7 Temmuz 2014 Pazartesi

Düşünce Tarlası Polemikleri 2 - Muhtelif


Eski dostum Avşar Çelik ve sair zevat-ı kiram ile blog sitesindeki fikir teatilerimiz sırasında yazdıklarımı toparlayıp müstakil yazılar halinde neşretmeyi düşünüyordum. Baktım başa çıkmayacak, ham halde arz ediyorum. Arada kopukluklar olabilir, kusura bakmayın; az edit bol laf, buyurun efendim…

***
Bu parametreler sorunlarımızın kadınlara bakan tarafının daha cesametli olduğunu gösteriyor. Diğer taraftan sorgulamaya birkaç faktör daha eklemek gerekiyor gibi geliyor bana.

Değişik kültürlerdeki farklı benlik algılarından bahsettik, Türkiye için ortalama yapının ekonomik açıdan bağımsız, duygusal açıdan bağlı (emotionally interdependent) tarzında olduğu söyleniyor. Bu durumda insanların kendi hayatlarına atadıkları anlam açısından, ekonomik bağımsızlık faktörünün konunun sadece bir bacağı olduğu görülüyor. "ne kaa ekonomikman bağımsız, o kaa mutlu" gibi bir denklem kurmak hatalı olmasa bile abartılı gibi geliyor bana.

İkincisi Türkiye gibi insanların bebekken ölen ağabeylerinin nüfus cüzdanıyla bir ömür geçirebildiği bir ülkede, sayıların neyi ne kadar tasvir edebildiği tartışılır. Hiçbir geliri ve mesleği olmayan bir kadının üzerine kayıtlı üç daire olabiliyor, mesela; bu o kadının üç daireye sahip olduğu anlamına gelir mi? Gerçek sahip koca olduğu halde, muvazaalı şekilde mülk kadının üzerine geçirilmiş olabilir veya adam daireleri kadının "üzerine yapmış" olabilir, ama bu hiçbir zaman geri alamayacağı anlamına gelmez. Başka bir örnekte aile fertlerinden üçü adına kayıtlı birer daire olabilir, ama bu Ahmet'in, Mehmet'in, Fatma'nın birer daireye sahip oldukları anlamına gelmek yerine, "o ailenin" üç daireye sahip oldukları anlamına gelebilir. Kadının kazancını olduğu gibi erkeğe verdiği durumlar, erkeğin kazancını kadının istediği gibi kullabildiği durumlar, eşlerin gelirlerini birbirinden ayırmadığı durumlar olabiliyor. Sevgili Selcen hanım, başka bir başlıkta on sekizini doldurduğu halde evden gitmeyen ve mahkemeye verilen bir ecnebiyi örnek göstermişti, herhalde o ülkelerde damadına daire hediye eden kayınpederlere çok sık rastlanmıyordur. Özetle hangi elin hangi cepte olduğu kayıtlara geçen verilerden tam olarak anlaşılamıyor. Başta verdiğimiz örnekte kayıtları ciddiye alsak, on sekiz aylık ölen Ahmet'in seksen sene yaşadığını, ama seksen sene yaşayan Mehmet'in hiç doğmadığını sanabiliriz. (nüfus kayıtları başlı başına bir mesele zaten... Çocuğunuza mesela Sevda ismini vermeye karar verirsiniz, ya nasip... Çocuk bir ömür Zelda diye çağrılabilir. İlkokulda sınıf arkadaşım olan iki kardeş sürekli babalarının ve amcalarının adının ne olduğu konusunda tartışıyorlardı, babanın nüfus cüzdanında amcanın ve amcanın nüfus cüzdanında babanın adı yazıyormuş, biri kayıtları, biri aile arasında kullanılan isimleri esas alıyordu.)

Diğer bir konu, istediklerini varsaydığımız için yüzdelere bakıp hayıflandığımız her şeyi kadınlar gerçekten istiyor mu, ya da ne kadarı istiyor sorusu. Mesela milletvekillerinin kaçta kaçı kadın sorusu hep tuhaf gelmiştir bana. İşini iyi yapıyorsa milletvekilinin cinsiyeti bir anlam taşımıyor benim için, ister yüzde yüzü erkek olsun, ister yüzde yüzü kadın olsun. Ama cinsiyete dayalı temsil konusunu bir tarafa bırakalım, asıl soru şu: aradaki bu büyük fark hangi oranda kadınların engellenmesinden, hangi oranda konuyla ilgilenmemelerinden kaynaklanıyor, belli değil. Diyelim ki insanüstü bir ölçüm melekesiyle, derin araştırmalarla, anketlerle aradığımız veriyi elde ettik: eğer eğitim sorunları olmasa, parti teşkilatlarında engellenmeseler veya çevrenin baskısına maruz kalmasalar, herhangi bir şekilde milletvekili olmalarına engel teşkil eden bütün şartlar düzeltilmiş olsa milletvekili olabilecek, konuyla ilgilenen kadın aday adayı adaylarının, toplam aday adayı adayları içindeki oranı %25. Meclisteki oran ise %5. Bu durumda %5'i, %50 ile değil, %25 ile karşılaştırmamız gerekir. Ekonomik bağımsızlığına sahip yüksek tahsilli bir hanımla beyi arasında akşam vakti haberler mi seyredilecek, İkbal hanım mı seyredilecek tartışması çıkabiliyorsa oranları %50'ye yaklaştırmak için bazı kadınları silah zoruyla aday yapmak gerekecek demektir. Düşünürken bazen herkesi kendimiz gibi sanıyoruz, farklı alt-kültürleri hesaba katmıyoruz. Farklılıkların tek sebebi geri kalmışlık değil, eğitim ve gelir durumunu düzelttiğimiz zaman başka insanların bizim gibi düşünmeye başlayacaklarını varsaymamız hatalı.

Son olarak mutluluğun tek bir tanımı, tek bir şekli yok. Suyu pınardan taşıyan, dağdan odun getiren, ovaya çifte giden, ev işi yapan, dokuz doğum yapan, beş kere evlat acısı gören, kaynanadan fırça, kocadan dayak yiyen bir kadından daha mutlu olsanız gerektir, yahut varoluş kaygısı, metropol yalnızlığı, depresyon, anksiyete, stres, trafik gibi kavramlardan bihaber bir kadın kadar mutlu olamasanız gerek.
***
"Müminin Muhatabı Kim?"
"Uzmanın aklının müminin aklından üstünlüğü" hususundan bahis buyurmuşsunuz. Akıl ve zekâ farklı mertebelerde olsa da, herkes kendi aklından mes'ul. Başkasının aklı benimkinden üstün olsa bile, bana benim aklımdan sual edilecek zannederim, zira bana verilen emanet o. Lakin burada dikkatten kaçmaması gereken bir nokta var, uzmanı uzman yapan aklının üstünlüğü değil, kaynaklara ve metoda hâkimiyetidir. Konuya hâkimseniz, kendi yorumunuzu uygularsınız, başkasına uymazsınız. Peki ya bilmiyorsanız? Bizde öyle bir alışkanlık var ki, bütün tıp bilgisi gazete magazinlerinden ibaret olanlar doktorlara akıl vermeye kalkıyor. Düşünün, adam tıp okumuş, dâhiliye ihtisası yapmış, endokrinolojide yan dal ihtisası yapmış, alanını daha da daraltarak özellikle diabet üzerinde çalışmaya başlamış, nihayet dünyada diabet hakkında otorite sayılan az sayıda kişiden biri haline gelmiş. "Otorite" olması filan anabilim dalında prof. Kadrosu işgal etmekten gelmiyor, o konuyu onun kadar okuyan, araştıran, bilen kimse olmamasından geliyor. Benim güzel halkım, tutar da bu adama iki sayfa popüler yayın bilgisine dayanarak akıl öğretir. Maç uzmanın aklına karşı uzman olmayanın aklı şeklinde cereyan etmiyor maalesef, uzmanın bilgisine karşı ahalinin işkembe-i kübrası şeklinde cereyan ediyor. Olmaz efendim, herkesin aklı var, amenna; akıllı insan bilmiyorsa soran, danışan, öğrenen insandır.

"Senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz bir takım erkekleri peygamber gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun. " (Diyanet Meali, Enbiya 21/7)

"Senden önce de ancak, kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber olarak gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun. " ( Diyanet Meali, Nahl 16/43)

"Abdesti yanlış alan müminin abdestinin makbul olmadığı hükmünü vermek herhangi bir insan evladına düşer mi" buyuruyorsunuz. Neyin makbul olup neyin olmadığını, kabul edecek olandan, yani Allah'tan başka kimse bilemez. Lakin abdesti yanlış alan müminin abdestinin "sahih" olup olmadığı bilinebilir. Şekil şartlarına uymada sorumluluk Allah'a karşıdır. Yanlış yapan, eksik bilen birini uygun bir üslupla uyarmak da kişinin Allah'a karşı sorumluluğudur.

"Sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir. " (Diyanet Meali, Araf 7/199)

"Ailene namazı emret ve kendin de ona devam et. Senden rızık istemiyoruz. Sana da biz rızık veriyoruz. Güzel sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır." (Diyanet Meali, Taha 20/132)

"Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir." (Diyanet Meali, Lokman 31/17)

"Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır." (Diyanet Meali, Al-i İmran 3/104) (Aynı surenin 110 ve 114. ayetlerine de bakılabilir.)

Tevbe 71, Nahl 76, Meryem 55, Hac 41 gibi iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamakla ilgili başka ayetler de var. Dinin ancak fert temelinde anlam taşıdığı indî bir düşünce. Din, Allah'ın insanlara gönderdiği bir tür "dünyayı ve kendi hayatımızı kullanma kılavuzu"dur ve insanla ilgili her alanda, insana yol gösterir. İnsanın ferdi hayatı da, toplumsal hayatı da bunun dışında değildir. Evliliğin olduğu yerde evlilik, ailenin olduğu yerde aile, ticaretin olduğu yerde ticaret, devletin olduğu yerde devlet, savaşın olduğu yerde savaş dinin düzenlediği alan içindedir. Ne fert tek başına ve topluma rağmen mevcuttur, ne de toplumun varlığı ferdi yok saymaya iter insanı; din ifrat ve tefritten kaçıp itidali aramaktır bir yerde, bu bakımdan ferdi de, cemiyeti de oyundan dışlamak aşırılık olarak dinî tavırla uyuşmaz. İslam bir "cemaat" dinidir, hesap gününde ayrı ayrı sorumlu olsalar da, dünyada bir arada bulunmaları, birlik halinde olmaları gereklidir. Bir kısım ibadetlerin yalnız iken yapılması tavsiye edilmişken, başka bir kısım ibadetler için bir arada olmak uygun görülmüştür. Bazı ibadetler "cemaat" olmadan yapılamaz. Günümüzdeki çarpık cemaatleşme süreçlerine bakıp yargılamamak gerek. [Cemaat kafa karıştıran bir kelime, birkaç farklı anlamda kullanılıyor, yanlış bağlamda kullanılırsa hatalı hükümlere sebep olabilir. Namaz cemaati anlamında cemaat, sosyolojideki cemaat, dinî grup, teşkilat anlamında cemaat ve alelıtlak topluluk anlamında cemaat birbirinden farklı kavramlar. Sosyoloji terimi olan cemaat kavramıyla alakalı hükümleri, dinî grup anlamındaki cemaate uygulamaya çalışırsanız, Nasreddin Hoca’nın “ekser için kül hükmü vardır” kıssasına rahmet okutursunuz.]

İslam'ın cemaat dini olduğunu söylemek ondan yüz çevrilmesine yol açıyorsa, muhtemelen cemaat dini derken kastedilen ve anlaşılan arasında fark vardır.

İslam'ı kabulde, Hristiyanların uygulamalarından farklı olarak, gönüllülük esastır, yani bir ikna misyonu yoktur, görev sadece tebliğ etmektir. Buraya kadar açık. Ancak İslam esaslarını benimseyen insanların bir arada yaşadıkları yerde durum ne olabilir, karışıklık burada çıkıyor sanırım.

Cemaat dini ile dışlama arasındaki ilişkiyi çözemedim. Cemaat kavramının sözkonusu olması neden dışlamayı gündeme getirsin? Namazı terk etmek, neden iman konusunu gündeme getirsin, ameller imandan cüz değil. Kılmanız gerektiğine inandığınız halde kılmıyorsanız, bu sizin probleminiz.

Cemaat deyince "az sayıda somut kurallarla benzer yaşayış şartlarına uyan bireylerin oluşturduğu gruplar" anlaşılıyorsa, bu anlamda bir cemaat dininden bahsetmiyoruz. Ancak vicdan ile Tanrı arasında kalan, hayatı dönüştürmek iddiasından uzak bir dinden de bahsetmiyoruz. Din salt itikat meselesi değil, amel de var işin içinde. Ameli olmayanı itikat dairesinden dışarıda saymak başka bir şey, dinin ameli tarafını gözardı etmek başka. Kur'an'da "iman edip salih ameller işlemek" sık sık vurgulanır. Salih amelin ne olduğu zaman zaman ana hatlarıyla belirtilir, zaman zaman da peygamberin açıklamasına bırakılır. Sünnet tam olarak din demektir.

Dinin hayata, pratiğe yansıması gündeme gelince en dar kafalı örneklere takılırsanız, bütünü gözden kaçırırsınız. Alkol kullanan birini sopa ile cezalandırmak, İslam hukuku uygulanan bir ülkede yaşıyorsanız, ancak mahkeme tarafından verilebilecek bir hükümdür. Hangi düzende yaşıyor olursanız olun, yoldan geçen vatandaşın yapabileceği bir şey değildir, görev olmayı bir tarafa bırakın. Sarhoş gördüğü birini dövebileceğini düşünen yanlış yapıyordur. Bu yanlışı yapanların olması, eğer sözümün sizin için bir anlamı olabileceğini düşünüyorsam, "keşke içmesen şu zıkkımı" demem gereğini ortadan kaldırmaz. Bugün on lira verip gelecek ay on bir lira almak üzere arkadaşınızla anlaşmış olabilirsiniz, bu size uygun geliyor olabilir, ama sizin öyle uygun görmüş olmanız, benim "buna riba derler, fazla olan bir lira haksızlıktır" diye düşünmemi ve düşüncemi ifade etmemi engellemez. Abdesti yanlış aldığınıza kanaat getirirsem, görevim neyi neden yanlış bulduğumu size bildirmektir, sizi namazdan men etmek değil. Aldığınızın abdest olduğundan eminseniz, bana göre abdestsiz namaz kılıyor olmanız artık benim meselem değildir.

Buraya kadarı bireyler arasındaki ilişkilerle ilgili. Devlet tartışmaya dâhil edilirse başka bir boyut eklenmiş olur. Kaynaklara ve metoda hâkimiyetin ölçüsünü somut olarak ifade etmem zor, belki sonra teşebbüs ederim, ama şunu söyleyebilirim şimdilik: böyle bir hâkimiyet "uzmanlara" hayatınıza fiili müdahele hakkı vermez, yanlışlar ve doğrular konusunda tebliğ görevi verir. Meal okuyarak her konuda tek başınıza hüküm verebilmeyi fazla cüretkârlık olarak görüyorsanız, danışman olarak size hizmet sunabilir uzman. Şimdi ben tutup da "abi namaz kılman gerekiyor, kılmıyorsan yanlış yapıyorsun" desem, bu dikte etmek midir? Yaptırım uygulamaya, zorlamaya kalkmıyorsam değildir. Sözümün bir anlamı olacağını, "sana ne" demiyeceğini düşünüyorsam, böyle bir hatırlatma yapmak bence bir görevdir. Yahut "aslında iki vakit namaz kılınsa yeter" gibi bir iddiayla ortaya çıkmışsan ve ben de bu konuyu senden daha iyi bildiğimi düşünüyorsam, "yok öyle bir şey" demek görevim olur. İslam "meşe odunuyla herkesi namaza zorla, namazdan nefret ettir" dini değil, ama "çevren hakkında hiçbir sorumluluk taşıma" dini de değil. Lakin insanlar orijinal metnin dilini bilmedikleri, mealcilerin algısına mecbur oldukları, hangi ayetlerin ne gibi bir bağlamda geldiğini bilmedikleri, ayetleri bildiren peygamberin, bu ayetler hakkında ne gibi açıklamalar yaptığından haberdar olmadıkları halde, hatta Türkçe meali baştan sona bir kere okuma gereği duymadıkları halde, abdestin şartları konusunda Ebu Hanife ile kendilerini ortak yetkinlikte görerek spekülasyon yapabilmeyi doğal karşılıyorlarsa, kendi hallerine bırakmak daha yerinde belki de...
***
Cemaat kavramı hakkında yaptığın tanımı esas kabul edersek, İslam cemaat dinidir sözümü geri alıyorum. Bahsettiğin anlamda cemaatten söz etmiyordum. Kastım sadece İslam'ın toplu olarak yaşanan bir din olduğu, topluluğun olduğu yerlerde toplulukla ilgili düzenlemelerinin de bulunduğu...

Fertlerin farklı olabileceğini kabul ediyoruz. Ancak ferdin tek başına "kutsal" bir değer olduğunu kabul etmiyoruz. Ben etmiyorum en azından. Fert, fert-toplum dengesinin bir ucu olarak anlamlıdır. Birini esas kabul edip, onun uğruna diğerini gözardı etmeyi aşırılık olarak görüyorum. Bu bakımdan ferdin farklılığı konusunda gösterebileceğim toleransın da bir hududu var. Biri çıkıp da "din şahsi ve muhteremdir" anlayışıyla "amentü" şeklinde ifade edilen esaslardan birini (sözgelimi meleklerin varlığını) kabul etmediğini, kendisinin İslam anlayışının bu olduğunu söylese; bu farklılığa rağmen bu kişinin benimle aynı dinden olduğunu kabul etmeli miyim? "Sarık sarmayan, sakal bırakmayan Müslüman olamaz" diye bir şey söylemedim mesela, bu tür konularda farklılık kimseyi din dışı bırakmaz. Kulun günah işleyebilen bir yapıda olduğu da kabul edilen bir şeydir, bu yüzden tevbe diye bir kavram var zaten. Günah işlemeniz de sizi din dışı bırakmaz. Diğer taraftan günahın dine göre yapılmaması gereken bir eylem olduğu da ortada. Yapmamaya çalışırsınız, yapmışsanız tevbe edip Allah'tan af dilersiniz, affeder ya da etmez. Bu sizi dinden çıkarmaz. Sizi dinden çıkaracak olan, günah olduğu Allah tarafından açıkça belirtilen bir şeyin, günah olduğunu inkâr etmektir. Dinin öngördüğü, çeşitli kuvvet derecelerinde yer tayin ettiği, farklı öncelik sıralamaları olan farz, sünnet, mübah, mekruh, haram gibi şekil esasları da olmakla beraber, dinin şekillere uygunluktan ibaret anlaşılması hatadır. Belki Taliban şekillere uygunluk şartına din diyor olabilir, belki memleketimin cahil insanları arasında bazıları dini şekillere uygunluk şartı şeklinde algılıyor olabilir, ama mensup olduğum ana akım -anlayabildiğim kadarıyla- dini basit bir şekiller silsilesi olarak anlamıyor. Çok basit bir örnek: içki içmemek şeklindeki şekil şartına tastamam uyduğunuz halde, Allah'ın müskiratı yasaklamadığı düşüncesindeyseniz, dinin dışındasınız. Ayık gezmediğiniz halde içki içmenizin yasaklanmış bir hareket olduğunu kabul ediyorsanız, dinin içindesiniz.

Otoritenin dayatması tartışmalı konu, İslam'da devlet anlayışının ne olması gerektiği konusunda farklı tutumlar var. Ana akımın görüşü şudur diye kolayca ifade edebileceğim bir anlayış bilmiyorum. Ama bana makul gelen bir anlayış için Mehmed Niyazi'nin İslam Devlet Felsefesi adlı kitabına göz atabilirsiniz. Devlet meselesini konu dışı bırakacak olursak, fertlerin birbirine güç kullanarak bir şeyler yaptırması anlamında bir otorite kavramına fazla yer yok. Bilgi yoluyla kurulacak bir otoriteden bahsediyorsan, böyle bir otorite de, böyle bir otoriteyi kabullenenleri bağlar ancak. Sözgelimi filan hocaefendinin görüşlerini bağlayıcı kabul ediyorsam, doğal olarak o görüşlere uymak zorunda hissederim kendimi. Böyle bir zorunluluk, ilk andaki kabulümden, o kişiye kendimi bağlı görmemden kaynaklanır. Kişi bunu gönüllü olarak kabulleniyorsa, diyecek bir şey yok. Böyle bir şeyi kabullenmeyene de diyecek bir şey yok, kimse İslam'ın filan hocanın anlayışından ibaret olduğunu iddia edemez, ederse çok hatalı bir davranış olur. Ancak kendince İslam'ı en iyi anlayanın o hoca olduğunu düşünebilir, bu görüşü de kendisini bağlar. Keza, kimse müçtehidlerden belirli birine bağlanmak zorunda değil, birini diğerine tercih edebilir. Hanefiler Ebu Hanife'ye uyar ve kendisine İmam-ı Azam der, ama hiçbiri İmam Şafî'ye uyanı din dışı görmez. Görüş ayrılıkları kabul edilen bir şeydir. Ebu Hanife'nin öğrencileri bile zaman zaman hocalarına ters düşerler ve bazen fetva da hocanın değil talebenin görüşüne göre verilir. Ehl-i Sünnet dediğimiz dört mezhebi bırakın, Şia'dan bir kısım bile din dışı sayılmıyor "ana akım" tarafından. Bazı inanışlarının hatalı olduğu belirtilir, ama "bunlar Müslüman değildir" denmez. Lakin oturup okumadan, on dört asırlık birikimi gözden geçirmeden, "Ebu Hanife, İmam Maturidi, İmam Gazali, Molla Gürani, Ebussuud Efendi kim kardeşim? Bizi Arap Fars yapmaya çalışıyor bunlar, hiçbir şey anlamamışlar. Açarım kitabı hepsinden de iyi anlarım" iddiasıyla ortaya çıkarsanız olup bitenden bir şey anlamadığınız anlaşılır ancak. Marx okumadan komünist olmaya kalksam "hade len" dersiniz belki, iktisat, sosyoloji, tarih, siyaset okumadan "ekolüm ben" diye ortaya çıksam, gülersiniz. Gelgelelim konu İslam olunca herkes doğuştan allame, hiçbir şey okumadan her şeyi biliyor...

Diş hekimi diş dolgusunun diş sağlığı açısından gerekli olup olmadığına karar verir. Diş hekimliği eğitimine dayanarak abdestte ve gusülde, Hanefi'ye göre veya Şafiî'ye göre ağzı yıkamanın farz olup olmaması konusunda spekülasyon yapamaz. Diş hekiminin kendi alanındaki uzman görüşü ile fıkıhçının kendi alanındaki uzman görüşü birleştirilerek bir noktaya varmaya çalışılır. Keza İslam hukuku bilgisi olmayan bir iktisatçı neyin riba olduğunu bilemez. Ne var ki iktisat bilmeyen bir fıkıhçı da neyin riba olduğunu bilemeyebilir. Fıkhın uygulanacağı toplumsal alan uzmanlık bilgisi gerektiriyorsa, bu alanı tanımayan fıkıhçının hüküm vermeye kalkması cahil cesareti olur, tıpkı fıkhın anahtar kavramlarını bilmeyen iktisatçının hüküm vermesi gibi. Çift taraflı uzmanlık gerektiren alanlarda disiplinlerarası yaklaşımla sonuca varılır.

Toplumda düzeni sağlayan, kendilerine uyulduğunda insanların birbirlerinden memnun olacaklarını umduğumuz ve Allah'ın da insanlardan razı olacağını umduğumuz kurallar tesis etmeliyiz, İslamî düzen (en azından arayışı) diye buna diyoruz. Etiketle işimiz olmaz. İran'ın, Suudistan'ın, Afganistan'ın İslam devleti olduğunu da kim söyledi, kendi idrak(sizlik)leri çerçevesinde “Şeriatçılık” oynuyorlar sadece.
***
Modern İslamî cemaatler yapılanmasında sorunlar olduğu fikrine katılıyorum. Hâlihazırdaki tarikatlerin de en azından bir kısmının cemaat tanımı içine girdiğini de ekleyebiliriz. Bu saatten sonra cemaat kavramına karşı çıkarak meselelerin aşılabileceğini zannetmiyorum; cemaatler ne tür örgütlenmelere dönüşebilirler, alternatif olarak ne üretilebilir, onları düşünmek lazım. Ama sivil bir tavrı sürdürmek için, cemaatlere de alan bırakmak gerek, cemaatin baskısından şikâyet edip cemaate baskı uygulamak çözüm değil. Kaldı ki cemaat içinde olmasa da cemaate giriş-çıkış işinde gönüllülük esas, tepesi atan çıkıyor, toplama kampı değil cemaatler.

Medrese ve tekkeyi iki ayrı kutup olarak görmek ve devleti de medrese tarafında konumlandırmak hatalı. Sürüp giden çekişmenin yanında aslında ikisi birbirlerine zıt varlıklar değil, aynı bütünün iki ucudur. Çelişebildikleri gibi uzlaşabilirler de. İki kurumun alanları farklıdır ve medresenin alanına giren konularda, tekke medreseden ayrılmaz, sadece öncelikli olarak üzerinde çalıştıkları konular farklıdır. Akaid ve fıkıh konusunda medrese de tekke de aynı yol üzerindedir. Medrese eğer şekilciliği temsil ediyorsa, tekke de aynı şekilciliği devam ettirir. Kaldı ki tekkenin ek olarak ortaya koyduğu şekiller vardır, "hırka ve taç" kelimeleriyle özetlenebilecek, oldukça teferruatlı bir tekke kültürünün yanında, ibadet maksadıyla yapılan işler cümlesinden, sema, devran, hatm-i hacegan gibi belirli kalıplar, usul ve erkân ile icra edilen ayinler de mevcuttur. Mutasavvıfların belirttiği "Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat" dörtlüsünün Şeriat kanadı “akademik İslamla” aynı şeydir ve mesela İmam-ı Rabbani gibi bazı mutasavvıflarda Şeriat vurgusu oldukça güçlüdür. Diğer taraftan devletin medreseyle münasebeti kadar tarikatlerle de münasebeti olmuştur. Fıkıh-akaid mezhepleri kadar tasavvuf akımları da halk üzerinde etkiliydi ve yönetim cihazının halk üzerinde etkili bir şeyle ilgilenmemesi söz konusu değildi. Akımlar arasındaki seçimler burada önem kazanıyor. Osmanlılar için başta Ahilik ön planda idi. Sonraki dönemde de Mevlevilik ve Bektaşilik "resmî" hale geldi. "Tarikatler bozulma dönemine kadar kendilerini yaymak gibi bir endişe taşımamışlardır. Sıradan Müslümanları ‘imanları tehlikede’ olan günahkârlar olarak görmemişlerdir" diyorsun, doğru söylüyorsun. Daha doğrusu belirli bir zaman ve mekân için doğru bu. Hayatın istikrarlı olduğu, yabancı bir medeniyetin tehdit olarak bu kadar yakından hissedilmediği dönemde bu konuda rahat davranılması normal. Ama daha geriye gidersek mesela Ahmed Yesevi'nin “çalışmaları” pekâlâ yayılma endişesi olarak da okunabilir. Elbet burada tarikat çalışması, özellikle tarikatin değil, İslam inancının yayılması amacını güder. İzleyen zamandaki kolonizatör derviş kavramı da aynı şekilde açıklanabilir. O dönemden günümüze ve yakın zamana dönersek, iki uç arasında benzerlik ve uçlarla arada kalan dönem arasında farklılık olduğunu görüyoruz. Sosyal hayatın daha hareketli olduğu, İslam inancına rakip dinamiklerin güç kazandığı bir dönemde inanç vurgusunun güçlenmesi tuhaf değil. "Sıradan Müslümanları imanları tehlikede olan günahkârlar olarak görmek" konusunda bir algı ayarlaması yapmak gerekiyor, cemaatlerin resmi söylemi bu olmadığı gibi, cemaat dahilinde yaygın bakış da bu değil. En azından gözlemleme fırsatı bulduğum bir iki cemaat için bunu söyleyebilirim. "Cemaat=İslam" ve "cemaatin dışı=İslam'ın dışı" gibi denklemler kurulmuyor, zaman zaman durumu zorlayan tavırlara rastlansa da. Cemaat mensubu olmak/olmamak inançla ilgili bir konu olmadığı gibi, cemaat dışında kalmak günah da sayılmıyor. Özellikle Nur cemaatinde imanla ilgili tehlike konusunda güçlü bir vurgu var, ama bu "sıradan Müslüman" olmakla ilgili değil. Konu halkın din konusunda bilgisiz ve öğrenme konusunda ilgisiz olması, bu da onları inançla bağdaşmayan etkilere açık hale getiriyor gibi bir anlayış olduğunu söyleyebiliriz. Cemaat "hizmeti" bir amaç değil, araç oluyor bu durumda. "Bizim cemaate girmezsen gavur olursun, çok günah" gibi bir söylem yok. Elbette her toplulukta olduğu gibi cemaatlerde de işi bu noktaya vardıran kalın kafalılar, mutaassıplar görülüyor, ama bunu cemaatlerin ana tavrı saymak hatalı. Burada asıl dikkat çekilmesi gereken nokta şu: din öğretimi ve dinin hayata geçirilmesi ile ilgili gelenekler büyük oranda kaybedilmiş bulunduğu için her cemaat kendi geleneklerini oluşturmuş. Bir cemaate mensup olan; başka cemaatlerle, başka anlayışlarla, temel kaynaklarla teması olmayan kişiler farkında olmadan cemaat gelenekleriyle dini aynileştiriyorlar, din hakkındaki algıları cemaatin tarzıyla sınırlı kalıyor. Cemaatlerin hızlı geliştiği, iletişimin arttığı, "piyasanın kızıştığı" bir dönemde bu bir sorun olarak varlığını sürdürür mü, bilemiyorum. "Tasavvuf erbabı tekkeye devamı imanın bir gereği gibi görmezken cemaat yapılanmasında cemaatle hareket etmek ve cemaat hiyerarşisine mutlak itaat imanla özdeşleştirilmiştir" diyorsun, bu yanlış abi. Cemaat mensubu olmak ve itaat imanla özdeşleştirilmiyor. Özdeşleştiren kazmalar var, ama bunlar tarihin her döneminde her coğrafyada görülebilen tipler, tasavvuf yapılanmalarına bağlı insanlar arasından da böyle tipler çıkabiliyor, çıkmıştır, çıkacaktır; taassup, fanatizm pratikte sıfıra indiremediğiniz bir şey. Ama böyle örneklere bakıp bütün bir kitleyi itham etmek yanlış. Arasak fanatik liberalist de buluruz, onun olayı anlamamış olması başkalarını bağlar mı? İmanın gereği olması meselesini bir tarafa bırakırsak, ciddi bir itaat vurgusu var, evet. Mesela Nur Cemaati için itaatsizlikle ilgili görülen kavram “şefkat tokadı”. Bunu "abiyi dinlemezsen, Allah tarafından türlü türlü musibetlere duçar olursun" şeklinde anlamak da mümkün. Yanılmıyorsam bir tür "afaroz" uygulaması da var. Ama bunu da cemaat ekolü-tasavvuf zıtlığına örnek gösteremezsin, tekke geleneğinde de şeyhe "gassal elinde meyyit gibi" teslim olmak vardır.
“Tasavvufta Müslüman’ın imanıyla ilgili bir endişe yoktur. İman sahası dokunulmaz kabul edilir. İman ettiği bilinenlerin olgunlaşmasına çalışılırken iman etmeyenlerin durumu için özel bir endişe beslenmez" derken, endişe kelimesi neyi ifade ediyor? "İmansızlık sorun kabul edilmez" ise, değil. "Başkalarının iman sorunu sorun edilmez" ise, belki. Merkez Efendi'nin tavrının insanlara imanı anlatmak, davet etmek, kabul etmelerini temenni etmek ile çelişen bir tarzda anlaşılması hatalı. Allah'ın karışmadığı serbest iradeye karışmak hususunda kendini yetkili görmemek ayrı bir husus, bir kul olarak başkalarının iradesine hitap ederek tebliğde bulunmak ayrı bir şey. Şöyle söyleyelim, elinizde bir iman kontrol paneli, bir de telsiz olsun. İstediğinizin iman durumunu herhangi bir anda değiştirebilseniz bile, bunu yapmanız öngörülmüyor. (Ki öyle bir şey sözkonusu değil zaten, bu fikir “sistemle” çelişiyor. Farz-ı muhal diyelim.) Ama bu elinizdeki telsizi kullanmayacaksınız anlamına gelmez. Panelden düzeltmek yerine telsizden seslenip kendisinin düzeltmesini isteyebilirsiniz ve istemelisiniz. Çevrenizdeki insanlar zaten Müslümansa, onları imana davet etmenin bir anlamı yok, elbette konu olgunlaşma olacak. Şu söylenebilir belki, mutasavvıflar daha ziyade tebliğin en etkili usulü olan temsil ile uğraşmışlardır. İyi örnek her zaman daha etkilidir, megafonla, mikrofonla aynı şeyi yapamazsınız. "Cemaatler malumata dayalı yapılanmaları yüzünden imanı doğrudan bu malumat birikimiyle ilişkilendirmekte ve bu yüzden kendilerine mensup olmayan sıradan Müslümanların imanlarını kurtarmak gibi kaygılar taşımaktadırlar" diyorsun. Bir: bilgi önemlidir, tekke de bilgiye dayalı bir yapılanmadır. Bu bilgi medrese ile aynı kaynaktan/ medreseden alınır. Şeyh efendilerin, müderris efendilerin yazdığı kitaplar gibi kitaplar yazdığı da vakidir. Gümüşhanevi'nin akaid hakkında bir kitabı var mesela, aklıma gelen. Ancak ihtisas sahaları farklı olduğu için, tekke mesaisinin ekseriyetini medreseninkinden farklı konulara tahsis eder. İki: bilgi ile iman arasında ilgi olmadığı söylenemez. Bilmemek tehlikelidir. İnce kelam tartışmalarının halka götürülmesi yararından çok zararı olan bir iş, ama amentü seviyesinde bir bilgiyi insanlara öğretmeniz önemli. İnsanlar inançla çelişen sözleri çatır çatır söyleyebiliyor ve cehalet bunun önemli bir sebebi. "Elhamdülillah Müslümanım" diyen, arada oruç tutan, bayram namazına giden, ezan okunurken müziği kısan birinin; bir Müslümanın ağzından "lanet olsun böyle kadere" gibi bir söz çıkmaması gerektiğini bilmesi lazım. Zırcahil insanlar için kaygı duymak lazım. "Kendilerine mensup olmayan herkesi “hidayete erdirilmesi” gereken insanlar olarak görmekte" sözü yanlış, aksinin de çok örneği var, grup içindeki bağnazlarla grubu yargılamamak gerektiğini tekrarlıyorum. "Zımnen diğer Müslümanları aşağılamakta" sözü kısmen doğru. Hepsi değil, ama içlerinde azımsanamayacak bir kısmı, farkına varmadan Müslümanlar kelimesini özel anlamla ve özel vurguyla kullanıyorlar (gerçi bu durum cemaat-tarikat taifesinden ziyade “siyasal İslam” taifesiyle alakalı), bu arkadaşlara "Müslüman" (tırnakiçimüslüman diye okunuyor) diyorum ben. "Hem kendilerini toplumdan ciddi şekilde yalıtmakta hem de dine yönelik ciddi bir antipati yaratmaktadırlar" bu da kısmen doğru, bütünü böyle açıklayamayız, ama böyle etkiler oluşturabiliyorlar.
***
Felsefeyle ilgilenenlerin, sosyal bilimlerle daha yakından ilgilenmeleri, özellikle başka toplumlarla ilgili kaynaklara da eğilmeleri gerekiyor. Ağırlıklı olarak bunu yapmadıkları için, bütün kurguyu kendi toplumları üzerinden oluşturuyorlar. Sonra başka ülkelerin bu fikirleri evrensel kabul eden aydınları, sosyal taban farklı olduğu halde, kendi ülkelerini de sözkonusu teoriler üzerinden anlamaya çalışıyorlar.

Diğer taraftan Türkiye'de bireyselleşmeye dayalı, sivil sıfatlı herhangi bir şeyin kurulması zor. Sebebi de aslında aynı. Terim oldukları için gavurcalarını yazıyorum, mevcut teoriler 'individualistic' kültürlerin 'independent' 'self-perception'larından başka bir 'self' tanımıyorlar. 'Interdependant' bir kültürün fertlerinin kendini gerçekleştirme yolu, dışarıdan bakınca kendini feda etmek gibi görünüyor. "Su küçüğün, söz büyüğün" kodunu kazımadan Türkiye'de bireyselleşmeye dayalı hiçbir projeyi yürütemezsiniz.

Türk insanının benlik/ kendilik algısı şudur diyebileceğin tek bir tür de yok, kır ve kent kesimleri arasında değişiyor, doğu ile batı arasında değişiyor, "sosyete" ile "varoş" arasında değişiyor, alt-üst-orta-sağ-sol tabakalar arasında farklılıklar gösteriyor, bunların her biri de kendi içinde -ister gelişme, ister yozlaşma sayalım- değişiyor.

Değişmeye karşı çıkmamak, ama kendimiz olarak kalmayı benimsemek noktasında mutabıkız anladığım kadarıyla. Fakat -aslında imkânsız olan- katılaşmayı savunmakla, değişmenin yönünü eleştirmek farklı şeyler. Sanayileşmeyle arkasındaki kültür temeli arasında irtibat olduğu için, Batı'nın tekniğini alalım, kültürünü almayalım gibi bir tezi savunmak yersiz, ama kültürün bir saksıdan bir saksıya çiçek aktarır gibi bir ülkeden bir ülkeye taşınamayacağını bilmek de önemli. Başka bir toplumun iç dinamiklerinin, tarihinin neticesi olan bir kurguyu burada tekrarlamaya çalışmak hatalı, sebepleri olmadan sonucu buraya taşıyamayız. Değişimi ve kültür alışverişini -hele de sanayileşmeye çalışırken- engelleyemeyiz, ama bu kültür konusunda şuurlu, dikkatli ve seçici olmayacağız demek değil.

Başka bir ülkenin kültürel yapısını ileri ve kendimizinkini geri olarak kodlamak da yapılabilecek hatalardan biri. Bireysel olmak ya da olmamak bir üstünlük konusu değil. Farklı toplumların ortalama fizyonomilerinin farklı olması gibi, bu da sadece bir farklılık. Bu farklılığın sonuçları önemli olabilir. Sözgelimi siyah ırktan olmanın, hızlı koşmak bakımından bir avantaj getiriyor olması gibi, bireyselci bir toplum olmak da sanayileşmek bakımından bir fayda sağlıyor olabilir. Buna mukabil iç-bağlılık vasfı olan bir toplum olmak da aile düzeni açısından bir fayda sağlıyor olabilir. Bir bakımdan, çizilen ideale doğru ilerlemek için gereken değişiklik, diğer bakımdan mevcut bir idealden uzaklaşmak anlamına geliyorsa, durup düşünmek ve bir seçim yapmak gerek.

Devletin fert için olduğu bir medeniyet idealini savunursak Türk olmaktan çıkmayız. Ancak Türk milletinin fert yapısının, başka toplumların fert yapısından farklı olabileceğini, bu farklılığın bir ilkellik veya ilerleme konusu olmadığını, insanların hayat amaçları bakımından önemsedikleri ve üzerinde dikkatle durulması gereken bir konu olduğunu algılayamayan aydınlar bir sorun. Yapılması gereken toplum yapımızı kavanozda saklamaya çalışmak olmadığı gibi, toplum mühendisliği yoluyla değiştirmek üzere zorlamak da değil.

Bağımsızlığı başınabuyrukluk olarak anlamıyorsak, bağımsız karar vermeye alışmak veya insanları karara katılmaya alıştırmak, bu önümüzde duran bir mesele.

Hayata cevabı topluca vermek, ferde düşen hiçbir şey olmadığı gibi bir anlayışı ifade ediyorsa yanlış. Fertler insan vücudundaki hücreler gibi bütünden ayrı bir şahsiyete sahip olmayan birimler mi? Birer birer bilinçleri anlam taşımayan fertler yığınının üstünde yükselen tek ve gerçek aktör volkgeist (halk ruhu, millet ruhu) mu? Değil elbette. Toplum hesabına ferdi yok saymak hatalı. Ama mutlak anlamda hiçbir toplu cevabın olmadığını söylemek de bunun aksi istikamette bir aşırılık. İfrattan kaçarken tefrite düşmeye gerek yok.

Ferdin yaratılıcığı veya üretkenliği üzerinde haksız kısıtlamalar varsa, bunları düzeltmek iyi bir fikir. Ama uygulamada haksızlığın ne olduğuna karar vermek de zor olabilir. Benim asıl üzerinde durduğum nokta, üretkenliğin başka şeylerin üzerinde mutlak baskınlığı olan bir değer olarak algılanması. Daha önce kürtaj örneğinden bahsederken söylemiştim, hem hayat hakkını hem de seçim hakkını birer değer olarak benimsiyor olsanız bile, bunlar arasında yaptığınız sıralama, kürtaj konusundaki kararınızı belirliyor. Burada da benzer bir örnek sözkonusu. Üretkenlik ve dayanışma çeliştikleri zaman her seferinde üretkenlik lehine mi seçim yapmalıyız? Üretim neden önemlidir, insana ne sağlar? Dayanışmanın üretimden daha önemli şeyler sağlaması sözkonusu olamaz mı? Mesela hasta ziyareti, çocuğunuzun ev ödevine yardım etmeniz, pişirdiğiniz yemekten komşuya da bir tabak götürmeniz, izin süresini "tatilde" değil de, "memlekette" geçirmeyi tercih etmeniz; bunları yapmakla insanlara ihtiyaç duydukları ve başka yerden edinemeyecekleri şeyleri sağlamış olursunuz. Ekmek bir temel insan ihtiyacıdır. Cep telefonu değildir. İnsanlar bir binek edinme ihtiyacında olabilirler, ama "otobanda 160 basan" bir binek bu ihtiyacın abartılmış şekli. Bugün kullandığımız birçok şey gerçekten ihtiyaç olsa da, birçoğu da sanayi tarafından ihtiyaç haline getirilmiş şeyler. İnsanın karşısında gülümseyen yüzler görebilmesi de bir ihtiyaçtır ve sanayi yorgunu şehirlerde buna yer kalmayabiliyor. Daha çok üretmek, bunun insan ilişkilerine etkisinin ne olduğuna aldırmamak anlamına gelmemeli.
***
Hatırladığım kadarıyla ‘33 reformu sırasında söylenen bir söz var, "inkılâplar ilmi takip etmez, ilim inkılaplari takip etmelidir" mealinde. Kimden sudur etmiştir bilemiyorum, amma olup biteni güzel ifade eden bir söz. Üniversitemizin bilimle bir işi yoktur, daha ziyade bidon kafalı ahaliyi aydınlatmak ve de apaydınlık vatandaşlari geçindirmek üzere tesis edilmiş bir nevi çiftliktir üniversite. İdeolojik soslu ekmek soğan (!) davasi yani.

Aydıncıklarımız bir ara kızamık olmuşlardı, kendilerini Marksist sanıyorlardı, bir şeyleri devirmek istiyorlardı. O ara bir histeri halinde YÖK'e de karşıydılar. Ve lakin sınıf çatışması bağlamında, kendi sınıflarının menfaatini sürdürmenin devirmek değil statükoyu sürdürmekten geçtiğini idrak etmeye başladıkları zamandan beri YÖKperest oldular.
***
Atilla Yayla davasından, Türkiye Cumhuriyeti'nden ve mahkemelerinden bağımsız olarak düşünürsek, otorite ve ifade hürriyeti ilişkisini anlamak için, devletin kuruluşundaki mantığı göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Bir devlet eğer sınırlı esaslar etrafında toplanan insanların oluşturduğu bir tür ortaklıksa, yönetim kurulunun mukavelede belirtilmeyen hususlarla uğraşmamasını bekleriz. Bir devlet kapsamlı bir kült[ür] etrafında toplanan insanların oluşturduğu bir yapılanmaysa, yönetici-yönetilen ilişkisini de bu kült[ür] bağlamında incelemek gerekir. Bu ikisi arasında çok net bir sınır yok aslında, her ikisi de toplumun asgari müştereklerini ifade ediyor, ilki daha heterojen toplumların, ikincisi daha homojen toplumların kendini ifade biçimi. İki tür devlette de otorite çok görünür halde olmayacaktır, ikinci tür devletin daha çok yasakları ve yükümlülükleri varmış gibi görünse de, kimsenin yapmak istemediği bir şeyi yasaklamak ve herkesin yapmak istediği bir şeyi mecburi kılmak bir otorite-özgürlük çelişkisine yol açmaz. İlk devlet modelini homojen bir toplumda da uygulayabilirsiniz, herkesin yaptığı şeyleri emretmek ve kimsenin yapmadığı şeyleri yasaklamak için otoriter bir yönetime gerek yok. Sorun ikinci devlet modelinin heterojen toplumlarda uygulanmaya çalışılmasından çıkıyor. Ortada birden fazla kült[ür] varsa ve devlet yapılanması bunlardan yalnız birine dayanıyorsa, diğer(ler)ini yok farzediyor veya yasaklamaya/ sınırlandırmaya çalışıyorsa, otorite sık sık özgürlükleri kısıtlayarak insanları hizaya getirmeye çalışıyor. Başka bir deyişle toplumun ağırlık merkeziyle devletin ağırlık merkezi farklıysa, yapının devrilmemesi için bir payandaya ihtiyaç hâsıl oluyor. Köyde "dayak" kelimesini mesnet, destek gibi anlamlarda da kullanıyorlar, biliyorsun, "kapıyı dayakla" diyorlar mesela. Nerede bir otorite-özgürlük çelişkisi görüyorsak, orada bir daya/na/k sorunu olduğunu düşünebiliriz.
***
Aşiret devleti/ modern devlet ayrımından çok modern/ geleneksel ayrımından bahsediyorum. Devletin bir kurucu dünya görüşünün olması için aşiret devleti olması, kapalı bir topluma dayanması şart değil. Aslına bakarsan aşiret ve devlet kavramlarını aynı tamlama içinde toplamak bana tuhaf geliyor, aşiret vizyonu çete üretir daha ziyade, devlet aşiret aklıyla kavranamayacak kadar karmaşık bir organizasyondur.

Cemaat yapısından daha karmaşık özellikler gösteren bir toplum da belirli bir kültürün çizdiği çerçeve etrafında toplanmış olabilir, bu anlamda bir homojenlik "üniform" olmaktan farklı bir durumdur. A ve B aşiretinin, C, D, E tekkelerinin, F medresesinin, G ocaklarının kendi aralarında farklılaşan gelenekleri, tek bir kültür etrafında birleşiyor olabilir. Böyle bir toplumun asgari müşterekleri, kozmopolit bir topluma göre çok daha geniş bir alana yayılabilir. Bütün toplumların alabildiğine farklılaşan atomize bireyler yığını halinde olması gerekmiyor, benzeşmenin iradelere tahakküm edilmesi anlamına gelmesi şart değil. Topluluk organik bir bütünlük gösteriyorsa, hukukun kaynağını töreden alması doğal. İşin aslı modern toplum düzeni de evrensel bir ortak çerçeve olmaktan çok, kültürel bir seçenek, bireyci bir kültürün sosyal alandaki ifadesi. Bu kültürün içinde yaşayıp ölen, başka bir kültür tanımayan, hayata kendi kültürünün gözlüklerinden bakan düşünürlerin teorileri, farklı kültürlerin varolduğu toplumları anlamak için yeterli değil.

Kozmopolit kelimesinin küfür olarak algılanması gayet normal, kozmopolitlik bize bu tür bir kanaldan geldi. İş ahlakımızı, idare zihniyetimizi alabildiğine "alaturka" bırakırken, Galata üzerinden Batılılaşmaya kalktık; kozmopolit, "alafranga" demektir, bizim mahallede; geleneğin ahlakından kopmayı, ama yerine başka bir ahlak edinememeyi, dejenerasyonu ifade eder; farklılaşmanın gardrobda başlayıp meyhanede veya umumhanede bitmesini anlatır. Büyük şehirden ve bilhassa İstanbul'dan nefret etmiyor insanlar; şehirliliğin yabancılaşmadan başka bir versiyonunun üretilememesinden nefret ediyorlar. Köylülük kapalı toplumculuktan kaynaklanmıyor, yerliliği savunmanın köylülerin üstüne kalmasından kaynaklanıyor. Yerli şehirliliği temsil eden ve Samiha Ayverdi, Münevver Ayaşlı gibi tek tük isimlerden ibaret kalan azınlık, “bohem” kalabalığına direnemedi, bu zümrenin nesli hemen hemen tükendi.

Devlet felsefemizi incelerken, toplumsal durumumuza Batılı düşünürlerin yanında biraz da içeriden bakmakta da faideler olsa gerek.
***
Gelenekler kendi aralarında farklılaşsa da, gelenekten kopuş/ modernleşme süreci her yerde az çok benziyor. Burada aslında bir medeniyet değişiminden bahsediyoruz. Daha önceki medeniyetlerin aksine, etki alanını bütün gezegene yayan bir medeniyet var, eski medeniyetlerin izlerini yavaş yavaş silen, kültürleri asimile eden tek bir dünya medeniyeti. Geleneksel-modern ikilemi, eski kültür daireleriyle son medeniyetin kültür dairesi arasındaki gerilimi ifade ediyor. Bunun ötesinde her gelenek, her kültür için farklı yorumlar yapılabilir, iki paragrafta her zaman her yerde geçerli bir devlet teorisi yazmak mümkün değil.

Bizim “medineli” bir toplum olmadığımız kısmen doğru. Uygurlardan Tanzimat'a kadarki tarihimiz hareketli bozkır kültüründen yerleşik bir kültüre geçme dinamiği üzerinden okunabilir. Takriben bin sene süren bir zamandan bahsediyoruz, bu süre zarfında medine kavramına büsbütün yabancı mı kaldık, bir medeniyet dairesi teşkil edemedik mi? Kanaatimce bu konuda başarısız sayılmayız, ancak medenilik vasfının daha derinlere inmesi için yeterli süre geçmedi muhtemelen. Süre tek başına bir açıklama değil elbette, Cermenlerin hikayesi aksini gösteriyor. Neticede durum şu: "ince" de olsa bir beyin kabuğu edinebilmiş idik, lakin uzun süredir devre dışı kalmış bulunuyor ve omurilik refleksleri ile durumu idare ediyoruz. Tamamen medinesiz bir toplum değiliz, medinesini kaybetmiş bir toplumuz. Şehir de, işbölümü de tamamen yabancısı olduğumuz kavramlar değil. Uygurlar devrinde Çin ve Hind'in; Samanîler, Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular devirlerinde İran'ın ve Osmanlılar devrinde de Roma'nın devlet ve şehir geleneği ile temas ettik, alışverişte bulunduk. Osman Gazi'nin "Şer'-i Şerîf’te" yeri olup olmadığı hususunda biraz tereddüt ettikten sonra kabul ettiği pazar bacı uygulaması, Roma'ya ait bir gelenektir. İlk günlerden başlayarak aşiret düzeninden yerleşik düzene geçme çalışmaları görüyoruz. Alınan hisarlara birer sübaşı, birer kadı tayin edilmesi, Ahilerin rolü, ilim adamı ve sanatkarların celp ve himaye edilmesi, vakıflar, külliyeler... Baştan itibaren aşiret gibi değil, devlet gibi davranan bir topluluk görüyoruz. Dört yüz hanelik bir aşiretin vizyonuyla olacak iş değil bu, Türkistan'dan, Maveraünnehir'den, Horasan'dan akıp gelen bir medeni kuvvenin Balkan tecrübesini de kabul ederek fiile dönüştüğünü görüyoruz. Bursa bir Türk şehridir. Konya, Kayseriyye, Sivas, Erzen-i Rûm Türk şehirleridir. Boğaziçi'ne, Eyüp'e, Üsküdar'a uzanan Türk Dersaadet'i, Roma Constantinopolisi’ne eklenen, ama ondan farklılaşarak kendi karakterini teşkil eden bir Türk şehridir. Osmanlı şehir kültüründe Ortadoğu ve Balkanların yerleşik kültürlerinin etkisi açık. Değişme korkusu olan kapalı bir toplumun yapabileceği işler değil bunlar, üç kıtaya yayılan bir teşkilatı altı asır idare edebilecek bir bedevi toplumu var mı?

Yabancılaşma korkusu ile değişme korkusunu birbirinden ayırmak gerek. "Kendisi kalarak değişmek" varlığını sürdürmenin şartıdır. Değişmezseniz çevrenize intibak edemezsiniz, kendiniz kalmazsanız varlığınız sonlanmış olur. İlmihaldeki bir örnek geliyor aklıma, bir merkep tuzlaya düşse ve tamamen tuza dönüşse, o tuz necis olur mu sorusuna olmaz cevabı veriliyor. Tamamen başka bir şeye dönüşmüştür çünki. Tırtıl kelebeğe dönüştüğünde de hâlâ kendisidir, ama bir etoburun gövdesinde aminoasitlerine kadar ayrıldıktan sonra kendisi olmaktan çıkar, bir vakitler kelebeği teşkil eden elemanlar artık başka bir senteze katılır ve başka bir varlığın parçası olur. Kelebeğin hikâyesi bitmiştir.

Medeniliğin karşısına köylülüğün konması haksızlık kanaatindeyim, medeniliğin zıddı bedeviliktir, köylülük değil. Köy ve şehir arasındaki fark medeniyet dairesinin dışı ve içi arasındaki fark değil, çevresi ve merkezi arasındaki farktır. Türkiye'nin sıkıntısı köylülük değil, şehirlilerin yapması gereken işlerin köylülerin üstüne kalması. Sağlam kalabilmiş bir şehir kültürü olsaydı, hızlı göçe rağmen bu kadar çok sıkıntı olmayacaktı. Öte yandan köyde de çok köylü kalmadı artık, köy kelimesini günah keçisi haline getirmenin gereği yok. Aslında şehre giden köylüler, hiç olmazsa köylü kalabilseydi de daha az sıkıntımız olacaktı. Köyün zaafları kadar meziyetleri de var(dı). Köyde ne kadar yüksek şahsiyet sahibi insanlar vardı, ne kadar irfan sahibi bir nesil vardı... En büyük "ihraç malzemesi" efeler olan bir köyden bile Zurnacı Mehmet Ali gibi insaniyetperver biri çıkabiliyorsa, bir kalemde çizip atmamak gerek. Sorun şu ağabeyim: değişirken kendim olarak kalmamı sağlayacak, beni ben, bizi biz yapan kodların şehirli şekillerine erişemiyorsam, köylü şekillerden başka tutunacak dalım kalmıyor. Bu makbul bir durum değil, en kısa zamanda şehir kodlarının geliştirilmesi gerekiyor, eski şehir kültürüyle tekrar temas, köy kültürünün şehir kültürüne doğru tekâmül ettirilmesi, çağ içinde ifade yolları kalmamış bulunan değerlerin yeni şartlara göre yeni ifadelerinin meydana getirilmesi gerekiyor. Bu da elli yılın, üç neslin işi değil...

Allah rahmet eylesin, baban haklı. Soba kullanmayı da bilmiyorduk. Ama tekleyerek bile olsa farklı görgülerden, bilgilerden faydalanmaktan geri de kalmadık. Farklı olanın yadırganması tabii bir hal, özellikle uzun süredir fazla bir farklılık görmemiş bir toplulukta. Rumeli muhacirleri farklı kültürlerle karşılaşmak bakımından bizden daha şanslıydılar. Meyve yetiştirmek yerine gidip başkalarından almayı, gönül rızasıyla alamazsa değnek marifetiyle almayı hüner bilen "Torbeci Beyköylüler" aynı zamanda hususi odalar inşa edip yolcuları ağırlayan Beyköylüler. Dedikoduyu, alay etmeyi, lakap takmayı gayet iyi bildikleri gibi, Arife Yeri’nde toplanıp atalarını hayırla anmayı da bilirler. Babasını, belki dedesini bilmeyi yeterli gören, ondan ötesini tasavvur edemeyen bir kalabalığın asrında bu önemli bir şey. Yaşayanların ve ölülerin ziyaret edilmesine ayrılmış bir zamanı sahillerde, tatil yörelerinde geçirenlerin asrında bu bir meziyet. Lafı uzattık, o kadar da ahlaksız değiliz kanaatimce.

Babanla son karşılaştığımızda elektriğin girdiği son köyde insanların gaz lambalarını getirip elektrik direğinin dibinde kırdıklarını anlatmıştı. Bence bu kendinden nefret etmektir. Elektriğe karşı çıkmak nasıl ahmaklıksa, hıncını emektar lambadan çıkarmak da öyle bir eziklik. Değişim her yere giriyor, istemeseniz de giriyor, direnseniz de giriyor. Bugün değişmeyen yarın değişiyor. Mesele bu hengâmede kim olduğunu unutmamak. Köyün göreneğinin medeniyet meselelerini çözmek için yetersiz kaldığını fark etmek ayrı bir şey, köyü bir gerilik, ilkellik çukuru, bir ayak bağı olarak görmek ayrı. Benzeşme konusunda takıntılı olmaları, farklı olanı küçümsemeleri bizi yanıltmasın; ilk anda kınadıkları şeyleri bir süre sonra kendileri de yapmaya başlıyorlar. Takkeyi önümüze koyup düşünmemiz gereken başka bir şey var, refah toplumu olmak için gösterilen gayret, kimlik kaybı ile neticeleniyorsa, hiçbir mânâsı yok, mankurt paşa gibi, bey gibi yaşasa da mankurttur, önceki benliğinden geriye bir şey kalmamışsa, Dönenbay oğlu Yolaman ölmüş demektir. Tok bir haymatlos olmaktansa aç bir Türk olmak yeğdir, en azından varlığın sürüyor demektir. [Rabbim bizi bununla imtihan etmesin…]
***
Sıfırdan Türkler tarafından kurulan şehir sayısı sıfıra yakın. Ne yapalım, biz şehre yerleşmeye karar verene kadar birileri her tarafı şehirle doldurmuşsa suç bizim mi? Hazır şehir varken yenisini kursak, israf olmaz mı? J

Kasaba seviyesinden alıp, şehirleştirdiğimiz yerleri -zannederim Bursa bunun misali- kendimiz kurduğumuzu düşünebiliriz, ama ekseriyetle zaten varolan şehirlere yerleşmişiz. Yine de, Türkleştirmek de küçümsenmemesi gereken bir şey; taş üstüne taş koyabiliyorsunuz, birilerinin kaldığı yerden devam edebiliyorsunuz, yabancı bir şehirden, size ait başka bir şehir çıkarabiliyorsunuz demektir; çevreyi düzenleme, damga vurabilme iradesine sahip olmayı gösterir bu. İster Bağdad gibi sıfırdan başlayın, ister Yesrib'den başlayın... Şu anda eksikliğini çektiğimiz bu irade zaten, Ankara'yı niye Türkleştiremedik? [Daha doğrusu “Türk Ankara’yı” nasıl bu hale getirdik?] İstanbul'u niye Türk olmaktan çıkardık? Hatta Münih'i niye Türkleştiremeyoruz, değil mi efendim? (İzmir'den bahsetmiyorum dikkat edersen, beş bin senelik ümitsiz vak'a, İyonyalılar yokken bile gavur İzmir vardı... J)
***
İnsan doğal halinde kıyıcı mıdır, başkalarının varlığını da korumaya çalışır mı? Bence biri veya diğeri değil, insan tabiatı gereği ikisine de yetenekli. Dolayısıyla bunlardan birinin esas alınacağı bir doğal piyasa tasviri de hatalı olacaktır. Dışarıdan müdahale olmadan iyi işleyen bir piyasada egoların ilişkisinden çok süperegoların ilişkisini düşünmek lazım. Türk esnafının geleneksel alışkanlıklarında, kültürel kodların, özellikle ahi örgütlenmesinin izleri olsa gerek. İnsan tabiatı, "karşılıklı saygı yazılımını" da, "orman kanunu yazılımını" da çalıştırabileceğiniz bir donanıma benzetilebilir. Geleneksel düzenin işleyişinde, arka planda çalışan bir "biz" duygusunun varlığını da gözardı etmemek gerek. "Ben siftah ettim, komşuma git" diyen veya "tartarken biraz arttıran" esnafın tavrında, imarethane ve vakıflar gibi örfi dayanışma davranışlarında, bağımsız benliklerin haklar ve fayda temelinde yürüttükleri bir "aksata" boyutunu aşan, Hakk yönelimi tarafından şekillendirilen bir karşılıklı bağlılık var. Pabuçlarıyla serpuşu arasında yalıtılmış bir "ben" yok, haneden çarşıya, memleketten memalike halka halka genişleyen, yaratılmıştan Yaradan'a yönelen bir ağ üzerinde yer alan, "biz"in bir şubesi olan bir "ben" var. Bu, devlet her şeye burnunu soksun anlamına gelmiyor elbet, ama hususi fayda ile amme faydasının dengesini kurmak gerek. Kimsenin karışmadığı, tabii haline bırakılan piyasanın pürüzleri kendi kendine gidereceğinin bir garantisi yok, yapabilir veya yapmayabilir. Devlet müdahalesinin işleri düzelteceğinin garantisi de yok, kadrodan bağımsız olarak işleri düzeltecek bir sistem mevcut değil. İnsanı insan yapan egosu değil, vicdanıdır. Başında bir ali kıran baş kesen bulunduğu zaman da insanlıktan çıkabilir, başsız kaldığı zaman da... Ya “ben” ya “hiç” diyorsun, “biz'i” olmayan bir “ben” bana “hiç'in” ta kendisi gibi geliyor.
***
Öte yandan, "biz" -bireyciler kavramakta bazen güçlük çekse de- insan tabiatında bulunan bir kavramdır, insanın toplumsal bir varlık olmasının tabii neticesidir, zorunlu bir olumsuz yük taşımaz. Üstelik "biz" dinamik bir kavramdır, sabit bir muhtevası yoktur, zımnındaki mana bağlamsaldır. Camıdulu'nda "biz" Havıslardır, "siz" Hasanalılardır; İstanbol'da "biz" Buldurlulardır, "siz" Sivaslılardır; İzmir'de "biz" İstanbullulardır, "siz" İzmirlilerdir; serviste "biz" "intörn doktoor beeaaaayyyy"dir, "siz" kaybolmasın diye tansiyon aletlerini saklayan, insanı deli gibi dolandıran hemşir'anımlardır; otobosta "biz" "kaaardişim bir adım daha ilerleseniz, bak iki kişi kaldı dışarıda"dır, "siz" "ilerleyecek yer mi kaldı, gözünü seveyim, adamın burnu kulağımda, dirseği sırtımda"dır; haberleri izlerken "biz" Cemil Çiçek'tir, "siz" Deniz Baykal'dır; maç seyrederken "biz" milli takımdır, "siz" gavurlardır; sinemada "biz" William Wallace'tır, "siz" Longshanks'tir; Rivendell'de "biz" yabanın kolcularıdır, "siz" ukala elflerdir; ufo inen tarlada "biz" "daş yok mu, daş"tır, "siz" "selam dünyalı, biz dostuz"dur... İki dakka önce bizden olan biri, iki dakka sonra sizden olabilir; taraf değiştirdiğinden değil, konu değiştiğinden. Konu değişince biz ve siz tastamam yer değiştirebilir. On iki açıdan biz olan biri, sekiz açıdan siz olabilir. Farklılık konusundaki algı düşmanlık anlamına gelmek zorunda değildir. Kimsenin kimliği tek kişilik değildir ve kimsenin tek bir kimliği yoktur. Kimse kendisini tek bir şeyle özdeşleştirmez, ama mutlaka herkes kendisini bir şeylerle özdeşleştirir.
***
İnsan topluluklarını hayvan sürülerinden farklı şekilde birbirine bağlayan kurallar, insanların vicdanlarından geçer. Ego vicdana uyarsa insan oluruz, nefse uyarsa hayvandan beter oluruz.

İşleri düzeltmek derken özel bir kastım yoktu, devletin müdahale etmesinin de etmemesinin de fertlerin yararına veya zararına sonuçlar üretebileceğini söylüyordum sadece. Devletin düzelticiliğinden bahsederken, piyasayı yönlendirmesinden bahsetmiyorum, daha ziyade halk açlıktan kırılırken “buğday satmama hakkını” kullanmaya karar veren stokçuya müdahale eden devletten bahsediyorum veya karşısında rakip bulamayınca fiyatları kat kat arttırıp kaliteyi kat kat düşüren işletmeleri hizaya getiren devletten bahsediyorum. Her şeyi düzenlemeye kalkan bir kamu otoritesinin piyasanın karmaşıklığına nisbeten basit kalması ve işleri daha beter çıkmaza sokması başka bir şey, ortada bir kamu otoritesi bulamayınca şirazeden çıkan müteşebbisleri makul hadde çekmek başka bir şey. İyi niyet herkeste olsaydı, piyasa sadece bunun üzerine inşa edilebilirdi belki, ama bazılarında olup bazılarında olmayınca sıfır müdahale doğallık değil vahşilik anlamına geliyor. İsmi lazım değil çakal bir holding, yurt dışından araba ithal edilmiyor olmasından ve yurt içinde rakipsiz bulunmak veya ayak oyunlarıyla rakiplerini yok etmiş olmak vasfına dayanarak insanlara altın fiyatına teneke satıyorsa, ithali serbest bırakıp rekabetin gelişmesini sağlayacak bir devlet gerekiyor. O devlet hiç karışmasaydı da ithal baştan serbest olsaydı, daha iyi olurdu denebilir, ama bu seferde kendi devletleriyle işbirliği halindeki küresel çakallara meydanı bırakıyorsunuz, onların da yerel çakallardan daha insaflı oldukları söylenemez. İç piyasaya kapanırsanız piyasa kendini küresel rekabete hazırlamıyor, hiçbir yalıtım olmazsa millî bir ekonominiz de olamıyor. Diğer taraftan devlet müdahalesini savunan bir sistemin daha iyi sonuçlar vereceğinin garantisi de yok, devletlular iyi niyetli insanlar yerine çakallarla da işbirliği yapabiliyor. Düzgün işletecek bir kadro olmadan hiçbir sistemi işletemezsiniz, sistem tek başına belirleyici değil.

"Biz"i otorite zorla oluşturamaz, zorlarsa bir yerden patlar. "Biz" kendi dışında bir güç tarafından bağlanarak bir araya getirilen bir şey değildir. Sadece homojen olmak “biz” için yeterli bir tanım değil. "Biz" birtakım değerleri paylaşan, ortak olarak benimseyen, kendine has bir bilinçle bağlı bir topluluktur. İngilizlerin İngilizce, Çinlilerin Çince, Türklerin Türkçe konuşması ne kadar doğalsa, bazı kültürlerin individualistik, bazı kültürlerin kolektivistik olması, bazılarının da individualistik ve kolektivistik unsurlar içermesi o kadar doğaldır. Bireylerin bağımsız (independent), bağımlı (dependent) veya bağlı (interdependent) vasıf taşıması birbirine göre ileri veya geri durumlar değildir. Bireylerin homojenliğine karşı çıkarken kültürleri homojenleştirmeye çalışmak ironik oluyor.

Aslolan fert değildir, fert ve cemiyet birlikte esastır. Ferdi hiçe sayan cemiyet de, cemiyeti hiçe sayan fert de makbul değildir, aslolan "cemiyet içinde fert" olmaktır, şahsiyettir. Şahsiyet tek başına kazanılmaz, cemiyetle ferdin yüzyüze geldiği yerde meydana gelir.

Kamu menfaati genel menfaattir, toplumun menfaatidir, bir kısım teklerin değil, herkesin menfaatidir. Ölçüsü vicdandır, aydınlarını yetiştirebilmiş bir toplumda, o aydınlarla dile gelen toplum vicdanıdır; piyasa da belirlemez bunu, devlet de.
***
Şu söylediklerinin altını çiziyorum:

//“türbana karşı tavır” aslında somut olarak doğrudan bir insanın varoluşuna yönelik tavırdır. Haklarında konuşulan insanların fikirlerini ve varlıklarını yok saydığımızda belki korumamız gereken ilkeleri koruduğumuzu düşünüp rahat ediyoruz ama ortamı kendiliğinden otoriter ve hatta totaliter bir hale getiriyoruz.//

Sonra da geçen yazına yaptığım yorumun bir kısmını tekrarlıyorum:

//ortada birden fazla kült[ür] varsa ve devlet yapılanması bunlardan yalnız birine dayanıyorsa, diğer(ler)ini yok farzediyor veya yasaklamaya/ sınırlandırmaya çalışıyorsa, otorite sık sık özgürlükleri kısıtlayarak insanları hizaya getirmeye çalışıyor. Başka bir deyişle toplumun ağırlık merkeziyle devletin ağırlık merkezi farklıysa, yapının devrilmemesi için bir payandaya ihtiyaç hasıl oluyor.//

İmdi bir anne-çocuk diyalogu düşünelim, çocuğun talepleri var ve makul şekilde gerekçelendiriyor. Anne ise talepleri karşılamak niyetinde değil, çocuğun ne istediğini dikkate almıyor, yapılabilir olup olmadıklarını da dikkate almıyor. Taleplerin neden karşılanamayacağı ile ilgili tatminkâr bir açıklaması da yok, önce baştan savma birkaç cevapla konuyu geçiştirmeye çalışıyor, sonra da kestirip atıyor. Çocukların laftan anlamaz tavırlarını, şımarıklığını pek yadırgamayız, çocuktur neticede, aklı ermez. Hâlbuki büyükle çocuğun yer değiştirdiği durumlar da nadir değildir. Neyin yapılabilir olduğu konusunda büyüklerin kavrayışı daha olgundur, büyüklerin çocukluğu, laf anlamazlığı, olup biteni kavramaktaki eksiklikten ziyade, çocuğu ciddiye almamaktan kaynaklanır.

Türkiye'de kabaca dört sosyokültürel tabaka olduğunu düşünür ve bunların ilişkilerini gözden geçirirsek, anlaşılmaz görünen birçok şeye bir sebep bulabiliriz zannediyorum. Gerilimin kökeninde alt tabaka ile üst tabaka arasındaki değerler ayrılığı yatıyor. Toplumun belkemiği olması gereken orta tabaka, bu ayrılığa uygun olarak ikiye ayrılmış durumda (daha önce çatlak diyordum, ama kırık demek daha doğru galiba), böylece beş ayrı sınıf ortaya çıkmış oluyor ve çatışma bu sınıflar arasında cereyan ediyor.

Eski Türk toplumundaki ak budun-kara budun ayrımından hareketle her birine bir renk kodu da vererek bu sınıfları şöylece şematize edebileceğimizi düşünüyorum:

1. Üst tabaka/ yönetici elit/ "beyaz türkler"/ ak budun
2. Üst orta tabaka/ sermayedar sınıf/ sarı budun*
3. Sol orta tabaka/ "jöntürkler"/ kızıl budun
4. Sağ orta tabaka/ "milliyetçi-muhafazakar" kesim/ gök budun**
5. Alt tabaka/ "ahali"/ kara budun

(* niye sarı budun? En son bunlara bir renk yakıştırdım, geriye sarı kalmıştı. Ayrıca altından hareket ederek de bu sonuca varabiliriz, zorlarsak.
** niye gök budun? Yeşil demek alışılmışa daha uygun olabilirdi, ama aynı anda hem maviyi, hem yeşili ifade etmek daha yerinde geldi bana, gök aslında mavi demek olsa da, yeşil için de kullanılabiliyor.)

Devletin [daha doğrusu rejimin] formatı belirlenirken ortada sadece ak ve kara budunlar mevcuttu. Oluşturulacak diğer tabakaların ak budunun değerleri doğrultusunda şekillendirilebileceği kabul ediliyordu. Kara budunun da zaman içinde yola geleceği tahmin ediliyordu, yola gelmeseler bile, ahali olarak kaldıkları sürece fazla sorun teşkil etmezlerdi. İstedikleri kadar örtünerek ıspanak alabilir veya gündeliğe gidebilirler netekim. Ancak işler beklendiği gibi gitmedi, ortada fazla sarıklı olmazsa, çarıklıların direnemeyeceği düşünülüyordu, öyle olmadı, inatçı çıktılar. Neticede bugünki tablo ortaya çıktı.

Bugünki tablo endişe verici, zira müstahdemin başını örtmesiyle müdirenin başını örtmesi aynı eylem değil. İngiliz Hindistanını hatırla, "esmer" ordu mensupları Birleşik Krallık üniforması ile birlikte kendi başlıklarını kullanabiliyorlardı ve "o suratla" ve "o türbanla" yüzbaşı veya general olmaya kalkmaları düşünülemeyeceğinden, başlarına ne giydikleri dert değildi. Kimin "sahip" olduğu konusunda bir kafa karışıklığı yaşanmıyorsa, "büyükler" rahat ve toleranslı davranabilir, ama "esmer" birileri kalkıp da iktidara ortak olabilecekleri alanlara girmeye kalkarsa, akıl-mantık -anne-çocuk diyalogunda olduğu gibi- rafa kaldırılır, höt! ve de zöt! Argümanları gündeme gelir. Ak budun iktidarı gücünü kızıl budundan alıyor ve bu ikisi devlet sadece kendilerine aitmiş gibi davranıyorlar. Mevcut güç ilişkilerinin değişmemesi için, diğerlerinin önüne set çekilmesi gerekiyor. Esmer-soluk benizli ayrımı hayat tarzı ve dünya görüşü farklılığına dayanıyor, kurgunun sürdürülmesi için farklı değerlerin, dünya görüşlerinin, hayat tarzlarının güçle ilişkili alanlara sokulmaması gerekiyor. Sistemin tehlike algısı oluşturmak ve gerilimden yararlanmak için esmerlere ihtiyacı var, ama kontrol altında kalmaları şartıyla. Konu laiklikle ilgili değil yani, laikliği insanların birbinini engellemesini önleyen bir anlayış olarak tanımlamaktan ısrarla kaçıyorlar, belirli toplum kesimlerini yok sayan bir nalıncı keseri tavrını sürdürüyorlar, çünki işleri tabii akışına bırakırlarsa bir süre sonra insanlar bu ülke niye bu kadar kötü yönetiliyor gibi konularla uğraşmaya başlayacak, belki de utanmadan kendileri yönetmeye kalkacaklar...

Çatışmanın yatay ve dikey dinamikleri var, üç tabakada temsil edilen İslami eğilimler dikey ekseni oluşturuyor. Sorunu esmer-soluk benizli ayrımına indirgeyince köy-kent çatışması belirginleşiyor. Son zamanlarda beş buçukuncu tabaka olarak “limonküfü” budun, namıdiğer yeşil sermaye türedi, bunların ne kadarı özde İslamcı sözde paracı, ne kadarı özde paracı sözde İslamcı, kestirmek zor. Diğer taraftan İslamî eğilimler yaygınlaşırken, “İslamî” kesim içinde seküler eğilimler de yaygınlaşıyor. Tablo bir denge bulmadan önce daha da karışacak gibi görünüyor, Allah sonumuzu hayreylesin...
***
Dinleyen yoksa söylemek boşuna mı? Belki... Yine de karıncanin "safım belli olsun" dediği gibi, biz söyleyelim de, günah bizden gitsin... Belki dinleyen de olur kim bilir...

Şimdiye kadar bütün tarafların "a planı" kritik mevkileri ele geçirerek diğer tarafları mümkün olduğu kadar saf dışı bırakmaktı. Başka bir plan da yoktu zaten. İşin başındakiler "bizden" olursa vatan kurtulurdu. Taraflardan biri diğerini bastıracak kadar güçlü olsaydı, bu plan işlerdi belki, ama dövlet-millet zıtlaşması tahtırevalli dinamiğinde kısır döngüye girdi, a planı işe yaramıyor. Belirli bir taraftan olmanın ehil olmanın garantisi olmaması da cabası...

Bir b planına ihtiyacımız var: ateşkes. Bütün tarafların "bu ülke bizim, onlar gitsin" tribini bırakıp, varlıklarından hoşlanmadığımız insanlara tahammül etmeyi, hesap yaparken ötekini yok saymamayı öğrenmesi gerekiyor. Yapacak çok iş var, en başta birbirimizin dilini anlamak geliyor. Ama yok saydığınız birini nasıl anlarsınız? Sağın da solun da, asıl tehditin sağdan-soldan değil, tepeden geldiğini görmesi gerek. Asgari müşterekler etrafında bir toplum sözleşmesi yapılması gerek. Ateşkes hukukuna razı olmak bütün taraflar için ideallerinden sapma anlamına gelecek belki, ama buna katlanmak gerekiyor. İşlerin rayına girdiği, huzurlu bir ortamda başkalarına bir şeyler anlatmak, insan kazanmak daha kolay olabilir ve hangi ideali benimsersek benimseyelim, uzun vade için bu daha verimli bir strateji.

Bence bunları tekrar tekrar söylemek gerek, ola ki bir tesiri olur... Bugünki mantık safların kemikleşmesi ve sinirlerin gerilmesinden başka bir işe yaramıyor ve a planında ısrar edilirse bir çözüme ulaşmak için epey kafa göz yarılması gerekir...
***
"Avşar'lara Özgürlük!"

Çözmeye çalıştığım bir mesele var, dedemin dedesinin babası, faraza gerçekten Kayı bile olsa, bunca nesildir bir Avşar köyünde yaşamış, kız alıp vermiş, haliyle köyün yarısıyla akraba olmuş, "gelibâ mısıñız gâri laay" diye konuşmuş, Kovalca'dan, Çataloluk'tan su içmiş, Akbaba'ya pikniğe gitmiş, Dedeler'de dedelere fatiha okumuş, Kızılyer'de arpa yolmuş, Camıdulu'ndan otobosa binmiş, Karakuzu'dan Gedik'e giderken köyün sınırını çizen rüzgarı bağrında hissetmiş biri olarak, acaba ben Avşar mıyım, Kayı mıyım?

Madem ardıç dedin, ardıç olsun, "goyu olur gabardıcın kölgesi" sana da yeter, bana da yeter, gönüller şen olsun...
***
"Beyköylü'lere Özgürlük!"

Garamannı gurtuluş cephesini örgütleevilim en iyisi, hiç olmazsa ekonomik bağımsızlık şansımız olur bi ihtimal... Mikroculuk eyi emme fazla mikro oluvırsa da insanın elinde patlaavırı gâri, güdüm güdüm güdellee insanı...

***
Etnik kelimesini ırk anlamında kullanmadım. Irk fiili dayanağı olmayan bir kavram. Bir topluluk esas itibariyle belli bir soydan gelse bile, saf bir soy bulmak mümkün değil, soy milletin rükünlerinden sadece biri ve bence en mühimi değil. Nasıl değil? Şöyle değil: bence Aydın havalisinde yaşayan zenciler de Türktür, aynı soydan gelmediğimiz bu kadar aşikar olduğu halde.

Etnik kelimesini hangi anlamda kullandım? Kendine mahsus bir dili, bir kültürü, kendine mahsus şuuru olan topluluk mânâsında kullandım. Burada dil beş yüz kelimeli bir kabile dili de olabilir, beş yüz bin kelimeli bir dil de. Kültür taş devri seviyesinde bir kültür de olabilir, medeniyet teşkil eden bir kültür de olabilir. Şuur "yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız" tonunda bir şuur da olabilir, tarih şuuru asr-ı saadetle sınırlı, hacca gidince "ezanı Türkçe okuyorlar da, konuşurken sapıtıyorlar" diyen hacı dayı tonunda bir şuur da olabilir. Bu bakımdan etnik sıfatını Hotontolar için de kullanabiliriz, İngilizler için de, Çinliler için de.

Etnik kelimesini kullanmam, bu kelimeyi iştahla kullanan bir kısım gafillerle aynı şeyi düşündüğümü göstermez. Türk etnisiteyi aşmış olabilir, ama yine de Türk için de etnisiteden bahsedebiliriz. Kelimeye takılmasaydın, aslında benzer şekilde düşündüğümüzü fark edecektin bence.

Kimlikler tek tabakalı, basit dairelerden ibaret değil. Birbirine geçmiş pek çok dairenin kesişiminden, farklı katmanlardan meydana geliyor. Kovalca'da oturup sipsi çalan Türkmen’i Tuvadaki adamla bağlayan bir şeyler var. Bahreyndeki adamla bağlayan bir şeyler daha var. Tateos Enkserciyanla bağlayan başka bir şeyler daha var. Türkmenle Kurmanç’ın paylaştıkları tarafları da var, farklı oldukları tarafları da var. Böylece ortak kimlikleri de var, farklı kimlikleri de var. Kurmanç bir mânâda Türktür, diğer mânâda değildir. Etnisite kelimesini kullandığımız zaman kimlik spektrumunu daraltmış oluyoruz, milliyetten bahsettiğimiz zaman genişletiyoruz. Aradaki farka işaret edebilmek için kelimeleri ayrı ayrı kullanmamız gerekir.

Mesele şu: Türkiyedeki devlet kimin devleti? Bu devletin halkı kimdir sorusunu cevaplarken geniş açılı bir kimlikten mi bahsediyoruz, dar açılı bir kimlikten mi? Etnik anlamda ulus devleti tabirini bu yüzden kullanıyorum. Hatta ulus kelimesini seçip millet kelimesini kullanmamam da aradaki farkı vurgulamak için. Türkiye'deki siyasi hukuki yapı, olması gerekene uygun, geniş açılı kimliğe dayanıyor. Ama bir yandan da dar açılı kimliğe dayanan bir diskur ve alt kültürleri öğütüp, eritip bir potaya dökmek, benzeştirmek, aynileştirmek yolunda bir gayret var. Hayatı kendi karmaşıklığı içinde kavramaya zihnimiz yetmediğinde, mevcutları kafamızdaki şablona uydurmaya çalışıyoruz. Ulus kelimesini insanlar etnisite kelimesine yakın bir vurguyla kullanıyorlar. Bu noktada ulusalcılarla etnik ırkçılar veya enternasyonelciler birleşiyor aslında, iki cephe, iki karşı saf olsalar da aynı zihinsel düzlemdeler. İki taraf da devleti de milleti de kavramaktan aciz, kafalarında aynı karikatür var, sadece bu karikatürdeki figürlere atadıkları değerler ters. Bu tabloda etnik ve ulusal kelimeleri aynı kapıya çıkıyor, ulusal millînin müteradifi değil.

Din bağı göründüğü kadar zayıf değil. Osmanlıya hayran olduğu halde cumhuriyete diş bileyen insanları etkileyen temel motiv din. Cumhuriyeti İttihatçıların takdim ettiği gibi algılıyorlar, TC=CHP tarzı bir denklem var birçok kişinin zihninde. İttihatçı söylem insanları etrafında toplayabilmek için Osmanlı’ya karşı olmak, Osmanlı’dan farklı olmak, Osmanlı’nın zıddını teşkil etmek noktasında temerküz ediyor ve net etkisi toplumu Osmanlıcılar ve Cumhuriyetçiler tarzında ikiye bölmek. Ortada tek bir devlet var ve insanları böyle düşman etmek hem tehlikeli, hem saçma. Ama burada gizli bir vehamet daha var: Osmanlı ve Cumhuriyet birbirinin muadili değil; biri mazi, biri hal ve ekseriyeti maziyi seçmeye ve hali reddetmeye ittiğiniz zaman, bu insanları mevcut devletle karşı karşıya getirmiş oluyorsunuz. İki kutup arasındaki seçimde dinin önemli bir rolü var. Yani "pis Osmanlı’yı yok ettik, yeni bir devlet kurduk, halkı aydınlığa kavuşturduk" dediğiniz zaman "İslam’ı kovdunuz, dinsizliği getirdiniz, yıkılsın devletiniz" tepkisi uyandırıyorsunuz. Sistem din kavramına bu kadar ters durmasaydı, ortak bir kimlik üretme projesi bu derece akim kalmazdı, en azından ortada bu kadar çok gerginlik olmazdı. Türkiye’de kimlik meselesiyle ilgili gerginliklerde din çok önemli bir dinamik.

Standart Müslüman icat etmekten kastın nedir, tam anlamış değilim. Belirli bir din kültürü örneğini dayatmaktan bahsediyorsan, bu hatalı bir şey; ama kimlik, açılım gibi tartışmalar pek bununla ilgili değil. Dine dayalı kimlik üretmek için gece mesaisi yapmamız gerekmiyor, bin senedir var zaten o kimlik. Büyük kültür olan ve belirleyici olması gereken Türk kimliği İslam mânâsını da tazammun eder. Devletin varoluşun düşmanı gibi algılanması sadece bürokrasinin ceberrutluğu değil, bununla birlikte kendilerini dine karşı konumlandırmış olmalarından kaynaklanıyor.

Ülkenin ortak kültürünü ve ortak kimliğini Türk kelimesiyle ifade edebileceğimiz gibi İslam kelimesiyle de ifade edebiliriz. Ortak kültür, ortak kimlik karmaşık yapısından dolayı ortaktır. Tek soydan, tek dilden, tek bir alt kültür grubundan meydana gelen bir toplumun kimliği değildir, cihan devleti teşkil eden bir toplumun kimliğidir. Bu yüzden basit formüllerle, kısa tanımlarla ifade edilmesi güçtür. Türkiye’de yaşayan bir Abhazla bir Torbeş’i Türk olmak noktasında birleştiren ortak kimlik büyük oranda dine dayalı bir kimliktir ve uzun bir mazisi vardır.

Uygurlar ve Karahanlılarla başlayıp Batılılaşma dönemine kadar gelen dönemde, Turfan'dan Üsküp'e, Kazan'dan Yemen'e uzanan sahada ortak bir medeniyet vardı. Anadolu dışındaki azınlık Türkler bu medeniyete bağlıydı ve Anadoludaki Kürtler de bu medeniyete bağlıydı. "Mahallî kültürü" ne olursa olsun, Uygurla Arnavut’u şu ya da bu oranda birbirine bağlayan daireye Kürtler de mensuptu. Vaktiyle bu ortak dairenin siyasi ve hukuki ifadesi olan devlet, şimdi bu değerlere karşı pozisyon alınca, kimileri de mahallî kültürlerden ayrı kimlik üretmeye çalışıyor.

Hulasa tablo şudur: büyük resmi, milleti gören, kavrayan yok, kimi etnisite namına, kimi ulus namına çalışıyor, amma hepsi de millet aleyhine çalışıyor.


Hiç yorum yok: