Yeni
Osmanlıların başlattığı İslamcılık akımı, Batılı düşüncelerle İslam'ın bir
sentezi olarak ifade ediliyor. Ancak görülen o ki bu daha ziyade Batı
düşüncesinin İslam formatı içinde yeniden ifadesi yahut Batı düşüncesini İslam
toplumuna kabul ettirebilmek için “gelenekten arındırılmış selefi tezlerin”
mazeret olarak kullanılması. Aradaki devamlılığı gösterebilirsek,
İslamcılardaki sekülerleşme eğilimlerini, "dil kaybını" ve Batı
düşüncesinin çizdiği çerçeveye sıkışma halini açıklamış oluyoruz. Buna göre
İslamcılığın hareket noktası, baştan itibaren, İslam değil, aksine Batı
düşüncesi. Elbet, tek çeşit İslamcılık varsa…
Bir
taraftan çıkış noktası ve seyri bakımından İslamcılık fikrini reddetmek mümkün
gibi görünse de, diğer taraftan içinde bulunduğumuz şartlarda ideallerimizin
hayata geçirilebilmesi için bir fikriyata dayanmak da zaruri görünüyor.
Dolayısıyla yapmak gereken fikri tashih etmektir, yok saymak değil. Zira yok
saydığınız zaman yerine koyacağınız bir şey yok. Dinin temel hükümleri bize
daha ziyade esasları veriyor, kalanı dünya meselesi denebilir; ancak dini bu
dünyada yaşayacağımıza göre dünya ile de ilgilenmemiz gerekiyor.
Ehl-i
Sünnet devlet konusunu bir dünya işi saymıştır. Fıkıh ilmi iktidarı ele geçirme
yolunu belirlememiştir. İdari, iktisadi, hukuki, siyasi sistem için belirli bir
modeli şart koşmamıştır. Önemli olan adaletin sağlanması, dinin hükümlerinin
hayata geçirilmesidir. Dinin hazır bir model vermiyor olması, bu modeli bulma
işinin Müslümanlara kalması demek oluyor. Bir model oluşturabilmek için de bir
takım temel fikirler gerekiyor ve dönüp dolaşıp yine de İslamcılık fikrine
geliyoruz. Burada önemli olan ideolojiyle dinin birbirine karıştırılmaması.
Fikri
tashih etmeye isminden başlayabiliriz. Çok öncelikli olmasa da, bu biraz daha
kolay görünüyor. İttihad-ı İslam fikri, ilk çıkışında Panislavizm, Pancermenizm
gibi fikirlere mukabil bir fikir olarak ortaya atılmış, ancak “milliyet”
mefhumunun muhtevasını dinden almanın “bizim için” daha doğru olduğu
düşünülmüştü. Millet o dönemde Arapçadaki asıl mânâsı ile, din kastedilerek
kullanılıyordu. Bu bakımdan “Milliyetçilik” kelimesinin fikriyat için doğru
isimlendirme olduğu düşünülebilir, millet derken dini kastederek. Diğer uçtan
bakınca, fikriyat Nasyonalist akımların mukabili olduğuna göre, kısmen de olsa,
kelimenin bugünki mânâsıyla da bir nevi Milliyetçilik sayılabilir. Acaba din ve
kavmiyeti bir arada ele almak, çelişen kavramların eklektik bir sentezi olur
mu? Kimliğin muhtevasını belirlerken, din ve kavim unsurlarının birbirine
muhalif sayılması abartılı bir soyutlamaya dayanıyor. Pratikte ise “biz”
dediğimiz zaman bunun içine hem din, hem kavmiyet giriyor ve bu iki mefhum çoğu
zaman örtüşmüş oluyor. Dolayısıyla millet derken kastınız, bileşenlerden
birinin soyutlanmasıyla elde edilen bir kavram değilse, eklektik bir tavırdan
söz edilemez, aksine mevcut sosyolojik realitenin bir ifadesi sözkonusu olur.
Kavmiyeti İslam’a muhalif sayarak reddeden ”Ümmetçilik” sosyal açıdan ayağı
yere basmayan bir fikir. Dini gözardı eden bir “Kavmiyetçilik” ise Müslüman
coğrafyanın temel değerleriyle çelişiyor. “Milliyetçilik” ise pekâlâ bu iki
aşırılığın arasında kalan itidal noktası olabilir.
Fikriyatımız
bir “İslam devleti kurulmasını” öngörüyor olsa da, fıkıh açısından, kategorik
olarak “İslam devleti” ve “İslam devleti olmayan devlet” ayrımı yapmak için yeterli
veri yok. Bu noktada İslam ülkesi ve İslam devleti kavramlarını birbirinden
ayırt edebilmek gerekir. Müslümanların hâkim olduğu ülke anlamında bir Darü’l-İslam’ın
ötesinde, belirli bir siyasi modeli esas alan İslam devleti tanımı yapmak
mümkün değil. Belirlenmiş bir siyasi model yoksa, siyasi modelin İslam devleti
konusunda bir kriter olması sözkonusu değil. İslam ülkesindeki, Müslümanların
ülkesindeki devlet, fıkıh ve gelenek bağlamında esas alınabilecek bir kavram,
İslam devleti kavramı ise ideolojiye ait bir kavram. İdeolojiyi dinin yerine
koymak hatalıysa da, tamamen dine muhalif sayıp reddetmek de hatalı. Bir kavram
ideolojiye ait diye onu reddetmek gerekmez, ama yerini doğru tayin etmek,
tarifini ve muhtevasını iyi belirlemek gerekir. İslam devleti fikri, mevcut
devletleri yıkarak yerlerine, fıkhın mecbur tuttuğu kabul edilen hayali bir
devlet modelini esas alan bir devlet kurmak mânâsına geliyorsa, hatalı. Mevcut
devletleri ıslah ederek dinin hükümlerinin hayata geçirildiği devletler haline
getirmek kastediliyorsa, elzem bir fikir.
İslam
devleti derken ne kastettiğimize karar verdikten sonra, Hilafet kavramını
nereye koyacağız? Hilafet kurumunun İslam tarihindeki ve İslamcılık
düşüncesindeki yerini ayrı ayrı ele almak uygun olur. İslam tarihinin gelenek
ve fıkıh bağlamındaki okuması ile sonradan ortaya çıkan ideolojik okuması
farklı neticeler vermektedir. Hilafetin uzun zaman fazla tesiri bulunmayan bir
unvan şeklinde kaldıktan sonra tekrar ön plana çıkmaya başlaması, 19. asırda
İslamcılık hareketiyle oluyor. 20. asırda en güçlü veya tek güçlü yansıması
sayılabilecek Hindistan Hilafet Hareketi de İslamcılık akımı bağlamında
değerlendirilebilir. Bir görüş Hilafet kurumunun çok uzun zaman önce tarihe
intikal ettiğini, artık bir anlamının olmadığını söylüyor. Diğer görüş ise
adeta usûlü’d-din bağlamında ele alarak temel bir kavram şeklinde öne
çıkarıyor. Bunlardan hangisi doğrudur? Kanaatimizce bu görüşlerin ikisi de
hatalıdır, ifrat ve tefrit kutuplarını temsil etmektedir. Fıkıh bakımından “Hilafet
kurumunun” şart olmadığı söylenebilir, ancak devlete ve devlet başkanlığına
ihtiyaç olduğuna göre, olduğu da söylenebilir. Hatta mevcut durumda
Müslümanların birliğinin sağlanması bir zaruret olduğuna göre, devlet
başkanlıklarının üzerinde bir temsil kurumuna ihtiyaç duyulduğu açıktır. Tarihi
bağlamda Hilafetin etkisini giderek kaybettiği doğru olsa da, bu tamamen yok
olduğu mânâsına da gelmemektedir. Hindistan üzerindeki etkisini istisnai bir
durum saysak bile, bu istisna bile önemlidir. Keza Türkistan ahalisinin kurum
karşısındaki tavrı da bir ipucu verebilir. İslam dünyasında birliği sağlayacak
kurum herhangi bir isimle anılabilir, yapılandırılması ihtiyaca göre
gerçekleştirilebilir, ancak geleneğin etkisi hesaba katıldığında ihtimaller
içinde en mantıklı olanın yine bu kurumu Hilafet şeklinde isimlendirme şıkkı
olacağı söylenebilir. İslamcılığın ideolojik bir rüknü dini bir rükün sayması
hatalı olabilir, ancak pratikte böyle bir kuruma ihtiyaç olduğuna göre,
teorideki bu hata pratik açıdan çok da dikkate alınması gereken bir hata
değildir.
Hulasa
edecek olursak, nasslarla belirlenmiş “Müslümanların tek bir devleti olacak, bu
devletin başındaki kişiye Halife denecek, bu devletin siyasi teşkilatı şu
şekilde olacak” tarzında açık ve teferruatlı bir model yok. Ancak dünyanın
mevcut halinde, emrolunduğumuz hususları hayata geçirmek üzere bir modele ve bu
modelin dayanacağı bir fikriyata ihtiyacımız var. Adına ister İslamcılık, ister
Milliyetçilik deyin; “İslam devleti” ve “Halife” gibi kavramları ister
kullanın, ister kullanmayın; bir elinize İslam ahlakını ve fıkıh ilmini, diğer
elinize sosyal bilimler ve felsefe gibi çağın ürünlerini alarak bir çerçeve
çizmek mecburiyetindesiniz. Bunun doğru yolu da 1400 yıllık müktesebatı Batı
düşüncesi doğrultusunda okumak yerine, Batı düşüncesini bu müktesebatın
ışığında okumak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder