29 Eylül 2012 Cumartesi

Ah Bu Devlet Elinden


Osmanlılar ne istediklerini biliyordu: din ü devlet, mülk ü millet. Mülk vatan oldu, ama o arada epey bir kafalar karıştı. Vatanseverlik ekseriyetin benimsediği bir sıfat olsa da, dinci, devletçi, milliyetçi kelimeleri insanların birbirlerini suçlamak için kullandıkları kelimeler haline geldi; ortak bir anlayışın, paylaşılan düsturların yerini, memlekete kendince bağlı, ama başka şekilde bağlı olanlara düşman zümrelerin sloganları aldı. Dine karşı olanlar bir yana, dindarlar kendi aralarında bile, zaman zaman tekfire kadar giden sert hesaplaşmalara girdiler. Millet temel bir değer midir, tefrika vesilesi midir tartışmasında, üzerinde mutabakat olan bir millet tarifinin bulunmadığı gözden kaçtı. Kargaşadan devlet kavramı da nasibini aldı, insanlar devletin yanında veya karşısında yer alırken, neyi benimsediklerini neye karşı çıktıklarını uzun uzadıya sorgulamadılar. Aynı kelimeleri kullanarak başka şeylerden konuşanların sağırlar diyalogu” uzadı gitti. Gerçekten durum bu kadar vahim mi? “Ah bu Devlet defolsa gitse de, hep beraber bir rahat etsek” diyenlerle, “Devlet bizim canımız, feda olsun kanımız” diyenleri bir hizaya getirecek asgari müşterekler bulunamaz mı?
Evvela oturup bir yoklama yapalım, sınıfta kimler var? Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesi Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük fikirlerini ele alıyor, bunları devlete bağlılık noktasında birleştiriyor, hangisinin evla olduğu suali üzerinde fikir yürütüyordu. Sonradan Osmanlıcılık fikri terk edildi, takıma giren Garpçılık fikri ile üç köşe yine tamamlandı. Bu şeklin üç kenarından hareket etmek, mevzuu izah etmeyi kolaylaştırıyor. Üçgenin Türkçülük köşesi ile İslamcılık köşesi arasındaki kenarında Ülkücüler, muhtelif cemaat ve tarikatler bir yelpaze şeklinde diziliyor. Bunlar devlete bağlı bir kanat meydana getiriyorlar. İslamcılık-Garpçılık kenarında Radikal İslamcılar, liberaller, sosyalistler ve her birinin Kürtçü versiyonları yer alıyor. Bunlar devletten pek hoşlaşmıyorlar. Son kenarda ise İnkılapçı-Kemalist Garpçılarla, Seküler-Irkçı Türkçüler yer alıyor. Bunlar da Devletçi.
 İki kutuplu dünyanın tek kutuplu hale geldiği süreçte, bu yapı üzerinde mevzi kaymaları gerçekleşti ve dün bir araya geleceklerini tahayyül edemeyeceğimiz bir takım grupların kol kola girdiğini gördük. Kemalistlerle Türkçülerin birleştiği bir “Kızılelma koalisyonu” otuz yıl önce birbirine silah çekebilen “sağcı ve solcuların” hangi noktada birleşebileceğini gösterdi. Ülkücülerin de bir kısmı bu kanada doğru kayarken, bir kısmı sessiz sedasız daha İslamcı bir mevzie doğru yer değiştirdi ve bir zamanlar Komünizm tehlikesi karşısında tek yumruk olan milliyetçilerin, karşı karşıya geldiklerini gördük. Üçüncü kenar üzerinde, daha önceden pek esamesi okunmayan liberalizm, bir cazibe noktası haline geldi; eski sosyalistler, giderek sekülerleşirken, kendilerini ifade edecek yeni bir dil arayan bir kısım İslamcılarla orta noktada buluştular.
Eski düşmanlar dost olurken, memlekette empati aldı başını gitti, herkes yeni söylemler edinmeye başladı, “öteki” ile barış çubuğu tüttürüp birlikte saf tutmak moda oldu. “Devlet” hem Müslümanlara, hem Kürtlere zulmetmişti, eski tüfeklerin de eski kanlısıydı. Böylece Kürtçe’yi yasaklayan, Dersim’i dağıtan, Müslümanları ezip inim inim inleten, “devrim üstüne devrim olmaz, bu kış komünizm gelmeyecek” deyip Deniz’leri asan, bireyleri topluluğa feda eden “tece” hep beraber recmedilebilirdi. Ulusalcı cephe ortak bir akort tutturup orduyu göreve çağırırken, bir yandan da dindar milliyetçiler, bir türlü ısınamadıkları, güvenemedikleri “hocacılar”dan neşet eden iktidar partisine yavaş yavaş yaklaşmaya başladı. İktidarın da giderek daha milliyetçi, daha devletçi bir dilden konuşmaya başlamasıyla üçüncü koalisyon da ortaya çıkmış oldu ve zincir tamamlandı. Fakat iki nokta etrafında üçe bölünmek de neyin nesiydi? Kelimelerimiz yetmediği için bazı şeyleri izahta zorlanmaya başladık. “Kürtler söz konusu olunca, İslamcılar Kemalistleşiyor” tarzında serzenişler görülür oldu. Aynı kanat hem devletçi olmakla, hem devlete karşı olmakla suçlanıyordu. Ezberimiz bozuldu, kafamız karıştı.
Fikir karmaşasını mantıklı bir zemine oturtabilmek için yapılacak iş, kamu otoritesiyle ilgili her hadiseyi tek bir kavramla açıklamaya çalışmaktan vazgeçmek. Devlet, rejim ve sistem diye birbirinden ayrı üç vakıa var karşımızda. Devlet dediğimiz zaman daha “kadim” bir varlıktan; tarihi devamlılığı olan, bir topluluğun varlık mücadelesinin, ideallerinin ifadesi olan bir yapıdan bahsediyoruz. Bir yandan değişirken bir yandan kendisi kalabilen; karmaşık bir organizasyonun somut tezahürlerinin arkasındaki iradeyi kastediyoruz. Türkiye Devleti, Oğuzların batıya göçü, Roma ile cihad ederek “Küçük Asya”yı yurt edinmesi ile kurulmuştur, Selçuklularla başlayıp günümüze gelen tek bir yapıdır. Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti aynı devletin farklı dönemlerdeki farklı isimleridir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken olan, 1908’de başlayan bir rejim değişikliğinin tescili ve isminin konmasıdır. Rejim değiştirmek, devletin yıkılıp yerine yenisinin kurulması anlamına gelmez. Nitekim klasik rejimden Tanzimat rejimine ve ondan da Meşrutiyet’e geçmek farklı devletlerin kurulması gibi algılanmamaktadır. Rejim devletin daha somut bir yüzüdür, farklı rejimler aynı iradenin farklı dönemlerdeki ifadesi, farklı çağların meseleleri için meydana getirilmiş farklı cevaplardır. Yazılı kurallarda ve bunlara göre teşkil edilmiş kurumlarda vücut bulur. Sistem ise yazılı kuralların yorumlanma usûl ve üslûbu, uygulamaya temel teşkil eden bir zihniyettir. Bu “açık kodlu” bir yorum olabileceği gibi, iktidara hâkim bulunan kliğin, ilan edilmemiş, yazılı kurallarla çelişebilen “örtülü” veya “derin” kurallarından ve bunlara dayanan uygulamalarından da meydana gelebilir.
Türkiye’nin son iki asrına rengini veren kamu otoritesini sevk ve idare eden kuvvet, Reşit Paşa ile şekillenmeye başlayan, İttihat ve Terakki Cemiyet’inde olgunlaşan ve Halk Fırkası ile son şeklini alan “Jöntürk” jakobenizmidir. Babıâli baskını ile 1960 ve 1980 darbeleri, İstiklal mahkemeleri ile Yassıada mahkemeleri, Meşrutiyet’ten bugüne sokak ortasında gazeteci vurmaya devam eden el bir çizgi üzerine oturtulabilir. Devletin gücünü kullanarak millete zulmeden de bu eldir. Toplum mühendisliği projeleri üreten, yeni bir “ulusal kimlik” kurgulayıp dayatan, hukuksuzluğu ve şiddeti bir idare mekanizması olarak kullanan, “tehlike grupları” oluşturup birbirine karşı kışkırtarak “böl ve yönet” siyaseti uygulayan, “Devlet” değildir, “Jöntürk” sistemidir. Devlet ve sistem kavramlarını birbirinden ayırdığımız zaman, kendisinden ayrılan her türlü sosyal ve kültürel kimliği baskı altına alanlarla, etnik ayrımcılığa dayanan bir siyasi ve hukuki düzen değişikliğine karşı çıkanları birbiriyle karıştırmamaya başlarız. Biri bir azınlık diktasının tercihidir, diğeri bin yıllık bir varlığın daha fazla zaafa uğramasına, mevcudiyetine halel gelmesine razı olmayanların iradesidir.
Türkiye’de devlet geleneğinin farklılıkları bir arada bulundurmak konusunda bir sıkıntısı yok. Halkın hayat tarzı da buna uygun. Gerçekten etnik gerilime dayanan bir kimlik meselesi de yok. Sıkıntı şikâyetlerin fatura edileceği adres konusunda kargaşa olması. Karşı olanla taraftar olanın devlet derken kastettiği çoğu zaman aynı şey değil. Dolayısıyla “devletin bekası” ile “vatandaşların hakları” çelişen iki kavram değil. Zulme karşı çıkmakla devlet zayıflamaz, aksine güçlenir; vatandaşıyla bağlarını güçlendirir, terör mihraklarına mazeret ve malzeme vermemiş olur. Bölücüler sistemin hatalarını, günahlarını kullanıp devlet aleyhine çalışırken, jakoben zihniyet de sistemin devamını sağlamak ve iktidarını sürdürmek için sistem ve devlet aynı şeymiş gibi davranıyor. Bu nokta gözden kaçınca vahim bir kamplaşma ortaya çıkıyor. Temelden hatalı olan bir kamplaşmada hangi tarafı tutarsanız tutun, doğru bir tavır göstermiş olmazsınız. Kürtlerle devlet arasında bir dava yok, Kürtlerle sistem arasında ve bölücülerle devlet arasında davalar var, bunlar birbirine karıştırılıyor.
Muktedirlerin devleti veya rejimi ifade ve varlık sebebini izah konusundaki sıkıntıları yahut tercihleri de zihinlerin karışmasına yol açıyor. Devleti 1908-1919 arasında idare eden kadro ile 1919’dan sonra idare eden kadro arasında fark yok. Faturayı kaçan liderlerine kesip aradan sıyrılan bu ekip, kendi isimlerini değiştirmekle yetinmediler, devletin de ismini değiştirdiler. İki ayrı harp ve iki ayrı devlet varmış gibi bir kurgu oluşturmak işlerine geliyordu. İttihatçılar Cihan Harbini kaybetmişti ve böylece devlet yıkılmıştı. Halk fırkası ise İstiklal Harbini kazanmıştı ve yeni bir devlet kuruyordu. Sorumluluğu üzerlerinden atmışlar, programlarını tatbik edebilmek için uygun vasatı sağlamışlardı. Yeni dönemde de komitacı tekniklerini kullanmaya devam ettiler ve iktidar dizginini sıkıca ellerine doladılar. Ülke küçülmüş, ama Jöntürkler büyümüştü. Meşrutiyet dönemi fikir mahfillerinin esas akımlarından İslamcılık saf dışı bırakıldı, Türkçülük budandı ve geriye kalan Türkçülük soslu Garpçılık, Musul vilayeti meselesinin hallini bile beklemeden, “bir buçuk tarz-ı siyaset” halinde önümüze kondu.
Lozan’a kadar hâkim zümreden Müslümanlar diye bahsediliyordu, daha sonra bu kelime Türkler şeklinde değiştirildi. Bir yandan Osmanlı’nın etnisiteyi dikkate almayan sisteminde olduğu gibi, tek tip bir vatandaşlık sistemi kabul edildi, “Türküm diyen herkes Türktür” denildi, Türk kelimesi Süryanisinden Arnavuduna, Çerkesinden Rumuna herkesin ortak ismi gibi kullanıldı; bir yandan da siyasi ve hukuki yapıda olduğu gibi, etnik ve kültürel yapıda da herkes birbirinin aynıymış gibi davranıldı. Devleti devraldıktan sonra temel yapısını çok değiştirmemişlerdi, hatta Şer’iye ve Evkaf vekaletini kaldırır gibi yapıp, Diyanet İşleri Başkanlığı adı altında ibka etmişlerdi. Ezcümle ortada bir “ulus devleti” yoktu, bu daha çok bir temenniydi, istedikleri ulusu meydana getirmeyi başarabilselerdi, devlet de o ulusun devleti olmuş olacaktı.
İşler Jöntürk zümresinin planladığı gibi gitmedi. Yeni bir devlet kurduklarına herkesi inandırmışlardı, fakat bu bir noktada ters tepmişti. Dayattıkları kimliği benimsemeyenler, “yeni devlet” karşısında da muhalif tavır aldılar. Osmanlı ile Cumhuriyet farklılığı o kadar çok vurgulanmıştı ki, aradaki devamlılık sürekli gözden kaçar hale geldi. Felaket başa gelmiş ve devlet yıkılmıştı, yerine gelen bu heyulaya bağlılık göstermenin bir mânâsı yoktu. Bağnaz eğitim kadrosu harp sanki İngilizlere veya Yunana karşı değil de Osmanlı’ya karşı verilmiş gibi işi abarttıkça, muhalifler daha da bilendi, içlerinde Osmanlı’ya düşman olmakla Türkiye Cumhuriyeti’ne düşman olmanın aynı şey olduğunu idrak edemeyenler türedi, Cumhuriyetin bayrağı Osmanlı bayrağının ta kendisi değilmiş gibi, bayraktan soğuyanlar oldu. Bir kısmı bu devlet kendi devletleri değilmiş gibi düşünmeye başladı. Cephenin karşı cenahında da rejimi devletin kendisinden çok daha mühim görenler, daha doğrusu rejimi devletin kendisi gibi görenler bulunmaktaydı. Tek parti döneminde yerini korumak için manipülasyona ihtiyaç duymayan cunta, 1912 sopalı seçimlerinden 1946 sopalı seçimlerine kadar istediği mesafeyi alamadığını görünce, “irtica” kartını daha yoğun olarak kullanmak durumunda kaldı. Ortada bir takım “devlet düşmanları”nın bulunması işlerine geliyordu. 1980 darbesinden sonra korumaya çalıştıkları devlet tarafından tokat yiyen Ülkücüler dışında, belki de, ortadaki garabete kafa yoran kalmadı. Bu devlet kimin devleti suali de böylece ortada kalmış oldu. Dağa taşa “ne mutlu Türküm diyene” yazan resmi söyleme göre, devlet Türklerin devletiydi, ama Türk derken ne kastedildiği açık değildi. Sınırların dışında yaşayan ve Türkçe konuşan zümreler itinayla göz ardı ediliyordu, hatta bir dönem Turancılık suç olarak görülmüştü, şu halde Türkçülerin anladığı anlamda bir Türklük kastedilmiyordu. Sosyokültürel muhtevası olmayan, etnisite kavramına karşı nötr, sadece siyasi ve hukuki bir vatandaşlık bağı olarak Türklük kastediliyor idiyse, insanların dillerine, isimlerine karışmak niyeydi? Kavram kargaşasından meydana gelen bir toz duman perdesi insanların birbirini anlamasını neredeyse imkânsız hale getirdi. Şiddet eylemleriyle birbirine karşı tahrik edilen kitleler, resmi söylemi kenarından köşesinden, farklı parçalarıyla benimsemeye başladı. “Gericilik tehlikesi”nden korkanlar, sistemin dindarlar üzerindeki baskısını desteklerken, bölücülük tehlikesinden korkanlar ırkçı yaklaşımları mazur görmeye başladı. Cunta farklı sebeplerle, çoğunluk için ihtiyaç halini almıştı.
Kısır döngüyü kırmak için yapmak gereken kavramlarla kilitlenen insanları, doğru kavramları kullanarak çözmek. “Ekseriyetin desteklediği ortak düşman” tarzındaki garabeti ortadan kaldırmak gerekiyor. Tepkilerin doğru hedefe yönelebilmesi için, hedefin net olarak görülebilmesi şart. Atılması gereken ilk adım devletlûlardan bizar olan vatandaşlarımıza, bu devletin onların da devleti olduğunu, “siz-biz” diye bir şey olmadığını anlatabilmektir. Cunta ile bölücü mihraklar birbirine zıt iki kutup gibi görünmekle birlikte birbirlerini besliyorlar. Cuntanın el altından bölücü mihraklara yardım ettiği yönündeki iddialar bunu doğrular gibi görünüyor. “Hırsızı” istihdam eden “polis” ise ne yapmak lazım? Bir arada olabilmenin yolu bunların ikisine birden karşı olmak. Sosyal ve kültürel kimlikleri, siyasi-hukuki kimlik konusunda esas almaya yönelik talepler, daha kısa bir ifadeyle etnik ayrımcılık veya etnik imtiyaz beklentisi, fitneye kapı açacak bir çıkmaz sokaktan başka bir şey değildir. Ancak siyasi-hukuki yapının istikrarını korumak için sosyal ve kültürel kimlikleri yok farz etmek icap etmez ve dahası zulümdür. Mazlumun hakkını savunmak için, bu ülkedeki bin yıllık varlığımızı tehlikeye atmak mecburiyetinde değiliz, “devletin yanında, sistemin karşısında” bir cephe teşkil edebildiğimiz zaman, huzuru bozanlar bu gücün karşısında küçülecekler ve fitne sonunda sönecek diye ümit ediyorum.

Hiç yorum yok: