İnsan
acayip bir şey, ne olduğu belli değil. İnsan için ayırt edici olanın irade
olduğu açık. Ancak irade, basit muhakemenin ötesinde sezgisel süreçleri de
ihtiva eden aklın bir fonksiyonu ve olmak ile bilmek arasındaki ilişkiyi de,
aklın mahiyetini de kavramaktan aciz bulunuyoruz. Mükemmel bir akılyürütme için
gerekli hayati malzemeden mahrumuz. Bu yönüyle insan bir parçası kasten eksik
bırakılmış bir oyuncağa benziyor. Kilidi görebiliyoruz, fakat anahtar aşikâr
değil. İnsanın macerası bu eksik parçanın arayışı olarak düşünülebilir. İnsan
için asıl mesele yakînin elde edilmesidir diye düşünebiliriz. Peki gayb
perdesinin beri yanında yakîn nasıl elde edilebilir? Konu bu.
Eğer
akıl tamamen abes değilse –ki hiç öyle durmuyor- kilidin varlığı, anahtarın
varlığı hususunda delil kabul edilebilir. Aklın kendini yaratmadığı açık, bu durumda
ya yaratılmış olmak veya görünen dünyanın kadim bir parçası olmak ihtimalleri
kalıyor. Mekanizmanın ötesinde anlam arayan yönüyle akıl bu dünyaya ait gibi de
durmuyor. Sorular zaruri, cevaplar keyfi. Diğer taraftan soruların varlığı, bir
cevabın da varlığını zaruri kılıyor. Soruyla cevabı bağlayan “anlam” bu dünyaya
ait değil ve insanı var kılan da bir anlamın varlığı, anlam yoksa akıl da
yoktur ve akıl yoksa insan da yoktur. İnsanın var olduğunun da gayet iyi
farkındayız.
Filozofların
yaptığı gibi sorularla oyalanmak yerine, bildirilmiş cevaplara odaklanmak daha
sağduyulu bir hareket gibi görünüyor. İnsanı başka şeylerden ayıran vasfı, aynı
zamanda onu bu dünyadan da ayırıyor. Bu dünyayla sınırlı kalmak, insanın
kendini inkârı mânâsına geliyor. İnsan kendini “bilmekten” aciz olabilir, ama
kendini bilmekten aciz olduğunu bilmekten aciz değil. Geriye kalan ise kendini
“tanımak” ve ancak bu yolla kendini aşarak gerçekten insan olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder