8 Temmuz 2014 Salı

İnanç, Siyaset, Ahlâk İlişkisi Üzerine


İslam ve siyaset ilişkisi konusu daha ziyade fıkıh üzerinden düşünülüyor. İslam ahlâkı, siyaseti İslamîleştirmenin önemli bir ayağı olmalı. “İslam 32 farza indirgenemez” diye bir çıkışla, dini bir siyasi ideolojiye indirgeme tavrı gösterenlerin, siyaset ve ahlâk arasındaki ilişkiyi kavramak noktasında doğru bir yerde durmasını beklememek gerekiyor. Diğer taraftan dini esas itibariyle “inanç, ibadet ve ahlâk” alanından ibaret gören; siyaset, iktisat ve hukuk konularında “dünyaya uymak gerektiğini” söyleyen bir anlayış da sözkonusu hastalığın devası değil. Ahlâk ve siyaset arasındaki devamlılık, bu anlayışı battal ediyor. Söylem seviyesinde ifrat ve tefrit birbirlerini besleyerek tekerlenmeye devam ederken, pratikte çok da farklı kapılara çıkmıyorlar, bir kısmı Batılı teorileri doğrudan savunurken, diğer bir kısım da “Batı’dan tornistan” teorileri “İslamî fikriyat” diye önümüze koyuyor.

Siyaset, iktisat ve hukukun teknik tarafları dinden bağımsız olabilir, ancak değer kaynakları dinden, inançtan, ahlâktan bağımsız olamaz. Belirli bir inanca ve ahlâka, din başlığı altında ele alınabilecek herhangi bir sisteme bağlı olmayan bir hukuk, siyaset ve iktisat sistemi yoktur. Modern dünya sisteminin lâ-dinî sayılması bu konuda bir kafa karışıklığına yol açmaktadır. Nihai mânâda “laik” bir sistem mümkün değildir, her sistemin omurgası bir temel inançtır, her sistem seçimlerini, tercihlerini belirli bir değerler skalasına dayanarak yapar ve neticede her sistem için bir “din” sözkonusudur.

Demokrasi, hürriyet, insan hakları, eşitlik gibi kavramların din ile çelişmediğini savunanlar, bu kavramlarla kurulan siyasi, iktisadi, hukuki çerçevenin arkasındaki ahlâk alanını göz ardı ediyorlar. Evrensel değer diye bir şey yoktur, bütün değerler belirli inanç sistemlerine aittir. “Batı’nın tekniğini alalım, ahlâkını almayalım” meselesi sözkonusu alanda da geçerlidir. Her medeniyet, başka kültürlerden bir takım teknikler iktibas edebilir, bunları kendi bünyesine göre yeniden yorumlayarak kullanabilir, ancak küll halinde bir sistemin benimsenmesi çok farklıdır. Batı’nın siyasi, hukuki, iktisadi tekniğini verili bir evrensel çerçeve olarak benimser ve hareket noktası alırsanız, ister istemez Batı’nın ahlâkını da almış olursunuz. Ahlâk alanını tamamen dışarıda bırakarak tekniği tamamen almak mümkün değildir. Ahlâk ve hukuku birbirinden bağımsız sayan soyutlama, pusulayı şaşırtmaktan başka bir işe yaramaz. Ahlâkî öz ve hukukî kabuk arasında karşılıklı ve kopmaz bir ilişki mevcuttur. İslamî siyaset kurgularken ahlâk meselesini göz ardı etmek nasıl bir hataysa, dini hayatı “inanç, ibadet, ahlâk” üçgeniyle sınırlandırıp siyaset, iktisat ve hukuku tamamen lâ-dinî bir konu saymak da öylece hatadır. İnançtan bağımsız ahlâk ve ahlâktan bağımsız siyaset olamayacağına göre, inançtan bağımsız bir siyaset de olamayacağı aşikârdır. İnanç ve siyaset arasında dolaylı da olsa, zaruri bir ilişki vardır. Keza net bir riba yasağı bulunan, miras hukukunun ismi “feraiz” olan bir din sözkonusu olduğunda inançla iktisat ve hukukun bağımsız olabileceğini düşünmek zorlama bir yaklaşımdır. Parlamenter sistem İslamî bir anlayışla uygulanabilir belki, ama parlamenter sistem demokrasi değildir. Demokrasi -mesela- livata “hürriyetine” sahip çıkmaktır. İnsan hakları anlayışı, çok kültürlü toplumlarda bir ateşkes mutabakatı sağlamak için uygun bir çerçeve sunuyor olabilir, ama “insan” ve “hak” derken ne kastedildiğine dair bir mutabakat olmadan, bunun evrensel bir çerçeve olduğunu savunmak mümkün değildir. İnsan hakları derken kul haklarını kasttettiğiniz konusunda bir ortak görüş yoksa aynı fikri benimsemiş olmaktan bahsedilemez. Feraiz hükümleri kadın erkek eşitliği ile çelişiyorsa, hangisini seçeceğinize karar vermeniz gerekir. Livata hürriyetini ve kadın erkek eşitliğini dâhil etmeden, hürriyet ve eşitlik fikirlerini tutarlı bir şekilde savunmanız mümkün değildir. “Lâ-dinî” sanılan alanın ortasında bir “dünya dini” oturuyor ve bunu görmediğimiz sürece havanda su dövmeye devam edeceğiz.


Hiç yorum yok: