29 Eylül 2012 Cumartesi

Oluş

kaylule kıraathanesi, 2006-2007

1

Zannetme ki güldür, ne de lale- (A.H.)


Gecenin ortasında, dağın başında bir ocak: kızıl kor mayi kemikten bir mangalda çıtırdıyor. Ocağın başında bir körük inliyor, âh diyor, âhû diyor, hû diyemiyor. Körüğün yanında kemikten bir örs, üzerinde en sert madenden bir külçe, dövülmede. Görünmez bir elin uzaklardan tutup savurduğu çekiç inip kalktıkça, külçe şekil değiştiriyor: bir kılıç oluyor, bir hançer; bir süngü oluyor, bir temren; bir saban oluyor, bir dirgen. Her şey oluyor külçe, hiçbir şey olamıyor. Görünmez el çekici fırlatıp atıyor, bir tokat aşkediyor, parmak izlerini yâdigâr bırakıyor.

Gecenin ortasında, dağın başında dönen bir teker, üzerinde bir topak kil, yoğrulmada. Parmaklar bir an ağzında, bir an boynunda. Bir an çömlek, bir an testi, bir an kulbu var, bir an ayağı yok... Fırın hârr, beklemede.

Gecenin ortasında, dağın başında bir nây, içinden akıp giden bir nefes. Nâyın ucunda akkor billûr, şiştikçe menevişleniyor: gök, sarı, yeşil, kızıl...

2

Hârr... Tandır harıl harıl yanıyor...

Yıldızlardan dökülüp gelmiş bir cevher, göze görünmez kırıntılar halinde damarda gezen, vücudun en kuytu köşelerinde dolaşan, kavî, zor eğilip bükülen, bin bir meşakkatle şekle giren, kâfî miktarda suyu verilirse esnekleşen, verilmezse kırılgan bir hal alan, olduğunda evde, tarlada, cenk meydanında bir nice iş gören, olamadığında hurda ve pas halinde atılan bir cevher: demir...

Ateş demiri akkor edecek kadar sıcak, demir akkor olmadan terbiye kabul etmeyecek kadar inatçı.

Örs, çekiç, kıskaç; müsamahasız, sert yola getiriciler. Müsamahasızlık, merhametten: ya olmak var demire, ya ölmek.

Teknede su, sadra şifa.

Önce tandıra gireceksin, yanacaksın, sonra dövüleceksin, sonra su, buhar dört yanı saracak, göğe ağacak. Olamadın mı hâlâ? Başa dön, yine ateş, yine darp, çekiçler bir iken iki oldu, üç bile olabilirdi, dayanacaksın, sakın suyu unutma... Örs kaside okuyor, çekiç sema ediyor, kıskaç sorgu sual edip hesap istiyor. Çınlayan sadayı dinle:

Sabr ü sebat, lâ havle, hasbünallah, emn ü selâm, salâh, ihsân, tevbe, hamd her hâle: belâ da nimet, safâ da, incitme ve incinme...

Temren de bir divit ucu: doğru yazacaksan, doğrul önce...

3

Hep bu yaylılar bu işleri insanın başına açan, nihayetsiz melâli iplik iplik eğirirken, insanın içine içine batan, yollara düşüren, yolda bırakan…

Söyle şimdi bana, gamlı kemâne, günbatımının peçesini yırtarken hiç mi insafın yoktu? Mâverâ damlıyor içime, bütün sıklet ve letâfetiyle. Gölgeler raksediyor civârımda, çağırıyor başka bir âleme. Duvarların şeker gibi eridiği diyâra açılan bir yelkenli duruyor önümde, bedbaht mıyım, bahtiyar mı?

Rengîn kelebekler cihânın cidârına çağırıyor. Son dağın kıyısında son uçurum… Yol azığını yolda tüketmek, harc-ı râhı sarf etmek gerek: ya düşeceksin, ya uçacaksın, bütün ağırlığı geride bırakmak gerek. Yolun kıyısı altın pencereli kasırlarla, seraptan bahçelerle dolu; yoldan çıkarsan menzile varamazsın. Ne aradığını sandığının önemi yok, son burca varınca bulacağını bulacaksın. Tükenmeden tüketilmez yol, tökezlemeden yürümek öğrenilmez. İçindeki cemâl damlasını zayi etme yeter ki, damarlarında filizlensin, kollarından çiçeğe dursun, avuçlarından meyva versin. Sabırsızlanmak yok, yolun ucu kaç mevsim ötede olursa olsun, yürümeye devam… Mahzun olmak yok, hamsın daha, gün yakıp ay dondurdukça olacaksın.

4

Bir ulu kitab önümde, değirmen gibi gürül gürül, bir ulu kitab ki düğümler atılmış harflerine yahut gözlerime… Şuara eğirmesi heftrenk diba bir kuşak kuşatmış ciğerimi, külhan ciğerim… Göğe bakıp, susup kalmışım, gök iniyor damla damla göğsüme…

Ender-i nâdirât bir hocadan elif talim ediyorum, Vey ırmağında kırılıp Bedir kuyularında dirilen soydan, elif elif şerh ediyor semâyı… Yollar dökülüyor gökten gönlüme, elif elif…

Cahil idim, bilmedim, çok söyledim, yanıldım, zehrimar koparıyor damarlarımı, boyumdan büyük kör kuyuların karnından sesleniyorum, söze keffaret bir güzel söz gerek, âcizim, meded…

Dönmek gerek… Yolu şaşırana ceza, dönüp baştan yürümek gerek, bu sefer istikamete dönmek gerek, taş taş söküp beyitleri, taş taş baştan bina etmek gerek…

Bir dağ başına gömeyim dere tepe sırtımda taşıdığım cesedimi, bir gözeden kanayım, yola koyulayım, yorulacak zamanım yok, oturmaya mı geldik?

5

Değirmen durur da çarklar yine döner beyninde, bir uğultu zamanı öğüten… Pencereler açılır kapanır içinde, dünden yarına, bir bardak çay içmeden kırk kere kurulur, kırk kere bozulursun… Bozgun bir türlü öğrenilemeyen bir ders, döner döner yine okursun. Aklın kösteklemez, gönlün kaçar gider çınar altlarına, söğüt gölgelerine; kendi izlerine basarak uca dağların dizlerini ararsın, kervanlar düzer, tekrar tekrar kasr-ı nihanlar kurarsın.

Kelimeler doldurdun keşkülüne, çözülmemiş muammalar dilinde, beş yüzlük tahassürler elinde, göğüs kemiğin hâlâ sıcak… Terk-i emel edemedin ey nefs, taze çıktın tandırdan, hâlâ yavansın. Ne yana çevireceğini bilemediğin bir anahtar elinde, açıyor musun, kilitliyor musun belli değil.

Belî sultanım, olmanın ilk dersi olamamak, eyvallah.

Hiç yorum yok: