29 Eylül 2012 Cumartesi

İz

kaylule kıraathanesi, 25.12.2006


Denizin bittiği yere kadar sürdüm izini. İzler gün doğusundaki büyük denizin kıyılarından başlıyordu. Bin yıldan daha taze değillerdi. Gök rengi bir şevkin ve kopkoyu yeşil bir huzurun kokusu hâlâ üzerlerinde tütüyordu. Toprak aziz bir hatıra gibi hâlâ saklıyordu izlerini. Ebedi olmadıklarını biliyordu, ebedi olamayan nice şey görmüştü, yine de tutabileceği kadar uzun tutmak emeliyle sarılmıştı hâtırana. Çiğ damlaları serpen bir sabahla baş başa bırakıp toprağı, yola düştüm.

Yol ağırbaşlı bir arkadaştı. Uzun süre sustu, dalgındı. Sessizce eşlik ediyordu bana, sessizce çevresini sunuyordu bakışlarıma. Yol yorgun bir arkadaştı. Anlatacakları o kadar çoktu ki nereden başlayacağını bilemiyordu. Başı sonu olmaksızın birbirine eklenen, devam eden, düğümlenen, çözülen nice hikâyesi vardı. Nazarımın düştüğü her köşede ayrı bir mesnevinin mısraları yığılmış duruyordu. Kocaman sessiz sözler mecmuaları: tepelerin ufku izlediği hatta, ağaçların gölgelerinde, yüksekliklerde, derinliklerde, mesafelerde, suda, kayaların çizik çizik yüzlerinde, bulutların dudaklarında... İçlerinde yalnız bulutlar konuşuverecekmiş gibi dudaklarında bir titremeyle kaçamak bakışlarla bana bakıyordu. Derken arkadaşımın dili çözüldü. Hâlâ sessizdi, ama gönlüme dökülüyordu meramı. "Yol zamandır" dedi bana, "yola hiçbir şey dayanmaz. Çizgileri siler, teferruatı sadeleştirir, küçük şeyleri daha da küçültür, aşındırır, yer bitirir; büyükleri daha da büyütür. Hiçbir azim yola dayanamaz, tükenir. Kimse yolu bitirememiştir, ya bir yere sığınır ve takip etmeyi bırakırlar, ya da yolda tükenir kalırlar. Hiçbir kasîde yola dayanamamıştır. Yalnızca yolcuların adımlarından dökülen tek tek beyitler zincirlenir, nihayetsiz bir mesnevi halinde uzanır gider. Okumaya neresinden başlarsan başla ve neresinde bırakırsan bırak fark etmez, her beytin mazmunu birdir. Senin hikâyen bunca hikâyenin neresinde? Aradığın bir incidir, ummanın derinliğinde, veya bir garip kum tanesidir, koca sahra çölünde. Aradığın yolun hiçbir yerinde değildir ve her yerindedir."

Bir nehir kıyısında izin istedim yoldan ve yeşil bir yaylaya tırmanmaya başladım. Arkadaşım kibardı, küçük bir patikası bir müddet eşlik etti, uğurladı beni. "Dağlarda yollar birer seraptır" dedi bana, ayrılırken. "Dağlarda yollar bir an vardır, bir an yoktur. Yürünmeyen yol siliniverir çabucak. Dağlarda yollar izlerden hayat bulur, izlenmediği zaman unutulur." Baktım, etrafında keçi ayağından dökülme izler yapraklanan incecik bir daldı, izlediğim patika. Kendisi gibi izlerden meydana gelmiş yüzlerce binlerce incecik dalın bükülüp birbirine sarıldığı, arzın her yanına dolaşmış bir ağın sayısız incecik ucundan biriydi.

Bahardı. Gezdiğim yayla başı ala karlı dağların yemyeşil kaftanıydı, ak çiçeklerle bezeli. Ak çiçekler inciydi, gözyaşı damlaları gibi ışıldıyorlardı. Parmaklarının, dudaklarının izlerini taşıyorlardı. Selam verdim ak çiçeklere, seni sordum, hatırlarını sormayı bile akıl edemeden. Gülüverdi dudakları, ama yaşardı gözleri. Unutmuşlardı seni ve unutamamışlardı bunca zamandır. Sen oradan geçtiğinden beri kaç bahar geçtiğini bilmiyorlardı. Her bahar yeniden açılıyorlardı hasretle, ama neyi özlediklerini bilemiyorlardı.

Yorulmuştum, gördüğüm ilk pınarın yanı başına çöküverdim. Gözleri ışıl ışıl gülüyordu. "Dikkat et" dedi bana, "çok oturursan bir daha kalkamazsın." Hiçbir şey sormadım, sessizce türküsünü dinledim. Tebessümünden bir yudum içip tazelendim. Kanamadım, ama gitmeliydim. O da biliyordu, güldü, bir buse verdim yadigâr, yine güldü. Kalktım, yine yürümeye başladım. Pınarın buz gibi yakan sızısı içimde çağıldayan bir türkü oldu, kaldı.

Akşam inerken bir kuytuda konakladım. Sönen günün son alevinden yaktım ocağımı. Bir ağaca dayadım bir yanımı. Yıldızlı düşlere sarılıp uyudum. Rüzgâr boynuma sarıldı düşümde. Üşütmedi. Yıldızdan çiçekler taktı gece saçlarına; benimle, öylece uyudu.

Sabah oldu, tekrar başladım, içimdeki boşluğu adımlamaya. Dağın ardı bir köydü, köyün ardı başka bir köy, başka başka köyler, sonra şehirler. İnsanlar gördüm, bahçeleri vardı, özene bezene ektikleri nebatlarla bezeli, güzel bahçeler... Duvarlar örüyorlardı bahçelerinin etrafına, yoldan korkuyorlardı, yol alıp gitmesin diye duvarların ardına sığınıyorlardı. Dalgın gözlerinde kök salan, göğeren hayaller, toprağı okşuyorlardı. İnsanlar gördüm, daha büyük duvarlar örüyorlardı. Kubbeler dikiyorlardı avlulara. İnsanlar gördüm, duvarlarla bile yapılıyorlardı. İnsancıklar gördüm, kuyrukları vardı, kuyruklarını kovalıyorlardı. Koca bir sur örmüşlerdi şehrin etrafına. Yoldan yol alıp ehlileştirmişlerdi, cadde demişlerdi adına, sokak demişlerdi. Bu kılıkları da pek yakışmıştı yola, vahşetin çağrısını şehrin kapısında çıkarıp içeri giriyordu, çıkarken yine giyip gidiyordu. Efendiydi yol, müsamaha ediyordu kendisine yapılanlara ve lâkin ben hoşlanmadım onun bu iç güveysi hallerinden. Doğrulayıp kapıya vardım. Ak pürçekli bir nine oturuyordu kapının yanında. Kurumuş avucunu uzattı bana, bir avuç tohum sundu. İkramı reddetmeli miydim? Bir tohumlara baktım, bir içinde senin olmadığın, kolların boyna kement olup dolandığı şehre. Güldü ak pürçekli nine, "vaktini bekle" dedi. O şehri de öylece bırakıp gittim.

Kaç şehri bırakıp gittim öylece, bilmiyorum. Kaç geceyi sahrada izini sürerek geçirdim, onu da bilmiyorum. Şairin sözleri virdim oldu:

"Hangi vahaya gitsem çadırlar sökülmüş Sitâre
Çadırla su arasında bir cılga var
O cılgada nârin ayak izlerin var
Durgun suya düşüp kalmış gözlerin var"

Arzın her arızasında izlerin vardı ve hiçbir yerde yoktun. Gün batısındaki büyük denizin kıyılarına kadar takip ettim. Cırcır böceklerinin mehtapta fasıl geçtikleri bir vakitte varıp durdum bir kayalığın başında. Aşağıda kumsal, kenarından başlayıp denizin bittiği yere kadar uzanan gümüş ışıltılı bir yol. Denizin bittiği yerde sema başlıyordu. İlm-i nücum tahsil ediyorum şimdi, hangi burca ağdığını bir keşfedeyim, hemen yanına geliyorum.

Hiç yorum yok: