elbette, tefekkür olmasaydı abes şeylere de inanma eğilimi gösterebilirdik. akıl, kendisinin inanıp inanmamakla ilgili doğrudan bir fonksiyonu olmasa da, inanılabilir olanla olmayan arasında bir eleme yaparak, akıl ötesi seçimin yolunu açıyor, dolaylı da olsa inanmaya yardımcı oluyor. diğer taraftan hz. peygamber'e türlü türlü iftira atabilmelerine, hatta öldürmeye teşebbüs edebilmelerine rağmen, yalancı diyememelerinin çok önemli olduğu kanaatindeyim. en kolay izah, en basit kaçıştır, birine "yalan söylüyorsun" demek, ama inanmamak için bin dereden su getirmelerine rağmen bunu söyleyemiyorlar. yalan söylemediğine kaniiz, çünki güveniyoruz, doğru söylediğini ispatlayamasak da kabul ediyoruz. halbuki mesela "deli" iddiası çok daha kolay çürütülebilir bir iddia, bir insanın deli olup olmadığı başkaları tarafından anlaşılabilir, çoğu zaman bırak 23 seneyi, 20 dakika konuşturmak yeter. buna rağmen iftiraların arasında en temelsiz olanlara sarılıyorlar, çünki yalan söyleyeceğini onlar da tasavvur edemiyorlar, belki de biri "yalan söylüyor" diye ortaya çıksaydı, esas ona deli muamelesi yapacaklardı. dolayısıyla, haberi getiren, elini vicdanına koyup insaf edebilen biri için, kendisine inanmaktan başka çare bırakmayacak derecede güvenilir biri. yalan söylemiyor, deli değil, sihirbaz değil, kahin değil, medyum değil, şaman değil, şair zaten değil, filozof filan da diyen olmuştur, ama o da değil. çağdaşları tarafından hiç zikredilmemiş olan yalancı isnadı dışındaki iftiralarda, gaybî bir taraf da görünmüyor, herhangi biri olmadığı aşikar. peki hiçbiri değilse, ne? nebi. gödel'in delili, okumadıysam da, bundan daha sağlam değildir herhalde. bu noktadan sonra başka nerede spekülasyon yapılabilir? habercinin doğru söylediği, ama haberi ona verenin doğru söylemediği iddia edilebilir. o durumda da, birincisi bilinenin ötesinde bir şeyler olduğunu kabul etmiş oluyor kişi, ikincisi yazabileceği muhtemel senaryoların herbiri fantastik hikayeler olacak, buna inanmayan, ona niye inansın? ezcümle, inanmaya niyeti olmayan illaki bir mazeret bulur, ama inanacak kişi için, bütün diğer deliller bir yana, haberi getirenin kimliği tek başına bile yeterli bir dayanak noktası. uzun lafın kısası, sadaka es-sıddîk: o söylediyse doğrudur.
30 Aralık 2012 Pazar
galeyana kapılmadan önce
aşırı duyarlılık-boş tepkisellik / heyecan-galeyan sarmalına kapılmadan önce yapılması gerekenler
1. iddia edilen/ ortaya atılan ibarenin içinde geçtiği metni bulun
2. ibare aynen mi alıntılanmış, değiştirilmiş/çarpıtılmış mı, kontrol edin
3. ibarenin tek başınayken çağrıştırdığı mânâ, metin içinde ifade ettiği mânâ ile örtüşüyor mu, kontrol edin
4. ibarenin metin içindeki fonksiyonunu tespit edin: başlık, anafikir, yan fikir, örnek vb
5. metnin anafikrini tespit edin
6. metnin varsa artıları ve eksileriyle genel bir değerlendirmesini yapın
7. metinin geneliyle ibareyi karşılaştırın, yazarın meramını düzgün bir şekilde ifade edip edemediğini değerlendirin
8. konuya bir katkınız olabileceğinizi düşünüyorsanız, elinizden geldiği kadar sakin bir şekilde yazmaya çalışın; gerekirse yazma işini erteleyin, tekrar düşünün, sakinleşmeye çalışın
9. bunları beceremiyorsanız klavyeye dokunmayın, sadece fare kullanın, komik resim filan paylaşın
sarı keder
balalar kızçelere selam yollasın/ turfan bağlarını tuna sulasın/ kurumuş gözlerim kederimden/ benim yerime de dostlar ağlasın...
sarı bir rüzgar döküldü bulutlardan/ haber yok göğeren umutlardan/ daraldı gönlüm kızıl putlardan/ yerim yurdum bu sene de kara bağlasın
27 Aralık 2012 Perşembe
Arîza
Şehir kemâl-i edeble diz çökmüş oturuyor, sultânımın huzurunda, serâpâ reng-i muhabbet; sultânımın şavkı vurmuş, Beldetün Tayyibetün'ün yüzüne, kendi güzelliğinden mahçup, karşısındaki güzellikten mest; insan nasıl vurulmaz bu şehre...
Sultânım dostunun nurundan aydınlanıyor; sultânımın dostu benim efendim; efendim, sevgili...
Efendim yâdediyor, ben tekrarlıyorum; kelime dilimde, kelime gönlümde, kelime damarlarımda: damarlarım bu kelimeye gönül verenlerin damarlarıyla karışıyor, her kim bu yâdı tekrarlar ise, benim kardeşim. Uzak dağlardan kardeşlerim sesleniyor, sanki dağlar kaftanlarını toplayıp raks ediyor, arz dönüyor, sema dönüyor, zaman ve mekan dönüyor, kelime yedi iklimde çınlıyor...
Cahil, zalim ve acizim, hâlimi keremine arz ediyorum...
23 Aralık 2012 Pazar
milliyetçilik ayrılıkçı mı?
türk milliyetçiliğini osmanlı camiasına dahil diğer unsurların milliyetçilik hareketlerine benzetmek hatalı, diğerleri ayrılıkçı iken türkçülük ve islamcılık fikirleri birleştirici idi, üç tarz-ı siyaset makalesine bakılırsa neyin korunmaya çalışıldığı görülür. iktidarı ele alan seküler garpçı kanadın icat ettiği türkçülük tarzının öncekilerle alakası yoktur ve hadisatın aksülameli vasfını da taşır. aksülamel olmayan kısmı da osmanlı ve islam'dan kopuş için zemin hazırlamak gayesine matuftur. sistem türkçülükten ne anladığını 44'te göstermiştir. ikisini karıştırarak doğru bir analiz yapmak mümkün değil.
(bkz: milliyetçilik / ihl)
türban sorununa farmakolojik çözüm

14.02.2008, Düşünce Tarlası
muhterem kaarilerimizin malum-ı âlileri olduğu üzre tedavide etkene yönelik yaklaşımın sayısız faideleri mevcuttur, binaenaleyh türban sorununu çözmek içün dahi sorunun kökenine inmek gerekmektedir.
türban neden ve nasıl sorun olmuştur, türbanı sorun kılan nedir diye düşündüğümüzde şunu görmekteyiz: türban denen mikroptaki bütün sorun potansiyeli dövletin gözüne batmasından kaynaklanmaktadır. hazret-i dövlet, dövletlûlardan bağımsız olarak görebilen, işitebilen, düşünebilen, hatırlayabilen bir zât-ı şâhâne değildir, dövletlûlar dövletin neyi görmesini isterse dövlet onu görür, neyi görmesini istemez ise, onu görmez. meselâ dövlet dârü'l-fünûn talebesinin ne çeşit pabuç giydiğini görmemektedir, adeta renk körüdür bu konuda. bilcümle kamusal alanlara ve bu arada mekâtib-i âliyeye (yani yüksek okullara, gençler bilemeyebilir) ayağınızda her ne çeşit kundura olursa olsun, serbestçe girip çıkabilmektesinizdir. ister mokasen giyersiniz, ister çarık, ister postal giyersiniz, ister parmak arası terlik, dövlet bunu fark etmez, gülhane parkındaki ceviz ağacı gibi rahatça gezebilirsiniz. hatta -sıkı durun- hiçbir bilim polisi bugüne kadar mest ve lastik giymeyi yasaklamak gerektiğini gündeme getirmemiştir. akıl edemediklerinden değil elbette, onlardaki akıl kimde var, hepsini düşünürler, pek eyi bilirler. lakin mest giymek laikliği haleldar etmemektedir, ondan sebep. ezcümle eger dövlet pabucunuzu görmediği gibi, serpuşunuzu da görmemiş olsa idi, sorun diye bir şey olmayacaktı.
pek eyi de, bu başa örtülen nesne nasıl olup da dövletlü monşerlerimizin gözüne batmaktadır? kolay değildir efendiler, daha düne kadar kapıcı, odacı, hademe, temizlikçi, köylü görüp küçümsediğiniz insanları kendinizle bir sırada görmeyi hazmetmeniz kolay değildir. üstelik dini milletin hayatından kazıyıp atmak için sarf ettiğiniz gayretlerin netice vermediğinin göstergesidir bu örtü. gösterge olması görünür olmasından kaynaklanmaktadır. sınıfta kaç kişi namaz kılıyor, kaç kişi kılmasa da "aslında kılmam gerek" diye düşünüyor, kaç kişi "isteyen kılsın, bana ne" diyor saymanız mümkün değildir. ders esnasında öğrencilerin gözlerine bakarak, "din ve bilim çelişir" dediğinizde, içinden yüzünüze karşı "hade len" diyenleri fişleyemezsiniz. kampüste mescit olmasına izin vermediğiniz için dini kampüsün dışına ittiğiniz, din işleriyle dünya işlerini birbirinden ayrı tuttuğunuz düşüncesiyle, deve kuşu misali bir rahatlık hissedebilirsiniz, siz görmüyorsanız sorun yoktur. ama bu sıkmabaşlar inadına yapıyormuş gibi size görünürler. ne yapacaksınız? "nöbetçileeeaarrrrr!.." sembol olmayan başörtüsünün türban sembolüne dönüşmesi bu şekilde olmaktadır. kullananlar tarafından sembol olarak algılanmadığı halde, kıllananlar tarafından sembol kabul edilmektedir.

zurnanın zırt diyemediği nokta şu: kapıları ve bekçileri kontrol edebildiğiniz gibi, zihinleri de kontrol edemiyorsunuz. türbanlıyı -ya da en azından türbanını- kampüsün dışına atıyorsunuz, ama baş örtme niyetini, arzusunu, temennisini insanların kafasından atamıyorsunuz. o yüzde hacıyatmaz gibi, temcit pilavı gibi dönüp dolaşıp gündeme geliyor. buraya kadar bilinen şeyler, asıl dahiyane buluşumu şimdi ifşa ediyorum, dikkat buyurun efendiler. sorunun kaynağına inmek gerek dedik, sorunun kökeni yasalarda değil, bu sebepten yasama-yargı-yürütme çekişmesi içinde gerçek bir çözüm üretmek mümkün değil. hadisenin kendisi bir sorun değil, sorun edilmesi sorun. bu durumda en makul çözüm de dövletlûlarımıza sertralin reçete etmek. deneyin bakın, pambık gibi olceksiniz, dert tasa, gam kasavet kalmayacak, ülkede tansiyon düşecek, her köşede semboller görmeyeceksiniz, görseniz de kafaya takmayacaksınız, siz takmadığınız için zât-ı dövlet de artık görmemiş olacak, mutlu mesut yaşayıp gideceğiz. dövletûların haricinde, kaygılı sivil vatandaşlar da, miting miting gezip kendi kendilerini daha da ajite etmek yerine anksiyolitik, antidepresan bir şeyler kullansalar, hem birlik ve beraberliğe her zamanki kadar çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde ülkemiz yeniden huzur bulur, hem ilaç piyasası canlanır, bir taşla iki kuş...
not: reklam olmasın diye ticari isim yazmadım, bilenler hatırlayacak bahsettiğim ilaçla ilgili bir fıkra da mevcut: depresyon kadar diyareye de fayda ediyor. ortalıktaki fikir ishaline bakınca ne kadar yerinde bir seçim olduğunu bir kere daha anlamış oluyoruz.
islamcılar ve yüzleşme
islamcıların demokrasiyle ilişkileri ve kendileriyle yüzleşmelerinden bahsediliyor. islamcıların herhangi bir şeyle yüzleşebilecek zihin selametini yakalaması zor. hâlâ din ve ideoloji arasındaki ilişkiyi ve farkları kavrayamadı bir sürü kişi, neyin üzerinde düşünmeleri gerekiği konusuna gelemediler. islamcı kelimesini kabul etmeyip kendini sadece müslüman olarak tanımlamaya çalışanlar, islamcılık üzerinde nasıl düşünecek? dini referanslarla siyasi kavramları birbirinden ayıramıyorlar, "siyasi" ümmet ile "müminlerin heyetimecmuası" aynı şey değil, göremiyorlar. diğer taraftan hâlâ dinci isnadıyla nefret kusanlara karşı savunma refleksleri var, muhasebeyi zorlaştıran. eski referansları "muhalif" memleketlerden ithal fikriyat, bunların hilafet merkezinde sökmeyeceğini de görmeleri gerek önce. kültür ve medeniyet de üzerinde düşünmeye alışık olmadıkları kavramlar, hâlâ tartışma kapitalizm/ sosyalizm ekseninde cereyan ediyor. karşılarındaki meydan okumanın birinden değil, ikisinin ortak zemininden geldiğini görmeleri de kolay değil bu şartlarda. hepsi bir yana seküler hayat tarzına yamandıkça gevşemeye başladılar, yüzleşme gibi bir şeye zahmet edecekleri de belli değil.
16 Aralık 2012 Pazar
tesettür
tesettür
setr (örtmek) kökünden gelen, örtünmek mânâsında bir kelimedir. (bkz: setr-i
avret) uygun şekilde örtünmek hem kadın hem de erkek için farz olmakla
birlikte, uzun süredir tartışmalar daha ziyade kadın tesettürü etrafında
cereyan ediyor. bunun muhtelif sebepleri olsa da, çok konuşulması, biraz da
üzerinde çok kolay konuşulabiliyor olmasından kaynaklanıyor. diğer taraftan,
önce sürüp giden yasaklar konuyu sabit bir gündem maddesi haline getirdi, sonra
da tesettür kavramını sahiplenenler arasında, farklı hayat tarzlarının
yaygınlaşması, alışılmadık tesettür şekillerinin zuhuruna sebep oldu ve konu
giderek dallanıp budaklandı.
son
yıllarda giderek keskinleşen kamplaşma yüzünden, "yaşasın" ve
"kahrolsun" kutuplarından birine irca edilerek basitleştirilen;
teferruatı ve nüanslarından mahrum bırakılarak zihin kısırlaşmasının gadrine
uğrayan kavramlardan biri, aynı zamanda, tesettür. şimdi elimizde, meseleyi
aydınlatmaktan ziyade, daha da karıştıran iki kavram var: açık ve kapalı.
kategorize etmek, mantık kullanmanın kaçınılmaz bir parçası, vakıayı sayısız
örnekler üzerinden düşünemezsiniz, lakin her şeyi yazı-tura şablonuna
döktüğünüzde, meseleyi çıkmaza sokuyorsunuz. bir kere açık kavramının zıddı,
burada, kapalı değil örtülüdür, seçilen kelime yanlış ve olumsuz bir çağrışım
yükü taşıyor. buna rağmen, "örtülü" cenah da, hatalı şekilde
benimsenen türban kelimesi gibi, bunu da rahatça kendileri hakkında
kullanıyorlar. bu da örtünenlerin de, en azından bir kısmının, örtünme hakkında
ciddi bir fikirlerinin olmadığının emarelerinden biri. daha mühimi, tesettür
kelimesini bilenlerin sayısı bile giderek azalıyor, ama eskiden "tam
tesettürlü" diye bir tabir vardı ve siyah ile beyaz arasındaki tonları
fark etmeye başlamak için güzel bir noktaydı.
kavga-gürültü
daha çok başörtüsü hususunda kopsa da, başörtüsü tesettür kıyafetinin bir
parçası; tamamı değil. dolayısıyla ortada "kapalı/açık" ikilisinden
ibaret bir kategorizasyon olması gibi, hangi sınıfa girdiğinizin kriterinin
başörtüsü ile sınırlı olması da hatalı. başörtüsü olmayınca tesettür durumu
sıfırlanmış olmuyor, buna mukabil başörtüsü tek başına tesettürü ikmal etmiyor.
tam tesettürlü olmamanın pek çok farklı şekli, mertebesi var: eşarp bağlamak,
ama cilbab giymemek, başını örtüp dar kıyafetler giymek, başını şeffaf kumaşla
-güya- örtmek, başını örtüp başka yerlerini açmak, başını örtmemek, ama geri
kalan kıyafetleri bol ve uzun olmak veya kıyafetlerin muhtelif boyları, enleri
kalınlıkları... üstelik bunları düz bir çizgi üzerinde sıralamak da kolay
değil, mesela yakasından topuklarına kadar bol bir kıyafetle örtünen, fakat
başını örtmeyen birini; başını örten, ama hatlarını belli eden bir kıyafet
giyen birinden önce mi yazmak gerekir, sonra mı; cevaplamak müşkil. kozmetik ve
beden dili gibi bahislere de girince, hesap hepten karışıyor. eskiden
örtünenlerin ekseriyeti neden örtündüklerini bildiği için, yahut öyle sanmamıza
sebebiyet verecek bir tarzı takip ettikleri için; aynı zamanda örtünmeyenler
de, şimdikiler kadar örtüsüz olmadığı için, kabaca iki sınıftan bahsetmek
nisbeten daha kolaydı, şimdiki kadar çok farklı durumlar sözkonusu değildi.
bugün ise, "kapalı/açık" diye ayırıp işin içinden çıkmak, abes.
günümüzde
hanım tesettürünün yozlaşması tarzında bir hadise mevcut, ancak bu aslında daha
karmaşık meselelerin göze batan bir kısmı, buz dağının görünen parçası.
meseleye daha geniş açıdan bakınca gördüğümüz, "muhafazakar sınıfın"
dünyevileşmesi, daha evvel "ehl-i dünya" diye kendinden ayırdığı
insanların hayat tarzını ve akabinde değer yargılarını, dünya görüşünü
benimsemeye, taklit etmeye başlaması; yabancı bir hayatın unsurlarını, kendi
hayatına adapte etmeye çalışırken, o yabancı hayata adapte olmaya, kendine
yabancılaşmaya başlaması. eskiden dünyayı değiştirmek gibi bir davası olanlar,
bugün dünyaya uymaya azmetmiş görünüyorlar ve erkekler de en az kadınlar kadar,
bu işin içinde.
tesettürün
şekil şartlarının nelere tekabül ettiğini kitaplardan okuyup öğrenmek mümkün
olsa da, sosyal hayatta ne ifade ettiğini; yaşamadan anlamak zor. tesettür
şahsiyeti tebarüz ettiren bir çeşit paspartu, bir tür algı düzenlemesidir; neyi
vurguladığınız ve neyi kendinize veya size yakın olanlara sakladığınızla ilgili
bir tavırdır, zata mahsus bir alan tesis etmektir, avlunuzdan cadde
geçmemesidir. avlu demişken, bir parantez açıp mecelle'yi hatırlayalım: mutfak,
kuyu başı, avlu gibi "makarr-ı nisvân" olan mahallin görünmesi
zarar-ı fahiş addolunur (m. 1202, sağolasın 'gogıl hoca'). bir kişinin
penceresinden, başka bir evin "makarr-ı nisvan" olan mahalli görünür
olsa, bu zararın ref'i ile emrolunur. evlerin gözleri, başka evlerin harîm-i
ismetine nazar etmemelidir. pencerelerin görmekten de öte, göstermeye yarayan vitrinlere
dönüşmesinden epeyce öncedir bu. yüzyüze bakabilmek için, görmemek ve
görünmemekten meydana gelen karşılıklı vazifelere riayet etmek gerekmektedir.
benzer şekilde, tesettür de, "kaçıp göçmenin" değil, muaşeret etmenin
lazımesidir, âdâbıdır, usûlüdür; bu sebepten dolayı, kılık-kıyafetten ibaret
değildir; bir hal ve tavırdır: beden dilidir, ses tonudur, ciddiyettir, kişiler
arası mesafeyi ayarlamaktır ve elbette sadece kadına değil, karşılıklı olarak
kadına ve erkeğe terettüp eden bir vazifedir; yeri geldiğinde göz kapaklarını
örtmektir, yeri geldiğinde sesini perdelemektir, kelimeleri seçerek
söylemektir, yeri geldiğinde kenara çekilip, başını eğerek yabancı hanımlara
yol vermektir, oturup kalkarken dikkat etmektir, yersiz şakalardan sakınmaktır,
her şeyi herkesin yanında konuşmamaktır, her konuşulana kulak kabartmamaktır ve
bu minval üzre uzayıp gider. bu suretle, yolcuysanız yolcu olarak kalırsınız,
müşteriyseniz müşteri. meslektaşsanız, spotlar sadece yaptığınız işi gösterir.
arkadaşsanız arkadaşlığınız insani meziyetleriniz çerçevesinde cereyan eder,
nezaketiniz nezaket olarak kalır, nezafetiniz nezafet; kimsenin insiyaki
katmanlarına sızmamış olursunuz, kimseyi insiyaki katmanlarınıza sızdırmamış
olursunuz.
tesettür
bir hayat tarzıdır, bir medeniyet meselesidir, bu yüzden kendi medinelerine
dair tasavvurlarını muhafaza edemeyenlere, hayata karşı bir davası olmayanlara
izah etmek çok zor.
dünya
sarığıma, sakalıma, bıyığıma, başörtüme, namazıma her
fırsatta nefret kusan demokratlar (!), alın dünyanızı başınıza çalın! milletten
bihaber milliyetçiler (!), dünyanızı başınıza çalın! malı mülkü, gücü görünce
azıtan; kâfirlerin her adetinin islamîsini (!) icat etme gayretine düşüp, fare
deliklerine kadar peşlerine düşen islamcılar (!), alın da o sinek kanadı kadar
kıymeti olmayan dünyanızı başınıza çalın!
bir zamanlar hz. ebâ zerr-i gıfarî'yi (r.a.) güya örnek
alan, üstüne bir de mübareğe 'sosyalist' diye iftira edenler,
"ebuzer'liğin" sırası asıl şimdi; fitne burnunuzun dibinde...
*
"ibn abbas (r.a.) şöyle demiştir: 'resulullah vefat
ettiğinde, geriye ne para, ne pul, ne de köle bırakmıştır. (yalnızca) üç ölçek
yiyecek karşılığında, bir yahudiye rehin olarak verdiği zırhı kalmıştır."
(ahmed b. hanbel, kitâbü'z-zühd, tr. mehmed emin ihsanoğlu, iz y. 4. baskı
istanbul 2010, s.32.)
*
"abdullah b. mes'ûd (ra)'dan, resulullah (sav)'ın şöyle
dediği rivayet edilmiştir: benim için dünya ne ki! benimle dünyanın misali,
sıcak bir yaz gününde, bir ağaç altında gölgelenip de, sonra bırakan yolcu
misali gibidir." a.g.e. s.35.
*
"talha b. amr el-basrî (ra) diyor ki: "medine'ye
geldiğimde, orada hiçbir yakınım yoktu. bize iki günde bir hurma veriliyordu.
(bir gün) resulullah (sav) bize namaz kıldırdı. daha namaz biter bitmez arkadan
birisi yüksek sesle: 'ey allah'ın resulü! hurma karınlarımızı yakıp kavurdu,
keten elbiselerimiz paramparça oldu (ne olacak bizim halimiz)' diye bağırdı.
bunun üzerine resulullah (sav) bir hutbe irad ederek,
allah'a hamd ve senadan sonra: 'vallahi, eğer sizin için et ve ekmek bulmuş
olsaydım sizleri mutlaka doyururdum. öyle bir zamana ereceksiniz ki, sizden
birinize sabah akşam kap kap yemekler taşınacak ve kabe'nin örtüsü gibi elbiseler
giyeceksiniz' dedi. 'ey allah'ın resulü! o gün mü bizim için daha hayırlı
olacak, yoksa bugün mü hayırlıdır?' diye sordukları vakit resulullah, 'siz
bugün o günkinden daha hayırlısınız. siz bugün o günkinden daha hayırlısınız, o
gün, birbirinizin boynunu vuracaksınız' cevabını verdi." a.g.e. s. 51.
*
"ebu zer (ra) diyor ki: "bir zat, resulullah'a
(sav) gelmiş ve 'ey allah'ın resulü! kıtlık bizi yiyip bitirdi' demiştir.
resulullah da 'benim sizin hakkınızda esas endişe ettiğim allah'ın dünyanın
bütün nimetlerini ayaklarınızın altına sermesidir. keşke ümmetim altın
takmasalar' demiştir." a.g.e. s.53.
*
"hasan (ra) diyor ki "selman (ra) ölmek üzereyken
ağlamaya başladı. kendisine 'seni ağlatan nedir ki? sen allah resulünün
sohbetinde bulundun' denildi. o da, 'dünyaya esef ettiğimden veya ona meylim
bulunduğundan dolayı ağlamıyorum. fakat, resulullah (sav) bizden bir söz
almıştı. biz o ahdimizi terkettik. o bizden, herhangi birimizin azığının bir
yolcunun azığı gibi kendisine yetecek kadar olmasına dair söz almıştı.' (ravi
diyor ki:) daha sonra, geriye bıraktığı mala bakıldı. hepsi yirmi veya otuz
küsur dirhem kadardı." a.g.e. s. 53.
*
"bilal b. sa'd'dan, ebu'd-derda'nın: "allah'a
yemin olsun ki, eğer allah katında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı,
firavun'a bir yudum su vermezdi" dediği rivayet edilmiştir." a.g.e.
s. 167-168.
*
"salim b. ebu'l-ca'a, ümmü'd-derda'nın şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "bir gün ebu'd-derda kızgın bir vaziyette yanıma geldi.
'neyin var?' dedim. o: 'vallahi (bu insanların) topluca (cemaatle) namaz
kılmalarından başka, muhammed'le [sallallahu aleyhi vesellem] hiçbir ilgileri
yok' dedi." a.g.e. s.169.
*
“yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde)
oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan,
daha hayırlı olacaklar. kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun.
o zaman bir iltica yeri, sığınacak mekan bulursa ona
sığınsın.” (sahihu’l-buhari vııı, 92; tefriru’l-kurani’l-azim ıı, 43;
sunenu ibn-i mace, ıı, 3961.)
( http://m.sorularlaislamiyet.com/index.php?oku=179459 ,
devamı aynı kaynaktan)
*
ebu ümeyye eş-şa'bânî anlatıyor: "ey ebu sa'lebe,
dedim, şu ayet hakkında ne dersin?" (mealen): "ey iman edenler!
siz kendinize bakın. siz doğru yolda oldukça sapıtmış olanlar size zarar
vermez..." (maide 105).
-bana şu cevabı verdi:
"gerçekten bunu, iyi bilen birine sordun. zira ben aynı
şeyi resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sormuştum: demişti ki:
"ma'rufa sarılın, münkerden de kaçının! ne zaman uyulan
bir cimrilik, takip edilen bir heva, (dine, ahirete) tercih edilen dünyalık
görür, rey sahiplerinin (selefi dinlemeden) kendi reylerini
beğendiklerini müşahede edersen, o zaman kendine bak. insanlarla
uğraşmayı bırak. zîra (bu safhaya gelince) arkanızda sabır günleri var
demektir. o günler avuçta ateş tutmak gibi (sıkıntılı)dır. o günlerde,
sizin kadar amel yapabilen bir kimseye elli kişinin ecri
verilecektir." [ebu davud, melahim 17, (4341); tirmizî, tefsir,
mâide, (3060); ibnu mace, fiten 21, (4014).]
*
vakid ibnu muhammed babasından, o da abdullah ibnu amr
ibni'l-as (radıyallahu anhümâ)'dan anlattığına göre demişti ki:
"resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (bir gün)
parmaklarını kenetledi ve dedi ki:
"ey abdullah ibnu amr! ahidleri bozulup şöyle
karmakarışık hale gelen bir kısım ayak takımı (hezele) kimselerle başbaşa
kalırsan ne yaparsın?"
"ne yapmamı tavsiye edersiniz, ey allah'ın
resulü!" dedim. buyurdular ki:
"güzel bulduğun şeyi yaparsın, kötü bulduğun şeyi
de terkedersin. kendi yakınlarının (hallerini düzeltmeye) yönelirsin.
o hezele takımı (ile de), onların cemaatı ile de (uğraşmayı)
terkedersin." [buhârî, salat 88, fiten 13; ebu davud, melâhim 17,
(4342); ibnu mace, fiten 10, (3957).]
*
hz. ebu zerr (radıyallahu anh) anlatıyor:
"resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) seslendiler:
"ey ebu zerr!"
"buyurun, ey allah'ın resulü, emrinizdeyim!"
dedim.
"insanlara (kitle halinde) ölüm isabet edip, kabirlerin
(ücretli) hizmetçiler tarafından kazılacağı zaman ne
yapacaksın?" buyurdular.
"benim için allah ve resulü neyi ihtiyar buyurursa onu
yaparım!" dedim.
"sabrı tavsiye ederim!" buyurdular -veya,
sabredersin! dediler- ve sonra bana tekrar seslendiler:
"ey ebu zerr!"
"buyurun ey allah'ın resûlü, sizi dinliyorum!"
dedim.
"zeyt mıntıkasının taşları kanda boğulduğunu gördüğün
zaman ne yapacaksın?"
"allah ve resûlü benim için neyi ihtiyar buyurursa
onu!" dedim
"sana kendilerinden olduğun yakınlarını tavsiye
ederim!" dedi. ben sordum:
"ey allah'ın resulü! (o zaman) kılıcımı alıp omuzuma
koymayayım mı?"
"böyle yaparsan (fitneci) kavme ortak
olursun!" buyurdular.
"bana ne emredersiniz!" dedim.
"evine çekil!" buyurdular.
"evime girilirse?" dedim.
"eğer kılıcın parıltısının seni şaşırtacağından
korkarsan, elbiseni yüzüne ört. gelen hem senin günahınla, hem de kendi
günahıyla dönsün!" buyurdular." [ebu davud, fiten 2,
(4261); ibnu mace, fiten 10, (3958).]
*
hz. ebu musa (radıyallahu anh) anlatıyor: "resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi
fitneler var. kişi o fitnelerde mü'min olarak sabaha erer, akşama kafir olur;
mü'min olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. o fitnede oturan, ayakta
durandan hayırlıdır. yürüyen koşandan hayırlıdır. öyleyse yaylarınızı kırın,
kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. sizden birinin evine
girerlerse hz. adem'in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren
değil)" [ebu davud, fiten 2, (4259, 4262); tirmizî, fiten 33,
(2205).]
*
ya rabbena, evlerimizin kapısından, penceresinden; parmak
uçlarımızdan, göz kapaklarımızın arasından, kulaklarımızdan içeri sızan
fitneden sana sığınıyoruz. idareci olup zulmetmekten, idare edilen olup zulme
uğramaktan, dünyanın peşine düşüp haddi aşmaktan, az olan helal rızıkla
yetinmemekten, kalbimizi bozan, niyetimizi karıştıran her şeyden, hevamıza tabi
olmaktan, uzun emelden, zikrini unutmaktan, yolundan çıkmaktan sana
sığınıyoruz. beldemize, sokağımıza, evimize gelenden; midemize girenden,
ağzımızdan çıkandan, kalbimizden geçenden sana sığınıyoruz. ya erhamerrahimin,
ya rahman, ya rahim, ya kadir, ya kerim, ya rezzak, ya vehhab, ya fettah, ya
mü’min, ya müheymin, ya selam; senden başka varacak kapımız yok, sen bir şeye
irade buyurursan kimse ona mani olamaz, sen bir şeyi nasip etmezsen kimse onu
hasıl edemez; mevlamız, vekilimiz, yardımcımız sensin; efendimiz (aleyhisselatü
vesselam) her neyi senden dilediyse, onu senden diliyoruz, her neden sana
sığındıysa ondan sana sığınıyoruz; bizi sahipsiz bırakma ya rabbi… (amin)
13 Kasım 2012 Salı
bir geçiş ailesi melodramı
geçiş ailesi gecekonduda yaşamaktadır. ailenin eteğinin altına pantolon giyen ve eşarbını tavşan kulağı bağlayan genç kızı, mavi-beyaz kareli önlük giyerek çalıştığı fabrikaya gitmek için, her gün çamurlu bir yokuşu tırmanarak minibüse binerken, muavine aşık olur (sev dedi gözlerin). babası vermeyince verem olur (biyopsikososyal modele göre aile hekiminin görevi kızın verem olmasını önlemektir). doktor (hulusi kentmen) muayene ücreti almaz, ilaçlar da dispanserden temin edilir, ancak kız streptomisin yüzünden sağır olur. hain fısıltıları (ve tehlike müziğini) duymadığı için patronun oğlunun verdiği ilaçlı gazozu içer ve septik abortus sırasında eks olur. minibüs muavini patronun oğlunu furar ve mapus damlarında verem olur. kızın babası da kederinden (ve aşırı maltepe içmekten) verem olur. hemoptizi şeklinde "son" yazısı ekrana sıçrar.
çözüm önerileri: 1. toki'nin gündüzkondu yapması 2. belediyenin yol yapması (hayaldi gerçek oldu) 3. mümkün olduğu kadar metrobüs kullanılması, minibüslerde orhan baba yerine nil karaibrahimgil çalması 4. mavi-beyaz kareli önlük yerine pembe-beyaz puantiye önlük giyilmesi 5. pantolon ve eteğin aynı anda giyilmemesi, başın açılması veya şal bağlanması 6. maltepe üretiminin durdurulması, sağlanan bütçeyle ilaçsız gazoz tesisleri kurulması 7. mapusanelere güneş doğmasının sağlanması, mümkün olmadığı takdirde kapatılarak yerlerine (alternatif zulüm metodu olarak) opera ve bale açılması 8. aile hekimliği eğitiminde mr (menstrüasyon regülasyonu, sağlık bakanlığımızın devlet eliyle uygulanan kürtaj için uygun gördüğü takma isim) uygulamasının standart hale getirilmesi.
(geniş aile modeli için berdelli, kan davalı bir erol taş senaryosu, kitapta yer almayan parçalanmış aile modeli için sıkıcı entel temalı türkan şoray-cihan ünal senaryosu ve çekirdek aile modeli için de örnek aile temalı kamu spotları düşünülebilir.)
not: nazan bilgel'den 16 sayfa okudum, toksik dozu ne kadar acaba?
8 Ekim 2012 Pazartesi
kış köşesi
sıkıntınız varsa gazete okuyun, hepsini bastırıyor. elde ne akıldaneler var yahu, bir tanesine göre örgüt çok kayıp verdiği için “barış” istiyormuş, o yüzden hükumet masaya oturup tavizleri müzakereye başlamalıymış. mantık kaybedenin dediğinin olmasıysa, biz yenilivereydik madem? daha da ileri bir tanesi ise, baştan tavizleri verip masaya öyle oturmak gerektiğini söylüyor. neredeyse “kibarlık edip masaya tabakta gelin, bizi uğraştırmayın” diyecekler. memleket yıkılsa altında kalacak adamlar, ne kaparız hesabında ve muhataplarının da küllüm salak olduğunu düşünüyorlar galiba…
2 Ekim 2012 Salı
ifade özgürlüğü hakkında kısa bir not
insanları alıcılarımın ayarlarıyla oynamasındaki maksat nedir anlamıyorum. benim inandıklarım başkasını bağlamaz, kabul. ama başkalarının inandıkları da beni bağlamıyor, misal: insan hakları, ifade özgürlüğü, beden bütünlüğü... bunlar "doğrumsu" şeyler ve inandıklarıma inanmayanlarla, kavgasız, gürültüsüz bir şekilde bir arada yaşayabilmek için, benimsemediğim halde riayet ediyorum, bu tür kavramlara. birileri kendi inandıklarını "evrensel" olarak görmeye o kadar alışmış ki, herkesin bunları kabul etmek zorunda olmadığını kavrayamıyorlar, bütün kuralları kendilerinin koyabileceğini düşünüyorlar. bu duruma epistemik dayatma diye ad takmıştım, ama dayatma kelimesi de hafif kalıyor bazen. kusura bakmasınlar, sinir uçlarıma iğne batırmaya başladıkları zaman, ağız burun kırmak dışında, kendimi ifade edecek bir vasıta bulamayabiliyorum. dalga geçmek nefret suçu değil de ifade özgürlüğü ise, adam dövmek için de aynı şey söylenebilir.
1 Ekim 2012 Pazartesi
dinde değişme beklentisi
kaylule kıraathanesi, 23.07.2009
"her şey
değişiyor, yenileniyor, din de bundan payını alacaktır" şeklinde bir
anlayış var. "dogma"dan şikayet eden bu anlayışın arkasında başka bir
dogma görüyoruz: ilerleme.
ilerleme kavramını
benimsemeyen bir paradigma, ilerlemeyi şart koşan bir paradigmanın suallerini
cevaplamak mecburiyetinde değil. ilerleme diye bir şey yok, insan tabiatı beş
bin yıl önce ne ise, hâlâ o. Sadece kendimizi ifade ettiğimiz araçlar
değişiyor. araçların değişimini yönlendiren zihniyeti benimsemeyen biri,
araçların değişimi tarafından yönlendirilmek yerine kendi alanını üreterek
kendi çözümlerini aramalı.
dinde değişme
beklentisi, dinin temeliyle çeliştiği için, mantıklı değil. eğer elinizdeki
nassların ilahî kaynaklı olduğuna inanıyorsanız, aynı kaynak bunların değiştiğini
bildirmediği sürece aynen uymak durumundasınız. doğrularınızı nefsinize göre
belirler ve sonra dini de bunlarla ölçerek beğenmediğiniz yerini değiştirmeye
kalkarsanız, ilahî kaynaklı sistemin yerine başka bir paradigmayı merkeze almış
ve din yerine o inanç sistemini kabul etmişsiniz demektir, böylece dinden bahsetmenin
de bir anlamı kalmaz.
biner mi binmez mi?
kaylule kıraathanesi, 26.02.2009
"müslüman kadın jipe biner mi" diye bir konu var ve bu
tartışmada yine saded ıskalanıyor. kahrolsun ve yaşasın
dışında bir şeye kafamız basmadığı için, bir meseleyi bir kaç
açıdan düşünmeyi beceremediğimiz için "müslüman kadın jip
kullanabiler mi kullanabilemez mi? 'kullanabileeeeer,
saaanneee' diyosanız 2345'e 'zinhaaaaar' diyosanız 5432'ye sms
atın" noktasında kilitleniyoruz.
müslüman (kadın ya da erkek) pahalı araba ("jip" ayrıca bir
tür görgüsüzlük işareti sayıldığı için konuyu bulandırıyor
aslında) kullanabilir. sadakayı bırak, zekat vermiyorsa bile
kullanabilir, o durumda eleştirilmesi gereken zekat
vermemesidir, kullandığı araba değil. müslüman mütevazı olsa,
gösterişten sakınsa efdal, ama o da işin takva boyutu,
başkasını alakadar etmez. ne var ki parmağa kilitlendiğimiz
için asıl konuyu tartışamadan programı kapatıyoruz. konu kimin
hangi arabaya bindiği konusu değil.
konu şu ki, "müslüman" taife giderek sekülerleşiyor,
eskiden ehl-i dünya diye küçümsediği insanların hayat tarzını
gitgide daha fazla benimsiyor ve o hayatı "değerlerinden taviz
vermeden" (?) yaşayabilmek için, "çevre dostu yeşil"
versiyonlarını üretmeye çalışıyor. din ve siyaset, din ve
ideoloji, din ve millet gibi konularda kafamız net olmadığı
gibi, din ve kültür ilişkisi hakkında da çok net fikirlerimiz
yok. bir şeyin "aynısının değişiği" üretilince,
islamileştirilmiş olmuyor. islam ve müslüman kelimeleriyle
ürettiğiniz söylemin arasında, "kültür davamız" gibi bir
kavrama yer bulamıyorsanız, dünyayı kendinize göre
dönüştürmekle ilgili iddialarınızı kaybedersiniz, hayat
tarzınızla başkalarının dümen suyuna girersiniz.
kimimiz kültür kavramını vahye muhalif bir şey gibi
kodlamış bir kere, "zinhar bizde kültür olmaz, bizde islam'dan
başka bir şey kat'a olmaz" tutumundan vazgeçmiyor. bunun
ateistlerin "bizde inanç yok" yaklaşımından bir farkı yok,
insanın olduğu yerde kültür de olur. kavramı inkar ettiğiniz
zaman, onunla ilgili konularda düşünceniz köreliyor, ilgili
açıdan durumunuzu değerlendiremez hale geliyorsunuz. bazı
felçli hastalarda görülen bir durumu hatırlatıyor bu, adam
vücudunun bir yarısını kafasından silmiş, varlığını
algılayamıyor. "amcam sol tarafın tutmuyo senin" diyorsun,
hasta "benim sol tarafım yok ki" havalarında.
üzerinde düşünemediğiniz tarafınız zayıf tarafınızdır. bunu
gidermezseniz, neyi kaybettiğinizi, neye sarıldığınızı, nereye
koştuğunuzu, nerede düştüğünüzü idrak edemez hale gelirsiniz.
jipi falan boşverin de, nereye kalktığına hiç bakmadan hep
beraber dolmuşa biniyoruz, esas mesele bu.
***
[yorumla eklenenler, yorumlara cevaben yazılanlar]
meseleyi örnek üzerinden tekrar geçersek, belki biraz daha
netleşebilir. daire pahası bir araba süren "dar tesettürlü"
bir bağyan gördüğümüzde rahatsız oluyoruz. ama n+1'inci
dairesini kiraya verirken kiracısına tafra yapan cübbeli bir
hacı amca gördüğümüzde aynı şekilde rahatsız olmuyoruz. bu
ikisi arasında bir fark var mı? varsa nerede? ikisi de
parasının çok olan kısmını kendine saklıyor. ikisi de
tevazudan bihaber. bağyan, tesettürün neyi setreylediğine dair
ciddi bir fikre sahip değil, örtünmeyi başına eşarp
bağlamaktan ibaret sanıyor. amca ise islamî kisveyi şalvara
cübbeye indirgemiş, o da aslında meselenin tam şuurunda değil.
o zaman neden biri dikkatimize batarken diğerini fark
etmiyoruz? bu sualin cevabı birçoğumuz için, ayın karanlık
tarafı. göremiyoruz, üzerinde düşünemiyoruz, etrafından
dolaşıyoruz, saded bizden gizli kalıyor. halbuki "lifestyle"
kavramı üzerinde düşünecek zihin techizatına sahip olsaydık,
meseleyi derhal tesbit edebilecektik. geleneksel usûllerle
işlenen hataları fazla yadırgamıyoruz, modern olanı
yadırgıyoruz, ama onun da adını koyamıyoruz. halimiz,
nasreddin hoca'nın karanlık bir yerde kaybettiği anahtarı,
aydınlık diye başka bir yerde aramasına benziyor. yeni moda
israf ve gösteriş, ancak eski moda israf ve gösteriş kadar
israf ve gösteriştir. israf ve gösteriş konusunu ne kadar
tartışırsanız tartışın, moda kavramına bir eleştiri
getirebilmiş olmazsınız. meseleyi çözemediğiniz için, insanlar
jipten iner, teyyareye biner, turistik umrede islamî balayı
yapar, yahut tabanvayla gezer, islamî flört yapar. daha da
olmazsa alkolsüz drink sunup islamî kokteyl verir, yahut disko
yapar, yanına mescit açar...
*
... "ağzı olan konuşuyor", ve lâkin bazen
konu ta en başından öyle yanlış kurgulanıyor ki, üzerinde
konuşmaya kalkan hemen herkes elmecbur, boş konuşuyor. peyami
safa merhumun eser sahibi olmayan köşe yazısı yazmamalı
mealinde bir sözü vardı. basit görünen şeyleri hakkıyla icra
etmek bazen çok zor olabiliyor, az ve öz söyleyip, bir
birikimin içinden damıttığınız bir fikri, herkesin
anlayabileceği sade bir şekilde ifade etmek mühim bir iştir.
hele bizdeki gibi, insanların ekseriyeti hiçbir şey okumaz,
okuyanın ekseriyeti gazeteden başka bir şey okumaz ise, köşe
yazıları insanların bir kanaat edinmek için temel vasıtası
olmuşsa, gazetelerin köşeleri bir nevi halka yönelik
üniversite kürsüsü yerine geçiyorsa, bu konudaki mesuliyet
daha da büyük oluyor. bu mesuliyeti taşıyacak çapta olmayan
insanların köşeleri işgal etmesi fena bir hal. hele de gündemi
bunlar belirliyorsa, hangi konunun nasıl tartışılacağı
bunların ortaya attığı sözlere bağlı kalıyorsa. bir meselede
sağlıklı bir fikir alışverişi olması için, önce konuyu doğru
şekilde kurgulamak lazım. hatalı bir kurguyla tartışmayı
çıkmaz bir yola sokabilirsiniz, havanda su dövmekten başka bir
şey elde edemeyebilirsiniz. meseleyi takdim tarzınızla,
taraflardan birini felç edebilir, tartışsa da sussa da daha
çok battığı bir batağa itebilirsiniz. muhatabınızın kendi
kavramlarını kullanmasına imkan tanımazsanız, meramını
anlatmaktan aciz hale düşebilir. başkalarını sizin dilinizle,
sizin kavramlarınız üzerinden tartışmak durumunda
bırakırsanız, kendi değirmeninize su taşıtabilirsiniz. bu
bakımdan, gündemi kimin belirlediğine dikkat etmek gerek.
"jip" meselesinde konunun ne kadar doğru belirlendiği su
götürür bir husus. meseleyi kadınlara indirgemek hata.
hadiseyi "lüks tüketim" ile sınırlı görmek ve sadece "dünya
malına meyil vermek" açısından düşünmek diğer bir hata. işin o
tarafı, bugünün meselelerini de aşan ciddi bir konu, ama onun
gölgesinde gözden kaçan bir ciheti daha var meselenin. hayat
tarzındaki yabancılaşma, "müslümanların dünyevileşmesi"
hadisesinin bir parçası. israfı bir yana bırakın, beş para
sarf etmeden de dünyevileşebilirsiniz. mesele nasıl
yaşadığınız, tüketim bunun bir ayağı sadece. paramızı nasıl
sarf ediyoruz diye sorduktan sonra; zamanımızı nasıl sarf
ediyoruz, yahut muhayyilemizi ve müfekkiremizi nasıl sarf
ediyoruz gibi, sorulacak başka sorular da var.
*
ilaç kolay değil efendim, hatırlanır ise, "benden sonra
ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, dünyaya dalmalarıdır"
mealinde bir hadis-i şerif olacak. bu bakımdan bu konuya, bu
ümmetin "temel problemi" olarak baksak, pek de haksız olmayız
herhalde. çözüm hakkında söz söylemeye kendimi mezun
görmüyorum, amma mesela imam gazali üstadın ihya'da "gurur"
bölümünde "aldananlar" hakkında yazdıklarından ipuçları
çıkabilir. belki de ilmiyle aldananlar, ibadetiyle aldananlar
gibi sınıfların yanına bir de kimliğiyle aldananlar gibi bir
yenisini eklemek gerekecek. bunun dışında karşı karşıya
olduğumuz meselelerin tabiatını iyi kavramak da önemli.
önümüzdeki hadise, bir cihetiyle bir "kültür buhranı". dünya
görüşü, değer yargıları ve hayat tarzı arasında sıkı bir
ilişki var, her dünya görüşü bir hayat tarzı ile temsil
ediliyor. reddettiğiniz hayat tarzına karşı bir alternatif
üretip sunmanız gerekiyor. bugünün çelişkisi bu noktada
düğümleniyor. eski formları bugünün hayatı içinde
sürdüremiyorsunuz. bugünün hayatı içinde kolayca uygulanabilen
"çağdaş" formlar ise başka bir dünyanın esaslarını hayata
geçiriyor. kadim esaslarınızı hayata geçirecek yeni formlar
bulmanız gerekiyor ki bu da söylemesi kolay, yapması zor bir
iş. bunu göze alamadığınız zaman, yahut böyle bir meseleniz
olduğunu fark etmediğiniz zaman, ya hayatın akışının dışında
kalmak veya o akışa kapılıp gitmekten başka şık kalmıyor.
çözüm için ilk adım herhalde meselenin farkına
varmak.
*
...
helal malın da hesabı var, doğrudur...
kibir kalbin ameli değil mi? insan tevazu kisvesini bile
kibirle giyebilir veya cihan mülkünün tahtında kul olduğunu
unutmadan oturabilir. hz. ömer'in naklettiğiniz sözüne de
bakınca şu görülüyor: neye bindiğiniz değil, nasıl bindiğiniz
önemli. haram işlemiyorsa, hak yemiyorsa, başkasının elindeki
nimetin ne kadarından faydalandığını sorgulamak bize düşmez,
zühd herkesin kendi meselesidir. elbette dünyaya karşı istiğna
göstermek, zahidliğe rağbet göstermek rabbimizin rızasına daha
yakın, ama bu muhasebeyi kişi kendisi için yapar, başkası için
yapamaz. diğer taraftan istiğnanın esası kalbin istiğna
göstermesidir. kalbin cherokeede kalmışsa, hacı murata binsen
kaç yazar? hele ki başkasını cherokeeye biniyor diye kınayıp,
ben öyle miyim, hacı muratla geziyorum diye kibirleniyorsan,
allah muhafaza... kalbin ikisine de rağbet etmekten aynı
derecede uzaksa hangisine binersen bin, ister hacı murata bin,
ister limuzine bin. belki de adam (yahut kadın) "vay be,
istese ferrari alır, ama clioya biniyor" demesinler diye
pahalı arabaya biniyor, başkasının kalbini nereden bileceksin?
zenginler ekseriyetle mala rağbet gösterir, bu yüzden cehennem
yolu daha kolay olabilir ve lakin hangisi hangisi, nasıl
bilebiliriz? imam gazali elenmiş buğday unundan yapılan ekmeği
katıksız bile olsa yiyeni zahid saymıyor, en zor yutulan
ekmekle birlikte bile olsa birden fazla çeşit katıkla yiyeni
de zahid saymıyor. senin bisikletine bağlılığın adamın
porschesine bağlılığından fazlaysa, kendi derdine yan...
fakirliğin faziletini anlatmak başka şey, zenginliği kınamak
başka şey...
*
biner mi binmez mi meselesine eklenecek bir mes'ele de,
binerse nasıl biner suali olabilir. "gündelikçi" imajına inat
zengin bir manzara vermek, "nisbet yapmak" cihetinden yeterli
olabilir, her ne suretle olursa olsun. ama bunun ötesine geçip
"temsil etmek" hususu hedeflenirse, bir "biner, ammaa..."
şerhi gerekir. jipe binmek var, jipe binmek var, birinden
ötekine kırk yıllık yaya yolu var efendim. hal ü etvar da
burada mühim, muaşeret üslubu da mühim, telebbüs, tekellüm
tarzları da mühim. ezcümle beden diliniz "hey adamım, ben bu
dünyanın tadını çıkarmaya geldim. ülküm yükselmek, bireysel
kimliğime tavan yaptırmaktır. kimselerden geri kalmam, fink de
atarım, hava da atarım. cümle cihandan alacaklıyım. elitim,
stil sahibiyim, tahsilliyim, kültürlüyüm, entelim, dantelim,
güzelim, alımlıyım, çalımlıyım, bakımlıyım, sipali de bende
-afedersiniz, etmezseniz de kime ne, kasımpaşa- necaset gibi,
üçünüzü alırım, beşinizi satarım, şukelayım, ukalayım, nambır
van'ım, star'ım, hit'im; ene kebirün..." diyorsa, başınıza
istediğiniz kadar eşarp bağlayın, "islamî" bir suret arz
etmeniz mümkün değil. esas öncelikli mesele de bu gibi geliyor
fakire...
Etiketler:
başörtüsü,
islamcılık,
tesettür,
türban
Baş sıkıntısı
kaylule kıraathanesi, 30.07.2009
Küçük
derviş duhansız kalınca, masanın üstündeki gazeteye göz atarak vakit
geçirmeyi denedim bugün ve sayın bayın yazısına şöyle bir bakma
fırsatım oldu. Hazretin başörtüsü kelimesini kullanmama gerekçesi diğer
bir takım kişilerden farklı değil. Türban kelimesini kullanmama
gerekçesi de gayet makul: türban başka bir şeyin adı. Peki ne diyecek
adam, “mahmut” (!) mu diyecek? Sıkmabaş kelimesini tercih etmesinde bir
aşağılama gayesi olmadığını yazıyordu galiba, hadi bunu yuttuk diyelim.
Kelime sıkıntısını aşınca mesele halloluyor mu? Bilakis esas iki
meselemiz daha var şimdi, ama onu söylemeden önce bir hatırlatmada
bulunalım zat-ı devletlerine: tesettür veya hicab kelimelerini de
kullanabilir.
Tesettür hadisesine dışarıdan bakanlar, işin mantığını kavramamakta
inat ediyorlar. Örtünmek bir ibadet; namaz gibi, oruç gibi, şarap
içmemek gibi. Ama başını örtenlere atfedilen niyetler arasında nedense
bunu hiçbir zaman göremiyoruz. Onlara göre "başörtüsü" geleneksel bir
şey, kına gecesi gibi, testiden su içmek gibi, bilekten dirseğe altın
bilezik dizisi gibi, biraz köy, biraz gecekondu, türkülerimiz,
arabesklerimiz, babannelerimiz falan filan. "Türban" veya "sıkmabaş"
ise biraz sosyal, biraz siyasi bir sembol, bir tür sonradan görmelik,
sınıf atlama göstergesi, biraz istismar, biraz tahakküm... Madem
muhataplarına sormuyorlar, "sizin derdiniz nedir" diye, bari
kendilerine sorsun efendiler, nasıl oluyor da sınıf atlama arzusundaki
kişiler "apartuman" sınıfları bırakıp böyle bir sınıfa geçmeye
kalkarak, başlarına iş açıyorlar? Nasıl oluyor da hiç “zengin ve
sosyetik” olmayan kızlar, geçinmek için okumak ve çalışmak
mecburiyetinde olanlar, kendini başkalarına kabul ettirebilmek için
yeterli bilgi, beceri, kültür gibi hasletlere sahip kişiler sırf
kıyafetleri yüzünden bu kadar sıkıntıya katlanmayı göze alıyorlar?
Nasıl oluyor da dini siyasete alet ettiğini düşündüğünüz kişilere,
kurumlara mesafeli duran kişiler böyle bir tercihte bulunuyor? Nasıl
oluyor da gelir seviyeleri, eğitimleri, sosyal çevreleri, karakterleri
farklı farklı birçok kişi böyle bir paydada buluşabiliyor? Bütün
bunların senelerdir defaatle konuşulmuş olmasına rağmen, hâlâ ısrarla
başka telden çalanlar ya derin bir anlayışsızlıkla malul, yahut
kasıtları başka.
Başını örtenlerin ekseriyetini ilzam etmiyor, fakat giderek daha
fazla bir kısmı bu bâba girmeye başlıyor: zat-ı haşmetmeab durmuş saat
misillu doğru bir noktaya da işaret etmiş: Allah’ın emrine lebbeyk
diyecek gayrete sahip ve fakat kültürel firaset bakımından sınıfta
kalan bazı hanımlar, örtünme şekilleriyle tesettür kavramının içini
boşaltıyorlar. “Sıkmabaş” modelinin ortaya çıkış hikâyesini, hatırlayan
var mı? Aynanın karşısında ilk defa başını örtmeyi tecrübe ederken
“Allahım köylü gibi oldum, kapıcı karısı gibi oldum” diye kahırlanmak
nasıl bir duygudur, bunu bilmem mümkün değil ve kimsenin takvasını
ölçmek haddimize düşmediği gibi, herkesten kadı kaftanıyla sokakta
ciğer satabilmek cesaretini beklemek de yerinde değil. Lakin
başörtüsünde “Paris rüzgârı” aramak kültür hayatımız bakımından fiyasko
denebilecek bir halettir, en azından bunu söylemek gerek. Bu tarz bir
örtünme ibadet şuuru bakımından kifayetli olabilir, ama medeniyet
meselesi açısından, sele kapılıp gitmenin numunelerinden biridir. İşin
fena tarafı, medeniyet meselesi İslam meselesinden pek de bağımsız
değil, kendi hayat tarzınızı kuramadığınız zaman, giderek daha fazla
peşine takıldıklarınıza benzemeye başlıyorsunuz ve bu arada ibadet diye
yaptığınız işler zaman zaman ibadetin ruhuna ters düşer hale gelmeye
başlayabiliyor.
Etiketler:
başörtüsü,
islamcılık,
tesettür,
türban
29 Eylül 2012 Cumartesi
Dört Mevsim Kerbela
“Yezid’in harcı zulüm/ Yiğidin burcu ölüm”
Ok değdi yüreğe, amansız.
Vey ırmağı karıştı kanıma. Kırıla kırıla geldim bu yana, kırıla kırıla gittim öteye, kırıla kırıla döndüm yüzgeri. Kırıldıkça yeni sürgünler verdim. Zülfikar kıvılcımı yavrular beledim beşiğe. Nemrud’a inat yüzsünler diye ateşte. Tezene gezdikçe özlerinde, şerare olup yağdılar cihana. Canpârelerim pârelendi, ağdı feleğe. Bahardan yaza bir ömür, her sene; harman oldu güllerim. Her güz ağladı bağlama. Taylesanlar rayet olup kızardı. Yüzlerinde hep aynı ferman yazardı. Her burca bir katre rekzeyledim. Hasan el verdi Dursun’a. Yemen değdi canıma.
Her sefer kaldı Hüseyn’im dermansız.
Ah Bu Devlet Elinden
Osmanlılar ne istediklerini biliyordu: din ü devlet, mülk ü millet. Mülk vatan oldu, ama o arada epey bir kafalar karıştı. Vatanseverlik ekseriyetin benimsediği bir sıfat olsa da, dinci, devletçi, milliyetçi kelimeleri insanların birbirlerini suçlamak için kullandıkları kelimeler haline geldi; ortak bir anlayışın, paylaşılan düsturların yerini, memlekete kendince bağlı, ama başka şekilde bağlı olanlara düşman zümrelerin sloganları aldı. Dine karşı olanlar bir yana, dindarlar kendi aralarında bile, zaman zaman tekfire kadar giden sert hesaplaşmalara girdiler. Millet temel bir değer midir, tefrika vesilesi midir tartışmasında, üzerinde mutabakat olan bir millet tarifinin bulunmadığı gözden kaçtı. Kargaşadan devlet kavramı da nasibini aldı, insanlar devletin yanında veya karşısında yer alırken, neyi benimsediklerini neye karşı çıktıklarını uzun uzadıya sorgulamadılar. Aynı kelimeleri kullanarak başka şeylerden konuşanların sağırlar diyalogu” uzadı gitti. Gerçekten durum bu kadar vahim mi? “Ah bu Devlet defolsa gitse de, hep beraber bir rahat etsek” diyenlerle, “Devlet bizim canımız, feda olsun kanımız” diyenleri bir hizaya getirecek asgari müşterekler bulunamaz mı?
Evvela oturup bir yoklama yapalım, sınıfta kimler var? Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesi Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük fikirlerini ele alıyor, bunları devlete bağlılık noktasında birleştiriyor, hangisinin evla olduğu suali üzerinde fikir yürütüyordu. Sonradan Osmanlıcılık fikri terk edildi, takıma giren Garpçılık fikri ile üç köşe yine tamamlandı. Bu şeklin üç kenarından hareket etmek, mevzuu izah etmeyi kolaylaştırıyor. Üçgenin Türkçülük köşesi ile İslamcılık köşesi arasındaki kenarında Ülkücüler, muhtelif cemaat ve tarikatler bir yelpaze şeklinde diziliyor. Bunlar devlete bağlı bir kanat meydana getiriyorlar. İslamcılık-Garpçılık kenarında Radikal İslamcılar, liberaller, sosyalistler ve her birinin Kürtçü versiyonları yer alıyor. Bunlar devletten pek hoşlaşmıyorlar. Son kenarda ise İnkılapçı-Kemalist Garpçılarla, Seküler-Irkçı Türkçüler yer alıyor. Bunlar da Devletçi.
İki kutuplu dünyanın tek kutuplu hale geldiği süreçte, bu yapı üzerinde mevzi kaymaları gerçekleşti ve dün bir araya geleceklerini tahayyül edemeyeceğimiz bir takım grupların kol kola girdiğini gördük. Kemalistlerle Türkçülerin birleştiği bir “Kızılelma koalisyonu” otuz yıl önce birbirine silah çekebilen “sağcı ve solcuların” hangi noktada birleşebileceğini gösterdi. Ülkücülerin de bir kısmı bu kanada doğru kayarken, bir kısmı sessiz sedasız daha İslamcı bir mevzie doğru yer değiştirdi ve bir zamanlar Komünizm tehlikesi karşısında tek yumruk olan milliyetçilerin, karşı karşıya geldiklerini gördük. Üçüncü kenar üzerinde, daha önceden pek esamesi okunmayan liberalizm, bir cazibe noktası haline geldi; eski sosyalistler, giderek sekülerleşirken, kendilerini ifade edecek yeni bir dil arayan bir kısım İslamcılarla orta noktada buluştular.
Eski düşmanlar dost olurken, memlekette empati aldı başını gitti, herkes yeni söylemler edinmeye başladı, “öteki” ile barış çubuğu tüttürüp birlikte saf tutmak moda oldu. “Devlet” hem Müslümanlara, hem Kürtlere zulmetmişti, eski tüfeklerin de eski kanlısıydı. Böylece Kürtçe’yi yasaklayan, Dersim’i dağıtan, Müslümanları ezip inim inim inleten, “devrim üstüne devrim olmaz, bu kış komünizm gelmeyecek” deyip Deniz’leri asan, bireyleri topluluğa feda eden “tece” hep beraber recmedilebilirdi. Ulusalcı cephe ortak bir akort tutturup orduyu göreve çağırırken, bir yandan da dindar milliyetçiler, bir türlü ısınamadıkları, güvenemedikleri “hocacılar”dan neşet eden iktidar partisine yavaş yavaş yaklaşmaya başladı. İktidarın da giderek daha milliyetçi, daha devletçi bir dilden konuşmaya başlamasıyla üçüncü koalisyon da ortaya çıkmış oldu ve zincir tamamlandı. Fakat iki nokta etrafında üçe bölünmek de neyin nesiydi? Kelimelerimiz yetmediği için bazı şeyleri izahta zorlanmaya başladık. “Kürtler söz konusu olunca, İslamcılar Kemalistleşiyor” tarzında serzenişler görülür oldu. Aynı kanat hem devletçi olmakla, hem devlete karşı olmakla suçlanıyordu. Ezberimiz bozuldu, kafamız karıştı.
Fikir karmaşasını mantıklı bir zemine oturtabilmek için yapılacak iş, kamu otoritesiyle ilgili her hadiseyi tek bir kavramla açıklamaya çalışmaktan vazgeçmek. Devlet, rejim ve sistem diye birbirinden ayrı üç vakıa var karşımızda. Devlet dediğimiz zaman daha “kadim” bir varlıktan; tarihi devamlılığı olan, bir topluluğun varlık mücadelesinin, ideallerinin ifadesi olan bir yapıdan bahsediyoruz. Bir yandan değişirken bir yandan kendisi kalabilen; karmaşık bir organizasyonun somut tezahürlerinin arkasındaki iradeyi kastediyoruz. Türkiye Devleti, Oğuzların batıya göçü, Roma ile cihad ederek “Küçük Asya”yı yurt edinmesi ile kurulmuştur, Selçuklularla başlayıp günümüze gelen tek bir yapıdır. Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti aynı devletin farklı dönemlerdeki farklı isimleridir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken olan, 1908’de başlayan bir rejim değişikliğinin tescili ve isminin konmasıdır. Rejim değiştirmek, devletin yıkılıp yerine yenisinin kurulması anlamına gelmez. Nitekim klasik rejimden Tanzimat rejimine ve ondan da Meşrutiyet’e geçmek farklı devletlerin kurulması gibi algılanmamaktadır. Rejim devletin daha somut bir yüzüdür, farklı rejimler aynı iradenin farklı dönemlerdeki ifadesi, farklı çağların meseleleri için meydana getirilmiş farklı cevaplardır. Yazılı kurallarda ve bunlara göre teşkil edilmiş kurumlarda vücut bulur. Sistem ise yazılı kuralların yorumlanma usûl ve üslûbu, uygulamaya temel teşkil eden bir zihniyettir. Bu “açık kodlu” bir yorum olabileceği gibi, iktidara hâkim bulunan kliğin, ilan edilmemiş, yazılı kurallarla çelişebilen “örtülü” veya “derin” kurallarından ve bunlara dayanan uygulamalarından da meydana gelebilir.
Türkiye’nin son iki asrına rengini veren kamu otoritesini sevk ve idare eden kuvvet, Reşit Paşa ile şekillenmeye başlayan, İttihat ve Terakki Cemiyet’inde olgunlaşan ve Halk Fırkası ile son şeklini alan “Jöntürk” jakobenizmidir. Babıâli baskını ile 1960 ve 1980 darbeleri, İstiklal mahkemeleri ile Yassıada mahkemeleri, Meşrutiyet’ten bugüne sokak ortasında gazeteci vurmaya devam eden el bir çizgi üzerine oturtulabilir. Devletin gücünü kullanarak millete zulmeden de bu eldir. Toplum mühendisliği projeleri üreten, yeni bir “ulusal kimlik” kurgulayıp dayatan, hukuksuzluğu ve şiddeti bir idare mekanizması olarak kullanan, “tehlike grupları” oluşturup birbirine karşı kışkırtarak “böl ve yönet” siyaseti uygulayan, “Devlet” değildir, “Jöntürk” sistemidir. Devlet ve sistem kavramlarını birbirinden ayırdığımız zaman, kendisinden ayrılan her türlü sosyal ve kültürel kimliği baskı altına alanlarla, etnik ayrımcılığa dayanan bir siyasi ve hukuki düzen değişikliğine karşı çıkanları birbiriyle karıştırmamaya başlarız. Biri bir azınlık diktasının tercihidir, diğeri bin yıllık bir varlığın daha fazla zaafa uğramasına, mevcudiyetine halel gelmesine razı olmayanların iradesidir.
Türkiye’de devlet geleneğinin farklılıkları bir arada bulundurmak konusunda bir sıkıntısı yok. Halkın hayat tarzı da buna uygun. Gerçekten etnik gerilime dayanan bir kimlik meselesi de yok. Sıkıntı şikâyetlerin fatura edileceği adres konusunda kargaşa olması. Karşı olanla taraftar olanın devlet derken kastettiği çoğu zaman aynı şey değil. Dolayısıyla “devletin bekası” ile “vatandaşların hakları” çelişen iki kavram değil. Zulme karşı çıkmakla devlet zayıflamaz, aksine güçlenir; vatandaşıyla bağlarını güçlendirir, terör mihraklarına mazeret ve malzeme vermemiş olur. Bölücüler sistemin hatalarını, günahlarını kullanıp devlet aleyhine çalışırken, jakoben zihniyet de sistemin devamını sağlamak ve iktidarını sürdürmek için sistem ve devlet aynı şeymiş gibi davranıyor. Bu nokta gözden kaçınca vahim bir kamplaşma ortaya çıkıyor. Temelden hatalı olan bir kamplaşmada hangi tarafı tutarsanız tutun, doğru bir tavır göstermiş olmazsınız. Kürtlerle devlet arasında bir dava yok, Kürtlerle sistem arasında ve bölücülerle devlet arasında davalar var, bunlar birbirine karıştırılıyor.
Muktedirlerin devleti veya rejimi ifade ve varlık sebebini izah konusundaki sıkıntıları yahut tercihleri de zihinlerin karışmasına yol açıyor. Devleti 1908-1919 arasında idare eden kadro ile 1919’dan sonra idare eden kadro arasında fark yok. Faturayı kaçan liderlerine kesip aradan sıyrılan bu ekip, kendi isimlerini değiştirmekle yetinmediler, devletin de ismini değiştirdiler. İki ayrı harp ve iki ayrı devlet varmış gibi bir kurgu oluşturmak işlerine geliyordu. İttihatçılar Cihan Harbini kaybetmişti ve böylece devlet yıkılmıştı. Halk fırkası ise İstiklal Harbini kazanmıştı ve yeni bir devlet kuruyordu. Sorumluluğu üzerlerinden atmışlar, programlarını tatbik edebilmek için uygun vasatı sağlamışlardı. Yeni dönemde de komitacı tekniklerini kullanmaya devam ettiler ve iktidar dizginini sıkıca ellerine doladılar. Ülke küçülmüş, ama Jöntürkler büyümüştü. Meşrutiyet dönemi fikir mahfillerinin esas akımlarından İslamcılık saf dışı bırakıldı, Türkçülük budandı ve geriye kalan Türkçülük soslu Garpçılık, Musul vilayeti meselesinin hallini bile beklemeden, “bir buçuk tarz-ı siyaset” halinde önümüze kondu.
Lozan’a kadar hâkim zümreden Müslümanlar diye bahsediliyordu, daha sonra bu kelime Türkler şeklinde değiştirildi. Bir yandan Osmanlı’nın etnisiteyi dikkate almayan sisteminde olduğu gibi, tek tip bir vatandaşlık sistemi kabul edildi, “Türküm diyen herkes Türktür” denildi, Türk kelimesi Süryanisinden Arnavuduna, Çerkesinden Rumuna herkesin ortak ismi gibi kullanıldı; bir yandan da siyasi ve hukuki yapıda olduğu gibi, etnik ve kültürel yapıda da herkes birbirinin aynıymış gibi davranıldı. Devleti devraldıktan sonra temel yapısını çok değiştirmemişlerdi, hatta Şer’iye ve Evkaf vekaletini kaldırır gibi yapıp, Diyanet İşleri Başkanlığı adı altında ibka etmişlerdi. Ezcümle ortada bir “ulus devleti” yoktu, bu daha çok bir temenniydi, istedikleri ulusu meydana getirmeyi başarabilselerdi, devlet de o ulusun devleti olmuş olacaktı.
İşler Jöntürk zümresinin planladığı gibi gitmedi. Yeni bir devlet kurduklarına herkesi inandırmışlardı, fakat bu bir noktada ters tepmişti. Dayattıkları kimliği benimsemeyenler, “yeni devlet” karşısında da muhalif tavır aldılar. Osmanlı ile Cumhuriyet farklılığı o kadar çok vurgulanmıştı ki, aradaki devamlılık sürekli gözden kaçar hale geldi. Felaket başa gelmiş ve devlet yıkılmıştı, yerine gelen bu heyulaya bağlılık göstermenin bir mânâsı yoktu. Bağnaz eğitim kadrosu harp sanki İngilizlere veya Yunana karşı değil de Osmanlı’ya karşı verilmiş gibi işi abarttıkça, muhalifler daha da bilendi, içlerinde Osmanlı’ya düşman olmakla Türkiye Cumhuriyeti’ne düşman olmanın aynı şey olduğunu idrak edemeyenler türedi, Cumhuriyetin bayrağı Osmanlı bayrağının ta kendisi değilmiş gibi, bayraktan soğuyanlar oldu. Bir kısmı bu devlet kendi devletleri değilmiş gibi düşünmeye başladı. Cephenin karşı cenahında da rejimi devletin kendisinden çok daha mühim görenler, daha doğrusu rejimi devletin kendisi gibi görenler bulunmaktaydı. Tek parti döneminde yerini korumak için manipülasyona ihtiyaç duymayan cunta, 1912 sopalı seçimlerinden 1946 sopalı seçimlerine kadar istediği mesafeyi alamadığını görünce, “irtica” kartını daha yoğun olarak kullanmak durumunda kaldı. Ortada bir takım “devlet düşmanları”nın bulunması işlerine geliyordu. 1980 darbesinden sonra korumaya çalıştıkları devlet tarafından tokat yiyen Ülkücüler dışında, belki de, ortadaki garabete kafa yoran kalmadı. Bu devlet kimin devleti suali de böylece ortada kalmış oldu. Dağa taşa “ne mutlu Türküm diyene” yazan resmi söyleme göre, devlet Türklerin devletiydi, ama Türk derken ne kastedildiği açık değildi. Sınırların dışında yaşayan ve Türkçe konuşan zümreler itinayla göz ardı ediliyordu, hatta bir dönem Turancılık suç olarak görülmüştü, şu halde Türkçülerin anladığı anlamda bir Türklük kastedilmiyordu. Sosyokültürel muhtevası olmayan, etnisite kavramına karşı nötr, sadece siyasi ve hukuki bir vatandaşlık bağı olarak Türklük kastediliyor idiyse, insanların dillerine, isimlerine karışmak niyeydi? Kavram kargaşasından meydana gelen bir toz duman perdesi insanların birbirini anlamasını neredeyse imkânsız hale getirdi. Şiddet eylemleriyle birbirine karşı tahrik edilen kitleler, resmi söylemi kenarından köşesinden, farklı parçalarıyla benimsemeye başladı. “Gericilik tehlikesi”nden korkanlar, sistemin dindarlar üzerindeki baskısını desteklerken, bölücülük tehlikesinden korkanlar ırkçı yaklaşımları mazur görmeye başladı. Cunta farklı sebeplerle, çoğunluk için ihtiyaç halini almıştı.
Kısır döngüyü kırmak için yapmak gereken kavramlarla kilitlenen insanları, doğru kavramları kullanarak çözmek. “Ekseriyetin desteklediği ortak düşman” tarzındaki garabeti ortadan kaldırmak gerekiyor. Tepkilerin doğru hedefe yönelebilmesi için, hedefin net olarak görülebilmesi şart. Atılması gereken ilk adım devletlûlardan bizar olan vatandaşlarımıza, bu devletin onların da devleti olduğunu, “siz-biz” diye bir şey olmadığını anlatabilmektir. Cunta ile bölücü mihraklar birbirine zıt iki kutup gibi görünmekle birlikte birbirlerini besliyorlar. Cuntanın el altından bölücü mihraklara yardım ettiği yönündeki iddialar bunu doğrular gibi görünüyor. “Hırsızı” istihdam eden “polis” ise ne yapmak lazım? Bir arada olabilmenin yolu bunların ikisine birden karşı olmak. Sosyal ve kültürel kimlikleri, siyasi-hukuki kimlik konusunda esas almaya yönelik talepler, daha kısa bir ifadeyle etnik ayrımcılık veya etnik imtiyaz beklentisi, fitneye kapı açacak bir çıkmaz sokaktan başka bir şey değildir. Ancak siyasi-hukuki yapının istikrarını korumak için sosyal ve kültürel kimlikleri yok farz etmek icap etmez ve dahası zulümdür. Mazlumun hakkını savunmak için, bu ülkedeki bin yıllık varlığımızı tehlikeye atmak mecburiyetinde değiliz, “devletin yanında, sistemin karşısında” bir cephe teşkil edebildiğimiz zaman, huzuru bozanlar bu gücün karşısında küçülecekler ve fitne sonunda sönecek diye ümit ediyorum.
Etiketler:
batıcılık,
devlet,
garpçılık,
ideoloji,
inkılapçılık,
islamcılık,
millet,
milliyetçilik,
osmanlı,
osmanlıcılık,
rejim,
sistem,
siyaset,
türkçülük,
türkiye,
ulusalcılık
Oluş
kaylule kıraathanesi, 2006-2007
1
Zannetme ki güldür, ne de lale- (A.H.)
Gecenin ortasında, dağın başında bir ocak: kızıl kor mayi kemikten bir
mangalda çıtırdıyor. Ocağın başında bir körük inliyor, âh diyor, âhû diyor, hû
diyemiyor. Körüğün yanında kemikten bir örs, üzerinde en sert madenden bir
külçe, dövülmede. Görünmez bir elin uzaklardan tutup savurduğu çekiç inip
kalktıkça, külçe şekil değiştiriyor: bir kılıç oluyor, bir hançer; bir süngü
oluyor, bir temren; bir saban oluyor, bir dirgen. Her şey oluyor külçe, hiçbir
şey olamıyor. Görünmez el çekici fırlatıp atıyor, bir tokat aşkediyor, parmak
izlerini yâdigâr bırakıyor.
Gecenin ortasında, dağın başında dönen bir teker, üzerinde bir topak kil,
yoğrulmada. Parmaklar bir an ağzında, bir an boynunda. Bir an çömlek, bir an
testi, bir an kulbu var, bir an ayağı yok... Fırın hârr, beklemede.
Gecenin ortasında, dağın başında bir nây, içinden akıp giden bir nefes. Nâyın
ucunda akkor billûr, şiştikçe menevişleniyor: gök, sarı, yeşil,
kızıl...
2
Hârr... Tandır harıl harıl yanıyor...
Yıldızlardan dökülüp gelmiş bir cevher, göze görünmez kırıntılar halinde
damarda gezen, vücudun en kuytu köşelerinde dolaşan, kavî, zor eğilip bükülen,
bin bir meşakkatle şekle giren, kâfî miktarda suyu verilirse esnekleşen,
verilmezse kırılgan bir hal alan, olduğunda evde, tarlada, cenk meydanında bir
nice iş gören, olamadığında hurda ve pas halinde atılan bir cevher: demir...
Ateş demiri akkor edecek kadar sıcak, demir akkor olmadan terbiye kabul
etmeyecek kadar inatçı.
Örs, çekiç, kıskaç; müsamahasız, sert yola getiriciler. Müsamahasızlık,
merhametten: ya olmak var demire, ya ölmek.
Teknede su, sadra şifa.
Önce tandıra gireceksin, yanacaksın, sonra dövüleceksin, sonra su, buhar dört
yanı saracak, göğe ağacak. Olamadın mı hâlâ? Başa dön, yine ateş, yine darp,
çekiçler bir iken iki oldu, üç bile olabilirdi, dayanacaksın, sakın suyu
unutma... Örs kaside okuyor, çekiç sema ediyor, kıskaç sorgu sual edip hesap
istiyor. Çınlayan sadayı dinle:
Sabr ü sebat, lâ havle, hasbünallah, emn ü selâm, salâh, ihsân, tevbe, hamd
her hâle: belâ da nimet, safâ da, incitme ve incinme...
Temren de bir divit ucu: doğru yazacaksan, doğrul önce...
3
Hep bu yaylılar bu işleri insanın başına açan, nihayetsiz melâli iplik iplik
eğirirken, insanın içine içine batan, yollara düşüren, yolda bırakan…
Söyle şimdi bana, gamlı kemâne, günbatımının peçesini yırtarken hiç mi
insafın yoktu? Mâverâ damlıyor içime, bütün sıklet ve letâfetiyle. Gölgeler
raksediyor civârımda, çağırıyor başka bir âleme. Duvarların şeker gibi eridiği
diyâra açılan bir yelkenli duruyor önümde, bedbaht mıyım, bahtiyar mı?
Rengîn kelebekler cihânın cidârına çağırıyor. Son dağın kıyısında son uçurum…
Yol azığını yolda tüketmek, harc-ı râhı sarf etmek gerek: ya düşeceksin, ya
uçacaksın, bütün ağırlığı geride bırakmak gerek. Yolun kıyısı altın pencereli
kasırlarla, seraptan bahçelerle dolu; yoldan çıkarsan menzile varamazsın. Ne
aradığını sandığının önemi yok, son burca varınca bulacağını bulacaksın.
Tükenmeden tüketilmez yol, tökezlemeden yürümek öğrenilmez. İçindeki cemâl
damlasını zayi etme yeter ki, damarlarında filizlensin, kollarından çiçeğe
dursun, avuçlarından meyva versin. Sabırsızlanmak yok, yolun ucu kaç mevsim
ötede olursa olsun, yürümeye devam… Mahzun olmak yok, hamsın daha, gün yakıp ay
dondurdukça olacaksın.
4
Bir ulu kitab önümde, değirmen gibi gürül gürül, bir ulu kitab ki düğümler
atılmış harflerine yahut gözlerime… Şuara eğirmesi heftrenk diba bir kuşak
kuşatmış ciğerimi, külhan ciğerim… Göğe bakıp, susup kalmışım, gök iniyor damla
damla göğsüme…
Ender-i nâdirât bir hocadan elif talim ediyorum, Vey ırmağında kırılıp Bedir
kuyularında dirilen soydan, elif elif şerh ediyor semâyı… Yollar dökülüyor
gökten gönlüme, elif elif…
Cahil idim, bilmedim, çok söyledim, yanıldım, zehrimar koparıyor damarlarımı,
boyumdan büyük kör kuyuların karnından sesleniyorum, söze keffaret bir güzel söz
gerek, âcizim, meded…
Dönmek gerek… Yolu şaşırana ceza, dönüp baştan yürümek gerek, bu sefer
istikamete dönmek gerek, taş taş söküp beyitleri, taş taş baştan bina etmek
gerek…
Bir dağ başına gömeyim dere tepe sırtımda taşıdığım cesedimi, bir gözeden
kanayım, yola koyulayım, yorulacak zamanım yok, oturmaya mı geldik?
5
Değirmen durur da çarklar yine döner beyninde, bir uğultu zamanı öğüten… Pencereler açılır kapanır içinde, dünden yarına, bir bardak çay içmeden kırk kere kurulur, kırk kere bozulursun… Bozgun bir türlü öğrenilemeyen bir ders, döner döner yine okursun. Aklın kösteklemez, gönlün kaçar gider çınar altlarına, söğüt gölgelerine; kendi izlerine basarak uca dağların dizlerini ararsın, kervanlar düzer, tekrar tekrar kasr-ı nihanlar kurarsın.
Kelimeler doldurdun keşkülüne, çözülmemiş muammalar dilinde,
beş yüzlük tahassürler elinde, göğüs kemiğin hâlâ sıcak… Terk-i emel edemedin
ey nefs, taze çıktın tandırdan, hâlâ yavansın. Ne yana çevireceğini bilemediğin
bir anahtar elinde, açıyor musun, kilitliyor musun belli değil.
Belî sultanım, olmanın ilk dersi olamamak, eyvallah.
İz
kaylule kıraathanesi, 25.12.2006
Denizin bittiği yere kadar sürdüm izini. İzler gün doğusundaki büyük denizin
kıyılarından başlıyordu. Bin yıldan daha taze değillerdi. Gök rengi bir şevkin
ve kopkoyu yeşil bir huzurun kokusu hâlâ üzerlerinde tütüyordu. Toprak aziz bir
hatıra gibi hâlâ saklıyordu izlerini. Ebedi olmadıklarını biliyordu, ebedi
olamayan nice şey görmüştü, yine de tutabileceği kadar uzun tutmak emeliyle
sarılmıştı hâtırana. Çiğ damlaları serpen bir sabahla baş başa bırakıp toprağı,
yola düştüm.
Yol ağırbaşlı bir arkadaştı. Uzun süre sustu, dalgındı. Sessizce
eşlik ediyordu bana, sessizce çevresini sunuyordu bakışlarıma. Yol yorgun bir
arkadaştı. Anlatacakları o kadar çoktu ki nereden başlayacağını bilemiyordu.
Başı sonu olmaksızın birbirine eklenen, devam eden, düğümlenen, çözülen nice
hikâyesi vardı. Nazarımın düştüğü her köşede ayrı bir mesnevinin mısraları
yığılmış duruyordu. Kocaman sessiz sözler mecmuaları: tepelerin ufku izlediği
hatta, ağaçların gölgelerinde, yüksekliklerde, derinliklerde, mesafelerde, suda,
kayaların çizik çizik yüzlerinde, bulutların dudaklarında... İçlerinde yalnız
bulutlar konuşuverecekmiş gibi dudaklarında bir titremeyle kaçamak bakışlarla
bana bakıyordu. Derken arkadaşımın dili çözüldü. Hâlâ sessizdi, ama gönlüme
dökülüyordu meramı. "Yol zamandır" dedi bana, "yola hiçbir şey dayanmaz.
Çizgileri siler, teferruatı sadeleştirir, küçük şeyleri daha da küçültür,
aşındırır, yer bitirir; büyükleri daha da büyütür. Hiçbir azim yola dayanamaz,
tükenir. Kimse yolu bitirememiştir, ya bir yere sığınır ve takip etmeyi
bırakırlar, ya da yolda tükenir kalırlar. Hiçbir kasîde yola dayanamamıştır.
Yalnızca yolcuların adımlarından dökülen tek tek beyitler zincirlenir,
nihayetsiz bir mesnevi halinde uzanır gider. Okumaya neresinden başlarsan başla
ve neresinde bırakırsan bırak fark etmez, her beytin mazmunu birdir. Senin
hikâyen bunca hikâyenin neresinde? Aradığın bir incidir, ummanın derinliğinde,
veya bir garip kum tanesidir, koca sahra çölünde. Aradığın yolun hiçbir yerinde
değildir ve her yerindedir."
Bir nehir kıyısında izin istedim yoldan ve yeşil
bir yaylaya tırmanmaya başladım. Arkadaşım kibardı, küçük bir patikası bir
müddet eşlik etti, uğurladı beni. "Dağlarda yollar birer seraptır" dedi bana,
ayrılırken. "Dağlarda yollar bir an vardır, bir an yoktur. Yürünmeyen yol
siliniverir çabucak. Dağlarda yollar izlerden hayat bulur, izlenmediği zaman
unutulur." Baktım, etrafında keçi ayağından dökülme izler yapraklanan incecik
bir daldı, izlediğim patika. Kendisi gibi izlerden meydana gelmiş yüzlerce
binlerce incecik dalın bükülüp birbirine sarıldığı, arzın her yanına dolaşmış
bir ağın sayısız incecik ucundan biriydi.
Bahardı. Gezdiğim yayla başı ala karlı dağların yemyeşil kaftanıydı, ak çiçeklerle bezeli. Ak çiçekler inciydi, gözyaşı damlaları gibi ışıldıyorlardı. Parmaklarının, dudaklarının izlerini taşıyorlardı. Selam verdim ak çiçeklere, seni sordum, hatırlarını sormayı bile akıl edemeden. Gülüverdi dudakları, ama yaşardı gözleri. Unutmuşlardı seni ve unutamamışlardı bunca zamandır. Sen oradan geçtiğinden beri kaç bahar geçtiğini bilmiyorlardı. Her bahar yeniden açılıyorlardı hasretle, ama neyi özlediklerini bilemiyorlardı.
Yorulmuştum, gördüğüm ilk pınarın yanı başına çöküverdim. Gözleri ışıl ışıl gülüyordu. "Dikkat et" dedi bana, "çok oturursan bir daha kalkamazsın." Hiçbir şey sormadım, sessizce türküsünü dinledim. Tebessümünden bir yudum içip tazelendim. Kanamadım, ama gitmeliydim. O da biliyordu, güldü, bir buse verdim yadigâr, yine güldü. Kalktım, yine yürümeye başladım. Pınarın buz gibi yakan sızısı içimde çağıldayan bir türkü oldu, kaldı.
Akşam inerken bir kuytuda konakladım. Sönen günün son alevinden yaktım ocağımı. Bir ağaca dayadım bir yanımı. Yıldızlı düşlere sarılıp uyudum. Rüzgâr boynuma sarıldı düşümde. Üşütmedi. Yıldızdan çiçekler taktı gece saçlarına; benimle, öylece uyudu.
Sabah oldu, tekrar başladım, içimdeki boşluğu adımlamaya. Dağın ardı bir köydü, köyün ardı başka bir köy, başka başka köyler, sonra şehirler. İnsanlar gördüm, bahçeleri vardı, özene bezene ektikleri nebatlarla bezeli, güzel bahçeler... Duvarlar örüyorlardı bahçelerinin etrafına, yoldan korkuyorlardı, yol alıp gitmesin diye duvarların ardına sığınıyorlardı. Dalgın gözlerinde kök salan, göğeren hayaller, toprağı okşuyorlardı. İnsanlar gördüm, daha büyük duvarlar örüyorlardı. Kubbeler dikiyorlardı avlulara. İnsanlar gördüm, duvarlarla bile yapılıyorlardı. İnsancıklar gördüm, kuyrukları vardı, kuyruklarını kovalıyorlardı. Koca bir sur örmüşlerdi şehrin etrafına. Yoldan yol alıp ehlileştirmişlerdi, cadde demişlerdi adına, sokak demişlerdi. Bu kılıkları da pek yakışmıştı yola, vahşetin çağrısını şehrin kapısında çıkarıp içeri giriyordu, çıkarken yine giyip gidiyordu. Efendiydi yol, müsamaha ediyordu kendisine yapılanlara ve lâkin ben hoşlanmadım onun bu iç güveysi hallerinden. Doğrulayıp kapıya vardım. Ak pürçekli bir nine oturuyordu kapının yanında. Kurumuş avucunu uzattı bana, bir avuç tohum sundu. İkramı reddetmeli miydim? Bir tohumlara baktım, bir içinde senin olmadığın, kolların boyna kement olup dolandığı şehre. Güldü ak pürçekli nine, "vaktini bekle" dedi. O şehri de öylece bırakıp gittim.
Kaç şehri bırakıp gittim öylece, bilmiyorum. Kaç geceyi
sahrada izini sürerek geçirdim, onu da bilmiyorum. Şairin sözleri virdim
oldu:
"Hangi vahaya gitsem çadırlar sökülmüş Sitâre
Çadırla su arasında
bir cılga var
O cılgada nârin ayak izlerin var
Durgun suya düşüp kalmış
gözlerin var"
Arzın her arızasında izlerin vardı ve hiçbir yerde yoktun. Gün batısındaki büyük denizin kıyılarına kadar takip ettim. Cırcır böceklerinin mehtapta fasıl geçtikleri bir vakitte varıp durdum bir kayalığın başında. Aşağıda kumsal, kenarından başlayıp denizin bittiği yere kadar uzanan gümüş ışıltılı bir yol. Denizin bittiği yerde sema başlıyordu. İlm-i nücum tahsil ediyorum şimdi, hangi burca ağdığını bir keşfedeyim, hemen yanına geliyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)