Eski dostum Avşar Çelik ve sair zevat-ı
kiram ile blog sitesindeki fikir teatilerimiz sırasında yazdıklarımı toparlayıp
müstakil yazılar halinde neşretmeyi düşünüyordum. Baktım başa çıkmayacak, ham
halde arz ediyorum. Arada kopukluklar olabilir, kusura bakmayın; az edit bol
laf, buyurun efendim…
***
Bu parametreler sorunlarımızın kadınlara bakan
tarafının daha cesametli olduğunu gösteriyor. Diğer taraftan sorgulamaya birkaç
faktör daha eklemek gerekiyor gibi geliyor bana.
Değişik kültürlerdeki farklı benlik algılarından
bahsettik, Türkiye için ortalama yapının ekonomik açıdan bağımsız, duygusal
açıdan bağlı (emotionally interdependent) tarzında olduğu söyleniyor. Bu
durumda insanların kendi hayatlarına atadıkları anlam açısından, ekonomik
bağımsızlık faktörünün konunun sadece bir bacağı olduğu görülüyor. "ne kaa
ekonomikman bağımsız, o kaa mutlu" gibi bir denklem kurmak hatalı olmasa
bile abartılı gibi geliyor bana.
İkincisi Türkiye gibi insanların bebekken ölen ağabeylerinin
nüfus cüzdanıyla bir ömür geçirebildiği bir ülkede, sayıların neyi ne kadar
tasvir edebildiği tartışılır. Hiçbir geliri ve mesleği olmayan bir kadının
üzerine kayıtlı üç daire olabiliyor, mesela; bu o kadının üç daireye sahip
olduğu anlamına gelir mi? Gerçek sahip koca olduğu halde, muvazaalı şekilde
mülk kadının üzerine geçirilmiş olabilir veya adam daireleri kadının
"üzerine yapmış" olabilir, ama bu hiçbir zaman geri alamayacağı
anlamına gelmez. Başka bir örnekte aile fertlerinden üçü adına kayıtlı birer
daire olabilir, ama bu Ahmet'in, Mehmet'in, Fatma'nın birer daireye sahip
oldukları anlamına gelmek yerine, "o ailenin" üç daireye sahip
oldukları anlamına gelebilir. Kadının kazancını olduğu gibi erkeğe verdiği
durumlar, erkeğin kazancını kadının istediği gibi kullabildiği durumlar,
eşlerin gelirlerini birbirinden ayırmadığı durumlar olabiliyor. Sevgili Selcen
hanım, başka bir başlıkta on sekizini doldurduğu halde evden gitmeyen ve
mahkemeye verilen bir ecnebiyi örnek göstermişti, herhalde o ülkelerde damadına
daire hediye eden kayınpederlere çok sık rastlanmıyordur. Özetle hangi elin
hangi cepte olduğu kayıtlara geçen verilerden tam olarak anlaşılamıyor. Başta
verdiğimiz örnekte kayıtları ciddiye alsak, on sekiz aylık ölen Ahmet'in seksen
sene yaşadığını, ama seksen sene yaşayan Mehmet'in hiç doğmadığını sanabiliriz.
(nüfus kayıtları başlı başına bir mesele zaten... Çocuğunuza mesela Sevda
ismini vermeye karar verirsiniz, ya nasip... Çocuk bir ömür Zelda diye
çağrılabilir. İlkokulda sınıf arkadaşım olan iki kardeş sürekli babalarının ve
amcalarının adının ne olduğu konusunda tartışıyorlardı, babanın nüfus
cüzdanında amcanın ve amcanın nüfus cüzdanında babanın adı yazıyormuş, biri
kayıtları, biri aile arasında kullanılan isimleri esas alıyordu.)
Diğer bir konu, istediklerini varsaydığımız için
yüzdelere bakıp hayıflandığımız her şeyi kadınlar gerçekten istiyor mu, ya da
ne kadarı istiyor sorusu. Mesela milletvekillerinin kaçta kaçı kadın sorusu hep
tuhaf gelmiştir bana. İşini iyi yapıyorsa milletvekilinin cinsiyeti bir anlam
taşımıyor benim için, ister yüzde yüzü erkek olsun, ister yüzde yüzü kadın
olsun. Ama cinsiyete dayalı temsil konusunu bir tarafa bırakalım, asıl soru şu:
aradaki bu büyük fark hangi oranda kadınların engellenmesinden, hangi oranda
konuyla ilgilenmemelerinden kaynaklanıyor, belli değil. Diyelim ki insanüstü
bir ölçüm melekesiyle, derin araştırmalarla, anketlerle aradığımız veriyi elde
ettik: eğer eğitim sorunları olmasa, parti teşkilatlarında engellenmeseler veya
çevrenin baskısına maruz kalmasalar, herhangi bir şekilde milletvekili
olmalarına engel teşkil eden bütün şartlar düzeltilmiş olsa milletvekili
olabilecek, konuyla ilgilenen kadın aday adayı adaylarının, toplam aday adayı
adayları içindeki oranı %25. Meclisteki oran ise %5. Bu durumda %5'i, %50 ile
değil, %25 ile karşılaştırmamız gerekir. Ekonomik bağımsızlığına sahip yüksek
tahsilli bir hanımla beyi arasında akşam vakti haberler mi seyredilecek, İkbal
hanım mı seyredilecek tartışması çıkabiliyorsa oranları %50'ye yaklaştırmak
için bazı kadınları silah zoruyla aday yapmak gerekecek demektir. Düşünürken
bazen herkesi kendimiz gibi sanıyoruz, farklı alt-kültürleri hesaba katmıyoruz.
Farklılıkların tek sebebi geri kalmışlık değil, eğitim ve gelir durumunu
düzelttiğimiz zaman başka insanların bizim gibi düşünmeye başlayacaklarını
varsaymamız hatalı.
Son olarak mutluluğun tek bir tanımı, tek bir şekli
yok. Suyu pınardan taşıyan, dağdan odun getiren, ovaya çifte giden, ev işi
yapan, dokuz doğum yapan, beş kere evlat acısı gören, kaynanadan fırça, kocadan
dayak yiyen bir kadından daha mutlu olsanız gerektir, yahut varoluş kaygısı,
metropol yalnızlığı, depresyon, anksiyete, stres, trafik gibi kavramlardan
bihaber bir kadın kadar mutlu olamasanız gerek.
***
"Müminin Muhatabı Kim?"
"Uzmanın aklının müminin aklından
üstünlüğü" hususundan bahis buyurmuşsunuz. Akıl ve zekâ farklı
mertebelerde olsa da, herkes kendi aklından mes'ul. Başkasının aklı benimkinden
üstün olsa bile, bana benim aklımdan sual edilecek zannederim, zira bana verilen
emanet o. Lakin burada dikkatten kaçmaması gereken bir nokta var, uzmanı uzman
yapan aklının üstünlüğü değil, kaynaklara ve metoda hâkimiyetidir. Konuya hâkimseniz,
kendi yorumunuzu uygularsınız, başkasına uymazsınız. Peki ya bilmiyorsanız?
Bizde öyle bir alışkanlık var ki, bütün tıp bilgisi gazete magazinlerinden
ibaret olanlar doktorlara akıl vermeye kalkıyor. Düşünün, adam tıp okumuş, dâhiliye
ihtisası yapmış, endokrinolojide yan dal ihtisası yapmış, alanını daha da
daraltarak özellikle diabet üzerinde çalışmaya başlamış, nihayet dünyada diabet
hakkında otorite sayılan az sayıda kişiden biri haline gelmiş. "Otorite"
olması filan anabilim dalında prof. Kadrosu işgal etmekten gelmiyor, o konuyu
onun kadar okuyan, araştıran, bilen kimse olmamasından geliyor. Benim güzel
halkım, tutar da bu adama iki sayfa popüler yayın bilgisine dayanarak akıl
öğretir. Maç uzmanın aklına karşı uzman olmayanın aklı şeklinde cereyan
etmiyor maalesef, uzmanın bilgisine karşı ahalinin işkembe-i kübrası şeklinde
cereyan ediyor. Olmaz efendim, herkesin aklı var, amenna; akıllı insan bilmiyorsa
soran, danışan, öğrenen insandır.
"Senden önce de ancak
kendilerine vahyettiğimiz bir takım erkekleri peygamber gönderdik. Eğer
bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun. " (Diyanet Meali, Enbiya 21/7)
"Senden önce de ancak,
kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber olarak gönderdik. Eğer
bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun. " ( Diyanet Meali, Nahl 16/43)
"Abdesti yanlış alan müminin abdestinin makbul
olmadığı hükmünü vermek herhangi bir insan evladına düşer mi"
buyuruyorsunuz. Neyin makbul olup neyin olmadığını, kabul edecek olandan, yani Allah'tan
başka kimse bilemez. Lakin abdesti yanlış alan müminin abdestinin
"sahih" olup olmadığı bilinebilir. Şekil şartlarına uymada sorumluluk
Allah'a karşıdır. Yanlış yapan, eksik bilen birini uygun bir üslupla uyarmak da
kişinin Allah'a karşı sorumluluğudur.
"Sen af yolunu tut,
iyiliği emret, cahillerden yüz çevir. " (Diyanet Meali, Araf 7/199)
"Ailene namazı emret ve
kendin de ona devam et. Senden rızık istemiyoruz. Sana da biz rızık veriyoruz.
Güzel sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır." (Diyanet Meali, Taha
20/132)
"Yavrum! Namazı
dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı
sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir." (Diyanet Meali,
Lokman 31/17)
"Sizden, hayra çağıran,
iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa
erenler onlardır." (Diyanet Meali, Al-i İmran 3/104) (Aynı surenin 110 ve
114. ayetlerine de bakılabilir.)
Tevbe 71, Nahl 76, Meryem 55, Hac 41 gibi iyiliği
emretmek ve kötülüğü yasaklamakla ilgili başka ayetler de var. Dinin ancak fert
temelinde anlam taşıdığı indî bir düşünce. Din, Allah'ın insanlara gönderdiği
bir tür "dünyayı ve kendi hayatımızı kullanma kılavuzu"dur ve insanla
ilgili her alanda, insana yol gösterir. İnsanın ferdi hayatı da, toplumsal
hayatı da bunun dışında değildir. Evliliğin olduğu yerde evlilik, ailenin
olduğu yerde aile, ticaretin olduğu yerde ticaret, devletin olduğu yerde
devlet, savaşın olduğu yerde savaş dinin düzenlediği alan içindedir. Ne fert
tek başına ve topluma rağmen mevcuttur, ne de toplumun varlığı ferdi yok
saymaya iter insanı; din ifrat ve tefritten kaçıp itidali aramaktır bir yerde,
bu bakımdan ferdi de, cemiyeti de oyundan dışlamak aşırılık olarak dinî tavırla
uyuşmaz. İslam bir "cemaat" dinidir, hesap gününde ayrı ayrı sorumlu
olsalar da, dünyada bir arada bulunmaları, birlik halinde olmaları gereklidir.
Bir kısım ibadetlerin yalnız iken yapılması tavsiye edilmişken, başka bir kısım
ibadetler için bir arada olmak uygun görülmüştür. Bazı ibadetler
"cemaat" olmadan yapılamaz. Günümüzdeki çarpık cemaatleşme
süreçlerine bakıp yargılamamak gerek. [Cemaat kafa karıştıran bir kelime,
birkaç farklı anlamda kullanılıyor, yanlış bağlamda kullanılırsa hatalı
hükümlere sebep olabilir. Namaz cemaati anlamında cemaat, sosyolojideki cemaat,
dinî grup, teşkilat anlamında cemaat ve alelıtlak topluluk anlamında cemaat
birbirinden farklı kavramlar. Sosyoloji terimi olan cemaat kavramıyla alakalı
hükümleri, dinî grup anlamındaki cemaate uygulamaya çalışırsanız, Nasreddin
Hoca’nın “ekser için kül hükmü vardır” kıssasına rahmet okutursunuz.]
İslam'ın cemaat dini olduğunu söylemek ondan yüz
çevrilmesine yol açıyorsa, muhtemelen cemaat dini derken kastedilen ve
anlaşılan arasında fark vardır.
İslam'ı kabulde, Hristiyanların uygulamalarından
farklı olarak, gönüllülük esastır, yani bir ikna misyonu yoktur, görev sadece
tebliğ etmektir. Buraya kadar açık. Ancak İslam esaslarını benimseyen
insanların bir arada yaşadıkları yerde durum ne olabilir, karışıklık burada
çıkıyor sanırım.
Cemaat dini ile dışlama arasındaki ilişkiyi
çözemedim. Cemaat kavramının sözkonusu olması neden dışlamayı gündeme getirsin?
Namazı terk etmek, neden iman konusunu gündeme getirsin, ameller imandan cüz
değil. Kılmanız gerektiğine inandığınız halde kılmıyorsanız, bu sizin
probleminiz.
Cemaat deyince "az sayıda somut kurallarla
benzer yaşayış şartlarına uyan bireylerin oluşturduğu gruplar"
anlaşılıyorsa, bu anlamda bir cemaat dininden bahsetmiyoruz. Ancak vicdan ile Tanrı
arasında kalan, hayatı dönüştürmek iddiasından uzak bir dinden de
bahsetmiyoruz. Din salt itikat meselesi değil, amel de var işin içinde. Ameli
olmayanı itikat dairesinden dışarıda saymak başka bir şey, dinin ameli tarafını
gözardı etmek başka. Kur'an'da "iman edip salih ameller işlemek" sık
sık vurgulanır. Salih amelin ne olduğu zaman zaman ana hatlarıyla belirtilir,
zaman zaman da peygamberin açıklamasına bırakılır. Sünnet tam olarak din
demektir.
Dinin hayata, pratiğe yansıması gündeme gelince en
dar kafalı örneklere takılırsanız, bütünü gözden kaçırırsınız. Alkol kullanan
birini sopa ile cezalandırmak, İslam hukuku uygulanan bir ülkede yaşıyorsanız,
ancak mahkeme tarafından verilebilecek bir hükümdür. Hangi düzende yaşıyor
olursanız olun, yoldan geçen vatandaşın yapabileceği bir şey değildir, görev
olmayı bir tarafa bırakın. Sarhoş gördüğü birini dövebileceğini düşünen yanlış
yapıyordur. Bu yanlışı yapanların olması, eğer sözümün sizin için bir anlamı
olabileceğini düşünüyorsam, "keşke içmesen şu zıkkımı" demem gereğini
ortadan kaldırmaz. Bugün on lira verip gelecek ay on bir lira almak üzere
arkadaşınızla anlaşmış olabilirsiniz, bu size uygun geliyor olabilir, ama sizin
öyle uygun görmüş olmanız, benim "buna riba derler, fazla olan bir lira
haksızlıktır" diye düşünmemi ve düşüncemi ifade etmemi engellemez. Abdesti
yanlış aldığınıza kanaat getirirsem, görevim neyi neden yanlış bulduğumu size
bildirmektir, sizi namazdan men etmek değil. Aldığınızın abdest olduğundan
eminseniz, bana göre abdestsiz namaz kılıyor olmanız artık benim meselem
değildir.
Buraya kadarı bireyler arasındaki ilişkilerle
ilgili. Devlet tartışmaya dâhil edilirse başka bir boyut eklenmiş olur.
Kaynaklara ve metoda hâkimiyetin ölçüsünü somut olarak ifade etmem zor, belki
sonra teşebbüs ederim, ama şunu söyleyebilirim şimdilik: böyle bir hâkimiyet
"uzmanlara" hayatınıza fiili müdahele hakkı vermez, yanlışlar ve
doğrular konusunda tebliğ görevi verir. Meal okuyarak her konuda tek başınıza
hüküm verebilmeyi fazla cüretkârlık olarak görüyorsanız, danışman olarak size
hizmet sunabilir uzman. Şimdi ben tutup da "abi namaz kılman gerekiyor,
kılmıyorsan yanlış yapıyorsun" desem, bu dikte etmek midir? Yaptırım
uygulamaya, zorlamaya kalkmıyorsam değildir. Sözümün bir anlamı olacağını,
"sana ne" demiyeceğini düşünüyorsam, böyle bir hatırlatma yapmak
bence bir görevdir. Yahut "aslında iki vakit namaz kılınsa yeter"
gibi bir iddiayla ortaya çıkmışsan ve ben de bu konuyu senden daha iyi
bildiğimi düşünüyorsam, "yok öyle bir şey" demek görevim olur. İslam
"meşe odunuyla herkesi namaza zorla, namazdan nefret ettir" dini
değil, ama "çevren hakkında hiçbir sorumluluk taşıma" dini de değil.
Lakin insanlar orijinal metnin dilini bilmedikleri, mealcilerin algısına mecbur
oldukları, hangi ayetlerin ne gibi bir bağlamda geldiğini bilmedikleri,
ayetleri bildiren peygamberin, bu ayetler hakkında ne gibi açıklamalar
yaptığından haberdar olmadıkları halde, hatta Türkçe meali baştan sona bir kere
okuma gereği duymadıkları halde, abdestin şartları konusunda Ebu Hanife ile
kendilerini ortak yetkinlikte görerek spekülasyon yapabilmeyi doğal
karşılıyorlarsa, kendi hallerine bırakmak daha yerinde belki de...
***
Cemaat kavramı hakkında yaptığın tanımı esas kabul
edersek, İslam cemaat dinidir sözümü geri alıyorum. Bahsettiğin anlamda
cemaatten söz etmiyordum. Kastım sadece İslam'ın toplu olarak yaşanan bir din
olduğu, topluluğun olduğu yerlerde toplulukla ilgili düzenlemelerinin de
bulunduğu...
Fertlerin farklı olabileceğini kabul ediyoruz.
Ancak ferdin tek başına "kutsal" bir değer olduğunu kabul etmiyoruz.
Ben etmiyorum en azından. Fert, fert-toplum dengesinin bir ucu olarak
anlamlıdır. Birini esas kabul edip, onun uğruna diğerini gözardı etmeyi
aşırılık olarak görüyorum. Bu bakımdan ferdin farklılığı konusunda
gösterebileceğim toleransın da bir hududu var. Biri çıkıp da "din şahsi ve
muhteremdir" anlayışıyla "amentü" şeklinde ifade edilen
esaslardan birini (sözgelimi meleklerin varlığını) kabul etmediğini, kendisinin
İslam anlayışının bu olduğunu söylese; bu farklılığa rağmen bu kişinin benimle
aynı dinden olduğunu kabul etmeli miyim? "Sarık sarmayan, sakal bırakmayan
Müslüman olamaz" diye bir şey söylemedim mesela, bu tür konularda
farklılık kimseyi din dışı bırakmaz. Kulun günah işleyebilen bir yapıda olduğu
da kabul edilen bir şeydir, bu yüzden tevbe diye bir kavram var zaten. Günah
işlemeniz de sizi din dışı bırakmaz. Diğer taraftan günahın dine göre
yapılmaması gereken bir eylem olduğu da ortada. Yapmamaya çalışırsınız,
yapmışsanız tevbe edip Allah'tan af dilersiniz, affeder ya da etmez. Bu sizi
dinden çıkarmaz. Sizi dinden çıkaracak olan, günah olduğu Allah tarafından
açıkça belirtilen bir şeyin, günah olduğunu inkâr etmektir. Dinin öngördüğü,
çeşitli kuvvet derecelerinde yer tayin ettiği, farklı öncelik sıralamaları olan
farz, sünnet, mübah, mekruh, haram gibi şekil esasları da olmakla beraber,
dinin şekillere uygunluktan ibaret anlaşılması hatadır. Belki Taliban şekillere
uygunluk şartına din diyor olabilir, belki memleketimin cahil insanları
arasında bazıları dini şekillere uygunluk şartı şeklinde algılıyor olabilir,
ama mensup olduğum ana akım -anlayabildiğim kadarıyla- dini basit bir şekiller
silsilesi olarak anlamıyor. Çok basit bir örnek: içki içmemek şeklindeki şekil
şartına tastamam uyduğunuz halde, Allah'ın müskiratı yasaklamadığı
düşüncesindeyseniz, dinin dışındasınız. Ayık gezmediğiniz halde içki içmenizin
yasaklanmış bir hareket olduğunu kabul ediyorsanız, dinin içindesiniz.
Otoritenin dayatması tartışmalı konu, İslam'da
devlet anlayışının ne olması gerektiği konusunda farklı tutumlar var. Ana
akımın görüşü şudur diye kolayca ifade edebileceğim bir anlayış bilmiyorum. Ama
bana makul gelen bir anlayış için Mehmed Niyazi'nin İslam Devlet Felsefesi
adlı kitabına göz atabilirsiniz. Devlet meselesini konu dışı bırakacak olursak,
fertlerin birbirine güç kullanarak bir şeyler yaptırması anlamında bir otorite
kavramına fazla yer yok. Bilgi yoluyla kurulacak bir otoriteden bahsediyorsan,
böyle bir otorite de, böyle bir otoriteyi kabullenenleri bağlar ancak.
Sözgelimi filan hocaefendinin görüşlerini bağlayıcı kabul ediyorsam, doğal
olarak o görüşlere uymak zorunda hissederim kendimi. Böyle bir zorunluluk, ilk
andaki kabulümden, o kişiye kendimi bağlı görmemden kaynaklanır. Kişi bunu
gönüllü olarak kabulleniyorsa, diyecek bir şey yok. Böyle bir şeyi
kabullenmeyene de diyecek bir şey yok, kimse İslam'ın filan hocanın
anlayışından ibaret olduğunu iddia edemez, ederse çok hatalı bir davranış olur.
Ancak kendince İslam'ı en iyi anlayanın o hoca olduğunu düşünebilir, bu görüşü
de kendisini bağlar. Keza, kimse müçtehidlerden belirli birine bağlanmak
zorunda değil, birini diğerine tercih edebilir. Hanefiler Ebu Hanife'ye uyar ve
kendisine İmam-ı Azam der, ama hiçbiri İmam Şafî'ye uyanı din dışı görmez.
Görüş ayrılıkları kabul edilen bir şeydir. Ebu Hanife'nin öğrencileri bile
zaman zaman hocalarına ters düşerler ve bazen fetva da hocanın değil talebenin
görüşüne göre verilir. Ehl-i Sünnet dediğimiz dört mezhebi bırakın, Şia'dan bir
kısım bile din dışı sayılmıyor "ana akım" tarafından. Bazı
inanışlarının hatalı olduğu belirtilir, ama "bunlar Müslüman
değildir" denmez. Lakin oturup okumadan, on dört asırlık birikimi gözden
geçirmeden, "Ebu Hanife, İmam Maturidi, İmam Gazali, Molla Gürani, Ebussuud
Efendi kim kardeşim? Bizi Arap Fars yapmaya çalışıyor bunlar, hiçbir şey
anlamamışlar. Açarım kitabı hepsinden de iyi anlarım" iddiasıyla ortaya
çıkarsanız olup bitenden bir şey anlamadığınız anlaşılır ancak. Marx okumadan komünist
olmaya kalksam "hade len" dersiniz belki, iktisat, sosyoloji, tarih,
siyaset okumadan "ekolüm ben" diye ortaya çıksam, gülersiniz.
Gelgelelim konu İslam olunca herkes doğuştan allame, hiçbir şey okumadan her
şeyi biliyor...
Diş hekimi diş dolgusunun diş sağlığı açısından
gerekli olup olmadığına karar verir. Diş hekimliği eğitimine dayanarak abdestte
ve gusülde, Hanefi'ye göre veya Şafiî'ye göre ağzı yıkamanın farz olup olmaması
konusunda spekülasyon yapamaz. Diş hekiminin kendi alanındaki uzman görüşü ile
fıkıhçının kendi alanındaki uzman görüşü birleştirilerek bir noktaya varmaya
çalışılır. Keza İslam hukuku bilgisi olmayan bir iktisatçı neyin riba
olduğunu bilemez. Ne var ki iktisat bilmeyen bir fıkıhçı da neyin riba
olduğunu bilemeyebilir. Fıkhın uygulanacağı toplumsal alan uzmanlık bilgisi
gerektiriyorsa, bu alanı tanımayan fıkıhçının hüküm vermeye kalkması cahil
cesareti olur, tıpkı fıkhın anahtar kavramlarını bilmeyen iktisatçının hüküm
vermesi gibi. Çift taraflı uzmanlık gerektiren alanlarda disiplinlerarası
yaklaşımla sonuca varılır.
Toplumda düzeni sağlayan, kendilerine uyulduğunda
insanların birbirlerinden memnun olacaklarını umduğumuz ve Allah'ın da
insanlardan razı olacağını umduğumuz kurallar tesis etmeliyiz, İslamî düzen (en
azından arayışı) diye buna diyoruz. Etiketle işimiz olmaz. İran'ın, Suudistan'ın,
Afganistan'ın İslam devleti olduğunu da kim söyledi, kendi idrak(sizlik)leri
çerçevesinde “Şeriatçılık” oynuyorlar sadece.
***
Modern İslamî cemaatler yapılanmasında sorunlar
olduğu fikrine katılıyorum. Hâlihazırdaki tarikatlerin de en azından bir
kısmının cemaat tanımı içine girdiğini de ekleyebiliriz. Bu saatten sonra
cemaat kavramına karşı çıkarak meselelerin aşılabileceğini zannetmiyorum;
cemaatler ne tür örgütlenmelere dönüşebilirler, alternatif olarak ne
üretilebilir, onları düşünmek lazım. Ama sivil bir tavrı sürdürmek için,
cemaatlere de alan bırakmak gerek, cemaatin baskısından şikâyet edip cemaate
baskı uygulamak çözüm değil. Kaldı ki cemaat içinde olmasa da cemaate
giriş-çıkış işinde gönüllülük esas, tepesi atan çıkıyor, toplama kampı değil
cemaatler.
Medrese ve tekkeyi iki ayrı kutup olarak görmek ve
devleti de medrese tarafında konumlandırmak hatalı. Sürüp giden çekişmenin
yanında aslında ikisi birbirlerine zıt varlıklar değil, aynı bütünün iki
ucudur. Çelişebildikleri gibi uzlaşabilirler de. İki kurumun alanları farklıdır
ve medresenin alanına giren konularda, tekke medreseden ayrılmaz, sadece
öncelikli olarak üzerinde çalıştıkları konular farklıdır. Akaid ve fıkıh
konusunda medrese de tekke de aynı yol üzerindedir. Medrese eğer şekilciliği
temsil ediyorsa, tekke de aynı şekilciliği devam ettirir. Kaldı ki tekkenin ek
olarak ortaya koyduğu şekiller vardır, "hırka ve taç" kelimeleriyle
özetlenebilecek, oldukça teferruatlı bir tekke kültürünün yanında, ibadet
maksadıyla yapılan işler cümlesinden, sema, devran, hatm-i hacegan gibi belirli
kalıplar, usul ve erkân ile icra edilen ayinler de mevcuttur. Mutasavvıfların
belirttiği "Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat" dörtlüsünün Şeriat
kanadı “akademik İslamla” aynı şeydir ve mesela İmam-ı Rabbani gibi bazı
mutasavvıflarda Şeriat vurgusu oldukça güçlüdür. Diğer taraftan devletin
medreseyle münasebeti kadar tarikatlerle de münasebeti olmuştur. Fıkıh-akaid
mezhepleri kadar tasavvuf akımları da halk üzerinde etkiliydi ve yönetim
cihazının halk üzerinde etkili bir şeyle ilgilenmemesi söz konusu değildi.
Akımlar arasındaki seçimler burada önem kazanıyor. Osmanlılar için başta Ahilik
ön planda idi. Sonraki dönemde de Mevlevilik ve Bektaşilik "resmî"
hale geldi. "Tarikatler bozulma dönemine kadar kendilerini yaymak gibi bir
endişe taşımamışlardır. Sıradan Müslümanları ‘imanları tehlikede’ olan
günahkârlar olarak görmemişlerdir" diyorsun, doğru söylüyorsun. Daha
doğrusu belirli bir zaman ve mekân için doğru bu. Hayatın istikrarlı olduğu,
yabancı bir medeniyetin tehdit olarak bu kadar yakından hissedilmediği dönemde
bu konuda rahat davranılması normal. Ama daha geriye gidersek mesela Ahmed Yesevi'nin
“çalışmaları” pekâlâ yayılma endişesi olarak da okunabilir. Elbet burada
tarikat çalışması, özellikle tarikatin değil, İslam inancının yayılması amacını
güder. İzleyen zamandaki kolonizatör derviş kavramı da aynı şekilde
açıklanabilir. O dönemden günümüze ve yakın zamana dönersek, iki uç arasında
benzerlik ve uçlarla arada kalan dönem arasında farklılık olduğunu görüyoruz.
Sosyal hayatın daha hareketli olduğu, İslam inancına rakip dinamiklerin güç
kazandığı bir dönemde inanç vurgusunun güçlenmesi tuhaf değil. "Sıradan Müslümanları
imanları tehlikede olan günahkârlar olarak görmek" konusunda bir algı
ayarlaması yapmak gerekiyor, cemaatlerin resmi söylemi bu olmadığı gibi, cemaat
dahilinde yaygın bakış da bu değil. En azından gözlemleme fırsatı bulduğum bir
iki cemaat için bunu söyleyebilirim. "Cemaat=İslam" ve "cemaatin
dışı=İslam'ın dışı" gibi denklemler kurulmuyor, zaman zaman durumu
zorlayan tavırlara rastlansa da. Cemaat mensubu olmak/olmamak inançla ilgili
bir konu olmadığı gibi, cemaat dışında kalmak günah da sayılmıyor. Özellikle Nur
cemaatinde imanla ilgili tehlike konusunda güçlü bir vurgu var, ama bu
"sıradan Müslüman" olmakla ilgili değil. Konu halkın din konusunda
bilgisiz ve öğrenme konusunda ilgisiz olması, bu da onları inançla bağdaşmayan
etkilere açık hale getiriyor gibi bir anlayış olduğunu söyleyebiliriz. Cemaat
"hizmeti" bir amaç değil, araç oluyor bu durumda. "Bizim cemaate
girmezsen gavur olursun, çok günah" gibi bir söylem yok. Elbette her
toplulukta olduğu gibi cemaatlerde de işi bu noktaya vardıran kalın kafalılar,
mutaassıplar görülüyor, ama bunu cemaatlerin ana tavrı saymak hatalı. Burada
asıl dikkat çekilmesi gereken nokta şu: din öğretimi ve dinin hayata
geçirilmesi ile ilgili gelenekler büyük oranda kaybedilmiş bulunduğu için her
cemaat kendi geleneklerini oluşturmuş. Bir cemaate mensup olan; başka
cemaatlerle, başka anlayışlarla, temel kaynaklarla teması olmayan kişiler
farkında olmadan cemaat gelenekleriyle dini aynileştiriyorlar, din hakkındaki
algıları cemaatin tarzıyla sınırlı kalıyor. Cemaatlerin hızlı geliştiği,
iletişimin arttığı, "piyasanın kızıştığı" bir dönemde bu bir sorun
olarak varlığını sürdürür mü, bilemiyorum. "Tasavvuf erbabı tekkeye devamı
imanın bir gereği gibi görmezken cemaat yapılanmasında cemaatle hareket etmek
ve cemaat hiyerarşisine mutlak itaat imanla özdeşleştirilmiştir" diyorsun,
bu yanlış abi. Cemaat mensubu olmak ve itaat imanla özdeşleştirilmiyor.
Özdeşleştiren kazmalar var, ama bunlar tarihin her döneminde her coğrafyada
görülebilen tipler, tasavvuf yapılanmalarına bağlı insanlar arasından da böyle
tipler çıkabiliyor, çıkmıştır, çıkacaktır; taassup, fanatizm pratikte sıfıra
indiremediğiniz bir şey. Ama böyle örneklere bakıp bütün bir kitleyi itham
etmek yanlış. Arasak fanatik liberalist de buluruz, onun olayı anlamamış olması
başkalarını bağlar mı? İmanın gereği olması meselesini bir tarafa bırakırsak,
ciddi bir itaat vurgusu var, evet. Mesela Nur Cemaati için itaatsizlikle ilgili
görülen kavram “şefkat tokadı”. Bunu "abiyi dinlemezsen, Allah tarafından
türlü türlü musibetlere duçar olursun" şeklinde anlamak da mümkün.
Yanılmıyorsam bir tür "afaroz" uygulaması da var. Ama bunu da cemaat
ekolü-tasavvuf zıtlığına örnek gösteremezsin, tekke geleneğinde de şeyhe
"gassal elinde meyyit gibi" teslim olmak vardır.
“Tasavvufta Müslüman’ın imanıyla ilgili bir endişe
yoktur. İman sahası dokunulmaz kabul edilir. İman ettiği bilinenlerin
olgunlaşmasına çalışılırken iman etmeyenlerin durumu için özel bir endişe
beslenmez" derken, endişe kelimesi neyi ifade ediyor? "İmansızlık
sorun kabul edilmez" ise, değil. "Başkalarının iman sorunu sorun
edilmez" ise, belki. Merkez Efendi'nin tavrının insanlara imanı anlatmak,
davet etmek, kabul etmelerini temenni etmek ile çelişen bir tarzda anlaşılması
hatalı. Allah'ın karışmadığı serbest iradeye karışmak hususunda kendini yetkili
görmemek ayrı bir husus, bir kul olarak başkalarının iradesine hitap ederek
tebliğde bulunmak ayrı bir şey. Şöyle söyleyelim, elinizde bir iman kontrol
paneli, bir de telsiz olsun. İstediğinizin iman durumunu herhangi bir anda
değiştirebilseniz bile, bunu yapmanız öngörülmüyor. (Ki öyle bir şey sözkonusu
değil zaten, bu fikir “sistemle” çelişiyor. Farz-ı muhal diyelim.) Ama bu
elinizdeki telsizi kullanmayacaksınız anlamına gelmez. Panelden düzeltmek
yerine telsizden seslenip kendisinin düzeltmesini isteyebilirsiniz ve
istemelisiniz. Çevrenizdeki insanlar zaten Müslümansa, onları imana davet
etmenin bir anlamı yok, elbette konu olgunlaşma olacak. Şu söylenebilir belki,
mutasavvıflar daha ziyade tebliğin en etkili usulü olan temsil ile
uğraşmışlardır. İyi örnek her zaman daha etkilidir, megafonla, mikrofonla aynı
şeyi yapamazsınız. "Cemaatler malumata dayalı yapılanmaları yüzünden imanı
doğrudan bu malumat birikimiyle ilişkilendirmekte ve bu yüzden kendilerine
mensup olmayan sıradan Müslümanların imanlarını kurtarmak gibi kaygılar
taşımaktadırlar" diyorsun. Bir: bilgi önemlidir, tekke de bilgiye dayalı
bir yapılanmadır. Bu bilgi medrese ile aynı kaynaktan/ medreseden alınır. Şeyh
efendilerin, müderris efendilerin yazdığı kitaplar gibi kitaplar yazdığı da
vakidir. Gümüşhanevi'nin akaid hakkında bir kitabı var mesela, aklıma gelen.
Ancak ihtisas sahaları farklı olduğu için, tekke mesaisinin ekseriyetini
medreseninkinden farklı konulara tahsis eder. İki: bilgi ile iman arasında ilgi
olmadığı söylenemez. Bilmemek tehlikelidir. İnce kelam tartışmalarının halka
götürülmesi yararından çok zararı olan bir iş, ama amentü seviyesinde bir
bilgiyi insanlara öğretmeniz önemli. İnsanlar inançla çelişen sözleri çatır
çatır söyleyebiliyor ve cehalet bunun önemli bir sebebi. "Elhamdülillah Müslümanım"
diyen, arada oruç tutan, bayram namazına giden, ezan okunurken müziği kısan
birinin; bir Müslümanın ağzından "lanet olsun böyle kadere" gibi bir
söz çıkmaması gerektiğini bilmesi lazım. Zırcahil insanlar için kaygı duymak
lazım. "Kendilerine mensup olmayan herkesi “hidayete erdirilmesi” gereken
insanlar olarak görmekte" sözü yanlış, aksinin de çok örneği var, grup
içindeki bağnazlarla grubu yargılamamak gerektiğini tekrarlıyorum. "Zımnen
diğer Müslümanları aşağılamakta" sözü kısmen doğru. Hepsi değil, ama
içlerinde azımsanamayacak bir kısmı, farkına varmadan Müslümanlar kelimesini
özel anlamla ve özel vurguyla kullanıyorlar (gerçi bu durum cemaat-tarikat
taifesinden ziyade “siyasal İslam” taifesiyle alakalı), bu arkadaşlara "Müslüman"
(tırnakiçimüslüman diye okunuyor) diyorum ben. "Hem kendilerini toplumdan
ciddi şekilde yalıtmakta hem de dine yönelik ciddi bir antipati
yaratmaktadırlar" bu da kısmen doğru, bütünü böyle açıklayamayız, ama
böyle etkiler oluşturabiliyorlar.
***
Felsefeyle ilgilenenlerin, sosyal bilimlerle daha
yakından ilgilenmeleri, özellikle başka toplumlarla ilgili kaynaklara da
eğilmeleri gerekiyor. Ağırlıklı olarak bunu yapmadıkları için, bütün kurguyu
kendi toplumları üzerinden oluşturuyorlar. Sonra başka ülkelerin bu fikirleri
evrensel kabul eden aydınları, sosyal taban farklı olduğu halde, kendi
ülkelerini de sözkonusu teoriler üzerinden anlamaya çalışıyorlar.
Diğer taraftan Türkiye'de bireyselleşmeye dayalı,
sivil sıfatlı herhangi bir şeyin kurulması zor. Sebebi de aslında aynı. Terim
oldukları için gavurcalarını yazıyorum, mevcut teoriler 'individualistic'
kültürlerin 'independent' 'self-perception'larından başka bir 'self'
tanımıyorlar. 'Interdependant' bir kültürün fertlerinin kendini
gerçekleştirme yolu, dışarıdan bakınca kendini feda etmek gibi görünüyor.
"Su küçüğün, söz büyüğün" kodunu kazımadan Türkiye'de bireyselleşmeye
dayalı hiçbir projeyi yürütemezsiniz.
Türk insanının benlik/ kendilik algısı şudur
diyebileceğin tek bir tür de yok, kır ve kent kesimleri arasında değişiyor,
doğu ile batı arasında değişiyor, "sosyete" ile "varoş"
arasında değişiyor, alt-üst-orta-sağ-sol tabakalar arasında farklılıklar
gösteriyor, bunların her biri de kendi içinde -ister gelişme, ister yozlaşma
sayalım- değişiyor.
Değişmeye karşı çıkmamak, ama kendimiz olarak
kalmayı benimsemek noktasında mutabıkız anladığım kadarıyla. Fakat -aslında imkânsız
olan- katılaşmayı savunmakla, değişmenin yönünü eleştirmek farklı şeyler.
Sanayileşmeyle arkasındaki kültür temeli arasında irtibat olduğu için, Batı'nın
tekniğini alalım, kültürünü almayalım gibi bir tezi savunmak yersiz, ama
kültürün bir saksıdan bir saksıya çiçek aktarır gibi bir ülkeden bir ülkeye
taşınamayacağını bilmek de önemli. Başka bir toplumun iç dinamiklerinin,
tarihinin neticesi olan bir kurguyu burada tekrarlamaya çalışmak hatalı,
sebepleri olmadan sonucu buraya taşıyamayız. Değişimi ve kültür alışverişini
-hele de sanayileşmeye çalışırken- engelleyemeyiz, ama bu kültür konusunda
şuurlu, dikkatli ve seçici olmayacağız demek değil.
Başka bir ülkenin kültürel yapısını ileri ve
kendimizinkini geri olarak kodlamak da yapılabilecek hatalardan biri. Bireysel
olmak ya da olmamak bir üstünlük konusu değil. Farklı toplumların ortalama
fizyonomilerinin farklı olması gibi, bu da sadece bir farklılık. Bu farklılığın
sonuçları önemli olabilir. Sözgelimi siyah ırktan olmanın, hızlı koşmak
bakımından bir avantaj getiriyor olması gibi, bireyselci bir toplum olmak da
sanayileşmek bakımından bir fayda sağlıyor olabilir. Buna mukabil iç-bağlılık
vasfı olan bir toplum olmak da aile düzeni açısından bir fayda sağlıyor
olabilir. Bir bakımdan, çizilen ideale doğru ilerlemek için gereken değişiklik,
diğer bakımdan mevcut bir idealden uzaklaşmak anlamına geliyorsa, durup
düşünmek ve bir seçim yapmak gerek.
Devletin fert için olduğu bir medeniyet idealini
savunursak Türk olmaktan çıkmayız. Ancak Türk milletinin fert yapısının, başka
toplumların fert yapısından farklı olabileceğini, bu farklılığın bir ilkellik
veya ilerleme konusu olmadığını, insanların hayat amaçları bakımından
önemsedikleri ve üzerinde dikkatle durulması gereken bir konu olduğunu
algılayamayan aydınlar bir sorun. Yapılması gereken toplum yapımızı kavanozda
saklamaya çalışmak olmadığı gibi, toplum mühendisliği yoluyla değiştirmek üzere
zorlamak da değil.
Bağımsızlığı başınabuyrukluk olarak anlamıyorsak,
bağımsız karar vermeye alışmak veya insanları karara katılmaya alıştırmak, bu
önümüzde duran bir mesele.
Hayata cevabı topluca vermek, ferde düşen hiçbir
şey olmadığı gibi bir anlayışı ifade ediyorsa yanlış. Fertler insan vücudundaki
hücreler gibi bütünden ayrı bir şahsiyete sahip olmayan birimler mi? Birer
birer bilinçleri anlam taşımayan fertler yığınının üstünde yükselen tek ve
gerçek aktör volkgeist (halk ruhu, millet ruhu) mu? Değil elbette.
Toplum hesabına ferdi yok saymak hatalı. Ama mutlak anlamda hiçbir toplu
cevabın olmadığını söylemek de bunun aksi istikamette bir aşırılık. İfrattan
kaçarken tefrite düşmeye gerek yok.
Ferdin yaratılıcığı veya üretkenliği üzerinde
haksız kısıtlamalar varsa, bunları düzeltmek iyi bir fikir. Ama uygulamada
haksızlığın ne olduğuna karar vermek de zor olabilir. Benim asıl üzerinde
durduğum nokta, üretkenliğin başka şeylerin üzerinde mutlak baskınlığı olan bir
değer olarak algılanması. Daha önce kürtaj örneğinden bahsederken söylemiştim,
hem hayat hakkını hem de seçim hakkını birer değer olarak benimsiyor olsanız
bile, bunlar arasında yaptığınız sıralama, kürtaj konusundaki kararınızı
belirliyor. Burada da benzer bir örnek sözkonusu. Üretkenlik ve dayanışma
çeliştikleri zaman her seferinde üretkenlik lehine mi seçim yapmalıyız? Üretim
neden önemlidir, insana ne sağlar? Dayanışmanın üretimden daha önemli şeyler
sağlaması sözkonusu olamaz mı? Mesela hasta ziyareti, çocuğunuzun ev ödevine
yardım etmeniz, pişirdiğiniz yemekten komşuya da bir tabak götürmeniz, izin
süresini "tatilde" değil de, "memlekette" geçirmeyi tercih
etmeniz; bunları yapmakla insanlara ihtiyaç duydukları ve başka yerden
edinemeyecekleri şeyleri sağlamış olursunuz. Ekmek bir temel insan ihtiyacıdır.
Cep telefonu değildir. İnsanlar bir binek edinme ihtiyacında olabilirler, ama
"otobanda 160 basan" bir binek bu ihtiyacın abartılmış şekli. Bugün
kullandığımız birçok şey gerçekten ihtiyaç olsa da, birçoğu da sanayi
tarafından ihtiyaç haline getirilmiş şeyler. İnsanın karşısında gülümseyen
yüzler görebilmesi de bir ihtiyaçtır ve sanayi yorgunu şehirlerde buna yer
kalmayabiliyor. Daha çok üretmek, bunun insan ilişkilerine etkisinin ne
olduğuna aldırmamak anlamına gelmemeli.
***
Hatırladığım kadarıyla ‘33 reformu sırasında söylenen
bir söz var, "inkılâplar ilmi takip etmez, ilim inkılaplari takip
etmelidir" mealinde. Kimden sudur etmiştir bilemiyorum, amma olup biteni güzel
ifade eden bir söz. Üniversitemizin bilimle bir işi yoktur, daha ziyade bidon
kafalı ahaliyi aydınlatmak ve de apaydınlık vatandaşlari geçindirmek üzere
tesis edilmiş bir nevi çiftliktir üniversite. İdeolojik soslu ekmek soğan (!) davasi
yani.
Aydıncıklarımız bir ara kızamık olmuşlardı,
kendilerini Marksist sanıyorlardı, bir şeyleri devirmek istiyorlardı. O ara bir
histeri halinde YÖK'e de karşıydılar. Ve lakin sınıf çatışması bağlamında,
kendi sınıflarının menfaatini sürdürmenin devirmek değil statükoyu sürdürmekten
geçtiğini idrak etmeye başladıkları zamandan beri YÖKperest oldular.
***
Atilla Yayla davasından, Türkiye Cumhuriyeti'nden
ve mahkemelerinden bağımsız olarak düşünürsek, otorite ve ifade hürriyeti
ilişkisini anlamak için, devletin kuruluşundaki mantığı göz önünde bulundurmak
gerekiyor.
Bir devlet eğer sınırlı esaslar etrafında toplanan
insanların oluşturduğu bir tür ortaklıksa, yönetim kurulunun mukavelede
belirtilmeyen hususlarla uğraşmamasını bekleriz. Bir devlet kapsamlı bir kült[ür]
etrafında toplanan insanların oluşturduğu bir yapılanmaysa, yönetici-yönetilen
ilişkisini de bu kült[ür] bağlamında incelemek gerekir. Bu ikisi arasında çok
net bir sınır yok aslında, her ikisi de toplumun asgari müştereklerini ifade
ediyor, ilki daha heterojen toplumların, ikincisi daha homojen toplumların
kendini ifade biçimi. İki tür devlette de otorite çok görünür halde
olmayacaktır, ikinci tür devletin daha çok yasakları ve yükümlülükleri varmış
gibi görünse de, kimsenin yapmak istemediği bir şeyi yasaklamak ve herkesin
yapmak istediği bir şeyi mecburi kılmak bir otorite-özgürlük çelişkisine yol
açmaz. İlk devlet modelini homojen bir toplumda da uygulayabilirsiniz, herkesin
yaptığı şeyleri emretmek ve kimsenin yapmadığı şeyleri yasaklamak için otoriter
bir yönetime gerek yok. Sorun ikinci devlet modelinin heterojen toplumlarda uygulanmaya
çalışılmasından çıkıyor. Ortada birden fazla kült[ür] varsa ve devlet
yapılanması bunlardan yalnız birine dayanıyorsa, diğer(ler)ini yok farzediyor
veya yasaklamaya/ sınırlandırmaya çalışıyorsa, otorite sık sık özgürlükleri
kısıtlayarak insanları hizaya getirmeye çalışıyor. Başka bir deyişle toplumun
ağırlık merkeziyle devletin ağırlık merkezi farklıysa, yapının devrilmemesi
için bir payandaya ihtiyaç hâsıl oluyor. Köyde "dayak" kelimesini
mesnet, destek gibi anlamlarda da kullanıyorlar, biliyorsun, "kapıyı
dayakla" diyorlar mesela. Nerede bir otorite-özgürlük çelişkisi
görüyorsak, orada bir daya/na/k sorunu olduğunu düşünebiliriz.
***
Aşiret devleti/ modern devlet ayrımından çok
modern/ geleneksel ayrımından bahsediyorum. Devletin bir kurucu dünya görüşünün
olması için aşiret devleti olması, kapalı bir topluma dayanması şart değil.
Aslına bakarsan aşiret ve devlet kavramlarını aynı tamlama içinde toplamak bana
tuhaf geliyor, aşiret vizyonu çete üretir daha ziyade, devlet aşiret aklıyla
kavranamayacak kadar karmaşık bir organizasyondur.
Cemaat yapısından daha karmaşık özellikler gösteren
bir toplum da belirli bir kültürün çizdiği çerçeve etrafında toplanmış
olabilir, bu anlamda bir homojenlik "üniform" olmaktan farklı bir
durumdur. A ve B aşiretinin, C, D, E tekkelerinin, F medresesinin, G
ocaklarının kendi aralarında farklılaşan gelenekleri, tek bir kültür etrafında
birleşiyor olabilir. Böyle bir toplumun asgari müşterekleri, kozmopolit bir
topluma göre çok daha geniş bir alana yayılabilir. Bütün toplumların
alabildiğine farklılaşan atomize bireyler yığını halinde olması gerekmiyor,
benzeşmenin iradelere tahakküm edilmesi anlamına gelmesi şart değil. Topluluk
organik bir bütünlük gösteriyorsa, hukukun kaynağını töreden alması doğal. İşin
aslı modern toplum düzeni de evrensel bir ortak çerçeve olmaktan çok, kültürel
bir seçenek, bireyci bir kültürün sosyal alandaki ifadesi. Bu kültürün içinde
yaşayıp ölen, başka bir kültür tanımayan, hayata kendi kültürünün
gözlüklerinden bakan düşünürlerin teorileri, farklı kültürlerin varolduğu
toplumları anlamak için yeterli değil.
Kozmopolit kelimesinin küfür olarak algılanması
gayet normal, kozmopolitlik bize bu tür bir kanaldan geldi. İş ahlakımızı,
idare zihniyetimizi alabildiğine "alaturka" bırakırken, Galata üzerinden
Batılılaşmaya kalktık; kozmopolit, "alafranga" demektir, bizim
mahallede; geleneğin ahlakından kopmayı, ama yerine başka bir ahlak edinememeyi,
dejenerasyonu ifade eder; farklılaşmanın gardrobda başlayıp meyhanede veya
umumhanede bitmesini anlatır. Büyük şehirden ve bilhassa İstanbul'dan nefret
etmiyor insanlar; şehirliliğin yabancılaşmadan başka bir versiyonunun
üretilememesinden nefret ediyorlar. Köylülük kapalı toplumculuktan
kaynaklanmıyor, yerliliği savunmanın köylülerin üstüne kalmasından kaynaklanıyor.
Yerli şehirliliği temsil eden ve Samiha Ayverdi, Münevver Ayaşlı gibi tek tük
isimlerden ibaret kalan azınlık, “bohem” kalabalığına direnemedi, bu zümrenin
nesli hemen hemen tükendi.
Devlet felsefemizi incelerken, toplumsal durumumuza
Batılı düşünürlerin yanında biraz da içeriden bakmakta da faideler olsa gerek.
***
Gelenekler kendi aralarında farklılaşsa da,
gelenekten kopuş/ modernleşme süreci her yerde az çok benziyor. Burada aslında
bir medeniyet değişiminden bahsediyoruz. Daha önceki medeniyetlerin aksine,
etki alanını bütün gezegene yayan bir medeniyet var, eski medeniyetlerin
izlerini yavaş yavaş silen, kültürleri asimile eden tek bir dünya medeniyeti.
Geleneksel-modern ikilemi, eski kültür daireleriyle son medeniyetin kültür
dairesi arasındaki gerilimi ifade ediyor. Bunun ötesinde her gelenek, her
kültür için farklı yorumlar yapılabilir, iki paragrafta her zaman her yerde
geçerli bir devlet teorisi yazmak mümkün değil.
Bizim “medineli” bir toplum olmadığımız kısmen
doğru. Uygurlardan Tanzimat'a kadarki tarihimiz hareketli bozkır kültüründen
yerleşik bir kültüre geçme dinamiği üzerinden okunabilir. Takriben bin sene
süren bir zamandan bahsediyoruz, bu süre zarfında medine kavramına büsbütün
yabancı mı kaldık, bir medeniyet dairesi teşkil edemedik mi? Kanaatimce bu
konuda başarısız sayılmayız, ancak medenilik vasfının daha derinlere inmesi
için yeterli süre geçmedi muhtemelen. Süre tek başına bir açıklama değil
elbette, Cermenlerin hikayesi aksini gösteriyor. Neticede durum şu:
"ince" de olsa bir beyin kabuğu edinebilmiş idik, lakin uzun süredir
devre dışı kalmış bulunuyor ve omurilik refleksleri ile durumu idare ediyoruz. Tamamen
medinesiz bir toplum değiliz, medinesini kaybetmiş bir toplumuz. Şehir de,
işbölümü de tamamen yabancısı olduğumuz kavramlar değil. Uygurlar devrinde Çin
ve Hind'in; Samanîler, Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular devirlerinde İran'ın
ve Osmanlılar devrinde de Roma'nın devlet ve şehir geleneği ile temas ettik,
alışverişte bulunduk. Osman Gazi'nin "Şer'-i Şerîf’te" yeri olup
olmadığı hususunda biraz tereddüt ettikten sonra kabul ettiği pazar bacı
uygulaması, Roma'ya ait bir gelenektir. İlk günlerden başlayarak aşiret
düzeninden yerleşik düzene geçme çalışmaları görüyoruz. Alınan hisarlara birer
sübaşı, birer kadı tayin edilmesi, Ahilerin rolü, ilim adamı ve sanatkarların
celp ve himaye edilmesi, vakıflar, külliyeler... Baştan itibaren aşiret gibi
değil, devlet gibi davranan bir topluluk görüyoruz. Dört yüz hanelik bir
aşiretin vizyonuyla olacak iş değil bu, Türkistan'dan, Maveraünnehir'den, Horasan'dan
akıp gelen bir medeni kuvvenin Balkan tecrübesini de kabul ederek fiile
dönüştüğünü görüyoruz. Bursa bir Türk şehridir. Konya, Kayseriyye, Sivas, Erzen-i
Rûm Türk şehirleridir. Boğaziçi'ne, Eyüp'e, Üsküdar'a uzanan Türk Dersaadet'i, Roma
Constantinopolisi’ne eklenen, ama ondan farklılaşarak kendi karakterini teşkil
eden bir Türk şehridir. Osmanlı şehir kültüründe Ortadoğu ve Balkanların
yerleşik kültürlerinin etkisi açık. Değişme korkusu olan kapalı bir toplumun
yapabileceği işler değil bunlar, üç kıtaya yayılan bir teşkilatı altı asır
idare edebilecek bir bedevi toplumu var mı?
Yabancılaşma korkusu ile değişme korkusunu
birbirinden ayırmak gerek. "Kendisi kalarak değişmek" varlığını
sürdürmenin şartıdır. Değişmezseniz çevrenize intibak edemezsiniz, kendiniz
kalmazsanız varlığınız sonlanmış olur. İlmihaldeki bir örnek geliyor aklıma,
bir merkep tuzlaya düşse ve tamamen tuza dönüşse, o tuz necis olur mu sorusuna
olmaz cevabı veriliyor. Tamamen başka bir şeye dönüşmüştür çünki. Tırtıl
kelebeğe dönüştüğünde de hâlâ kendisidir, ama bir etoburun gövdesinde
aminoasitlerine kadar ayrıldıktan sonra kendisi olmaktan çıkar, bir vakitler
kelebeği teşkil eden elemanlar artık başka bir senteze katılır ve başka bir
varlığın parçası olur. Kelebeğin hikâyesi bitmiştir.
Medeniliğin karşısına köylülüğün konması haksızlık
kanaatindeyim, medeniliğin zıddı bedeviliktir, köylülük değil. Köy ve şehir
arasındaki fark medeniyet dairesinin dışı ve içi arasındaki fark değil, çevresi
ve merkezi arasındaki farktır. Türkiye'nin sıkıntısı köylülük değil,
şehirlilerin yapması gereken işlerin köylülerin üstüne kalması. Sağlam
kalabilmiş bir şehir kültürü olsaydı, hızlı göçe rağmen bu kadar çok sıkıntı
olmayacaktı. Öte yandan köyde de çok köylü kalmadı artık, köy kelimesini günah
keçisi haline getirmenin gereği yok. Aslında şehre giden köylüler, hiç olmazsa
köylü kalabilseydi de daha az sıkıntımız olacaktı. Köyün zaafları kadar
meziyetleri de var(dı). Köyde ne kadar yüksek şahsiyet sahibi insanlar vardı,
ne kadar irfan sahibi bir nesil vardı... En büyük "ihraç malzemesi"
efeler olan bir köyden bile Zurnacı Mehmet Ali gibi insaniyetperver biri
çıkabiliyorsa, bir kalemde çizip atmamak gerek. Sorun şu ağabeyim: değişirken
kendim olarak kalmamı sağlayacak, beni ben, bizi biz yapan kodların şehirli
şekillerine erişemiyorsam, köylü şekillerden başka tutunacak dalım kalmıyor. Bu
makbul bir durum değil, en kısa zamanda şehir kodlarının geliştirilmesi
gerekiyor, eski şehir kültürüyle tekrar temas, köy kültürünün şehir kültürüne
doğru tekâmül ettirilmesi, çağ içinde ifade yolları kalmamış bulunan değerlerin
yeni şartlara göre yeni ifadelerinin meydana getirilmesi gerekiyor. Bu da elli
yılın, üç neslin işi değil...
Allah rahmet eylesin, baban haklı. Soba kullanmayı
da bilmiyorduk. Ama tekleyerek bile olsa farklı görgülerden, bilgilerden
faydalanmaktan geri de kalmadık. Farklı olanın yadırganması tabii bir hal,
özellikle uzun süredir fazla bir farklılık görmemiş bir toplulukta. Rumeli
muhacirleri farklı kültürlerle karşılaşmak bakımından bizden daha şanslıydılar.
Meyve yetiştirmek yerine gidip başkalarından almayı, gönül rızasıyla alamazsa
değnek marifetiyle almayı hüner bilen "Torbeci Beyköylüler" aynı
zamanda hususi odalar inşa edip yolcuları ağırlayan Beyköylüler. Dedikoduyu,
alay etmeyi, lakap takmayı gayet iyi bildikleri gibi, Arife Yeri’nde toplanıp
atalarını hayırla anmayı da bilirler. Babasını, belki dedesini bilmeyi yeterli
gören, ondan ötesini tasavvur edemeyen bir kalabalığın asrında bu önemli bir
şey. Yaşayanların ve ölülerin ziyaret edilmesine ayrılmış bir zamanı
sahillerde, tatil yörelerinde geçirenlerin asrında bu bir meziyet. Lafı
uzattık, o kadar da ahlaksız değiliz kanaatimce.
Babanla son karşılaştığımızda elektriğin girdiği
son köyde insanların gaz lambalarını getirip elektrik direğinin dibinde
kırdıklarını anlatmıştı. Bence bu kendinden nefret etmektir. Elektriğe karşı
çıkmak nasıl ahmaklıksa, hıncını emektar lambadan çıkarmak da öyle bir eziklik.
Değişim her yere giriyor, istemeseniz de giriyor, direnseniz de giriyor. Bugün
değişmeyen yarın değişiyor. Mesele bu hengâmede kim olduğunu unutmamak. Köyün
göreneğinin medeniyet meselelerini çözmek için yetersiz kaldığını fark etmek
ayrı bir şey, köyü bir gerilik, ilkellik çukuru, bir ayak bağı olarak görmek
ayrı. Benzeşme konusunda takıntılı olmaları, farklı olanı küçümsemeleri bizi
yanıltmasın; ilk anda kınadıkları şeyleri bir süre sonra kendileri de yapmaya
başlıyorlar. Takkeyi önümüze koyup düşünmemiz gereken başka bir şey var, refah
toplumu olmak için gösterilen gayret, kimlik kaybı ile neticeleniyorsa, hiçbir
mânâsı yok, mankurt paşa gibi, bey gibi yaşasa da mankurttur, önceki
benliğinden geriye bir şey kalmamışsa, Dönenbay oğlu Yolaman ölmüş demektir.
Tok bir haymatlos olmaktansa aç bir Türk olmak yeğdir, en azından varlığın
sürüyor demektir. [Rabbim bizi bununla imtihan etmesin…]
***
Sıfırdan Türkler tarafından kurulan şehir sayısı
sıfıra yakın. Ne yapalım, biz şehre yerleşmeye karar verene kadar birileri her
tarafı şehirle doldurmuşsa suç bizim mi? Hazır şehir varken yenisini kursak,
israf olmaz mı? J
Kasaba seviyesinden alıp, şehirleştirdiğimiz
yerleri -zannederim Bursa bunun misali- kendimiz kurduğumuzu düşünebiliriz, ama
ekseriyetle zaten varolan şehirlere yerleşmişiz. Yine de, Türkleştirmek de
küçümsenmemesi gereken bir şey; taş üstüne taş koyabiliyorsunuz, birilerinin
kaldığı yerden devam edebiliyorsunuz, yabancı bir şehirden, size ait başka bir
şehir çıkarabiliyorsunuz demektir; çevreyi düzenleme, damga vurabilme iradesine
sahip olmayı gösterir bu. İster Bağdad gibi sıfırdan başlayın, ister Yesrib'den
başlayın... Şu anda eksikliğini çektiğimiz bu irade zaten, Ankara'yı niye Türkleştiremedik?
[Daha doğrusu “Türk Ankara’yı” nasıl bu hale getirdik?] İstanbul'u niye Türk
olmaktan çıkardık? Hatta Münih'i niye Türkleştiremeyoruz, değil mi efendim? (İzmir'den
bahsetmiyorum dikkat edersen, beş bin senelik ümitsiz vak'a, İyonyalılar yokken
bile gavur İzmir vardı... J)
***
İnsan doğal halinde kıyıcı mıdır, başkalarının
varlığını da korumaya çalışır mı? Bence biri veya diğeri değil, insan tabiatı
gereği ikisine de yetenekli. Dolayısıyla bunlardan birinin esas alınacağı bir
doğal piyasa tasviri de hatalı olacaktır. Dışarıdan müdahale olmadan iyi
işleyen bir piyasada egoların ilişkisinden çok süperegoların ilişkisini
düşünmek lazım. Türk esnafının geleneksel alışkanlıklarında, kültürel kodların,
özellikle ahi örgütlenmesinin izleri olsa gerek. İnsan tabiatı,
"karşılıklı saygı yazılımını" da, "orman kanunu yazılımını"
da çalıştırabileceğiniz bir donanıma benzetilebilir. Geleneksel düzenin
işleyişinde, arka planda çalışan bir "biz" duygusunun varlığını da
gözardı etmemek gerek. "Ben siftah ettim, komşuma git" diyen veya
"tartarken biraz arttıran" esnafın tavrında, imarethane ve vakıflar
gibi örfi dayanışma davranışlarında, bağımsız benliklerin haklar ve fayda
temelinde yürüttükleri bir "aksata" boyutunu aşan, Hakk yönelimi
tarafından şekillendirilen bir karşılıklı bağlılık var. Pabuçlarıyla serpuşu
arasında yalıtılmış bir "ben" yok, haneden çarşıya, memleketten
memalike halka halka genişleyen, yaratılmıştan Yaradan'a yönelen bir ağ
üzerinde yer alan, "biz"in bir şubesi olan bir "ben" var.
Bu, devlet her şeye burnunu soksun anlamına gelmiyor elbet, ama hususi fayda
ile amme faydasının dengesini kurmak gerek. Kimsenin karışmadığı, tabii haline
bırakılan piyasanın pürüzleri kendi kendine gidereceğinin bir garantisi yok,
yapabilir veya yapmayabilir. Devlet müdahalesinin işleri düzelteceğinin
garantisi de yok, kadrodan bağımsız olarak işleri düzeltecek bir sistem mevcut
değil. İnsanı insan yapan egosu değil, vicdanıdır. Başında bir ali kıran baş
kesen bulunduğu zaman da insanlıktan çıkabilir, başsız kaldığı zaman da... Ya
“ben” ya “hiç” diyorsun, “biz'i” olmayan bir “ben” bana “hiç'in” ta kendisi
gibi geliyor.
***
Öte yandan, "biz" -bireyciler kavramakta
bazen güçlük çekse de- insan tabiatında bulunan bir kavramdır, insanın
toplumsal bir varlık olmasının tabii neticesidir, zorunlu bir olumsuz yük
taşımaz. Üstelik "biz" dinamik bir kavramdır, sabit bir muhtevası
yoktur, zımnındaki mana bağlamsaldır. Camıdulu'nda "biz" Havıslardır,
"siz" Hasanalılardır; İstanbol'da "biz" Buldurlulardır,
"siz" Sivaslılardır; İzmir'de "biz" İstanbullulardır,
"siz" İzmirlilerdir; serviste "biz" "intörn doktoor
beeaaaayyyy"dir, "siz" kaybolmasın diye tansiyon aletlerini
saklayan, insanı deli gibi dolandıran hemşir'anımlardır; otobosta
"biz" "kaaardişim bir adım daha ilerleseniz, bak iki kişi kaldı
dışarıda"dır, "siz" "ilerleyecek yer mi kaldı, gözünü
seveyim, adamın burnu kulağımda, dirseği sırtımda"dır; haberleri izlerken
"biz" Cemil Çiçek'tir, "siz" Deniz Baykal'dır; maç
seyrederken "biz" milli takımdır, "siz" gavurlardır;
sinemada "biz" William Wallace'tır, "siz" Longshanks'tir; Rivendell'de
"biz" yabanın kolcularıdır, "siz" ukala elflerdir; ufo inen
tarlada "biz" "daş yok mu, daş"tır, "siz"
"selam dünyalı, biz dostuz"dur... İki dakka önce bizden olan biri,
iki dakka sonra sizden olabilir; taraf değiştirdiğinden değil, konu
değiştiğinden. Konu değişince biz ve siz tastamam yer değiştirebilir. On iki
açıdan biz olan biri, sekiz açıdan siz olabilir. Farklılık konusundaki algı
düşmanlık anlamına gelmek zorunda değildir. Kimsenin kimliği tek kişilik
değildir ve kimsenin tek bir kimliği yoktur. Kimse kendisini tek bir şeyle
özdeşleştirmez, ama mutlaka herkes kendisini bir şeylerle özdeşleştirir.
***
İnsan topluluklarını hayvan sürülerinden farklı
şekilde birbirine bağlayan kurallar, insanların vicdanlarından geçer. Ego
vicdana uyarsa insan oluruz, nefse uyarsa hayvandan beter oluruz.
İşleri düzeltmek derken özel bir kastım yoktu,
devletin müdahale etmesinin de etmemesinin de fertlerin yararına veya zararına
sonuçlar üretebileceğini söylüyordum sadece. Devletin düzelticiliğinden
bahsederken, piyasayı yönlendirmesinden bahsetmiyorum, daha ziyade halk
açlıktan kırılırken “buğday satmama hakkını” kullanmaya karar veren stokçuya
müdahale eden devletten bahsediyorum veya karşısında rakip bulamayınca
fiyatları kat kat arttırıp kaliteyi kat kat düşüren işletmeleri hizaya getiren
devletten bahsediyorum. Her şeyi düzenlemeye kalkan bir kamu otoritesinin
piyasanın karmaşıklığına nisbeten basit kalması ve işleri daha beter çıkmaza
sokması başka bir şey, ortada bir kamu otoritesi bulamayınca şirazeden çıkan
müteşebbisleri makul hadde çekmek başka bir şey. İyi niyet herkeste olsaydı,
piyasa sadece bunun üzerine inşa edilebilirdi belki, ama bazılarında olup
bazılarında olmayınca sıfır müdahale doğallık değil vahşilik anlamına geliyor.
İsmi lazım değil çakal bir holding, yurt dışından araba ithal edilmiyor
olmasından ve yurt içinde rakipsiz bulunmak veya ayak oyunlarıyla rakiplerini
yok etmiş olmak vasfına dayanarak insanlara altın fiyatına teneke satıyorsa,
ithali serbest bırakıp rekabetin gelişmesini sağlayacak bir devlet gerekiyor. O
devlet hiç karışmasaydı da ithal baştan serbest olsaydı, daha iyi olurdu
denebilir, ama bu seferde kendi devletleriyle işbirliği halindeki küresel
çakallara meydanı bırakıyorsunuz, onların da yerel çakallardan daha insaflı
oldukları söylenemez. İç piyasaya kapanırsanız piyasa kendini küresel rekabete
hazırlamıyor, hiçbir yalıtım olmazsa millî bir ekonominiz de olamıyor. Diğer
taraftan devlet müdahalesini savunan bir sistemin daha iyi sonuçlar vereceğinin
garantisi de yok, devletlular iyi niyetli insanlar yerine çakallarla da
işbirliği yapabiliyor. Düzgün işletecek bir kadro olmadan hiçbir sistemi
işletemezsiniz, sistem tek başına belirleyici değil.
"Biz"i otorite zorla oluşturamaz,
zorlarsa bir yerden patlar. "Biz" kendi dışında bir güç tarafından
bağlanarak bir araya getirilen bir şey değildir. Sadece homojen olmak “biz”
için yeterli bir tanım değil. "Biz" birtakım değerleri paylaşan,
ortak olarak benimseyen, kendine has bir bilinçle bağlı bir topluluktur.
İngilizlerin İngilizce, Çinlilerin Çince, Türklerin Türkçe konuşması ne kadar
doğalsa, bazı kültürlerin individualistik, bazı kültürlerin kolektivistik
olması, bazılarının da individualistik ve kolektivistik unsurlar içermesi o
kadar doğaldır. Bireylerin bağımsız (independent), bağımlı (dependent) veya
bağlı (interdependent) vasıf taşıması birbirine göre ileri veya geri durumlar
değildir. Bireylerin homojenliğine karşı çıkarken kültürleri homojenleştirmeye
çalışmak ironik oluyor.
Aslolan fert değildir, fert ve cemiyet birlikte
esastır. Ferdi hiçe sayan cemiyet de, cemiyeti hiçe sayan fert de makbul
değildir, aslolan "cemiyet içinde fert" olmaktır, şahsiyettir.
Şahsiyet tek başına kazanılmaz, cemiyetle ferdin yüzyüze geldiği yerde meydana
gelir.
Kamu menfaati genel menfaattir, toplumun
menfaatidir, bir kısım teklerin değil, herkesin menfaatidir. Ölçüsü vicdandır,
aydınlarını yetiştirebilmiş bir toplumda, o aydınlarla dile gelen toplum
vicdanıdır; piyasa da belirlemez bunu, devlet de.
***
Şu söylediklerinin altını çiziyorum:
//“türbana karşı tavır” aslında somut olarak
doğrudan bir insanın varoluşuna yönelik tavırdır. Haklarında konuşulan
insanların fikirlerini ve varlıklarını yok saydığımızda belki korumamız gereken
ilkeleri koruduğumuzu düşünüp rahat ediyoruz ama ortamı kendiliğinden otoriter
ve hatta totaliter bir hale getiriyoruz.//
Sonra da geçen yazına yaptığım yorumun bir kısmını
tekrarlıyorum:
//ortada birden fazla kült[ür] varsa ve devlet
yapılanması bunlardan yalnız birine dayanıyorsa, diğer(ler)ini yok farzediyor
veya yasaklamaya/ sınırlandırmaya çalışıyorsa, otorite sık sık özgürlükleri kısıtlayarak
insanları hizaya getirmeye çalışıyor. Başka bir deyişle toplumun ağırlık
merkeziyle devletin ağırlık merkezi farklıysa, yapının devrilmemesi için bir
payandaya ihtiyaç hasıl oluyor.//
İmdi bir anne-çocuk diyalogu düşünelim, çocuğun
talepleri var ve makul şekilde gerekçelendiriyor. Anne ise talepleri karşılamak
niyetinde değil, çocuğun ne istediğini dikkate almıyor, yapılabilir olup
olmadıklarını da dikkate almıyor. Taleplerin neden karşılanamayacağı ile ilgili
tatminkâr bir açıklaması da yok, önce baştan savma birkaç cevapla konuyu
geçiştirmeye çalışıyor, sonra da kestirip atıyor. Çocukların laftan anlamaz
tavırlarını, şımarıklığını pek yadırgamayız, çocuktur neticede, aklı ermez. Hâlbuki
büyükle çocuğun yer değiştirdiği durumlar da nadir değildir. Neyin yapılabilir
olduğu konusunda büyüklerin kavrayışı daha olgundur, büyüklerin çocukluğu, laf
anlamazlığı, olup biteni kavramaktaki eksiklikten ziyade, çocuğu ciddiye
almamaktan kaynaklanır.
Türkiye'de kabaca dört sosyokültürel tabaka
olduğunu düşünür ve bunların ilişkilerini gözden geçirirsek, anlaşılmaz görünen
birçok şeye bir sebep bulabiliriz zannediyorum. Gerilimin kökeninde alt tabaka
ile üst tabaka arasındaki değerler ayrılığı yatıyor. Toplumun belkemiği olması
gereken orta tabaka, bu ayrılığa uygun olarak ikiye ayrılmış durumda (daha önce
çatlak diyordum, ama kırık demek daha doğru galiba), böylece beş ayrı sınıf
ortaya çıkmış oluyor ve çatışma bu sınıflar arasında cereyan ediyor.
Eski Türk toplumundaki ak budun-kara budun
ayrımından hareketle her birine bir renk kodu da vererek bu sınıfları şöylece
şematize edebileceğimizi düşünüyorum:
1. Üst tabaka/ yönetici elit/ "beyaz
türkler"/ ak budun
2. Üst orta tabaka/ sermayedar sınıf/ sarı budun*
3. Sol orta tabaka/ "jöntürkler"/ kızıl
budun
4. Sağ orta tabaka/
"milliyetçi-muhafazakar" kesim/ gök budun**
5. Alt tabaka/ "ahali"/ kara budun
(* niye sarı budun? En son bunlara bir renk
yakıştırdım, geriye sarı kalmıştı. Ayrıca altından hareket ederek de bu sonuca
varabiliriz, zorlarsak.
** niye gök budun? Yeşil demek alışılmışa daha
uygun olabilirdi, ama aynı anda hem maviyi, hem yeşili ifade etmek daha yerinde
geldi bana, gök aslında mavi demek olsa da, yeşil için de kullanılabiliyor.)
Devletin [daha doğrusu rejimin] formatı
belirlenirken ortada sadece ak ve kara budunlar mevcuttu. Oluşturulacak diğer
tabakaların ak budunun değerleri doğrultusunda şekillendirilebileceği kabul
ediliyordu. Kara budunun da zaman içinde yola geleceği tahmin ediliyordu, yola
gelmeseler bile, ahali olarak kaldıkları sürece fazla sorun teşkil etmezlerdi.
İstedikleri kadar örtünerek ıspanak alabilir veya gündeliğe gidebilirler
netekim. Ancak işler beklendiği gibi gitmedi, ortada fazla sarıklı olmazsa,
çarıklıların direnemeyeceği düşünülüyordu, öyle olmadı, inatçı çıktılar. Neticede
bugünki tablo ortaya çıktı.
Bugünki tablo endişe verici, zira müstahdemin
başını örtmesiyle müdirenin başını örtmesi aynı eylem değil. İngiliz Hindistanını
hatırla, "esmer" ordu mensupları Birleşik Krallık üniforması ile
birlikte kendi başlıklarını kullanabiliyorlardı ve "o suratla" ve
"o türbanla" yüzbaşı veya general olmaya kalkmaları
düşünülemeyeceğinden, başlarına ne giydikleri dert değildi. Kimin
"sahip" olduğu konusunda bir kafa karışıklığı yaşanmıyorsa, "büyükler"
rahat ve toleranslı davranabilir, ama "esmer" birileri kalkıp da
iktidara ortak olabilecekleri alanlara girmeye kalkarsa, akıl-mantık
-anne-çocuk diyalogunda olduğu gibi- rafa kaldırılır, höt! ve de zöt!
Argümanları gündeme gelir. Ak budun iktidarı gücünü kızıl budundan alıyor ve bu
ikisi devlet sadece kendilerine aitmiş gibi davranıyorlar. Mevcut güç
ilişkilerinin değişmemesi için, diğerlerinin önüne set çekilmesi gerekiyor.
Esmer-soluk benizli ayrımı hayat tarzı ve dünya görüşü farklılığına dayanıyor,
kurgunun sürdürülmesi için farklı değerlerin, dünya görüşlerinin, hayat
tarzlarının güçle ilişkili alanlara sokulmaması gerekiyor. Sistemin tehlike
algısı oluşturmak ve gerilimden yararlanmak için esmerlere ihtiyacı var, ama
kontrol altında kalmaları şartıyla. Konu laiklikle ilgili değil yani, laikliği
insanların birbinini engellemesini önleyen bir anlayış olarak tanımlamaktan
ısrarla kaçıyorlar, belirli toplum kesimlerini yok sayan bir nalıncı keseri
tavrını sürdürüyorlar, çünki işleri tabii akışına bırakırlarsa bir süre sonra
insanlar bu ülke niye bu kadar kötü yönetiliyor gibi konularla uğraşmaya
başlayacak, belki de utanmadan kendileri yönetmeye kalkacaklar...
Çatışmanın yatay ve dikey dinamikleri var, üç
tabakada temsil edilen İslami eğilimler dikey ekseni oluşturuyor. Sorunu esmer-soluk
benizli ayrımına indirgeyince köy-kent çatışması belirginleşiyor. Son
zamanlarda beş buçukuncu tabaka olarak “limonküfü” budun, namıdiğer yeşil
sermaye türedi, bunların ne kadarı özde İslamcı sözde paracı, ne kadarı özde
paracı sözde İslamcı, kestirmek zor. Diğer taraftan İslamî eğilimler
yaygınlaşırken, “İslamî” kesim içinde seküler eğilimler de yaygınlaşıyor. Tablo
bir denge bulmadan önce daha da karışacak gibi görünüyor, Allah sonumuzu
hayreylesin...
***
Dinleyen yoksa söylemek boşuna mı? Belki... Yine de
karıncanin "safım belli olsun" dediği gibi, biz söyleyelim de, günah
bizden gitsin... Belki dinleyen de olur kim bilir...
Şimdiye kadar bütün tarafların "a planı"
kritik mevkileri ele geçirerek diğer tarafları mümkün olduğu kadar saf dışı
bırakmaktı. Başka bir plan da yoktu zaten. İşin başındakiler "bizden"
olursa vatan kurtulurdu. Taraflardan biri diğerini bastıracak kadar güçlü
olsaydı, bu plan işlerdi belki, ama dövlet-millet zıtlaşması tahtırevalli
dinamiğinde kısır döngüye girdi, a planı işe yaramıyor. Belirli bir taraftan
olmanın ehil olmanın garantisi olmaması da cabası...
Bir b planına ihtiyacımız var: ateşkes. Bütün
tarafların "bu ülke bizim, onlar gitsin" tribini bırakıp,
varlıklarından hoşlanmadığımız insanlara tahammül etmeyi, hesap yaparken
ötekini yok saymamayı öğrenmesi gerekiyor. Yapacak çok iş var, en başta
birbirimizin dilini anlamak geliyor. Ama yok saydığınız birini nasıl
anlarsınız? Sağın da solun da, asıl tehditin sağdan-soldan değil, tepeden
geldiğini görmesi gerek. Asgari müşterekler etrafında bir toplum sözleşmesi
yapılması gerek. Ateşkes hukukuna razı olmak bütün taraflar için ideallerinden
sapma anlamına gelecek belki, ama buna katlanmak gerekiyor. İşlerin rayına
girdiği, huzurlu bir ortamda başkalarına bir şeyler anlatmak, insan kazanmak
daha kolay olabilir ve hangi ideali benimsersek benimseyelim, uzun vade için bu
daha verimli bir strateji.
Bence bunları tekrar tekrar söylemek gerek, ola ki
bir tesiri olur... Bugünki mantık safların kemikleşmesi ve sinirlerin gerilmesinden
başka bir işe yaramıyor ve a planında ısrar edilirse bir çözüme ulaşmak için
epey kafa göz yarılması gerekir...
***
"Avşar'lara Özgürlük!"
Çözmeye çalıştığım bir mesele var, dedemin
dedesinin babası, faraza gerçekten Kayı bile olsa, bunca nesildir bir Avşar
köyünde yaşamış, kız alıp vermiş, haliyle köyün yarısıyla akraba olmuş,
"gelibâ mısıñız gâri laay" diye konuşmuş, Kovalca'dan, Çataloluk'tan
su içmiş, Akbaba'ya pikniğe gitmiş, Dedeler'de dedelere fatiha okumuş, Kızılyer'de
arpa yolmuş, Camıdulu'ndan otobosa binmiş, Karakuzu'dan Gedik'e giderken köyün
sınırını çizen rüzgarı bağrında hissetmiş biri olarak, acaba ben Avşar mıyım, Kayı
mıyım?
Madem ardıç dedin, ardıç olsun, "goyu olur
gabardıcın kölgesi" sana da yeter, bana da yeter, gönüller şen olsun...
***
"Beyköylü'lere Özgürlük!"
Garamannı gurtuluş cephesini örgütleevilim en
iyisi, hiç olmazsa ekonomik bağımsızlık şansımız olur bi ihtimal... Mikroculuk
eyi emme fazla mikro oluvırsa da insanın elinde patlaavırı gâri, güdüm güdüm
güdellee insanı...
***
Etnik kelimesini ırk anlamında kullanmadım. Irk
fiili dayanağı olmayan bir kavram. Bir topluluk esas itibariyle belli bir
soydan gelse bile, saf bir soy bulmak mümkün değil, soy milletin rükünlerinden
sadece biri ve bence en mühimi değil. Nasıl değil? Şöyle değil: bence Aydın
havalisinde yaşayan zenciler de Türktür, aynı soydan gelmediğimiz bu kadar
aşikar olduğu halde.
Etnik kelimesini hangi anlamda kullandım? Kendine
mahsus bir dili, bir kültürü, kendine mahsus şuuru olan topluluk mânâsında
kullandım. Burada dil beş yüz kelimeli bir kabile dili de olabilir, beş yüz bin
kelimeli bir dil de. Kültür taş devri seviyesinde bir kültür de olabilir,
medeniyet teşkil eden bir kültür de olabilir. Şuur "yıldırımlar yaratan
bir ırkın ahfadıyız" tonunda bir şuur da olabilir, tarih şuuru asr-ı
saadetle sınırlı, hacca gidince "ezanı Türkçe okuyorlar da, konuşurken
sapıtıyorlar" diyen hacı dayı tonunda bir şuur da olabilir. Bu bakımdan
etnik sıfatını Hotontolar için de kullanabiliriz, İngilizler için de, Çinliler
için de.
Etnik kelimesini kullanmam, bu kelimeyi iştahla
kullanan bir kısım gafillerle aynı şeyi düşündüğümü göstermez. Türk etnisiteyi
aşmış olabilir, ama yine de Türk için de etnisiteden bahsedebiliriz. Kelimeye
takılmasaydın, aslında benzer şekilde düşündüğümüzü fark edecektin bence.
Kimlikler tek tabakalı, basit dairelerden ibaret
değil. Birbirine geçmiş pek çok dairenin kesişiminden, farklı katmanlardan
meydana geliyor. Kovalca'da oturup sipsi çalan Türkmen’i Tuvadaki adamla
bağlayan bir şeyler var. Bahreyndeki adamla bağlayan bir şeyler daha var.
Tateos Enkserciyanla bağlayan başka bir şeyler daha var. Türkmenle Kurmanç’ın
paylaştıkları tarafları da var, farklı oldukları tarafları da var. Böylece
ortak kimlikleri de var, farklı kimlikleri de var. Kurmanç bir mânâda Türktür,
diğer mânâda değildir. Etnisite kelimesini kullandığımız zaman kimlik
spektrumunu daraltmış oluyoruz, milliyetten bahsettiğimiz zaman genişletiyoruz.
Aradaki farka işaret edebilmek için kelimeleri ayrı ayrı kullanmamız gerekir.
Mesele şu: Türkiyedeki devlet kimin devleti? Bu
devletin halkı kimdir sorusunu cevaplarken geniş açılı bir kimlikten mi
bahsediyoruz, dar açılı bir kimlikten mi? Etnik anlamda ulus devleti tabirini
bu yüzden kullanıyorum. Hatta ulus kelimesini seçip millet kelimesini
kullanmamam da aradaki farkı vurgulamak için. Türkiye'deki siyasi hukuki yapı,
olması gerekene uygun, geniş açılı kimliğe dayanıyor. Ama bir yandan da dar
açılı kimliğe dayanan bir diskur ve alt kültürleri öğütüp, eritip bir potaya
dökmek, benzeştirmek, aynileştirmek yolunda bir gayret var. Hayatı kendi
karmaşıklığı içinde kavramaya zihnimiz yetmediğinde, mevcutları kafamızdaki
şablona uydurmaya çalışıyoruz. Ulus kelimesini insanlar etnisite kelimesine
yakın bir vurguyla kullanıyorlar. Bu noktada ulusalcılarla etnik ırkçılar veya
enternasyonelciler birleşiyor aslında, iki cephe, iki karşı saf olsalar da aynı
zihinsel düzlemdeler. İki taraf da devleti de milleti de kavramaktan aciz,
kafalarında aynı karikatür var, sadece bu karikatürdeki figürlere atadıkları
değerler ters. Bu tabloda etnik ve ulusal kelimeleri aynı kapıya çıkıyor,
ulusal millînin müteradifi değil.
Din bağı göründüğü kadar zayıf değil. Osmanlıya
hayran olduğu halde cumhuriyete diş bileyen insanları etkileyen temel motiv
din. Cumhuriyeti İttihatçıların takdim ettiği gibi algılıyorlar, TC=CHP tarzı
bir denklem var birçok kişinin zihninde. İttihatçı söylem insanları etrafında
toplayabilmek için Osmanlı’ya karşı olmak, Osmanlı’dan farklı olmak, Osmanlı’nın
zıddını teşkil etmek noktasında temerküz ediyor ve net etkisi toplumu Osmanlıcılar
ve Cumhuriyetçiler tarzında ikiye bölmek. Ortada tek bir devlet var ve
insanları böyle düşman etmek hem tehlikeli, hem saçma. Ama burada gizli bir
vehamet daha var: Osmanlı ve Cumhuriyet birbirinin muadili değil; biri mazi,
biri hal ve ekseriyeti maziyi seçmeye ve hali reddetmeye ittiğiniz zaman, bu
insanları mevcut devletle karşı karşıya getirmiş oluyorsunuz. İki kutup
arasındaki seçimde dinin önemli bir rolü var. Yani "pis Osmanlı’yı yok
ettik, yeni bir devlet kurduk, halkı aydınlığa kavuşturduk" dediğiniz
zaman "İslam’ı kovdunuz, dinsizliği getirdiniz, yıkılsın devletiniz"
tepkisi uyandırıyorsunuz. Sistem din kavramına bu kadar ters durmasaydı, ortak
bir kimlik üretme projesi bu derece akim kalmazdı, en azından ortada bu kadar
çok gerginlik olmazdı. Türkiye’de kimlik meselesiyle ilgili gerginliklerde din
çok önemli bir dinamik.
Standart Müslüman icat etmekten kastın nedir, tam
anlamış değilim. Belirli bir din kültürü örneğini dayatmaktan bahsediyorsan, bu
hatalı bir şey; ama kimlik, açılım gibi tartışmalar pek bununla ilgili değil.
Dine dayalı kimlik üretmek için gece mesaisi yapmamız gerekmiyor, bin senedir
var zaten o kimlik. Büyük kültür olan ve belirleyici olması gereken Türk
kimliği İslam mânâsını da tazammun eder. Devletin varoluşun düşmanı gibi algılanması
sadece bürokrasinin ceberrutluğu değil, bununla birlikte kendilerini dine karşı
konumlandırmış olmalarından kaynaklanıyor.
Ülkenin ortak kültürünü ve ortak kimliğini Türk
kelimesiyle ifade edebileceğimiz gibi İslam kelimesiyle de ifade edebiliriz.
Ortak kültür, ortak kimlik karmaşık yapısından dolayı ortaktır. Tek soydan, tek
dilden, tek bir alt kültür grubundan meydana gelen bir toplumun kimliği
değildir, cihan devleti teşkil eden bir toplumun kimliğidir. Bu yüzden basit
formüllerle, kısa tanımlarla ifade edilmesi güçtür. Türkiye’de yaşayan bir Abhazla
bir Torbeş’i Türk olmak noktasında birleştiren ortak kimlik büyük oranda dine
dayalı bir kimliktir ve uzun bir mazisi vardır.
Uygurlar ve Karahanlılarla başlayıp Batılılaşma
dönemine kadar gelen dönemde, Turfan'dan Üsküp'e, Kazan'dan Yemen'e uzanan
sahada ortak bir medeniyet vardı. Anadolu dışındaki azınlık Türkler bu
medeniyete bağlıydı ve Anadoludaki Kürtler de bu medeniyete bağlıydı. "Mahallî
kültürü" ne olursa olsun, Uygurla Arnavut’u şu ya da bu oranda birbirine
bağlayan daireye Kürtler de mensuptu. Vaktiyle bu ortak dairenin siyasi ve
hukuki ifadesi olan devlet, şimdi bu değerlere karşı pozisyon alınca, kimileri
de mahallî kültürlerden ayrı kimlik üretmeye çalışıyor.
Hulasa tablo şudur: büyük resmi, milleti gören,
kavrayan yok, kimi etnisite namına, kimi ulus namına çalışıyor, amma hepsi de
millet aleyhine çalışıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder