11 Temmuz 2014 Cuma

İslamcılık ve “İslam Devleti” Üzerine


Yeni Osmanlıların başlattığı İslamcılık akımı, Batılı düşüncelerle İslam'ın bir sentezi olarak ifade ediliyor. Ancak görülen o ki bu daha ziyade Batı düşüncesinin İslam formatı içinde yeniden ifadesi yahut Batı düşüncesini İslam toplumuna kabul ettirebilmek için “gelenekten arındırılmış selefi tezlerin” mazeret olarak kullanılması. Aradaki devamlılığı gösterebilirsek, İslamcılardaki sekülerleşme eğilimlerini, "dil kaybını" ve Batı düşüncesinin çizdiği çerçeveye sıkışma halini açıklamış oluyoruz. Buna göre İslamcılığın hareket noktası, baştan itibaren, İslam değil, aksine Batı düşüncesi. Elbet, tek çeşit İslamcılık varsa…

Bir taraftan çıkış noktası ve seyri bakımından İslamcılık fikrini reddetmek mümkün gibi görünse de, diğer taraftan içinde bulunduğumuz şartlarda ideallerimizin hayata geçirilebilmesi için bir fikriyata dayanmak da zaruri görünüyor. Dolayısıyla yapmak gereken fikri tashih etmektir, yok saymak değil. Zira yok saydığınız zaman yerine koyacağınız bir şey yok. Dinin temel hükümleri bize daha ziyade esasları veriyor, kalanı dünya meselesi denebilir; ancak dini bu dünyada yaşayacağımıza göre dünya ile de ilgilenmemiz gerekiyor.

Ehl-i Sünnet devlet konusunu bir dünya işi saymıştır. Fıkıh ilmi iktidarı ele geçirme yolunu belirlememiştir. İdari, iktisadi, hukuki, siyasi sistem için belirli bir modeli şart koşmamıştır. Önemli olan adaletin sağlanması, dinin hükümlerinin hayata geçirilmesidir. Dinin hazır bir model vermiyor olması, bu modeli bulma işinin Müslümanlara kalması demek oluyor. Bir model oluşturabilmek için de bir takım temel fikirler gerekiyor ve dönüp dolaşıp yine de İslamcılık fikrine geliyoruz. Burada önemli olan ideolojiyle dinin birbirine karıştırılmaması.

Fikri tashih etmeye isminden başlayabiliriz. Çok öncelikli olmasa da, bu biraz daha kolay görünüyor. İttihad-ı İslam fikri, ilk çıkışında Panislavizm, Pancermenizm gibi fikirlere mukabil bir fikir olarak ortaya atılmış, ancak “milliyet” mefhumunun muhtevasını dinden almanın “bizim için” daha doğru olduğu düşünülmüştü. Millet o dönemde Arapçadaki asıl mânâsı ile, din kastedilerek kullanılıyordu. Bu bakımdan “Milliyetçilik” kelimesinin fikriyat için doğru isimlendirme olduğu düşünülebilir, millet derken dini kastederek. Diğer uçtan bakınca, fikriyat Nasyonalist akımların mukabili olduğuna göre, kısmen de olsa, kelimenin bugünki mânâsıyla da bir nevi Milliyetçilik sayılabilir. Acaba din ve kavmiyeti bir arada ele almak, çelişen kavramların eklektik bir sentezi olur mu? Kimliğin muhtevasını belirlerken, din ve kavim unsurlarının birbirine muhalif sayılması abartılı bir soyutlamaya dayanıyor. Pratikte ise “biz” dediğimiz zaman bunun içine hem din, hem kavmiyet giriyor ve bu iki mefhum çoğu zaman örtüşmüş oluyor. Dolayısıyla millet derken kastınız, bileşenlerden birinin soyutlanmasıyla elde edilen bir kavram değilse, eklektik bir tavırdan söz edilemez, aksine mevcut sosyolojik realitenin bir ifadesi sözkonusu olur. Kavmiyeti İslam’a muhalif sayarak reddeden ”Ümmetçilik” sosyal açıdan ayağı yere basmayan bir fikir. Dini gözardı eden bir “Kavmiyetçilik” ise Müslüman coğrafyanın temel değerleriyle çelişiyor. “Milliyetçilik” ise pekâlâ bu iki aşırılığın arasında kalan itidal noktası olabilir.

Fikriyatımız bir “İslam devleti kurulmasını” öngörüyor olsa da, fıkıh açısından, kategorik olarak “İslam devleti” ve “İslam devleti olmayan devlet” ayrımı yapmak için yeterli veri yok. Bu noktada İslam ülkesi ve İslam devleti kavramlarını birbirinden ayırt edebilmek gerekir. Müslümanların hâkim olduğu ülke anlamında bir Darü’l-İslam’ın ötesinde, belirli bir siyasi modeli esas alan İslam devleti tanımı yapmak mümkün değil. Belirlenmiş bir siyasi model yoksa, siyasi modelin İslam devleti konusunda bir kriter olması sözkonusu değil. İslam ülkesindeki, Müslümanların ülkesindeki devlet, fıkıh ve gelenek bağlamında esas alınabilecek bir kavram, İslam devleti kavramı ise ideolojiye ait bir kavram. İdeolojiyi dinin yerine koymak hatalıysa da, tamamen dine muhalif sayıp reddetmek de hatalı. Bir kavram ideolojiye ait diye onu reddetmek gerekmez, ama yerini doğru tayin etmek, tarifini ve muhtevasını iyi belirlemek gerekir. İslam devleti fikri, mevcut devletleri yıkarak yerlerine, fıkhın mecbur tuttuğu kabul edilen hayali bir devlet modelini esas alan bir devlet kurmak mânâsına geliyorsa, hatalı. Mevcut devletleri ıslah ederek dinin hükümlerinin hayata geçirildiği devletler haline getirmek kastediliyorsa, elzem bir fikir.

İslam devleti derken ne kastettiğimize karar verdikten sonra, Hilafet kavramını nereye koyacağız? Hilafet kurumunun İslam tarihindeki ve İslamcılık düşüncesindeki yerini ayrı ayrı ele almak uygun olur. İslam tarihinin gelenek ve fıkıh bağlamındaki okuması ile sonradan ortaya çıkan ideolojik okuması farklı neticeler vermektedir. Hilafetin uzun zaman fazla tesiri bulunmayan bir unvan şeklinde kaldıktan sonra tekrar ön plana çıkmaya başlaması, 19. asırda İslamcılık hareketiyle oluyor. 20. asırda en güçlü veya tek güçlü yansıması sayılabilecek Hindistan Hilafet Hareketi de İslamcılık akımı bağlamında değerlendirilebilir. Bir görüş Hilafet kurumunun çok uzun zaman önce tarihe intikal ettiğini, artık bir anlamının olmadığını söylüyor. Diğer görüş ise adeta usûlü’d-din bağlamında ele alarak temel bir kavram şeklinde öne çıkarıyor. Bunlardan hangisi doğrudur? Kanaatimizce bu görüşlerin ikisi de hatalıdır, ifrat ve tefrit kutuplarını temsil etmektedir. Fıkıh bakımından “Hilafet kurumunun” şart olmadığı söylenebilir, ancak devlete ve devlet başkanlığına ihtiyaç olduğuna göre, olduğu da söylenebilir. Hatta mevcut durumda Müslümanların birliğinin sağlanması bir zaruret olduğuna göre, devlet başkanlıklarının üzerinde bir temsil kurumuna ihtiyaç duyulduğu açıktır. Tarihi bağlamda Hilafetin etkisini giderek kaybettiği doğru olsa da, bu tamamen yok olduğu mânâsına da gelmemektedir. Hindistan üzerindeki etkisini istisnai bir durum saysak bile, bu istisna bile önemlidir. Keza Türkistan ahalisinin kurum karşısındaki tavrı da bir ipucu verebilir. İslam dünyasında birliği sağlayacak kurum herhangi bir isimle anılabilir, yapılandırılması ihtiyaca göre gerçekleştirilebilir, ancak geleneğin etkisi hesaba katıldığında ihtimaller içinde en mantıklı olanın yine bu kurumu Hilafet şeklinde isimlendirme şıkkı olacağı söylenebilir. İslamcılığın ideolojik bir rüknü dini bir rükün sayması hatalı olabilir, ancak pratikte böyle bir kuruma ihtiyaç olduğuna göre, teorideki bu hata pratik açıdan çok da dikkate alınması gereken bir hata değildir.

Hulasa edecek olursak, nasslarla belirlenmiş “Müslümanların tek bir devleti olacak, bu devletin başındaki kişiye Halife denecek, bu devletin siyasi teşkilatı şu şekilde olacak” tarzında açık ve teferruatlı bir model yok. Ancak dünyanın mevcut halinde, emrolunduğumuz hususları hayata geçirmek üzere bir modele ve bu modelin dayanacağı bir fikriyata ihtiyacımız var. Adına ister İslamcılık, ister Milliyetçilik deyin; “İslam devleti” ve “Halife” gibi kavramları ister kullanın, ister kullanmayın; bir elinize İslam ahlakını ve fıkıh ilmini, diğer elinize sosyal bilimler ve felsefe gibi çağın ürünlerini alarak bir çerçeve çizmek mecburiyetindesiniz. Bunun doğru yolu da 1400 yıllık müktesebatı Batı düşüncesi doğrultusunda okumak yerine, Batı düşüncesini bu müktesebatın ışığında okumak.




Hiç yorum yok: