" diyorsunuz. Hümanist yaklaşım evrensel değildir, bir seçimdir. Hümanizm genellikle insaniyetperverlik olarak algılanır ve olumlu bir değer yüklenir; oysa Hümanizm beşeriyetperestliktir. Ortaçağ'ın toplum düzenine ayaklanan, aristokrasi ve ruhban sınıfı dışı sınıfların; gerçeğin, iyinin, güzelin ölçüsünü aramak için pagan dönemin felsefesine dönüşünü ve oradan yeni bir başlangıç noktası çıkarışını ifade eder. Hümanizm özetle “her şeyin ölçüsü Tanrıdır, onun temsilcisi olan Kilisedir” anlayışının yerini, “her şeyin ölçüsü insandır” anlayışının almasıdır. Hümanizm insan üzerinde bir otoriteyi ve bunun ifadesi olan vahye dayandırılan bir bilgiyi reddeder, yerine en yüksek otorite olarak insanı ve bilgi kaynağı olarak doğanın gözlenmesini koyar. Böyle bir yaklaşım, kendini tanrı ve vahiy düşüncelerine bağlı hisseden birini bağlamaz, bu yüzden de evrensel değildir. Hümanist yaklaşım kendi başlangıç noktalarını ve kendi sonuçlarını evrensel sayabilir, ama bütün insanları aynı şeye inandıracak bir kuvvet olmadan -ki hiçbir insanda bu kuvvet yok- bir zihniyet olarak evrensel yürürlüğe sahip olamayacaktır.

"temel hukuk normlarının olmasının ve bunların sayısının ve niteliğinin artmasının da bir gereksinim olduğu açıktır" diyorsunuz, "açıktır" çok hoş bir kelimedir, ben buna evrensel argüman diyorum.

"Çünki öyle: görüşlerin temellendirilmesinde kullanılan prensiplerin temellendirilmesinde kullanılan evrensel argüman, saf felsefe. Öyle işte şeklinde de söylenebilir. Hiçbir filozof üç yaşında bir çocuk kadar soru soramaz, ama son cevap hep aynıdır. Bir filozof ne zaman "bu apaçıktır" diyorsa, çünki öyle demek istiyordur."

“Açık” iki anlama gelebilir: 1) "bu öncüllerden bu sonuç çıkarılabilir, buradaki kıyas tutarlıdır" ki öncüllerin doğruluk değeri üzerinde bir anlaşma olmadan, sözkonusu öncüllerden sözkonusu sonucun tutarlı olarak çıkarılıp çıkarılamadığı konusunda evrensel mutabakat sağlanabilir, ama öncüllerin doğruluk değeri konusunda anlaşamıyorsak bu bize bir şey sağlamaz. 2) Açık kelimesi "bu aksiyomun doğruluğu konusunda sezgisel bir kavramaya sahibim" anlamına gelir ki bu da sadece söyleyeni bağlar.
***
Eşitlik evrensel bir ideal değildir. Eşitlik, evrensel bir ideal olan adalet ilkesinin kültüre bağlı bir yorumudur. Adalet ilkesi evrenseldir, çünki tek başına uygulanamayacak kadar soyuttur. Adaleti kabaca, "eşit durumda olan herkese eşit davranmak" şeklinde tanımlayabiliriz. Görüldüğü gibi bu ilke bir eşitlik arayışından çıkıyor, ama insanlar arasında mutlak bir eşitlik mümkün olmadığı için kimin kime, neyin neye eşit sayılması gerektiği konusunda bir yoruma ihtiyaç duyuluyor. Az çalışana da çok çalışana da eşit maaş verilmesi adalet duygumuzu incitiyor, çünki çalışmalarındaki farklılığın eşitliği bozduğunu görüyoruz, çalışmayla kazanma arasında bir orantı olmasını bekliyoruz. Burada adaleti ararken ölçümüz çalışmadaki denkliğin gözetilmesi. Hâlbuki başka bir bakış açısı, ölçü olarak üretim yerine ihtiyacın esas alınması gerektiğini söyleyebilirdi. Birinci durumda çalışma miktarı anlamlı farklılık yaratıyor, ikinci durumda ihtiyaç. Fransız ihtilalinin eşitlik talebi nereden geliyordu? Kabaca söylersek aristokrat olup olmamanın anlamlı bir farklılık yaratmadığı iddiasıyla hareket ediyorlardı. Yani sınıf farkına dayanan eşitsizliğin, kabul edilemez bir eşitsizlik olduğunu, adaleti zedelediğini söylüyorlardı. Bu bakımdan eşitlik kavramı, adaletin, anlamlı olmayan farklara dayanan bir eşitsizliğin reddedilmesi üzerine kurulması demek olur. Başka bir deyişle ırk, din, dil farklarının, hayat hakkının, eğitim hakkının, aile kurma hakkının dağıtımı bakımından anlamlı olmadığı kabulüne dayanır. Ama anne veya çocuk olmak, bir pozitif ayrıma konu olabilir, çünki anne veya çocuk olup olmamanın anlamlı bir fark olduğunu düşünürüz, bu noktada eşitsizlik adaletsizlik anlamına gelmez. Bu anlayışın kabul edilebilmesi, benimsenin sistemin temel değerlerine bağlı olarak yapılacak kategorizasyonla ilgili, yani kültüre bağımlı. Bu anlayış farklı sistemler tarafından kabul görebiliyorsa, bu sistemlerin temel değerlerinin -muhtemelen kültür alışverişi yüzünden- belirli noktalarda yakınsamasından kaynaklanıyor. Ama sistemler benzer değerleri benimsemiş olsalar da, bunları farklı yorumlayabilirler ve konular özele indikçe, uygulamada taban tabana zıt anlayışlar ortaya çıkabilir. Sözgelimi hayat hakkı konusundaki ortak anlayış, idam cezası konusunda bir ortak anlayışa yol açmıyor.

Özgürlük kavramı açısından da kültürler arasında anlayış farkları sözkonusu olabilir. Birtakım filozoflar özgürlük derken aklın arzular karşısındaki serbestliğini kastediyor, ama günümüzde daha çok arzuların toplumsal değer yargıları karşısındaki serbestliği anlaşılıyor. Bir Müslüman için ise, özgürlük kula kul olmamak demek olabilir ki, bundan aklın vahye tâbi olması sonucu da çıkarılabilir. Hümanist bir sistem açısından bu özgürlüğün tam tersi. Değer yargılarınız libido etrafında kümeleniyorsa, bunu sınırlandıran örtünmenin farz olması ve zinanın haram olması özgürlüğünüzün önünü kesiyor demektir. Oysa değer yargılarınız Allah rızası kavramı etrafında kümeleniyorsa, libidonun serbest bırakılması sizin özgürlüğünüzü sınırlıyor demektir. Aynı dinamik, bir sistem için özgürlüğün ölçüsü, diğer sistem için özgürlüğün engeli olabilir.

Evrensellik konusunda, başörtüsü konusundan çok daha temel bir çelişki ile karşı karşıyayız, ama gözle görülür bir şey olmadığı için aynı oranda gürültü çıkmıyor. Hâlbuki birçok konunun ve bu arada başörtüsü konusunun çözüme kavuşturulması bu konunun anlaşılmasına bağlı. Sistem sadece başörtüsü örten insanı kapı dışarı etmiyor, düşünce sistemini de kategorik olarak yok sayıyor. Objektif veya sübjektif olma bakımından Pozitivist anlayışın İslamî anlayışa hiçbir üstünlüğü yok. Ama sistem birini objektif diğerini sübjektif olarak kodluyor. Bunlardan birini aklın ve bilimin gereği, evrensel doğru ve diğerini aklın ve bilimin reddedilmesinden doğan bir bağnazlık olarak tanımladığınızda, yapmamayı vaadettiğiniz inanç ayrımcılığını yapıyorsunuz demektir. Evrensel hukuk olarak adlandırdığınız sistem de, İslam hukuku kadar inanca dayalı bir sistemdir, bunun aksini iddia etmek zencilerin beyazlar kadar insan olmadığını iddia etmekten farksız gözümde. Türkiye İran olur mu diye endişe etmek yersiz, Türkiye İran zaten. Sadece seçtikleri inançlar farklı. Çatışmanın sona erdirilmesi için öncelikle sistemin kendi çelişkisini görmesi gerek. Bu konudaki algı kusuru düzeltildikten sonra, rejim içinde farklılıklara bugün olduğundan daha fazla yer açmanın mümkün olduğunu görmek kolaylaşır ve farklılıktan korkmak anlamsız hale gelir.
***
Sorun kimin neye inandığı, kimin bunu komik bulduğu değil. Sorun sözkonusu inancın hangi kısımlarının, uygulamada hâkim olan inancın zorunlu/ serbest/ yasak olmak bakımından hangi bölgeleriyle eşleştiği. Balarısı inancının x uygulaması karınca sistemi tarafından zorunlu tutuluyor, kertenkele sistemi tarafından serbest bırakılıyor ve arslan sistemi tarafından yasaklanıyor olabilir. Arslan sisteminde x uygulaması istese biri, arslanların ona "karınca ülkesine git" demesi makul olabilir, ama kertenkeleler aynı şeyi söyleyemez. Arı sistemi bazı kertenkelelere komik geliyor olabilir, bu da kertenkelelerin sorunudur.
***
Hırsızlık, cinayet ve kölelik kavramlarının evrensel tanımları yok, herkes kendi hırsızlık, cinayet, kölelik tanımına giren eylemleri suç sayıyor. Mesela "medeni" ülkelerde faiz yoluyla hırsızlık ve embriyo cinayeti suç değil. Ücretli kölelik de suç değil diyeceğim, ama o kavram tartışma götürür. Medeni denen ülkeler tam bir ölçü değil, bazı çok medeni ülkelerin hukuku liseli kızların başörtüsü hakkını kısıtlamakta mahzur görmüyor, başka çok medeni ülkelerin hukuku da narkotik madde kullanımında bir sorun görmüyor. Çizdiğimiz daire içinde kalan ülkelerin hukukunu beğendiğimiz, adil bulduğumuz için evrensel saymak, her yerde uygulanmasını istemek başka bir şey, bunların insan düşüncesi açısından evrensel olduğunu iddia etmek başka bir şey. Öte yandan mevcut devletlerin hiçbiri benim medeniyet anlayışıma dâhil değil, medeni dediğin devletler de daha ziyade kendine devlet, elaleme çete...
***
İnsanlar genelde bir şey empoze ettikleri zaman bile, üzerinde durdukları zemini sorgulamadıkları için farkında olmadan yapıyorlar bunu.
***
Uzlaşma zemini gerekiyor elbette. Asıl aramamız gereken bu zemin. Hoşgörü, daha doğrusu tolerans, anlamak, önyargıdan arınmak bunun önemli rükünleri. Uzlaşma zemininin oluşturulmasında evrensel kavramının rafa kaldırılmasının önemli olduğunu düşünüyorum, birçok insan bu kavramı bazı sistemlere objektiflik yüklerken, bazılarını da sübjektif saymak için ayırıcı bir etiket gibi kullanıyor. O zaman da bazı sistemlerin uzlaşma zemininde temsil edilmesi mümkün olmuyor.
***
Deneme her noktada problemimizi çözmüyor, bir sistemin lehinde ve aleyhinde veriler içinden çıkılmaz bir hesap halinde birikmiş olabiliyor, insanların sistemi deney ışığında revize edip temel kabullerinde ısrarlı olmaları sözkonusu olabiliyor, esas önemlisi deney verilerini teoriden bağımsız değerlendiremediğiniz konular oluyor.

Mesela deneyip görmüş olalım ki Liberalizm uygulaması herhangi bir ülkede evlilik dışı ilişkilerin çoğalmasıyla sonuçlanıyor olsun. Bunu nasıl yorumlamalıyız? Bana göre bu sistemin aleyhine yazılması gereken fena bir not, başarısız olduğu bir nokta, başkasına göre ise bu sistemin başarısının bir göstergesi.

Denek ülkemizin parametrelerine bakıyoruz, hırsızlık sıfıra inmiş, piyasa iyi durumda, GSMH tavanı delmiş, sosyal güvenlik sistemi tıkır tıkır işliyor, kimse kimseyi öldürmüyor, darp, gasp, yaralama, şantaj montaj, alavere dalavere dibe vurmuş, hayvan haklarına azami riayet gösteriliyor, çevre korunuyor, kaynak tasarrufu had safhada, kimse kimsenin ne halt ettiğine karışmıyor, siyasal sistem gayet güzel işliyor, yolsuzluk, usulsüzlük, bürokrasi ortadan kalmış, kendisine duyulan ihtiyaç hayli azalmış olsa da, adli sistem mükemmel işliyor, ayrıca aile kavramı tarümar olmuş, yaşlılar huzurevlerinde ölüyor, çocuklar bakımevlerinde yaşıyor, erkekler köpekleriyle, kadınlar kedileriyle yalnız yaşıyor, evlilik dışı ilişkiler vakay-ı adiyeden olmuş, boşanma oranları fırlamış, madde bağımlılığı almış başını gitmiş, intihar oranları tepelerde... Şimdi bu sistem başarılı mı, başarısız mı? Hangi alanlarda başarılı, hangi alanlarda başarısız? Bunların ne kadarı sistem revizyonuyla giderilebilir, ne kadarı sistemin temel dinamikleriyle ilgili?
***
Hırsızlığı dar anlamıyla alırsanız değişen tanımları olmaz tabii de, geniş anlamda, mülkiyet konusunda yapılan bir haksızlık diye düşünürseniz iş değişir. Eğer ben para satmayı da mülkiyet ihlali sayıyorsam ve ilgili sistem buna cevaz veriyorsa, mülkiyet konusunu aynı şekilde anlamıyoruz demektir, sen buna hırsızlık de deme, ne fark eder? Cinayet için de aynı şey sözkonusu, insan öldürmemek kavramı, gebeliğin on haftasından itibaren insan öldürmemek şekline dönüşmüşse, hayat hakkının yorumlanması konusunda bir farklılık var demektir. Yorum farklarını kılıfına uydurmak diye alırsak medeni dediğiniz ülkelerin hiçbiri emsal olamaz demektir.
***
Pratikte en sorunsuz işleyen, en fazla kabul gören, en genel, en uygulanabilir sistemi bulmak başka, buna evrensellik anlamı yüklemek, adaletin, iyiliğin gerçek ölçüsü saymak başka. Bu zamanda, bu toplumda uygulayabildiğimiz, en çok sayıda kişiyi az çok tatmin eden, belirli konularda pürüzsüz işleyen sistem deneyiminden evrensel geçerlilik sonucu çıkarıyorsan, bence hiçbir şeyi savunamıyorsun demektir.

İlahi kaynağın beşeri yorumu sorununu aşmanın yolu Hümanizm olabilir mi? Beşeri kaynağın beşeri yorumu bizi daha mı mutlu kılıyor? Mutluluğun ölçüsünü insanın arzularında ararsan belki. Hayatın anlamı egonun ide hizmetiyse ve süperegonun fonksiyonu ancak idler arasındaki dengeyi kurarak, bazı idlerin başka idlerin alanını ihlal etmesini engellemek, sonuçta toplam id tatminini maksimize etmek ise, içinde Tanrı düşüncesine yer olmayan bir denklem kurmuşsan, Hümanizm bir çözüm olabilir. Bu durumda Tanrı kavramı sistemde bir fazlalık olmuyor mu? İlahi kaynak düşüncesi anlamını yitirmiyor mu?

Beşeri hukuk inançtan bağımsızlık iddiasındaysa, yalan söylüyor demektir. İnançtan bağımsız sistem olmaz. İnançtan bağımsız norm da olmaz. Beşeri hukuk inançtan bağımsız normlarla ilgili değil, deneme yanılma yoluyla değiştirilebilen normlarla ilgili. Ancak değer olgudan bağımsızdır, yani değerleri olgulardan türetemeyiz. Deney ancak mevcut olgulara göre hangi değeri nasıl hayata geçirebileceğinizi gösterir. Olguları çözümleyerek değer oluşturamazsınız, deneyimi değerlerinizi olgu diline çevirirken kullanırsınız. Eğer doğa yasalarından ahlak yasası türetilebilseydi, bu herhalde "büyük balık küçük balığı yutar" olurdu ki bunu "homo homini lupus" diye ifade etmişler zaten. Ya da belki şöyle bir yasa olabilirdi: "toplam dengeyi bozmamak kaydıyla, varlığını koru, türünün devamlılığını sağla, bunun dışında keyif senin." İyi de, hayvanları örnek alacaksak, akla ne ihtiyacımız var? Tanrı'ya inanmayan biri, belki başka kaynak bulamadığı için, bundan bir ahlak yasası çıkarmaya çalışabilir, ama inanan biri için bu saçma değil mi? İnançtan bağımsız akıl yürütme olmaz, olgular üzerinde aklınızı kullanmaya başladığınız anda işe inanç karıştırmış olursunuz. Bilgi inancın bir türevidir. Değerler alanında ise, zaten inanç tek kaynağınız. Beşeri hukuk inançtan bağımsızlık iddiasında bir hukuk değil, dinden bağımsızlık iddiasında, bir inancın reddi ve diğerinin ikamesi anlamını taşıyor. Evrensellik iddiasına itirazım bu yüzden. Dinden bağımsızlık, inançtan bağımsızlık anlamına gelmiyor. Sistemin olgu alanındaki sonuçlarından hoşlanmadığınız için değiştirebilirsiniz, ama yeni sistemi de yine bir inançtan hareket ederek kurmak durumundasınız. İslam ne kadar inançsa, Hümanizm de o kadar inanç. İslam şeriatına karşı Hümanizm şeriatını savunmak kimseye epistemik üstünlük sağlamıyor. Kullandığın argümanı, Hümanist-Materyalist sistem için tekrarlayalım: Amerikan şeriatı, Sovyet şeriatı, Fransız şeriatı birbirinden farklı, hangisi hak? Bir sistemi savunanlar, uygulamaya çalışanlar içinde şekil-öz dengesini kuramayan ilkel numunelerin bulunmasından o sistem için bir eleştiri çıkarılabilir mi? Taliban'dan İslam şeriatı eleştirisi çıkıyorsa, Politbüro'dan da beşeri hukuk eleştirisi çıkar.
***
Göreceliğe yer olup olmaması, evrensel kavramını hangi anlamında kullandığınıza bağlı. Etik alanında iki türlü rölativist görüş var, biri moral rölativizm, diğeri kültürel rölativizm. Evrensellikten kastedilen, potansiyel evrensellikse, bunun olamayacağını söyleyen moral rölativizm. Bu görüşe göre doğru-yanlış yok, her şey görece. Eğer pratik evrensellikten bahsediyorsanız, bunun olamayacağını söyleyen görüş kültürel rölativizm. Bu görüşe göre ahlak yargılarımız, doğası gereği evrensellik iddiasında bulunmak durumunda, yani biri için doğru olanın herkes için doğru olması, bir yerde doğru olanın her yerde doğru olması, bir zamanda doğru olanın her zaman doğru olması gerekiyor. Lakin doğru ve yanlış ancak sistem içinde tanımlanabiliyor, kültürlerarası ortak evrensel objektif alan yok. Evrensellik iddiasında olan bütün sistemlerin, aslında bir takım inançlardan hareket ettiğini, bunun da insan düşüncesinin doğal bir sonucu olduğunu düşününce bu görüşe katılmamak imkansız. Bütün paradigmaların üzerinde bir külli akla sahip değiliz, mutlaka bir paradigmanın içinden konuşuyoruz, bu da onu paylaşanlardan başkası için geçerlilik taşımıyor, sistemler arasında görecelik kaçınılmaz, görecelikten ancak sistem içinde kaçınabilirsin. Şu veya bu inanca göre diye bir not düşmeden hiçbir şeyi adil veya değil diye yargılayamazsın. Herhangi bir şeyi çöpe yollayabilmek için, önce "varsayalım ki x" veya "inanıyorum ki y" gibi başlangıçları olan setlerden birini seçmen gerek. İki taraftan birini suçlu diğerini suçsuz bulabilmen için, önce "adam öldürmek amacına göre haklı ya da haksız olabilir (=q)" gibi bir aksiyomu kabul etmiş olman gerekir. "q önermesini doğru kabul edersek" parantezi içinde görecelik ortadan kalkar, ama q ve q' arasında görecelik devam eder. Şüphe ile bilgi arasındaki zorunlu basamak inanç, inançtan bağımsız sistem mümkün değil.
***
Paradigmaların hiçbirinin diğerine epistemik üstünlüğünün olmadığını, dolayısıyla hiçbirinin evrensel olmadığını göstermek. Hangi fırkanın ne kadar haklı olduğu konusunda dünyevi bir hakemimiz yok, bu dava ancak ahirette sonuçlanacak. O gün gelinceye kadar ne yapabiliriz? Az sonra...

"part 1 - structure"

İmdi, şu noktada mutabık olmamız gerek: hangi sistemi seçersek seçelim insanlar adına bir şeyleri belirlemiş oluyoruz. İslam hukuku da bunun dışında değil, sözde evrensel beşeri hukuk da bunun dışında değil. Bir kere "insanlar kendileri için en iyinin ne olduğunu ancak kendileri bilirler" prensibini ortaya koyduğumuz anda teorik bir seçim yapmış oluyoruz. Balalar "onu yemem, bunu giymem, erken yatmam" diye direndikleri vakit, gerek cebren, gerek hile ile hizaya getirmiyor muyuz? Nasıl oluyor da onların menfaatine olanı onlardan iyi bildiğimizi düşünüyoruz, çocuklar insan değil mi? Tecrübemize, bilgimize dayanarak, onların bazı şeyleri doğru değerlendirecek olgunluğa erişmediklerini, onlar adına bazı kararları bizim vermemiz gerektiğini söylüyoruz ve gerekirse zor kullanıyoruz. Çocuk-ebeveyn ilişkisindeki bu tercihimizi, insan-Tanrı ilişkisine de taşıyacak mıyız? Soru bu. Bu bir seçim.

Bir an için bir varsayımda bulunalım ve Kur'an'dan çok daha detaylı bir "kullanma kılavuzu" nazil olduğunu düşünelim, öyle ki, Tanrı'nın buyruklarını uygulamak isteyen herhangi biri için, bir beşeri yoruma zerre miskal yer kalmasın. Buna mukabil elimizde bir de beşeri kullanma kılavuzu olsun. Beheri ciltler tutan bir yeşil kitap ve bir kırmızı kitap, vahiy külliyatı ve beşeri müktesebat. Her biri anayasadan en ince yönetmeliğe kadar her seviyede bize birer alternatif sunsun. Burada kavramsal bir seçimle karşı karşıyayız, "bizi Tanrı yarattı ve her şeyi o en iyi bilir" fikri ile "düşündük, denedik, biz bu işi biliyoruz, Tanrısal müdahaleye ihtiyacımız yok" fikri arasında bir seçim. İnsanın muhakeme cihazı herhangi birini seçebilecek bir yapıda, ne yeşil seti ne de kırmızı seti epistemik olarak avantajlı kılacak bir durum yok; vicdan, akıl, irade hangisine yönelirse onu seçebilir. İkiden fazla set olduğunu düşünelim ve her biri bir parti tarafından temsil edilsin, hiçbir partinin kendisini bilişsel açıdan zorunlu seçim olarak lanse etmeye, başka bir deyişle seçim kavramını ortadan kaldırmaya mantıktan, akıldan, bilimden kaynaklanan bir hakkı yok.

Soyut mantık açısından, ilahi olmak iddiasındaki başlangıç değer kümelerinden birini seçmekle, beşeri başlangıç değer kümelerinden birini seçmek arasında bir fark yok. Sahaya inmeden önce, bu konuda bir karar veremezsek, sahada uzlaşma, bir ortak yol bulma imkânımız kalmaz, biri Sosyalizmi İslam açısından yargılarken, diğeri İslam’ı Liberalizm açısından yargılar, herkes kendi kendine konuşmuş olur, karşılıklı bir seri monolog olur, diyalog olmaz, kakafoni olur. Şu anda olan da bu zaten. Daha başlangıç noktasındayız ve "korunması gereken temel değerler can, mal, akıl, din ve nesildir, kaynak: ilahiyat" demekle "korunması gereken temel değerler can, mal ve özgürlüktür, kaynak: tecrübiyat" demek arasında soyut mantık açısından bir üstünlük sözkonusu değil. Sahadaki her hareketimizde bu noktayı aklımızda tutmak zorundayız.

"part 2 - reading"

1. "din adına konuştuğunda"

Bunun iki türü var abim, a) kendinden bir şey katmadan vahiy verilerini aktarabilirsin (reported speech, Tanrı said that...) veya b) vahiy verilerinden yola çıkarak ek bir şeyler söyleyebilirsin, kaynak verilere bir yorum getirirsin. Bu iki türü ayırmak önemli. Mesela Katolik Kilisesi ikincisini yaptığı zaman bile birincisini yapıyormuş gibi davranıyor. Papaya itiraz, Tanrı'ya itiraz anlamına geliyor. İran'da durum nedir bilemiyorum, ama en azından Sünni toplumlarda bunun karşılığı yok, ne medrese, ne bir cemaat, ne de bir alim böyle bir yetkiye sahip. Katolik kilisesi gibi kafadan yanılmaz sayılan bir otorite mevcut değil. Müçtehitlerin fikir değiştirebildiğini görüyoruz. "Müçtehit hata ederse bir, isabet ederse iki sevap alır" gibi bir anlayış görüyoruz. Hiçbir Hanefî İmam-ı Azam'ın veya takipçilerinin sözlerini Allah'ın sözleri olarak algılamaz. Herhangi bir konuyu hazret-i filan hocefendi hazretlerinden daha iyi bildiğinizi düşünüyorsanız, fikrine itiraz edebilirsiniz, bu da sizi din dışı bırakmaz. Burada karşımıza çıkabilecek sıkıntı şu: insanlar okumuyorlar, düşünmüyorlar, körükörüne birilerini takip ediyorlar. Bu da bir "Abdurrahman Çelebi"nin bir sürü zırcahilin ortasında otorite halini alması gibi bir ihtimale yol açıyor. Ama bu ihtimal insan ilişkilerinde her zaman mevcut, "babam ööle diyo"dan başlıyor, "imam filani öyle diyor" diye veya "marx öyle diyor" diye devam ediyor, insan tabiatındaki rehaveti ortadan kaldırmadığın sürece bu "ipse dixit" sürecini yok edemezsin. Din adına konuşmayı yasakladığın zaman ortalık sütliman olmuyor, mesela birileri bilim adına konuşmaya başlıyor, bilim bir din haline geliyor, isviçreli bilim adamlarının sıradan insanlar tarafından anlaşılamayan ve sorgulanamayan otoritesi Kum mollalarınınkini bile aşıyor, Viyana çevresi mezhebinden bir softa çıkıp "türban zinhar günahtır hafazantabiat" diyebiliyor. Yobazlığı önlemek için din adına konuşmanın her çeşidini yasaklarsan, mesela "Kur'an'a göre tesettür mecburidir, riba yasaktır" gibi bir aktarmayı bile zabıtlardan çıkarılması gereken saded harici bir gazel sayarsan ne olur? Pozitivizm karşısında İslam'ı 1-0 mağlub saymış olursun, sahada temsiline bile imkan bırakmamış olursun, sahadaki her hareketimizde aklımızda tutmamız gereken noktayı unutmuş olursun. Bazı paradigmaları yasaklarken bazılarını serbest bırakmış, bir seçimi dayatmış olursun. Devlet düzenlemesini ilahi hukuka dayandırmış olsan bunun bir anlamı olabilir, ama özgürlükçü demokratik bir hukuk sisteminde değil. Daha doğrusu savunduğun paradigmayı devletin resmi paradigması haline getirmiş olursun ve de başka paradigmaları savunanları ikinci sınıf vatandaş durumuna getirmiş olursun. Bilimsel Sosyalizm adına, Diyalektik Materyalizm adına, Hümanizm adına, Liberalizm adına konuşmak ne kadar doğalsa, din adına konuşmak da o kadar doğaldır. Burada dikkat etmen gereken nokta şu: nasıl Tübitak'ın bilim adına insanların hayatına zorla müdahale etmesine izin vermiyorsan, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın veya falan "kanaat önderinin" bunu yapmasına da izin vermemelisin. Ama birilerinin faraza "pozitivist düşünce derneği" kurması ve orada bazı gerilerin, bazı aşırı ilerilerin ağzının içine bakıp her dediğini bilimin emri sayması, fanatik şekilde savunması, miting miting gezmesi doğalsa, başkalarının da "din bilgisi ve ahlak kültürü tartışmaları derneği" kurmaları ve orada bazı cühelanın, bazı allamelerin ağzının içine bakıp her dediğini mahz-ı din sayması da doğaldır.

2. "insanların Allahla olan münasebetleri"

İslam dininden bahsediyorsak, din sadece insanların Allahla olan münasebetleri anlamına gelmez, insanların insanlarla münasebetleri, ferdin cemiyetle, devletle, devletin başka devletlerle münasebetleri anlamına da gelir.

3. "ne zaman ki bir Müslümanın ne yapması gerektiği konusunda bir hüküm veriyorsun o zaman kendini ondan üstün kılıyorsun"

"er-rutbetü'l-ilmi a'le'r-ruteb (ilim rütbesi en yüksek rütbedir)"

Eğer bademcikleri şiş ve kırmızı birine, "git antibiyotik kullan, kekik yağı fayda etmez buna" diye bir hüküm bildirdiğimde kendimi ondan üstün kılıyorsam haklısın. Ama insanlar “şifalı bitkiler” kitabından feyz almaya çalışmakta inat ediyorlarsa, onları bundan nasıl men edebilirsin? Eğer insanların boğazından zorla demülahaveynli kantaron şerbeti dökmeye çalışmıyorlarsa ne yapabilirsin? Filan doktor beyin insanların sağlıklı kalmak için yılda bilmem kaç defa bilmem ne yapmaları gerektiği konusunda fetva vermesi ne kadar doğalsa, falan hoca efendinin fikir beyan etmesi de o kadar doğal. Beğenmeyene kanalı çevirme imkânı veriyorsak, bu bir hiyerarşi de olmaz, dinde Allahla yarışmak da olmaz.

4. "standart"

İnanç konusunda halen belirlenmiş muhtelif standartlar mevcut, Matüridiye standardı, Eşariye standardı, Mutezile standardı, Caferiye standardı, İsmailiye standardı... İsteyenin birini seçmesini cebir marifetiyle engellemiyor isek, sorun yok. Ha, birinin çıkıp "hocam ben bu standartları iplemiyorum, ortaya karışık yapıcam, yüzde iki buçuk da Japon Zen Budizmi katıcam" demesini doğal karşılıyorsak, bir başkasının da ona "hade len, Tao desen anlarım da Zen ne alaka, olmaz öyle" demesini de doğal karşılamalıyız. İmdi ben diyorum ki "İmam-ı Azam, İmam Matüridî, Ömer Nesefi diyorlar ki: İsra hadisesine inanmak standart Ehl-i Sünnet inancı açısından gereklidir, inanmamak hariçte kalmayı gerektirir. Oysa Mirac hadisesine inanmak aynı derecede kuvvetli deliller olmadığından kişiyi sadece ehl-i bidat durumuna düşürür. Ben de bu hoca efendilerin dediğini aynen kabul ediyorum," al işte standart, ne yapacaksın, dövecek misin?

Uygulama konusunda Hanefi standardını benimsiyorum. Atadan, babadan edindiğim bir şey bu aslında, ama istesem değiştirebilirdim, bu bakımdan sonuç olarak yine de bir seçim sayılabilir. Şafiilikten Hanefiliğe dönen bir tanıdığım var ve kendisini tezahüratla karşılamadım. Hanefilikten Şafiiliğe dönen tanıdığım da var ve onu da ayıplamadım. Silahlı propaganda yoluyla insanları bunlardan birini seçmeye zorlamıyorsam, kime ne? İnsanları bir şeye zorlamaktan bahsettim mi de bana standart davranışa zorlamak hakkımız var mı diye soruyorsun? Ama biri filan cemaatin standart saydığı davranışa uymaya karar vermişse, kim buna bir şey söyleyebilir? Mevcut bilgine dayanarak mevcut standartları eleştirebilirsin, ama insanlar bilgisine güvendikleri birinin peşine takılabilirler, buna ne engel olacak?

Diyelim ki Simeranya ülkesi bir İslam devleti kurmaya karar verdi, bu durumda hangi standardı seçeceklerine nasıl karar verecekler? Beşeri standartlar arasında seçim yaparken hangi yolla karar veriyorlarsa. Peki bir standardın seçilmesi, o standardı benimsemeyenler üzerinde baskı olmayacak mı? Olur tabii de, aynı şey beşeri standartlar için de geçerli. Herhangi bir hukuk sistemini uygulamaya koyduğunuzda mutlaka birilerine bir şeyleri dayatmış oluyorsunuz. Biri dayatmasını Allah'ın emirlerini biz böyle anlıyoruz diye gerekçelendirmiş, diğeri doğa yasalarını biz böyle anlıyoruz diye gerekçelendirmiş, ne farkı var? Ben Allah'ın emri diye mesela taaddüt-i zevcatın serbest olmasını savunduğumda, insanlar "vay sen benim adıma nasıl karar verirsin? Allah'la arama nasıl girersin?" diye celallenme hakkına sahip de, birileri tercübeye dayanarak taaddüt-i zevcatı yasaklamak istediğinde, ben "vay sen benim adıma nasıl karar verirsin? Doğayla arama nasıl girersin?" diye itiraz etme hakkına sahip değil miyim? Belki ben tecrübeyi senin gibi okumuyorum? Sahadaki her hareketimizde aklımızda tutmamız gereken bir nokta vardı, hatırlayan var mı?

5. Şekillendirmenin muhtelif dereceleri olabilir. Sıfır şekillendirmenin hiçbir sistemde mümkün olduğunu sanmıyorum. Beşeri sistemlerde de şekillendirme var. Okulların amaçlarından biri de budur. İnsanları aydınlatmak, aydın hale getirmek düşüncesi, onların beşeri vasıflarını geliştirmekten çok, Aydınlanma Felsefesi doğrultusunda formatlamak anlamına geliyor. Kaldı ki nelerin beşeri vasıf, nelerin meziyet sayılması gerektiği de sistemler arasında tartışmalı. Aşırı şekillendirmeyi herhangi bir sistem yapabilir, herhangi bir sistemin aşırı şekillendirmeden kaçınması sözkonusu olabilir. Torna faaliyetinden bıkan, şalteri atan, çekip giden cemaat mensupları gördüm, geriye kalanların torna olayından bir şikayetleri yok demek ki... Diğer taraftan insanları tornadan geçirmenin tek yolu muamelat değil, sokaklarda, televizyonda, internette bir sürü seri üretim seküler insan görüyorum.

6. "İnsanların başkalarına verdikleri zararı en iyi azaltan sistem en ideal sistemdir."

Diyelim ki bunu kabul ettik (itiraz da edebilirim zannediyorum, ama hep beraber baygınlık geçirmeyelim istiyorum), zararı neyle tanımlayacağız? Billboardlar çocuklarıma zarar veriyor. Hadi bakalım, başa döndük...

Uyuşturucu ve intihar örneği, tecrübe yoluyla başarı ölçmekteki güçlükleri örneklemek içindi. Ölçüm konusunda sistemler arasında ortak standart yok. Biri ölçümde herkesin istediğini yapabilmesini esas alıyor, bir başkası huzuru, güvenliği esas alıyor, bir başkası daha başka bir şeyleri... Ölçüm kavramı tek başına sistemler arasında seçim yapmakla ilgili sıkıntımızı çözmüyor, çünki ölçüm işlemi ölçme kriterinin seçimine bağlı. "ne kaa özgürlük o kaa iyi sistem" de bir ölçme türü, "ne kaa edep o kaa iyi sistem" de. Sistemler arasında seçim yaparken özgürlük ölçütünü kullanan sistemi seçmek zorunda olduğumu söylerken benim için iyiyi belirlemiş olmuyor musun? Diyelim ki bütün softalar toplandık, kalktık gittik teee uzakta bilmem ne adasına, doğrudan demokrasi yaptık. Oy birliğiyle en iyi sistemin insanı en az başıboş bırakan sistem olduğuna karar verdik ve uygulamaya kalktık. Uydu bağlantısıyla katılıp itiraz mı edeceksin? Bizi bize rağmen mi özgür kılacaksın kaardişim? Diyelim ki sistemden hoşnut kalmayanların adadan ayrılmasına engel olmuyoruz ve lakin kılçığın biri çıktı, ben bu sistemden memnun değilim, adadan da gitmiyorum, bence en iyi sistem insanı en çok başıboş bırakan sistemdir diye diretiyor. Adada herkes Amish sisteminin uygulanmasını istiyor, bir tek bu kılçık dolçevita sistemini istiyor. Özgürlük kavramı softalardan yana mı, kılçıktan yana mı? Birey birey takılmak yerine, komün olayına girmeyi tercih eden insanlara bireyselci sistemi dayatmak daha mı özgürlükçü?

Paradigmaların hayata geçmesi de sözkonusu, yararlılığın kıyaslanması da sözkonusu, ama yararlılığı neyle ölçeceğimiz konusundaki seçim yine paradigmalara bağlı, bu bir kısır döngü. Diyorum ki, bırak insanlar aç ama istikrarlı olmayı mı istiyorlar, tok ama istikrarsız olmayı mı istiyorlar, fakir ama gururlu olmayı mı istiyorlar, çok uyum üstü az özgürlük mü istiyorlar, az uyum üstü çok özgürlük mü istiyorlar kendileri seçsinler. Özgürlük bir ölçüt olabileceği gibi, güven de bir ölçüt olabilir.


8. Mülkiyeti iyi bir sistemin tek ölçüsü mü sayıyoruz? Özgürlük nereye gitti? Mülkiyete tasallut etmemenin önemini inkâr etmedim ki. Hayatta her şey mülkiyet mi? Tut ki iki şehirden birine taşınmak zorundasın ve uzun yıllar oradan ayrılamayacaksın. Birinde acayip bir mali sistem kurmuşlar, kitabına uydurup insanları soyup soğana çeviriyorlar. Diğerinde cinsel serbestlik düşüncesi tavan yapmış, çocuklarını istediğin gibi yetiştirmen çok güç olacak, ya toplumla ilişkilerini sınırlandırmak, az çok izole etmek zorunda kalacaksın veya bir gün büyüdüklerinde hangi akşam nerede gecelediklerini bilemiyor olmayı yavaş yavaş hazmetmeye başlayacaksın. Nereye çufçufluyoruz?

9. Hırsızlığı tanımladım sanıyordum, atlamış mıyım? Pardon. Hırsızlık mülkiyetin haksız transferidir. Rızaya dayanması haksız olmasını engellemez. Bana on yüz bin milyon deniz kabuğu veren ve karşılığında yirmi yüz bin milyon deniz kabuğu geri isteyen banka hırsızdır. Neyse, rızaya dayalı tanımını kabul edelim, niza çıkmasın. O zaman şöyle düzelteyim söylediğimi: farklı sistemler aynı değerleri benimsiyor olsalar bile, bunları farklı şekilde ele alıyor olabilirler, bu yüzden buradan bir evrensellik yargısı çıkarmak zordur. Mesela Kapitalizm hırsızlık olgusunu mülkiyet hakkının ihlali sayar, ancak faiz olgusunu mülkiyet hakkının ihlali saymaz. Oysa İslam her ikisini de ihlal sayar. Her iki sistem de mülkiyeti bir değer olarak kabul ettikleri halde, uygulamada aralarında farklar vardır. Mülkiyet soyut bir kavram olarak evrensel sayılsa bile, mesela faiz gibi bir konuda somut bir uygulaması arandığında sistemlerin biri hanya'ya, biri konya'ya gidebilir. Mülkiyet hırsızlıktır diyen sistemi tecrübemizle ıskartaya çıkardık diyelim, geri kalan sistemlerden hangisinin gerçek evrensel sistem olduğuna hangi ölçüye dayanarak karar vereceğiz?

Kavramları sistem içinde tanımlıyoruz. Mülkiyet evrenseldir diyorsun, ben de mülkiyetin evrensel tanımı yok, İslam'ın mülkiyet kavramına yüklediği anlamla Liberalizmin yüklediği anlam farklı diyorum.

10. "insanın kendi işleri üzerineki İRADESİNİ başkasına havale etmenin hiç bir meşru açıklaması olamaz"

İnsanın kendi işleri üzerindeki iradesini gönüllü olarak başkasına havale etme iradesini engellemenin bir meşru açıklaması olabilir mi? Hasta-doktor metaforuna dönelim. Hastanın başına dikildik, "ameliyat mı, kemoterapi mi, karar ver hanım" diye diretiyoruz. Şifa şanslarını uygun dille açıkladık, beklenen hayat sürelerini karşılaştırdık, hayat kalitesi bakımından karşılaştırma yaptık, hasta anladı mı diye yokladık, sorguladık, tekrar ettirdik, ola ki bizim dilimizden sökemiyordur, geriliyordur, darılıyordur diye bir kere de hemşir'anıma anlattırdık, ailesiyle konuştuk, aileden durumu hastaya izah etmesini istedik, komşu Vesil'anım'ı çağırttık, bir kere de ona anlattırdık, hasta inat etti bir karar vermiyor, "sen bilin tohdur beg, sen seç" diyor. Naapçaz? Doktor hastaya sormadan karar veremez demek başka, hasta isterse kararı aileye veya hekime bırakabilir demek başka.

İslam'ın mevcut yorumlarından memnun değiliz diyelim, beşeri sistemlerin mevcut yorumlarından da memnun değiliz, ne olacak? Yine aynı noktaya dönüyoruz. Yasaları şeyhülislamın değil de anayasa mahkemesinin denetlemesi bizi daha mı mutlu kılıyor? İslam deyince neden insanların aklına hayatı kâbusa çeviren, öcü gibi bir şey geliyor, ben de onu anlamıyorum. Sanki engizisyondan bahsediyoruz, günah bağışlayan, endüljans satan papazlardan, yanılmaz papalardan bahsediyoruz... "Şeriat isterük" diyen insanların çoğunun bir iki şekli hususun dışında bir şey anlamadığına katılıyorum. Bunun bedeli İslam'ı kavramsal planda dışlamak mı olmalı? Adam gibi bir din eğitimi verilmesini sağlasak da, İslam değerlerine bağlı, şekli de, özü de gayet iyi bilen, daha geniş ufuklu insanlar yetiştirsek daha iyi değil mi? Cemaatlerin verdiği eğitimi beğenmiyoruz da, karanlığa sövmek çare mi? Cemaatler bu alanı sahipsiz bulup girdiler, becerebildikleri kadar yürütmeye çalıştılar. Hiç bu işlere girmeseler daha iyi bir İslam eğitimi mi olacaktı? Hiç olmayacaktı.

11. Hiçbir İslam alimi "Allah adına" konuşmaz, onu yapsa yapsa Katolik Kilisesi yapar. Doğrudan vahye dayanmayan hiçbir söze Allah kelamı muamelesi yapılamaz. Ayetler ve sahih sünnet dışında kimsenin Allah adına bir şey söyleme yetkisi yok. Hayatımın her noktası ile ilgili olarak birine danışmak istiyorsam da, bu benim problemim, başkasını ilgilendirmez. Laik sistemin kazandırdığı özgürlük, aklımın ermediğini, bilgimin yetmediğini düşündüğüm konularda başkalarına danışabilmemi de içerir. Ben gidip de birine, "hocam tırnaklarımı hangi sırayla keseyim?" diye soruyorsam, o da bana "sağ elinin işaret parmağından başla evladım" diyorsa, bunda baskı nerede? Ben birine gidip de "hocam enflasyon oranının altındaki faiz riba sayılır mı, sayılmaz mı?" diyorsam, o da "ancak reel faiz faiz sayılır" diyorsa, ben de kişisel uygulamamı buna göre şekillendirmeye karar veriyorsam, bunda baskı nerede?

Kadrosuz sistem olmaz, adam gibi uygulayacak aklı başında insanlar yetiştirmezseniz, insanları hiçbir sistemle mutlu edemezsiniz. Kendince bir Şeriat düzeni kurup da mutlu olamayan insanlara, beşeri bir sistem denemelerini önersek daha mı mutlu olacaklar? Bu kafayla o sistemi de kendilerine benzetirler.

“Amacımız” kelimesiyle başlayan cümleler ancak sistem içinde anlamlı olabilir, belki benim amacım insanları zorla mutlu etmek? Amacımızın insanların mutluluklarını aramalarına engel olmamak olduğunu kabul ettik diyelim. Softaları susturup insanları serbest bırakmak, arayışlarının önünde bir engel kalmadığı anlamına gelmez. İnsanların akıllarını kullanmalarını engelleyebilen bir sürü cazip tuzak var; reklâm, propaganda, beyin yıkama, insanları seçim yaptıkları halüsinasyonu içinde manipüle eden bir sürü odak var, insan aklını din otoritelerinin yapması muhtemel olandan daha fazla savunmasız bırakan piyasa otoriteleri olmasaydı, böyle saçma sapan bir tüketim toplumu var olabilir miydi?

"part 3 - practice"

Hukuk sistemi önerisine sıra geldi nihayet. Ensarsız Medine olmaz. Türkiye'de İslamî bir düzeni taşıyabilecek bir toplumsal yapı yok. İslamî değerleri benimseyenler kendi dinlerini çok iyi bilmiyorlar. İslamî değerleri benimsemeyen insanlar da çok. Bu şartlarda ruhuyla İslam'ın özüne uygun bir düzen kurulamaz. Sadece şekle dayanan bir sistemin de tabanı yok Türkiye'de, Taliban sistemini dindarlara bile kabul ettiremeyiz. Mevcut toplum yapısında önereceğim sistem muhtemelen insan hakları doktrinine dayalı bir hukukun uygulandığı bir Liberal Demokrasi olabilir. Türkiye gibi çok kültürlü bir toplum yapısı olan bir ülkede, uygulanabilir ortak zemini, paradigmalar arası asgari müşterekler uzlaşmasını sağlayabilecek başka bir sistem olacağını zannetmiyorum.

"part 4 - exercise"

1. Evrensel bir teori olmadığı için sistemlerden birini uygulamaya temel teşkil edecek hareket noktası olarak seçmek

ve

diğerlerinden daha evrensel olmayan bir paradigmayı, "inter-paradigmal main-base" saymak, bundan bir gerekçelendirme türetmek, normları bu gerekçelendirmeden çıkarmak, diğer paradigmaları hesap dışı bırakmak

arasındaki fark nedir?

2. Beşeri hukuku mu uygulamalıyız

ve

hangi beşeri hukuku nasıl uygulamalıyız

soruları arasındaki fark nedir?

İşte böyle efendim, ezcümle şudur söylediğim: pratikte ne yapabiliriz, o konuda çok çok farklı düşündüğümüzü sanmıyorum, ama söylediğim herhangi bir şeye itirazın gerekçesi "benim sistemim evrensel, seninki değil" olacaksa ben yokum aakideş. Epistemik özgürlük istiyoruz anacım.
***
Şer'î sistemlerde yargılayıcı mutlak anlamda Allah adına konuşmak iddiasında değildir. Kendisine Allah'tan vahiy gelmeyen kimse Allah adına konuşamaz. Müçtehidin yanılabilirliğini baştan kabul ettiğimiz halde, nasıl Allah adına konuştuğunu düşünebiliriz?

Şer'î sistemlerin taraflılığı Şer'î olmayan sistemlerin taraflılığı kadardır. Şer'î hukukun ayırıcı özelliği Allah adına hükmetmek değildir, temelini ilahi kaynaktan almaktır. Aradaki fark ne? Senin söylediğin sistemdeki her ince ayrıntıyı Allah'ın emri saymak, benim dediğim sistemin ideolojik çekirdeğini vahiyden almak, ama net bir şekilde vahiyle belirtilmemiş hiçbir şeyi Allah'ın emri saymamak.

Bütün renklere kör bir hukuk anlayışı yok. Bütün hukuk anlayışları bir renk taşır.

Allah adına konuşan adam derken kastın müçtehit ise, onu bal gibi de eleştirirsin. Ciddiye alınma ihtimalin ne kadar ciddi bir eleştiri getirebildiğinle ilgilidir. Ebu Hanife örneği tezinin aksini gösteriyor, adam müçtehidi eleştirmekle kalmamış, zindana kapatmış. Gücü suistimal eden insanların bulunması her sistemde mümkün, bu insan tabiatıyla ilgili, sistemle değil. Bazı sistemlerde bu daha kolay olabilir. Bunu zorlaştıracak bir teknik uygulaman, kurduğun sistemin İslami olmaması anlamına gelmiyor. Halifelerin uyguladığı saltanat sistemi İslam'dan kaynaklanan bir sistem değildi. O toplum bundan daha iyi bir sistemi taşıyamadığı için sistemi kendilerine benzettiler. Hz. Ebu Bekir'in, Hz. Ömer'in idare ettiği devletle, Emevilerin, Abbasilerin idare ettiği devlet aynı devlet değil. "Sen eğri gidersen biz seni kılıcımızla doğrulturuz ey Ömer" diyecek vasıfta insanları yetiştir, hangi sistem olursa olsun sırtın yere gelmez.

Otorite elde etmenin kolay yolu zamana ve zemine göre değişir. Çok çok eski bir zamanda, çok çok uzak bir galakside, otorite elde etmenin en verimli yolu kurucu şefi sömürmek mesela. Elinizde şef konusunda hassaslaştırılmış bir hassa alayı, beyin damarları kireçlenmiş aşırı yüksek yargıçlar, canı burnunda akademisyenler, terelelli aydınlardan oluşan bir ordu varsa, borunuzu öttürüyorsunuz. Ayrıca Allah'tan bahsetmenin Allah'ı sömürmek anlamına gelmesi de zorunlu değil. Tıkandığımız nokta, görebildiğim kadarıyla İslam alimleri/ müçtehitler kavramı. Din hakkında konuşmak kimseyi başka alanların uzmanlarından daha otoriter kılmaz. Ülkenin ekonomisini bana sormadan yönetiyorlar ve iki tükenmez kalem satıp üçüncüsünü bedavaya getirmekten ibaret piyasa tecrübemle bu adamları eleştirmeye kalkarsam beni ciddiye alan olmuyor. İki üç ekonomi kitabı okumuş olsaydım, dediğimi yaptırmak anlamında olmasa bile, bir iki kişiye kendimi dinletmek anlamında bir şansım olabilirdi. Sistemin Şer'î olması uygulayıcısı ve tadil edicisinin sorgulanamadığı anlamına gelmiyor. Uygun tekniği geliştirirseniz, her şeyi sorgulayabilirsiniz. Şu anda böyle bir teknik yok belki elimizde, ama şu anda Şer'î sistem uygulansın diye ayaklanan da yok. Şu anda uygulanabilir bir Şer'î sistem de yok. Daha ortada iyi kötü işletilebilen örnekleri olan bir sistemi bile adam gibi işletemiyoruz, örneği, modeli olmayan bir sistemi nasıl kurup işleteceğiz? Böyle bir sistem nasıl bir şey olabilir, bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Böyle bir sistemi kuracak kadro dünyada yok. Böyle bir kadroyu yetiştirecek bir toplum olmadığı için, bugün bunları tartışıyoruz. Faiz yasak demekle iş bitmiyor, üretim-tüketim sürecini yeni bir espriyle en baştan yapılandırmanız gerekiyor. Recm cezası getiriyoruz demekle iş bitmiyor, amaç insanları taşlayarak öldürmek değil; zinayı önlemek, aileyi, sağlıklı yeni nesilleri korumak. Bunu yapmak için öncelikle zinanın yanlışlığına inanmış bir topluma ihtiyacınız var. "Teşvik"lerden kendi iradesiyle kaçınan bir topluma ihtiyacınız var. Evlenmenin kolaylaştığı bir topluma ihtiyacınız var. "Asarım keserim, mollam öyle diyor" söylemiyle belirli kuralların dayatıldığı, ama imanın yerini fanatizmin aldığı, aşkın yerini menfaatin aldığı, nefis terbiyesinin yerini iştihanın aldığı, sarık sarma ve sakal bırakma konusundaki titizliğin yetim malı yememek konusunda gösterilmediği, ahlakın çöktüğü bir toplumdan bahsetmiyoruz, yepyeni bir medeniyetten bahsediyoruz. Bu bir iki neslin işi değil, bu İslam planlama dairesinin beş yıllık Şer'îleşme planlarıyla gerçekleştirilecek bir proje değil, bu ancak ruhlarda esecek bir rüzgârın getirebileceği bir dinamizmin ortaya koyabileceği bir insani birikim. Kısa vadede hiçbir değişim bekleme. Uzun vadede ne olacağını ise kestirmemiz mümkün değil.
***
Pozitif bilim bana ne yapmam gerektiğini niye söylesin ki? Liberal Demokrat sistem bilimin ağzından mı konuşuyor? Değerler alanında bilim ne söyleyebilir? Üç yasak koymak ve hiçbir emir vermemek, her şeyi serbest bırakmak insanlara mutluluk getirir mi? Evet diyorsan bu bir inanç. Hayır diyorsam bu da bir inanç. Diyorum ki, aynı inanç etrafında birleşemiyoruz madem, senin inancını uygulayalım, ama uzlaşma adına sana uyduğumu bil ve kendi paradigmanla benim paradigmamı yargılamaya kalkma. En azından bunu “inter-paradigmal main-base” otoritesiyle yapma. Bir Hristiyanın, bir Ateistin, bir Budistin, bir Sosyalistin İslam eleştirisini ne kadar önemsiyorsam, bir Liberalin İslam eleştirisini de o kadar önemserim. "Bu sistem serbestlik esasına dayanır, insanların kendi yollarını bulmalarına imkan tanır, bu yüzden en iyi sistemdir" söylemi epistemik anlamda "bu sistem Allah'ın lutfuna dayanır, insanların yollarını kaybetmemelerine imkan tanır, bu yüzden en iyi sistemdir" söyleminden daha avantajlı değil. İkincisi de birincisinden daha avantajlı değil. Sen insanların kendi yollarını bulabileceklerine inanıyorsun, bu yüzden mutlak serbestliği bir meziyet olarak görüyorsun. Ben ise insanların yardım almadıkları vakit, her alanda doğruyu bulamayacaklarına inanıyorum, bu yüzden mutlak serbestliği bir zaaf olarak görüyorum. Madem anlaşamıyoruz bu konuda, inanç tartışmasıyla günü tüketmeyelim, asgari müşterekte birleşelim. O asgari müşterek azami serbestlik mi? Kabul. Ama inanç tartışmasından kurtulmanın yolu, bazı inançların kendilerine evrensel kisvesi biçmekten vazgeçmeleri. Liberal Demokrasi en ideal sistem olduğu için veya evrensel doğru olduğu için Liberal Demokrasiyi uygulamayacağız, sen Liberal Demokrasiye inandığın ve ben İslam'a inandığım için, mevcut toplum yapısında daha pratik oluyor diye, başka bir pratik yolumuz yok diye Liberal Demokrasiyi uygulayacağız.
***
Ben ilahi mesajın ihtiyacımı karşılamak üzere gönderildiğini düşünüyorum. Demek ki namaz kılmaya muhtaçmışım, oruç tutmaya muhtaçmışım ki Allah bana bunları emretmiş. Hayatımın her alanında benden aşkın bir valığın emirlerine muhtaçmışım ki Allah bana bir takım emirler göndermiş, değil mi? Bu her dakika tepemde dikilip bir şeyler dikte edecek birini istediğim anlamına mı gelir? Görüşünü kendi görüşümden üstün görmediğim birine niye bana karışma yetkisi vereyim ki? Üstelik danışmakla emir almak da farklı şeyler.

Meşru hareket alanını kendi inancına göre tanımladıktan sonra, benim neyi sorun ettiğim senin için niye sorun oluyor ki? Elimde sopayla kafana dikilmiyorsam, neyi istersem sorun ederim, sana ne? İnancımı sana dayatıyor muyum, dayatmıyor muyum, ona bak. Ne yapmaya hakkın olduğuna inanıyorsan onu yap, kafana göre davran. Kafana göre yaptığın hareketlerin bazılarını yanlış buluyorsam, o da benim sorunum. Kendi kendime sorun ediyorsam, niye karışıyorsun ki? En fazla fikir beyan ederim, de get deme hakkın saklı kalır.

Dinin emrediciliği ona inananların bağlılığına bağlı, ben de inanmayanlara da emretsin demedim zaten.
***
Laiklik gönülden bağlı olduğum bir kavram değil, ama mevcut toplum yapısında birbirimizi yemeden birarada yaşayabilmek için ihtiyaç duyduğumuz bir kavram, elimizde ortak kabul gören bir inanç, bir kültür olmadığı için gerekli olan bir kavram, bu yüzden Türkiye'de laiklik olmalı. Benim için dindarları ve bir dine mensup olmayanları birbirinden koruyacak bir uygulama laiklik.
***
Ortaya koyduğunuz sorunun özeti şu: inançların çelişmesi halinde ne yapacağız? Çözüm öneriniz de, bir disiplinin hakem rolü oynaması. Kısmen hemfikirim, kısmen değilim. Bir kere çelişebileceği varsayılan tarafları dinler diye sınırlandırmayı doğru bulmuyorum. Problem şu dinin bu dinle, bu mezhebin o mezheple çelişmesi değil. İnanç kavramına başvurmak bu yüzden önemli. İnanç farklılıkları çelişme potansiyelini doğuruyor, bu inanç bir din olsun ya da olmasın. Başka bir ifadeyle her inanç sistemini bir din olarak da tanımlayabiliriz, mesela Hümanizm de bir din olur bu anlayışla. Fazla karışmasın diye inanç terimiyle devam edelim. Konu inançlı sistemlerin çelişebilmesi yüzünden, inanca konu olmayan bir sistemin zemin alınması değil, çünki inanca konu olmayan bir sistem yok. Bu yüzden -teoride- hepsinin eşit temsil edilmesi gerekiyor. Bütün -izm'lerin Hristiyanlık, Yahudilik, Müslümanlık, Budizm gibi dinlerle bir hizada durması gerekiyor. Bazı konularda dinlerin uzlaşabilmesine rağmen seküler inançlarla dinler arasında bir uzlaşmazlık olabildiğini görüyoruz. Kürtaj konusunu düşünelim, fıkıhçıların bir görüş birliği var mı, çok emin değilim, ama bildiğim kadarıyla İslam kürtaja taraftar değil. Katolik Kilisesi şiddetle karşı çıkıyor. Bir uzlaşma var yani aralarında. Ama bireyin özerkliğini savunan seküler sistemler -aralarında görüş farkları da olabilir, ama- kürtajı destekliyor. Bu örnekte hizayı bozan din-din çatışması değil, dini inanç-seküler inanç çatışması.

Bütün inançları eşit sayınca çelişkileri nasıl çözümleyeceğiz? Burada sizin çözümünüze dönüyoruz: içlerinden birini hakem sayacağız. Ama bunu yaparken onu diğerlerinden epistemik anlamda üstün saymayacağız, mecburiyetten dolayı sınıf başkanı seçilmiş bir tür "primus inter pares" olarak göreceğiz. Asgari müştereklerden oluşan bir tür ateşkes sistemi olarak değerlendireceğiz. Bu sistemin fonksiyonunu yerine getirebilmesi için geniş ve esnek bir sistem olması yerinde olur. Bu da bizi Liberalizm fikrine getiriyor. İslami bir gözle bakarsak Liberalizm ideal bir sistem değil, ancak mevcut şartlarda "fitne" çıkmaması için ehven-i şer olarak seçilebilecek bir sistem. Barışı korumak uğruna sistemin olumsuz taraflarını sineye çekmek durumu hâsıl oluyor, zira barış bozulduğu zaman bu Müslümanların da yararına olmayacak. Gördüğünüz gibi gerekçelendirmeler farklı olsa da, uygulanabilir bir orta nokta bulunabiliyor.

Bir an önce toplum kesimleri arasındaki çatışmayı bir ateşkesle sona erdirip üretime geçmek,  Türkiye'nin en acil konusu bu.
***
"Bu sistem serbestlik esasına dayanır, insanların kendi yollarını bulmalarına imkân tanır, bu yüzden en iyi sistemdir" söylemi epistemik anlamda "bu sistem Allah'ın lutfuna dayanır, insanların yollarını kaybetmemelerine imkan tanır, bu yüzden en iyi sistemdir" söyleminden daha avantajlı değil.

Epistemik anlamda diyorum bak, epistemik anlamda, epistemik anlamda! Devlet yok epistemik anlam derken ortada, polis yok, sopa yok, cebir yok, mantıktan başka hiçbir şey yok; devleti, sistemi, rejimi, iradeyi, zorlamayı nereden karıştırıyorsun?

Birden bire kendini bir adanın ortasında buluyorsun, senden başka tek bir insan yok. Devlet yok, polis yok, toplum yok, kurumlar yok, hiçbir şey yok, bir tek sen varsın. İki küçük kitapçık buluyorsun, daha önce hiç duymadığın iki fikrin propaganda broşürleri. Biri falanizm görüşünü anlatıyor, biri filanizm görüşünü. Her ikisi de kendi içinde tutarlı. Her ikisini de doğa ve toplum bilimleri verileri ile karşılaştırabiliyorsun ve bu bilimler hiçbirini net olarak yanlışlamıyor. Aralarında nasıl seçim yapacaksın? Birinin temel önermesi qwerty bir kuştur ve diğerinin temel önermesi de qwerty bir mobilyadır şeklinde. Bunlardan birini seçersen, iki fikirden birini seçme imkânın olacak. Ama qwertynin ne olduğunu sana zorunlu olarak bildiren ne bir mantık kuralı var, ne de doğa yasası. Qwertynin ne olduğu konusunda bir seçim yapabilmenin tek yolu bu önermelerden birine inanmak. Düşündün, taşındın, kaşındın, bir karar veremedin, ama bir gün farkına vardın ki qwertynin bir kuş olduğu yönünde sezgisel bir kavrayış var içinde. Başkasına ispatlayamıyorsun, ama hiçbir tereddüdün yok, gayet eminsin, qwerty bir kuştur. Seçimini yaptın. İki seçenekten biri epistemik anlamda daha avantajlı değil, dolayısıyla vicdanın hangisine yönelirse onu seçmekte özgürsün. Hiçkimse karşına dikilip de akıl bilim ıvır zıvır şu bu seni şunu seçmek zorunda bırakıyor, bunu seçmek zorunda bırakıyor diyemez, sadece sen özgür iradenle birini seçebilirsin. İsterse biri kendini Allah'ın emri olarak takdim etsin, diğeri kendini bilimin, akılcılığın gereği gibi göstersin, önemli değil. Bu seçimi yapmak tamamen senin inisiyatifine kalmış. Seçimini başka insanlarla tekrar bir araya geldiğin zaman nasıl savunacaksın, ne gibi problemler çıkacak, nasıl çözülecek, oraya gelmedik daha. Sonsuz bir boşlukta yapayalnızsın ve sadece vicdanın karşısında duran iki fikir var. Başka hiçbir şey yok. Kimse sana karışamaz, bir şey dayatamaz, propaganda yapamaz, rüşvet teklif edemez, burnuna silahı dayayamaz. Önünde hiçbir engel yok, karar vereceksin, seçeceksin.

Sen ne yapıyorsun? Yolumu kesiyorsun. Birinci sistem iyidir, birinci sistemi seçmek zorundasın diyorsun. Sana göre niye birinci sistemin daha iyi olduğu ile ilgili bir takım gerekçelerin olabilir, bunları dinlemekten memnun olurum, belki benim gerekçelerimden daha yakın gelir bana, fikir değiştiririm, belki de benim için bir şey ifade etmez ve sadece dinleyip geçerim. Senin birinci sisteme inanmak için bir takım gerekçelerinin olması, beni birinci sisteme inanmak zorunda bırakmaz. Kaç gündür anlatmaya çalıştığım şey bu, bir kelime bile anlamamışsın, aşk olsun ya! Şu, şu, şu, şu, şu sebeplerlaa Liberalizm daha iyidir, Şeriat tu kakadır, Şeriata inanman yanlıştır, Liberalizme inanmak zorundasın, tecrübe bunu gerektirir...” Yok ya... Daha vicdanımla başbaşayken bana seçenek bırakmıyorsun, hangi özgürlükten bahsediyorsun, Allahını seversen? Önce kendi algı evrenimde yapayalnızken doğru yolu seçmek konusunu tamamen benim inisiyatifime bırak da, sonra bir araya geldiğimizde ne yapacağımızı konuşalım. Nasıl ben seni bir şeye inanmak zorunda bırakmıyorsam, sen de beni bir şeye inanmak zorunda bırakma. Sen ona inan, ben buna inanayım. Bu noktada bir mutabakata varalım ki, ikimiz aynı şeye inanmıyorsak ne halt edeceğiz sorusuna cevap aramaya sıra gelsin.
***
Tamam, sen Şeriata inanma. Bence doğru anlamıyorsun Şeriat nedir, ama oturup açıklayacak mecalim ve hevesim kalmadı. Zaten baştan beri bir kere bile Şeriata inanmak zorundasın demedim sana. Liberalizme inanmayı yasaklamak ne kadar boşsa, Şeriata inanmayı yasaklamak da o kadar boş demeye çalışıyordum. Hele şu tecrübe tecrübe diye vicdanıma soktuğun sopayı çek oradan bir kere de, sonra ben senin kafana budaklı meşe odunu indirecek miyim, indirmeyecek miyim, onu konuşalım. Bir insanın karşıma geçip de şu veya bu ideolojiye inanmak aklın mantığın bilimin gereğidir, bunların zorunlu sonucudur diye ahkam kesmesi, kafama silah dayayıp namaz kılmamı engellemek istemesinden daha ağır geliyor bana. Neye inanacağımı dikte eden aklın da mantığın da bilimin de Allah bin türlü belasını versin.
***
Allah insanı seçmekte serbest bırakmış ve bir haberci gönderip seçiminin sonuçlarını bildirmiş. "Sen her neyi seçersen doğru odur, kara kaşlı, sırma saçlı kulum, epistemik yolların kralı sensin, keyfine göre takıl" dememiş, "adam ettim seni, huzuruma alıp kelam ettim, kelamımı yalanlarsan ateşteki yerine hazırlan" demiş. "Doğru yol bu" demiş "ve lakin epistemik mekanizmanı doğruyu da yanlışı da seçebilecek şekilde yarattım, sana gönderdiğim deliller de seni epistemik planda doğru yolu seçmek zorunda bırakmıyor, seçeceğin yol senin için gayb perdesi ardında gizli, seni doğruyu seçmeye zorlamıyorum, ama doğru seçim yaparsan ödül var ve yanlış seçim yaparsan ceza var" demiş. İmdi bu tablodan herhangi birinin seçeceği herhangi bir yolun doğru olduğu sonucu çıkar mı? Allah'ın gönderdiği mesajı iplemeyen birinin yolunu bulabildiği anlamı çıkar mı? "olee, acıba on guruş verip on bir guruş geri istesem, bu doğru mu olur, yanlış mı olur, du bi bakiim Allah ne demiş" demeyen birinin doğruyu bulabildiği düşünülebilir mi? Herkesi doğru şeye inanmaya zorlayalım demedim ki. Bir yerde herkes doğru şeye inanıyorsa, bırak doğruyu düzen haline getirsinler; bazısı doğruya bazısı yanlışa inanıyorsa, ortaya karışık bir uzlaşma zemini arayalım dedim. Herkesin doğruya inandığı bir yerde bile doğru norm olamaz diye diretmenin ne anlamı var? Doğru sırf inanç olduğu için norm olamıyor, ama yanlış, inanç olmasına rağmen norm olması zorunlu oluyor, var mı böyle bir şey? Bas bas bağırtacaksın beni, Şeriat ne kadar inançsa Liberalizm de o kadar inançtır. Herkes Şeriata inanmıyorsa Liberalizmi uygulayalım, ama benim neye inandığıma karışma diyorum, hayır sen Şeriata inanamazsın diye diretiyorsun. İnsanlara zorla yardım edilsin dedim mi? Yardım almak isteyene karışılmasın dedim. İnsanların iyiliğini zorla onlar adına düşünelim dedim mi? Kendi kendime oturup insanların iyiliği budur diye düşünmeme de mi engel olacaksın?

Vazgeçtim abi, tırs, daha çok tırs, iki Müslüman bile birbirini anlamakta bu kadar zorlanıyorsa daha zor iflah oluruz biz, anominin dibine vurmuşuz. Kendi kendimizin efendisi olmayı bile hak edememişiz demek ki daha, laf üretiriz anca böyle, elalem de gelir soyar soğana çevirir bizi.
***
Türkiye'de insan hakları doktrinine dayanan bir hukuku ve Liberal Demokrasiyi işletelim diyorum, bunu sağlıklı şekilde yapabilmek için gerekli kavramsal arkaplanı açıklamaya çalışıyorum. Bu bağlamda Robinson örneği konunun can alıcı noktası. Hepimiz birer Robinsonuz, kafatasımızın ve göğüs kafesimizin içinde: kırmızı Robinsonlar, yeşil Robinsonlar, mavi Robinsonlar, gökkuşağı Robinsonlar, ebruli Robinsonlar... Bu gerçeğin toplumsal hayattaki, Robinsonlar arası matriksteki yansımasını çözümlemeye çalışıyoruz. Matriksin dışında, hangi Robinsonların daha beyaz olduğunu gösteren, bütün Robinsonlar tarafından kabul edilmiş bir ölçü yok. Matrikse giriş anında hepimiz eş durumdayız. Işık, sevgi, çiçek, gülücük Robinsonunu, hepinizi döverim Robinsonlarından daha beyaz kılan bir hiyerarşi yok, matriksin dışında. Tut ki ben ''toplumun temel fonksiyonu Hazret-i Hacı İvaz Sirkencubin Rahmetullahi aleyh hazretlerini memnun etmektir, zatı devletleri diğer insancağızlara göre daha bembeyazdır, kategorik olarak üstündür, arzuları emir telakki edilmelidir, ayrıyetten Kara Gözlü Afşar Çelik sabah, öğle, akşam, aç karnına bir araba sopa yemesi gereken bir karaböcüktür; binaenaleyh Sirkencubin hazretleri ne düşünürse doğru odur, zatı devletleri doğrunun tanımıdır kendi içinde ve dahi Avşar Çelik rölatif yanlış düşüncenin temsilcisidir, kafasındaki plağı susturup radyoyu açmak suretiyle Hazret-i Sirkencubinden feyz almak ve onun düşüncelerini tekrarlamak yoluyla doğruyu bulamadığı durumlarda, ne söylese yanlıştır, ezcümle ne zaman ne yapmak gerektiğini bilmenin tek yolu Sirkencubin'e sormaktır'' görüşlerini savunan Sirkencubinizm ideolojisini benimsemiş olayım ve sen de bana bunun yanlışlığını ispatlayamamış ol. İşte bu benden başka kimseyi adam yerine koymayan, hele seni hiç adam yerine koymayan faşist ideoloji bile epistemik skalada bütün diğer sistemlerle eşit değere sahiptir. Matrikse girdiğimizde bana şunu söyleyebilirsin: “hocam iyisin, hoşsun da, yeryüzünde Sirkencubinist olmayan birkaç milyar gafil varken bu senin sistemi aynen uygulamamız biraz zor, affına sığınaraktan bir iki küçük sınırlama getirmek durumundayız”. Şunu söyleyemezsin: “akıl fikir bilim filim bağlamında Sirkencubinizmin söylemleri saylanmaz, toplumsal düzenlemelerde kategorik olarak yok sayılmalıdır”. Anlaşılabiliyor mu?

Burada Şeriat iyi bir sistemdir, kötü bir sistemdir tartışması yapmıyorum, Şeriat uygulaması yönünde bir talepte bulunmuyorum, Şeriat propagandası yapmıyorum. Diyorum ki "ortamda on iki Şeriatçı Müslüman, sekiz Liberalist Müslüman, iki Sosyalist Müslüman, bin iki yüz kırk altı oportünist Müslüman, yedi yüz atmış bir nepotist Müslüman, yirmi dört Marksist, kırk yedi Sosyal Demokrat, on üç Liberal ateist, otuz yedi laikçi depresif, seksen sekiz kökten zurna varken, uygulanabilecek en pratik matriks Liberal Demokrasidir, ancak bu, teoride bu kategorilerden bazılarının daha beyaz olmasından kaynaklanan bir durum değildir, bu bakımdan bazılarını kategorik olarak daha beyaz sayan bir anlayış yönetime bulaştırılmamalıdır, bunun bir ateşkes sözleşmesi olduğu unutulmamalıdır, imkanlar muvacehesinde masaya oturan herkesin en iyi şekilde temsil edilmesine çalışılmalıdır, içlerinden bir kısmının benimsediği ve bir kısmının benimsemediği sistemin yürürlükte olmasının sebebi, seçilen sistemin evrensel doğru olması değildir, dolayısıyla ara sıra bazıları yürürlükte olan sistemin öngörmediği değerlere dayanan taleplerle ortaya geldiğinde, değerlerinin kaynağının sistemin dışında olmasından dolayı kategorik olarak dışlanmaması, de get muamelesi görmemesi, eğer mümkün ise ne yapılabiliyor diye durumun değerlendirilmesi gereklidir." OK? Ben senin hiç beğenmediğin, benimsemediğin, vicdanen tasvip etmediğin bir teoriyi benimsiyor olsam bile, ateşkes düzeninde taleplerimin arkasındaki teoriden dolayı beni yok sayamazsın, bu teoriyle bağlantılı fikirlerimi göz ardı edemezsin, eğer bunu yaparsan ben de senin teorin hakkında aynı şeyi yaparsam, ortada ateşkes diye bir şey kalmaz. Anlatabiliyor muyum? Seçilen sistemin seçilme gerekçesi evrensel olması değildir. Bunu uyguluyoruz çünki bu doğru, senin dediğin yanlış tribiyle karşıma çıkarsan film kopar, çünki benim bunun uygulanmasına rıza göstermemin sebebi bunun doğru olduğunu düşünmem değil. Kavramsal planda sana mayıstos böceği kadar bile değer vermeyen pis köpeklere bile uygulama planında değer vermen gerekiyor, OK? Halk arasında buna Demokrasi diyoruz.

Hayek dahil bütün Liberal düşünürler lutfetmişler. İnanç sadece toplumsal kuralların değil, bütün teorik sistemlerin bir numaralı temelidir. Hümanizm, Liberalizm, Sosyalizm, Kapitalizm, Materyalizm; bilcümle -izm'ler inanç bazlı sistemlerdir. Bütün insan bilgisi, bütün insan düşüncesi inanca dayanır. İnanç şüphe ile bilgi arasındaki tek geçittir. Credo ergo sum.
***
İslam iman, ibadet ve ahlak boyutlarıyla bütündür; İslam ahlakını özümsemiş, hayata geçirmiş, fazilet timsali insanların olmadığı bir toplumda muamelatı yürütemezsin. Bir takım şekilleri değiştirirsek toplumda barış, selamet ve uyumun doğması için bu yeterli olur diyen oldu mu? Bu gece yüksek komuta kademesinden, yüksek yargısından, rektörlerine bütün elit bürokratlar, bütün elit olmayan bürokratlar, teknokratlar, Tüsiad, Müsiad, sivil toplum temsilcileri, şucular, bucular, sucular, bütün siyasi parti mensupları, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetindeki ve yurt dışı temsilciliklerimizdeki herkesler, cemaatçiler, tarikatçiler, ortodoks muamelatçılar, sefil liberalistler, rezil sosyalistler, kepaze dinciler, sen, ben, o, biz, siz, onlar, bekçi Murtaza, çöpçü Dursun, kaportacı Satılmış, cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar kurulu üyeleri, milletvekilleri, hepimiz uykuya daldığımızda rüyamızda ak sakallı dedeyi görsek ve hidayete ersek, sabah kalkar kalkmaz yüzümüzü yıkamadan Şeriat’ı getirmeye kalksak bile Şeriat gelmez Türkiye'ye. Ne söylüyorum sana, yurtta da, dünyada da ne İslamî bir sistem kurabilecek vasıfta bir kadro ne de böyle bir kadroyu yetiştirebilecek vasıfta bir toplum mevcut. Bu iş bir medeni birikim meselesidir; İran, Afganistan, Suudistan, Malezya modeli meselesi değildir.


Hiç yorum yok: