29 Temmuz 2014 Salı

İslamcılık, Gelenekçilik, Geleneksellik ve Fitne

-Cemaat-Parti Çekişmesi Gelenekçi-İslamcı Teorilerin Çelişkisi Üzerinden Okunabilir mi?-

Memleket gündemini işgal eden bir fitne hali, birlik olup dikkatimizi hayati meselelere teksif etmemizi engelliyor. Anlaşılan kendi içimizdeki kördüğümü çözmeden, başka bir iş yapamayacağız. Ne olup bittiğini anlamamız gerekiyor. Konu acil, ama hüküm çıkarmakta acele edersek yine elimiz ayağımıza dolaşacak, bu yüzden hazır şablonlardan uzak durmak, gerekirse şablonları da sorgulamak gerekiyor. Öncelikle yapmak gereken “taraf” olmamak kanaatindeyim. Bir tarafa meyliniz olabilir, ama taraftarlık görüşümüzü kapatabilir, buna dikkat etmek gerekir. Her cenaha hakkını teslim etmeye, kendimizi yakın hissettiklerimizi de tenkid edebilmeye hazır olmalıyız ki adil bir muhakeme ifa edebilelim.

Fitneyi okurken yapılabilecek hatalardan biri de meseleyi fazlaca teorik düzleme çekmek ve teorik kategoriler üzerinden hüküm vermek diye düşünüyorum. Bunu çok yapıyoruz ve daha muhakemeye başlamadan a priori olarak neticeye varmış bulunuyoruz. Böyle yapınca vakıayı tedkik etme imkânımız kalmıyor, sadece baştan vermiş olduğumuz hükme uygun delil topluyor ve aksi istikameti işaret eden delilleri –kötü bir kastımız olmaksızın- algılayamaz hale geliyoruz. Bu hatayı çok yaptık, artık tevbe zamanı. Yapılabilecek diğer bir hata da meseleyi incelemeye başlarken ortada bir haklı ve bir haksız taraf olduğu kabulünden hareket etmek. Pekâlâ iki cenah birden haksız olabilir veya ikisinin de kendine göre haklı olduğu noktalar olabilir. İmam Gazali’nin meseleyi açarken lehte ve aleyhte görüşleri sıralayıp sonra nasıl olup da hepsinin birden haklı olabileceğini gösteren tahlil ve terkipleri ilham verici. Hoca Nasreddin’e de rahmetler ola…

İslamcı geleneksizlik karşısında Cemaat’in geleneği temsil ettiği fikri varid oldu. Bu acaba doğru olabilir mi? Doğruysa bile hadisatı izaha kifayet eder mi? Cemaat ne kadar geleneksel? Ak Parti çevreleri İslamcı teoriyi temsil edebiliyor mu? Ortadaki tablo teorik yaklaşımların farklılığının pratikteki yansımaları mı? Meseleyi çözmemize yardımcı olacak bir şablon var mı? Meselelerin ortaya çıkışında gelenekten kopuş mühim bir amil ve bu konuda İslamcılar başı çekiyor, ancak “cemaatler her şeyi çok güzel idare ediyordu, Parti geldi her şeyi bozdu” çok basit bir yaklaşım olur. Bütün toplumu içine alan bir değişme var, meseleyi anlamak için bunun peşine düşmek gerekiyor. Toplum olarak giderek batılılaşıyoruz, batılılaştıkça gelenekten uzaklaşıyoruz. Gelenek devamlılıkla korunur ve o devamlılık çoktan koptu. Geleneği pek iyi bilmiyoruz, tanımıyoruz. Tanısak bile hayatımıza tahakküm eden, her alana yayılan modern hayatın içinde geleneksel formları sürdürmek mümkün değil. Geleneğin değerlerinin yeni formlarla yeniden ifadesi de müşkil ve çok zamana muhtaç bulunan bir faaliyet. İman ve ahlak zaafımız ise bütün bunların ötesinde.

Cemaatten başlayalım. Hatta ayırmayalım, cemaatlerden başlayalım. Cemaat nedir? Tekke midir, medrese midir? Cemaat yapılanmalarının gelenekte karşılığı var mıdır? Gelenekçi olmakla geleneksel olmak aynı şey midir? Tarikatlerin bile cemaatleştiği bir ortamda, öncelikle cemaat kavramının kendisini sorgulamak gerekiyor. Geleneksel formların tekrarlanması bakımından tarikat cemaatleri, tarikat cemaati olmayan cemaatlere nisbetle daha geleneksel sayılabilir. Bu konuda tarikatler arasında da farklılıklar olduğundan bahsedilebilir. Tarikat geleneği olan bir şey ve elde tekrarlanabilecek bir malzeme var. Ancak bu malzeme de tabiî olarak tarikat usullerine inhisar ediyor. Bu usullerin dışında kalan cemaat yapılanmalarının gelenekte bir karşılığı yok ve dolayısıyla geleneksel olma imkân ve ihtimali de yok. Söylem seviyesinde ne kadar geleneğe sahip çıkarsanız çıkın, hayatımıza adeta bir sel halinde ve tepeden inme şekilde giren yenilikleri gelenek doğrultusunda dönüştürmek mümkün değil. Gelenek donmuş bir şey değildir elbette, kendisi kalarak değişen bir şeydir, ama bu kadar çok yeniliği birden dönüştürüp bünyesine maletmesi sözkonusu olamaz. Devlet sarığı başımızdan aldı, şalvarı ise kendimiz çıkardık ve olan oldu.

“Gelenekçi” sayılan cemaatler geleneksel olmaktan ziyade modern kurumlardır. Çoğu karakteristikleri geleneğin iyice baskılandığı ve yeraltı faaliyeti sürdürmek zorunda kaldıkları dönemlerde edinmişlerdir. Geleneğin zaten çözülmeye başlamış bulunduğu bir zamanda dini hayat büsbütün baskılanınca devamlılık faktörü ağır bir darbe aldı. Dini muhafaza etmek isteyen gruplar, gelenekte karşılığı olmayan bir şekilde cemaatler teşkil ederek mücadele yoluna gittiler. Sosyoloji açısından bunlar yeni yapılar. Konuyu görselleştirmek için, bir örnek olarak Çarşamba Cemaati’nin kıyafetlerini zikredebiliriz. Geleneksel gibi algılanır hep, ama Osmanlı'da böyle bir kıyafet modeli yoktur, geleneksel havası elde etmek üzere modern şartlarda oluşturulmuş bir tasarımdır ve omuzları ceket modeli cübbelerle giderek daha da modernleşiyormuş gibi görünüyor. Konu elbette kılık kıyafet değil, ama diğer bahislerde de vaziyet az çok böyle, ne deve ne kuş olabilen, bütün gelenekçi söylemine rağmen geleneksel olmayan bir halet var ortada. Din ilimlerinin öğretilmesinde cemaatler esas itibariyle geleneği sürdürüyorlar, ama konu dinin sosyal hayata tatbikatı olunca, durum o kadar net değil. Cemaatler kendilerini geleneğin devamı sayabilir, ama Çarşamba cübbesi ne kadar gelenekselse, cemaatler de o kadar gelenekseldir.

Cemaatler yenidir ve tarikat cemaatlerine nisbetle Nur Cemaati daha da yenidir. Diğer grupların içinde Hizmet Cemaati çok daha yenidir. Zihniyet itibariyle de öyledir. Risaleler bilime göndermelerde bulunuyor, Hocaefendi’nin sohbetlerinde eski usul lafızlarla bilimsel kelamlar neredeyse atbaşı gidiyor. Zafer dergisi “bilimle uyumlu” bir din anlayışını karikatürize ediyor. Modern Batı’nın bilimi sabit bir veri kabul ediliyor ve dinin bununla çelişmediği anlatılıyor. Bunun zihniyet olarak geleneğin devamı olduğunu söylemeye imkân yok. Aksine İslamcıların “Batı’dan şunu alalım, bunu bırakalım” söylemiyle benzerlik arz ediyor ve bu, modern değilse bile, modernist bir tavır. Diyalog söylemi ise, bilimci söylemden çok daha yeni bir anlayış ve tebliğ kavramıyla bir şekilde irtibatını kurmuş bile olsanız, kesinlikle gelenekte karşılığı yok.

Karşı cepheye baktığımızda “Politik İslam” taifesinin arızalı refleksleri devam ediyor ve merkeze yerleştikçe daha çok göze batıyor, ama diğer taraftan onun da içi boşalmaya, sulanmaya başladı, At Pazarı’nda ve Caprice Gold’da. Toplumun merkezine yürüyen nedir? Bir ideoloji değil, vaktiyle bu ideolojiyi savunmuş olan, şimdi ise savunuyormuş gibi yapmak zahmetine bile pek girmeyen bir zümre ve peşlerine takılan kişiler. Devlete bakış konusunda, şu anda iktidarda bulunanların durumu, “Siyasal İslam” teorisine uygun düşmüyor, “Tağut Te Ce” söylemi terk edildi. Toplum olarak şalvarı değiştirmiş olmamıza ek olarak, iktidar çevresi gömlek de değiştirmiş bulunuyor. “Geleneksel” (!) Anadolu-Merkez Sağ ahlakını (!), İslamcı geçmişlerinden müdevver olup olmadığı tartışılabilecek bir “Orta Doğu” kabile kafasıyla harmanlamış olmakla kendi eski teorilerinin bile bir hayli gerisine düşmüş durumdalar. Retorik açıdan geleneksel devletçi üslubu hecelemeye çalışıyorlar ve bu konuda mesafe de katettiler, uygulama seviyesinde ise Jöntürk otokratlığı tekrarlanıyor.

Bir “İslamî” mücadele metodu olarak devrim kavramı konusu, bu tartışmanın dışında. Birincisi mevcut iktidar tamamen bu çerçevenin dışına çıkmış vaziyette. Devrim falan yapmadılar, “Tağut Te Ce’nin” kanunlarına uygun olarak seçimle iş başına geldiler, “inkılab” retoriği bir yana bırakıldı. İkincisi Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında takip ettiği metodun devrim anlayışıyla örtüşmediği fikrine katılıyorum, lakin buradan bir vahiy yorumu çıkarmakta da aceleci davranmamak gerekiyor. Efendimiz (savs) Mekke’de irşad faaliyetinde bulundu, sonra Akabe biatları oldu, Mus’ab b. Umeyr (radıyallahu anh) Medine’de irşad faaliyetinde bulundu, bir “İslam toplumu” ortaya çıkıp devlet teşkil edildikten sonra Cihad başladı. Şu anda Türkiye’nin içinde bulunduğu safha “Mus’ab safhası” şeklinde vasıflandırılabilir ve Asr-ı Saadet’te takip edilen metod ve sıralama bizim için yol göstericidir, elbette. Fakat bu sıralama hakkında bir ayete rastlamadığım gibi, siyer ilminden öğrendiğimiz bu sıralama, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlü ifadesi, sessiz tasvibi vb. tarzında klasik sünnet tarifine girer mi, bu husus da net olmayıp, ulemanın görüşüne başvurmak icap eder. Teberrüken aynı sıralamaya uymak ile ortada bağlayıcı bir sünnetin bulunması birbirinden farklı olsa gerek. “Hicret fıkhı” önemli bir kavram, ama yeteri kadar tartışılmasını beklemek lazım.

İslamcılık teorisi, rejim meselesi, iktidar, dinin bütün bunların neresinde olduğu gibi tartışmalar bu konuda tamamen saded harici olacaktır, zira iktidarın hattıhareketi bu konulara göre çok daha sığ bir düzlemde cereyan ediyor. Hamas veya İhvan hakkında bu bağlamda bir tartışma açabilirsiniz, Ak Parti hakkında değil. Ak Parti icraatini gelenekte bulamıyorsak, yeri İslamcı teoride olsa gerektir yaklaşımı indirgemeci, kategorik bir yaklaşım. Bu usûlü (veya usûlsüzlüğü) Seyyid Kutup’ta, Ali Şeriati’de, Mevdudi’de de bulabileceğimizi düşünmüyorum. Ak Parti toplumun merkezine yürüyerek onlara İslamcı teoriyi götürüyor değil, toplumda yerleşik kötü alışkanlıkları, önceki iktidarların metodlarını tevarüs ediyor. Bir şey vermiyor, alıyor. Bu bakımdan toplumdaki tefessüh veya İslamcılardaki ehlidünyalaşma fenomenini Parti’nin kötü etkisiyle açıklayamayız, her kesimde olan değişimden Parti çevresi de nasibini almış durumda. İslamcı okuma bize konuyu izah edecek bir şey vermeyecektir. Diğer coğrafyalardaki hadiselerde “İslamî Cihad” hareketlerinin yol açtığı neticeler de Türkiye’yi açıklayacak bir veri sağlamaz.

“Politik İslam” söylemi, insanların gelenekten daha da uzaklaşmasına sebep olarak, toplam tefessüh manzarasına katkıda bulunmuş olabilir, ama temelde toplumdaki tefessühün sebebi değil. Üstelik bu söylemin fazla müşterisi, saliki de kalmadı. Tefessüh hadisesini gelenekçilik-İslamcılık çerçevesinin dışına çıkarak ayrı bir konu olarak okumak gerekiyor. Teorilerin karşılaştırması pratik durumun izahı konusunda yeterli değil, taraflar teorilerin dışında işler yapıyor ve bu yeni başlamış bir şey de değil. Yirmi beş sene önce bir arkadaş, Cemaat yurdunda bir abinin kendisini tekfir etmeye varan sözler söylediğinden şikâyet ediyordu. Daire abisi “müdür beyin emriyle” milletin dolabını karıştırıyordu, günlüğüme yazarken ne yazıyorum diye tarassut ediyordu. Bizzat müdür bey öğrenci telefonda konuşurken kulak kabartıp, üstüne yorum yapıyordu. Sohbetlere devam ettiğim dönemde, neredeyse bir kilometre öteden koşup yanıma gelen abi, sohbetleri bırakınca burnumun dibinden selam vermeden geçip gidiyordu. Bugüne gelince, daha bir hafta olmadı, kendini bilmez birisi Faruk Beşer hoca’ya Twitter’da “Kur’an dersin batsın” diye çemkireli. Edeb ya hu! Bu mu yani gelenek?

İnsanların birbirini hain diye itham etmesi Türkiye için “klasik” bir durumdur. Parti yandaşlarının, Cemaat ehlini tekfiri, Selefilerin sistematik tekfirinden ziyade bir itinasızlık, cehalet, zevzeklik saikiyle yayılıyor. Türkiye’nin kültürel kodları zaten ciddi bir aşınmaya uğramıştı, ama “İslamî” cenah üzerindeki baskının kalkmasıyla, sosyokültürel durumun değişmesiyle rezalet hepten ortaya döküldü. Sembolik şiddeti körükleyenler daha ziyade gömlek değiştirmiş “eski selefiler”, ama diğer cenahta da buna ayak uyduran ve fazlaca göze batan isimler yok değil. İspatlanmamış ithamlar karşılıklı havada uçuşuyor.

Gücün hakkın önüne geçmiş olması bakımından taraflardan birini mahkum edip diğerini aklamak mümkün değil. Birbirlerini aratmıyorlar. Usûlsüzlük, üslûpsuzluk bir tarafa has değil, al birini vur öbürüne. Tecessüs mü gelenek? Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) itikadi konularla bağlantılı olarak Nasranilere karşı yaptığı mülaaneyi, Müslümanlara karşı yapmak mı gelenek? Müslüman kadınları zina imasıyla aşağılamak mı gelenek? “Ululemre” itaat etmeyip güç çekişmesine girmek mi gelenek? İktidar ne kadar “Emevi modeli” hareket ediyorsa, Cemaat de o kadar “Şia modeli” hareket ediyor. Üstelik ironik bir şekilde, “Emevi modeli” bu ülkenin geleneğine “Şia modeli” kadar uzak değildir. Geçiniz efendim…

Gelenekçilik-“Siyasal İslamcılık” kutuplaşmasında, geleneğin tarafında durabiliriz. Ama gelenekçilik ile geleneksellik birbirinden farklı kavramlar. Cemaat yapılanmaları irşad faaliyetiyle sınırlı değiller. Her vakit iktidarlarla temas halinde oldular. Kimi Demirel ile al gülüm ver gülüm oynadı, kimi Özal ile, kimi Erbakan ile. Tarihte ulemadan, meşayıhtan hangisi siyasi iktidarı etkilemek veya yönlendirmek maksadını da içine alacak şekilde kıtalararası “Movement” kurmuş? İyidir, kötüdür, ayrı mesele, ama gelenek falan değil bu.

Yerli İslamcılığın ithal İslamcılığa nisbetle, gelenek karşısında çok daha sahih bir yerde durması, teori açısından mühim bir faktör. Ancak Türkiye’nin bugünki manzarasının bununla bir alakası yok, topyekün bir tefessüh var, tamamen teorilerden bağımsız bir şekilde. Bu tefessüh şu ya da bu cenaha bağlı olmaktan kaynaklanan farklardan ziyade, hepimizi birleştiren, aynı toplumun insanı olmakla alakalı hususlardan kaynaklanıyor. Televizyon, kutu kola, kredi kartı, arabesk ve benzeri bir sürü şeyden bahsedebilirsiniz, daha derûnî hususlara temas edebilirsiniz, ama Said-i Nursi veya Cemaleddin Efgani’nin bu olup bitenle pek alakası yok. Meseleyi fazla kategorik düşünmemek lazım, kategorilerin dışında işler oluyor.

İki cenahtaki kardeşlerimiz de “bizdendir” ve zannımca her iki cenahta da kahir ekseriyetin niyeti sahihtir. Bu kavga bize yakışmıyor, dost acı söyler, sürç-i lisan eyledikse affola.


Hiç yorum yok: