27 Haziran 2014 Cuma

Sükût

Fezadır. Garaibden ola ki cidarları üzerinize yürürken derûnundaki oyuk giderek büyür. Kubbesinde aksisadâ türküleri çınlar gezer. Kurnalarından yokluk taşar. Külhanını örümcekler tefriş etmiştir. Göbek taşında bir canlı cenaze, neresine neşter vurulsa buhar olur gider.
Sahradır. Kervanlar kıyısından dolanır, kuşlar gölgelerini sakınır. Rüzgarı zemherirden nişandır. Sükût çobanlık eder gölgelere. Gölgeler ışığı yutan birer canavardır. Işık donmuş çalıların diplerinde saklanır. Ses ayazdan yılmıştır, hançereden başını çıkaramaz. Sağanak sükût mevsimidir, dal-kök ıslak, çakmaktaşı ıslak ve çelik ıslaktır.

Devâdır. Ko devran aksın bildiği yöne, dipsiz kuyular süprüntüyle dolmaz, çay içelim.

Havadan Sudan

Hava kapalı ve sıcak. Birkaç iri damla düştü yakama, hepsi o. Bir yağmur yağaydı keşke, leziz ve şirin; kül rengi sıkıntıyı, yağmur yeşili bir ferahlığa çevireydi. Sararan, kızaran mesafenin içinde yeşilcecik bir temas, küçücük bir teselli arıyor gönlüm. Bu yolun beni kaç asırlık bir ayrılığa bağladığını bilmiyorum. Ardıma dönüp baksam, birkaç karaservi, bir incecik beyaz minare, kıvrılıp giden bir toprak yol göreceğim sanki. Dudağımda bir ıslıkla yola düştüğüm günden beri yapraklar kaç kere sararıp döküldü, kaç kere yeniden yeşil çizgilerle belirdi dalların ucunda, kaç köyden ayrıldım arkama baka baka, kaç şehirde yitirdim yolumu sayamam. Saysam da saymasam da hepsi bir zaten. Bütün renkler döne döne birbirine karışıyor, akıp gidiyor.
Ümitsiz olmak bize yakışmaz. Zaten ıslığım da “ümitsiz olma” diyor, “adımlamaya devam et, bak daha neler var yolda. Geride zannettiklerin çıkıverir karşına. Yoldaki her kavşak tanıdıktır aslında. Bilmediğin bir odanın penceresi, bildiğin bir bahçeye açılır. Hiçbir şey uzakta değil, uzayıp kısalan mesafe yalnız senin içinde.” Garip aynaların içinden geçiyor sanki yol: yaklaştıklarım uzaklaşıyor, uzaklaştıklarım yakınlaşıyor.
Belki de bir rüya bu, pınarın başında dalıp gitmişim suyun akışına, oluktan akan suya vuran gün ışığında görmüşüm ne gördüysem. Suyun şırıltısıyla ayılacağım, buz gibi suyla yüzümü yıkayacağım. Gök yine masmavi dönecek tepemde, beyaz bulutların içinden beyaz kuşlar süzülüp gelecek. Gün ışığı ısıtacak kemiklerimi, kalkıp eve gideceğim.

Uyusam, dalıp gitsem tatlı bir uykunun kucağında, tatlı bir yağmur başlayacak türküsüne. Sonra güneş açacak, aydınlık ve sıcak.

Sahrada

Issız bir sahra, her şey savrulup gitmiş. Sadece izler var her yanda. Konanlara ve göçenlere dair izler, geldikleri yerleri söyleyen, gitmeyi ümit ettikleri diyarları işaret eden nişanlar... Gitmeli, terk etmeli artık bu sahrayı, kimse gelmeyecek bundan sonra. Rüzgarla yürüyüp giden çalılar özlemez beni. Yolu tekrar bulmalı. Bir kervan bulurum belki, birinin eteğine tutunur giderim. Nereye gideceğimi bilmesem de, yol nereye giderse oraya giderim. Zaten nereyi hedeflediğinizin yol indinde bir kıymeti yoktur, nereye isterse oraya götürür sizi. Bazen yüksekte kuşlar dönüyor, sonra süzülüp gidiyorlar. Ufukta bir beyazlık var, ya gökte sürüklenen bir bulut parçası veya karlı bir zirve. Eğer bir zirveyse bu, eteklerini toplamış gidiyor demektir. Ufkun kenarından kalkmış, göğe ağmaya niyetli gibi görünüyor. Sızlanmamak lazım, heybemdekiler gitgide eksilse de hala bir şeyler var içinde. Kucağıma bastırıyorum heybemi, içim boşluk, dışım boşluk, dokunabildiğim bir bu var. Dokunabiliyor muyum gerçekten? Bazen elim içinden geçip gidiyormuş gibi geliyor. Heybem sırtımda, heybemi özlüyorum. Boşalıp gider mi, acep, bir gün? Yoldaki serapları saymakla vakit geçmiyor. Yine bir serabın başında mola veriyorum. Bacaklarım sızlıyor. Bunca yorgunluğa rağmen, ilerliyor muyum, yerimde mi sayıyorum bilemiyorum. Bir bulutun gölgesinde uzanıp dinlenmeye çalışıyorum. Yola çıktığımdan beri peşimde bu bulut, arada uzakta kalır gibi oluyor, yine gelip beni buluyor. Kopkoyu müşfik bir gölgesi var. Uyuyup kalsam şuracıkta, uyanmasam veya uyandığımda gün başka bir gün olsa... Ne zaman yarın olacak? 

Yolu İzle

Yol izdir. Yol vardır ceylanların tırnaklarından dökülen izlerde çiçeklenir. Yol vardır, hantal makinelerin ziftli izleridir. Yol izdir ve yol izlenir. Yolun vahşisi de olur ehlisi de. Kimi uca dağ başlarında yiter gider, kimi kıvrılır bükülür cadde olur, sokak olur. Yol olur gedadır, kapı kapı dolanır, topuklardan himmet bekler. Yol olur şehrahtır, zafer takları altından gururla uzanır gider. Her şeyin tükenip gittiği bir dünyada bir türlü tükenmemek midir yolun zaferi? Yol tükenmeyecek midir? Yolcu kalmasa yol da tükenmez mi hiç?
Her yol bir yere gider. Çıkmaz denen yollar da bittikleri yere giden yollardır aslında. Her işin bir yolu olduğu gibi, her yolun da bir işi vardır. Siz yola düşersiniz, yolunuz kim bilir nereye düşer. Yolla aranızda böyle bir düşkünlük varsa işiniz var demektir. Bir kere yola çıktınız mı, nereye varacağınız belli olmaz. Niyetinizdeki menzil ile kısmetinizdeki başka başka olabilir. Bazen de nice zaman yol alırsınız, bir yere varamazsınız. Bazen haramiler kesmesin diye yolunuzu değiştirirsiniz. Yolun emniyeti mühimdir. Tekin olmayan yollara gidecekseniz sevdiklerinizle helalleşip, işlerinizi yoluna koyup da çıkmalısınız yola. Yolu bekleyen bekçiler yoksa yolda sizi neyin beklediğini bilemezsiniz.
Herkes yol uğrağı yerlerde açmak ister dükkanını. O zaman yolun kıyısı kıymete biner. Bazen sırf yol üstüdür diye uğrarsınız dostunuza. Yol uğramasa uğrayacağınız yoktur. O gayri dost mudur, değil midir veya siz dost musunuz, değil misiniz, kendiniz düşünün. Gerçekten dost iseniz yollar yük olmaz yüreğinize, nice çetin de olsa aşar gidersiniz. Bir gittiğiniz yere bir daha gitseniz, yahut biri peşinizden gelse, yol olur, herkes gelir peşinizden. İşlek yollar herkesin bildiği yollardır. Yoldan gelenin geçenin haddi hesabı olmaz da kalabalıkta kayboluverirsiniz. Bazen de beklersiniz, kimse izlemez sizi. Yolunu bulan çeker gider, kalırsınız bir başınıza. Yüreğiniz yorulur yolda kalırsınız. Siz yolda kalırsanız sizi bekleyenlerin de gözü yolda kalır. Yolunuzu gözleyen birinin olmaması da ayrı bir derttir. Yürünmeyen yolu ot bürür. Gidilmeyen yollar unutulur, unutulan yollar silinir gider.

Yolda kalmak zordur ya, bir de yoldan çıkmak vardır, o daha zordur. Takılırsınız birilerinin peşine, sonunda yolunuzu kaybedersiniz. Yol gösterecek biri gerekir o zaman size. Uğursuz arkadaşlara yol vermelisiniz. Yoksa bela size yol vermez. Onlar size yolunuzu şaşırttıysa bile siz yola gelmelisiniz artık. Yollar vardır, dallanır, çatallanır, dağılır gider. Yollar vardır kavşaklarda buluşur türlü gurbetlerden dönüp gelen kardeşleriyle. Yol yola eklenir, cihan yolların arasında ağa tutulmuş bir balık gibi çırpınır kalır. Yolun iyisi kötüsü olur mu acep? Kötüyse gidilen yol yol değildir, yoldan sayılmaz. Eski meseldir: nice eğri de olsa yol iyidir. Allah yoldan azdırmasın. 

Gitmek

Kızılelma gitmenin kendisi idi. Gittiğin hiç bir yerde fazla kalmayıp yine yola düşüyordun. Emellerin mavi bir ufuk çizgisiyken yol seni çekiyordu. Ümitlerin lâ'lgûn bir akşam vakti can verdiğinden beri ise sadece kaçıyorsun, kendinden ve yalnızlığından. Dağların ardında yeni bir şey olmadığını bildiğin halde her seferinde ardını arayacak yeni bir dağ buluyorsun. Yürümek seni teskin ediyor ve hiç bir yerde fazla oyalanamazsın.

Fâsid Dâire

Eyvah, yine mi uyandım!? İki adam bir testereyi bir o yana bir bu yana çekiştirip duruyorlar: kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt... Güzel çayım, tatlı çayım, canım çayım... Sürün şimdi şehrin öbür ucuna. Uykum var, ölüyorum. Karınca kolu üst kata çıkıyor, karınca kolu alt kata iniyor: "yürüyüş kararı sayılacak, say! 1, 2, 3, 4..." Molam geldi, acıktım, gidelim, dönelim. Dön baba dönelim. Karınca kolu üst kata çıkıyor, karınca kolu alt kata iniyor: "yürüyüş kararı sayılacak, say! 1, 2, 3, 4..." Testere: Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt, kırt! Ya bu deveyi gütmeli, ya da... N'ola acap hâlımız? Dön aklım, daireye, mükerreren tekrâren: Karınca kolu üst kata çıkıyor, karınca kolu alt kata iniyor: "yürüyüş kararı sayılacak, say! 1, 2, 3, 4..." Git gel Konya altı saat, vakittir, koş şimdi saman alevinden hürriyete. Testere mi yoksa kurtlar mı mesnedimi kemiren? Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt, kırt! Kırt... Sırtım boşluğa geldi yine, karanlık düştü gözüme: ne var orada, kim var orada!? Ne olacak, yâ Rabbim, neler olacak? Pay alalım günlük demden, ot çöp ayıklayıp nisyan merhemi yapalım, göğsümüzdeki boşluğa sıvamaya. Tamamdır. Esselam güzel uykum. 

Rüzgar Sallasa Beşiğimi

Dışarıda rüzgar esiyor. Aklım bahçede oynuyor. Hayır oynamıyor, kenarda oturmuş bir çöple toprağı dürtüyor ve hayal kuruyor. Dışarısı, pencerenin altı hergünki sokak değil. Rüzgar eski evin bahçesini alıp getirdi pencerenin altına. Rüzgar eski evin bahçesine alıp götürüyor beni. Şimdi bugün değil. Keşke şimdi bugün olmasaydı, hatta bu rüyamda görebileceğimden bile iyi olurdu, ama en iyi ihtimalle rüya görüyor olabilirim. Güzel uykum... Ne zaman akşam olacak? Şimdi pencereyi açsam, eğilip kendime bir kağıt helva veya bir külah dondurma versem, sonra da hatırlasam, küçükken bir amca ben bahçede oynarken pencereden uzanıp bir külah dondurma vermişti diye. Ama öyle bir şey olmamıştı, o yüzden bunu yapamam. Pencereden gökyüzüne bakıyorum, kurşun rengi bulutlar: yağacak. Bahçede başımı kaldırıp göğe bakıyorum güneş gözümü alıyor, beyaz bulutlar geçip gidiyor. Sırtımı duvara yaslayıp gözlerimi yumuyorum. Her taraf ne kadar sakin, güneş ne güzel ısıtıyor. İçim üşüyor. Sabah ter içinde kalktım. Karışık rüyalar, sonra başka karışık rüyalar... Ne güzel bir şarkıydı o öyle... Bir ara uyandım, şarkı devam ediyordu, sonra yine uyudum ve kayboldu. Şimdi neye benzediğini bile çıkaramıyorum. O kız kimdi öyle? Neden uyandım ki? Rüzgar sallasa beşiğimi, uçup gitsem, tatlı düşlere uyansam... Pencereyi süzmeyi bırakıp işlerime başlamalıyım. Daha akşama çok var. 

26 Haziran 2014 Perşembe

Yorgunluk

Ne zırh kuşanacak mecalim var, ne hırka giyecek, kızıl günbatımı iç beni. Bulutlar bu hafifliği nereden buluyor? Yapraklar bu sükunu kimden almış? Nereye gideceğimi bilmiyorum. Ey rüzgar, es, dağıt beni. Sırtımda, olmayan bir yükün yorgunluğu, kervanını kaybetmiş bir deve gibi, çölün dikenleri arasında hedefsiz dolaşıyorum. Sayılacak ne çok pösteki var! Kudret bir daha semtimize uğramayacak, hevâ rahat bırakmayacak. 

Kelimeler

Kelimeler ayak altında dolaşıyor, lüzumsuz kalabalık ediyorlar. Kime ne anlatmak lazım, neyi tasvir etmek icap ediyor? Anlatsan ne olur ki? Anlatabildiğin kadarı, anlaşıldığı kadarı, en iyi halde bile, çoktan uçup gitmiş, kim bilir hangi defterin arasında toz olup gitmiş bir kelebeğin yarım yamalak bir resmi. Söz başka. Kelimeler sözün hakkını vermiyor bugün. Sözün hakkı bugün susmakta. 

16 Haziran 2014 Pazartesi

ekmeleddin hoca'nın cb adaylığı ve akp'nin emanet oyları


akp oyları "akp'nin alternatifi ne" sualinin şekillendirdiği bir koalisyon manzarası arz ediyor. 2007'de ak parti oyları %30'lar civarında seyrediyordu. malum krizlerin ardından fırladı. akp politikalarını, tek adam tavrını, otoriter duruşu ve daha bir çok şeyi desteklemeyen, ama her şeye rağmen ak parti'yi karşısındaki alternatiflerden ehven gören, "denize düşen yılana sarılır" mantığıyla destekleyen bir grup var. anayasa değişikliği ile alakalı oylamada bu koalisyon azami seviyesini bulmuştu. ancak geçen zaman zarfında, başbakan aleyhindeki kanaatler güçlenmeye başladı. "akp'nin karşısındaki mevzii" dolduran "cunta" gibi "tek parti zihniyeti" gibi klasik faktörlere, gezi parkı olayları eklendi, cemaat-parti çekişmesinde, cemaate atfedilen "devlet-millet aleyhtarı" hareketler bunlara eklendi ve "ak parti'nin ak parti'den rahatsız seçmeni" arasında fazla bir çözülme yaşanmadı, zira "bunlar gitsin de şunlar mı gelsin" suali kabak gibi ortada durmaktaydı. başbakan'ı sevmeyen bir sürü kişi var, bunların bir kısmı chp'den daha fazla rahatsız oldukları için yine de başbakan'a oy veriyorlar. bu konu ile ilgili bir saha araştırmasına rastlamadım hiç, dolayısıyla sayıları, nisbetleri belli değil, neticeyi ne kadar etkileyecekleri belli değil, ama böyle bir grup mevcut.

ekmeleddin ihsanoğlu cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olarak başbakan'ın karşısına çıkarsa ne olur? bunu kestirmek kolay değil, ama ilk defa karşımıza çıkan bir durum sözkonusu: ilk defa akp'nin karşısına "akp ile aynı türden" bir alternatif çıkıyor. bu yenilik netice üzerinde etkili olabilir. "ekmeleddin hoca seçimi alır" demek abartılı belki, ama "başbakan'ın karşısında hiç şansı yok" demek de abartılı. bekleyip görmek gerekiyor.

ekmeleddin hoca için en büyük handikap, mısırdaki darbe sırasındaki "pasif" duruşu, "darbe ve sisi taraftarı" bir görüntü vermiş olması kanaatindeyim. diğer taraftan başbakan için de ucunun nereye varacağı belli olmayan bir açılım handikapı var. daha önceki dönemde başbakan'ın açılımı "aslen mhp'li olan akp seçmeni" tarafından bile tahminin üzerinde bir destek gördü, ama son zamanlardaki hadiseler,  bayrağın indirilmesi meselesi (komplo teorisyenliğini ele alırsak bunun seçim için bir hazırlık olduğunu bile üfürebiliriz), teröristlerin yol kesmesi, adam kaçırması, gaspta bulunması, birilerinin "kck kimliği" ile araç durdurup kontrol yapması gibi meseleler bu konuda yeni tereddütler doğmasına sebep olabilir.

diğer bir fark da başbakan seçmekle cumhurbaşkanı seçmek arasındaki fark. akp'nin anayasa oylamasında aldığı yüksek desteğin, bu oylamanın hükumet belirleyecek bir oylama olmamasıyla da açıklayabiliriz. aynı durum cumhurbaşkanlığı seçiminde de kısmen de olsa var. chp'ye ve mhp'ye oy vermek istemeyenler, chp ve mhp'nin desteklediği cumhurbaşkanı adayına oy vermekle, chp veya mhp'ye oy vermiş olmayacaklar. cumhurbaşkanlığı nisbeten sembolik bir görev ve bu makama oturacak kişinin "işini bilen, becerikli, güçlü biri" imajı taşıması da başbakanlık seçimindeki kadar ön planda olmayacaktır. aksine "mülayim, uzlaştırıcı" bir imajın olumlu etkisi de olabilir. ekmeleddin hoca başbakanlık seçimi için başbakan'ın karşısına çıkmış olsaydı, gerçekten şansı olmazdı; ama "abdullah gül tarzının" devamını tercih edenler, cumhurbaşkanlığının fiilen başkanlık halini almasını istemeyenler destekleyebilirler.


ak parti'nin gerçekten başbakan'a inanan kemik bir seçmen kitlesi var, lakin bu partiye oy verenler bunlardan ibaret değil. nisbeti belli olmasa da belli bir emanet oy sözkonusu ve ekmeleddin ihsanoğlu, başbakan'a her seferinde -ne hikmetse başbakan tarafından hiç fark edilmeyen, önemsenmeyen- bir muhalefet şerhi koyarak oy verenler için uygun bir seçenek olabilir. anayasa mahkemesine inat başbakan'ı destekleyenler, başbakan'a inat ekmeleddin hocayı destekleyebilir, bu ihtimali göz önünde bulundurmak yerinde olur.

14 Haziran 2014 Cumartesi

Cihad Hikâyesi




Benim cihadım, bir nevi ezilenler için silahlı mücadele idi, din telakkinde bir nevi solculuk varsa dinin rüknünü başka nasıl telakki edebilirsin ki; İslam’ın cihadıyla aynı şeyi kastettiğimden, kastetmiş olduğumdan bugün çok şüpheliyim. İtikadımda maraz vardı, bu maraz cihad anlayışıma da sirayet etmişti.Yahya Konuk, Bosna’dan Afganistan’a Cihadın Mahrem Hikayesi, Ark kitapları, 2. baskı, İstanbul 2012, s.24.


Cihad’ın Mahrem Hikayesi, güçlü ifadeleri ve ciddi tespitleri ile dikkat çeken, çarpıcı bir kitap, yazar kendisini amatör olarak vasıflandırıyor, lakin yazmaya devam etse, aksayan tarafları toparlayıp, sırf “edebi zevk” saikiyle bile okunabilecek yazılar kaleme alabilecekmiş gibi duruyor. Kitapta ilginç portreler ve tasvirler var. Hepsini aktarmak mümkün olmadığı gibi, yazarın üslubunun, bakış açısının kattığı renkleri de görebilmek için, kitabı okumak gerekiyor. Yeni baskının önsözü de, tek başına bir makale olarak okunabilecek bir muhasebe vasfında ve bilhassa takriben on sayfalık bir kısmı, Türkiye İslamcılığının ve Şia’nın tenkidi hakkında, dikkatle okunması gereken bir metin. Kitap hakkında bir tanıtım yazısı veya tenkid yazmaktan ziyade, dikkatimi çeken bazı noktalardan bahsetmek istiyorum.

“Cihad’ı” överken, mücahidleri yerin dibine sokmak nedir? Acaba mücahidlerin “arızaları” gerçekten “araz” mı, yoksa “cevher” denebilecek bir tarafı da var mı? Yani aslında iyi bir şey olan “Cihad’ın” doğru uygulanamayışından kaynaklanan aksamalar mı var, bunlar düzeltilse işler rayına girecek mi, yoksa “Cihad” anlayışında yapısal bir takım meseleler var ve bunlar, zaruri olarak uygulamada kendini mi gösteriyor? Yapmaya çalıştığınız iş doğru da, siz mi yapamıyorsunuz; yoksa ne yapmaya çalıştığınıza dair hatalar mı var?

Size karşı savaş başlatmış bir düşmana mukabele ederken, meşruiyet zemini aramanız, fikrinizi temellendirmeniz, haklı çıkmaya çalışmanız pek gerekli değil gibi görünüyor. “Temelde” mücadeleniz elzem ve ehemm bir faaliyet. Bir yandan hürmet ve hayranlık uyandırıyor. Diğer yandan meselenin “parlak” tarafı, arkasında Müslüman kelimesi gibi cihad kelimesini de zimmetine geçiren neo-hariciye zihniyetini aşan bir kafa olmayan bir hareket tarzına karşı tenkidlerinizi ortadan kaldırmıyor. Çerçevesi Marksist pratikten aşırılan, içi mânâları sağa sola çekilmiş İslamî kavramlarla doldurulan kör bir aksiyonla, en fazla düşmanı yenebilirsiniz. İşgalciyi püskürtmüş olmak, hakkında ileri geri yorumlar yapılamayacak hayatî bir başarıdır. Ancak mücadeleniz sırasında kaş yaparken kaç göz çıkardığınız, “zaferden” sonra çam ormanı devirip devirmediğiniz de, göz ardı edilemeyecek bahisler. Kabile kültürünü aşıp bir “devlet” vizyonu ortaya koyamazsanız, aksiyonunuz aslında reaksiyondan ibaretse, yıkmaya odaklanırken gösterdiğiniz başarıyı, yapmayı planlamak konusunda gösteremiyorsanız; denizi geçip gölde boğulursunuz. Sabr ü sebatınızla ferdî kahramanlık hikayeleri yazarken, dava konusunda sınıfta kalmanız da pekâlâ mümkündür.

Devrim hulyası tamamen ithal bir malzemedir, dinin esaslarından hareket ederek, bizatihi bu dinin mensupları tarafından ortaya konmuş bir çerçeve değildir. Marksizme meyleden, yalpalayan arızalı bir zihniyetin eseridir. Devrim size yeni bir dünya kurmaz, en fazla eskisini ortadan kaldırmanıza yardım eder. Devrim bir inşa değildir, yıkımdır. Devrim büyük bir aksiyon değildir, sadece hızlıdır. Kaya tabakalarını denizlerin dibinden çıkarıp yükselten, sonunda yüce dağlara çeviren yerkabuğu hareketlerine nisbetle heyelan neyi ifade ederse, yeni bir dünyayı kuracak asıl büyük hamleye nisbetle devrim de o kadar bir şeydir. Bugünki Batı’yı başımıza musallat eden; Fransız ihtilalinin devrimcilerinden çok, mesela “sobanın başında oturup düşünmekten başka bir iş yapmayan” Descartestir. Sömürge İslamcıları, Hilafet merkezinin İslamcılarının aksine, mücadeleyi direniş kavramını eksen alarak kurguladıkları için olsa gerek, bu tarz ekoller Marksist jargondan, fikir yapısından etkilenmeye açık görünüyor. Bu da bir sapma, bir kırılma meydana getiriyor. Kaldı ki ilk defa Hilafet merkezinde ortaya atılan İslamcılık fikri bile, aslında Batı’nın çizdiği çerçeveyi, İslam kaynaklarının dilini kullanarak yeniden üretmeye çalışmak gibi bir yapısal hata ile maluldü. Gelenekle irtibat kuramayan çevrelerin bu tarz hatalara kapılması kaçınılmaz duruyor. Geleneği abartıp dinin yerine koymak nasıl bir ifratsa, tamamen karşı çıkmak, ortadan kaldırmaya çalışmak, sırt çevirmek, ondan kurtulmaya çalışmak da öyle bir tefrit. Gelenek bir taraftan, “örf” kavramı üzerinden düşünüldüğünde, tali bir şer’î delil olarak değerlendirilebilir, diğer taraftan “tarihi müktesebat” vasfı da taşımaktadır. Sizin temel dinamiklerinize sahip insanların, değerlerinizi hayata geçirmek hususunda karşılaştıkları meseleler için buldukları çözümler birikerek sizin geleneğinizi oluştururlar. Eski ve belki yer yer yıpranmış da olsa, asrınızın bağlamıyla çok örtüşmüyor da olsa, gelenek sizin taşımak istediğiniz yükü taşımak üzere tasarlanmış bir kaptır. Yabancılardan aldığınız hiçbir kap ise, sizin yükünüzü taşımak için tasarlanmış olmayacaktır, bu da yükünüzü bu kaplara uydurmak zorunda kalmanız demeye gelir. Gelenek sizin “kaldığınız noktadır”, yani yola devam edeceğiniz yerdir, mutlak bağlayıcılığı olmasa bile, hesaba katılması gereklidir. Geleneği takip etmeye çalışan İslamcılık, birçok noktada modern İslamcılıktan çok daha sağlam durmaktadır ve devrim kavramının gelenek içinde çok rahat oturtulabileceği bir yer yoktur. Devlet kavramından hareket edenlerin pek çok zaafları olmakla birlikte, duruşlarının daha sahih olduğu aşikardır. Benzer şeyler savaş kavramı için de tekrarlanabilir. Savaş asli bir durum değildir, aslolan sulhtur. Savaşın hedefi sulhtur. Teori içindeki yeri ve ağırlığı da buna göre belirlenmelidir. Savaş “küçük cihad” ise, nasıl fikriyatınızın ana ekseni olabilir? Devrim ve savaş kavramlarının öne çıkması, meselenin belki de o kadar acil olmayan, ama daha büyük, daha karmaşık, daha zor taraflarının gözardı edilmesi ile neticelenir. Neden kullandığınız silahları kendinizin üretemediğinden, savaşın finansmanı konusunda bile, kendisine karşı savaştığınız düzenin çizdiği çerçeveye mahkum kaldığınızdan başlayın; birilerinin fütursuzca ülkenizi işgal edip insanlarınıza zulmedebilecekleri bir dünya düzeninin ilmi, fikri, siyasi, iktisadi vs vechelerinin karşısına ne koyabildiğinizden, daha doğrusu koyamadığınızdan çıkın; sayısız mesele… Batı’nın oyuncakları, kurallarını Batı’nın koyduğu bir oyun: bu şartları kırmadıkça varabileceğiniz en büyük netice: “oyunbozanlık”. Bu konulardaki vizyonsuzluk, aksiyonu iki boyutlu bir dekor seviyesine indiriyor, karikatüre dönüştürüyor. Değerlerimizi ancak kılıçla savunabileceğimiz tam doğru değil, o kadar kolay olsaydı, Millî Mücadele tamamlandığında, değerlerimizi de koruyabilmiş olurduk.

Burada durup yazarın Türkiyedeki İslamî hareket hakkında, bilhassa atalet ve karakter zaafları gibi konulardaki tenkidlerine kulak vermekte fayda var. Devlete sahip çıkmak “iyi bir teori” olsa da, iyi bir kadroyla yürütülmediği sürece bir hedefe, en azından arzu edilir bir hedefe ulaşması zor olacaktır. İslam aleminin diğer yerlerini bilemiyorum, ama Türkiye’nin iman ve ahlak zaafı, aşması gereken en mühim mesele.

Bosna bölümünde Türklerin grup davranışı ile alakalı tesbitler var. Ortada ciddi bir baş olmayınca herkesin baş olmaya kalkması, ilişkilerin ahbap çavuş ilişkisine dönmesi ve çete gibi davranılması… Baş olma meselesi hem zaaf hem kudret olan bir hiyerarşik gelenekten geliyor. Hiyerarşi boşluk kabul etmiyor, ağ üzerinde varolmaya alışan fertler hiçbir zaman müstakil “birey” gibi davranmıyor. Hiyerarşi sabit bir değer olunca, ister istemez liderlik meselesi kaçınılmaz hale geliyor. Eksik olan potansiyel liderlerin yetiştirilmesi ve liderin belirlenmesi ile alakalı kalıcı mekanizmalar. İşlerimizi sempatik kanaldan yürütme alışkanlığımız ise, kaide, düstur, usûl gibi konulardaki ilgisizliğimizin, disiplinsizliğimizin neticesi. Her şeyimiz modüler ve mobil. Fazla müktesebat taşınabilir bir şey değil. Karmaşık bir sistem için göçmeyi bırakıp yerinde durmak gerek. Bin yıl boyunca bu konularda katettiğimiz mesafeyi kaybettiğimiz ve bozkır reflekslerimize döndüğümüz için çeteleşme kaçınılmaz.

Kitapta jöntürk cuntasının açtığı hasarı da, “yeniden İslamîleşme” sürecinin ortaya çıkardığı arazları da görebiliyor, takip edebiliyoruz. Mesela Bosna’da Selami Yurdan cephesinin zaafları olarak “subaysızlık, âlimsizlik, dilsizlik” faktörleri zikrediliyor. Bunların üçü de rejimin dine ve geleneğe karşı tavrının yansımaları. Ancak “Radikal” İslamî çevreler de Kemalizmin çizdiği çerçeveyi aşabilmiş değiller. Yazarın da ifade ettiği gibi, Osmanlı’ya karşı Kemalistlerle aynı safta olmak, gerçekten tuhaf bir durum: birinin yıktığını öbürü de reddediyor. Hadi “dinde özleşme” gayretinin bir mantığı var diyelim de, “dilde özleşme” konusunda da Bolşeviklerin, Kemalistlerin peşine düşüp abuk sabuk özenti ve kısır bir dile saplanıp kalmanın mânâsı nedir? (Bu arada not etmek gerekir ki, yazarın Türkçesi böyle değil, düzgün bir dille yazıyor.) Gerçi yazar dilsizlik derken, tamamen başka bir şeyi, mücahidlerin Boşnakça öğrenmekteki ilgisizliğini kastediyor, sözünü ettiğimiz konudan bahsetmiyor. Lakin çok canımız sıkılırsa bu ikisini de birbirine bağlayabiliriz. “Boşnakça bilseler ne olacaktı, söyleyebilecek bir şeyleri yoktu” tarzındaki tesbiti, “söyleyecek bir şeyleri olamazdı, muhtemelen doğru dürüst Türkçe de bilmiyorlardı” diye devam ettirebiliriz. Birbirine eklenerek devam eden meseleler sözkonusu. Cemaat rekabeti konusunda kaydedilenler de rejimin doğrudan ve dolaylı zararları konusuna dâhil edilmeli. Cemaatlerin ortak bir dava şuurundan çok, cemaat asabiyesiyle karşımıza çıkmalarında, gelenekteki devamlılığın kopuşu, uzun süre birbiriyle irtibatsız bir yeraltı faaliyeti şeklinde hizmeti sürdürmek mecburiyetinde kalışın payı olsa gerek.

Kitapta bilinçaltlarına etki eden ırkçı etkilere rağmen ümmet olmayı “yeniden” denemek hususundan bahsediliyor. Birincisi bir millete, bir kavme mensup olma şuurunun menfi bir tavırla özdeşleştirilmesi doğru değil. Milliyetçilik bu değil. Pekâlâ müsbet bir tavır içinde bir yandan bir millete mensup olduğunuzun farkında iken diğer taraftan İslam kardeşliğini kurmaya ve sürdürmeye yönelik bir tavır gösterebilirsiniz. Kavmiyet şuurunu saldırgan, aşağılayıcı bir tavra dönüştürmek ifratsa, tamamen ortadan kaldırmaya çalışmak da tefrittir. “Ahi” olabilmek için bütün sosyolojik mirasınızdan tecerrüd edip şekilsiz, renksiz varlıklara dönüşmek mecburiyetinde değilsiniz. Ne bu mirası isteseniz de ortadan kaldırabilirsiniz, ne de böyle bir hayale dayanan “ümmet birliği” fikrinin hayata geçirilmesi imkânı var. Yapmanız gereken renkleri silmek değil, ahenkli bir şekilde bir araya getirmenin yolunu aramak. Allah’ın insanları “şubeler” halinde yaratmasının bir hikmeti olsa gerek diye düşünmeli. Bana çok etkileyici gelen bir video izlemiştim. Afrika ülkelerinden birine giden bir Türk, Kur’an okuyan zencilerin yanına oturup dinlemeye başlıyor. Bitirdikleri zaman da “sadakallahülazim” diyor. Ancak o anda yanlarına giden beyazın Müslüman olduğunu fark eden ve belki de hayatlarında ilk defa beyaz bir Müslüman gören zencilerin sevinci, hassasiyeti görmeye değerdi. Bu hikâyeden siyahı ve beyazı çıkarırsanız, mânâsı ortadan kalkar. Farklılığın, benzerlikten fazla yakınlaştırıcı etkisi olabilir. Müslüman olmanın yolunun Türk veya Arap olmamaktan geçtiğini sanıyorsanız, yolda kalacaksınız demektir. İkinci husus da “yeniden” ortaya konacak bir şeyin olmaması. Ümmet derken kastettiğiniz “Müslümanların hey’et-i mecmuası” şeklinde bir toplamın ötesinde, bir sosyolojik vakıa ise, henüz öyle bir şey yok. Bunun fikir olarak ortaya çıkışı bile çok yeni, ancak 19. asrın sonlarına kadar gidiyor. Geçmişin sosyal şartları ve iletişim imkânları ile bugünkiler çok farklı, hedefiniz “yeniden” değil “yeni” bir şey meydana getirmek olmalı. Daha önce hep toplum birbirinden ayrı, kopuk şekilde yaşıyordu. Bütün Müslümanların birbiriyle iç içe, temas halinde yaşadıkları büyük ve tek bir topluluk geçmişte varolmuş bir şey değil. Bir fikrin uygulanabilir olması için, ayaklarının biraz yere basması lazım, ümmet fikri de buna dâhil. Mevcut şekliyle İslamcı jargondaki ümmet kavramı, komünizmin proleterya diktatörlüğü gibi ideolojik bir kurguyu işaret ediyor. Kafanızdaki felsefi soyutlamalara takılıp tarihe ve sosyolojiye sırtınızı dönmeyin ki, göğe bakarken taşa takılıp yere kapaklanmayın.

Hikaye’de dikkati çeken bir husus, farklı ülkelerden gelen mücahidler arasındaki ilişkiler; bir taraftan geldikleri yerlerin hususiyetlerini taşısalar da, diğer taraftan kaynaşmaya ve benzeşmeye, içinden çıktıkları toplumlardan kopmaya başlayan ve daha önce arasında yaşadıkları toplumlar tarafından da pek tanınmayan bir zümrenin işaretleri. Kalıcı bir sosyoloji kazanmaya başlayan, ruşeym halindeki bir “ümmet” denebilecek bu “cihatçılar” fenomenini incelemek gerekiyor. Cihad’ın Mahrem Hikayesi’nde pek çok tasvirin içinde en alaka celbedici olanları kanaatimce maneviyata dair tablolar. Bir taraftan bu vesileyle “Türkiye İslamcılığının” mühim bir aksaklığını görebiliyoruz, diğer taraftan “cihadî örgütler militanlarının” basit savaşçılardan teşekkül eden bir yığından fazla bir şey olduğuna dair ipuçları yakalayabiliyoruz. En azından bu insanları yeteri kadar tanımadığımızı söyleyebiliriz.

“İddiamız olmayan bu ülke” üzerinde durmak gereken bir ifade, ortada bir “Medine” tasavvurunun bulunmadığını güzel bir şekilde özetliyor. İslam tasavvurunuz savaşla özdeşleştirilmiş bir cihad fikrinden ibaretse, “Medine’yi” rüyanızda bile göremezsiniz. Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke döneminde çete toplayıp dağa çıkmadı. Medine’den ordu çıkardı. Savaş bittiğinde bu ordu, işine gücüne, tarlasına, çarşısına pazarına, ailesine dönüyordu, küçük cihaddan büyük cihada dönüyordu. “Ensar” üzerinde düşünmemiz gereken bir kavram. Efendimiz insanlara hitap ediyordu, ama insanlar soyut hayalî varlıklar değildi, sosyolojik organizasyonlar halinde bulunuyordu. Davet bazı zamanlar kabilelere yöneliyordu, bazen şehirlere, devletlere. Kureyş davete cevap vermedi, Taif vermedi; Medine ve Ensar cevap verdi ve Efendimiz de Medine’yi ve Ensar’ı seçti, sadece kendisine başka bir yardımcı çıkmadığında değil, Mekke’nin fethinden sonra da Medine’yi ve Ensar’ı seçti. Bu acaba vefadan ibaret bir seçim miydi, yoksa Medine’de ve Ensar’da başka bir şey mi vardı? Şehirden, insanlardan savaşa kaçmak Efendimiz’in bize öğrettiği usûl müdür, cihad bu mudur, düşünmek lazım. Ensar olmaya talip olmak ve kendi Medinemizi arama, kurma yoluna girmek lazım. “Bu ülke” hususunda bir iddiamız yoksa neyin davasındayız?

“Amerikan ve İsrail hedeflerine karşı, kendi ülkesini cepheleştirmek ve böylece ümmetin kurtuluşuna katkı yapmak” Hikaye’de bahsi geçen manevi derinliklere taban tabana zıt düşen, basit ve sığ bir slogandan başka bir şey değil. İster acı acı gülümseyin, ister oturup ağlayın. Bu şablon Sovyetlerin işgale hazırlandığı ülkelerde yıkım ve kaos ortamını hazırlamak üzere militanlarına yutturduğu dolmadan başka bir şey değil, sadece araya İsrail ve ümmet kelimeleri sıkıştırılmış. Hayalî bir ümmet uğruna, hayalî bir düşmana karşı savaşmak için, kendi ülkelerini kan gölüne çeviren, kendi dünyalarını salata gibi doğrayıp, uluslararası kurtlar sofrasına altın tabakta servis eden “mücahidler”, düşmanın hesaplarını kolaylaştırmakta, karşı çıktıkları kukla rejimlerle yarışıyorlar, müstakbel İslam birliğinin tekerine bir taş da kendileri koyuyorlar.

Amerika ve İsrail düşmanlığının temel bir değer gibi işlenmesi, “siyasal İslam” fikrinin mühim bir zaafı. Sağlıklı bir düşünce kendini düşmanı üzerinden tarif etmez; kendisini tarif eder, düşmanı –daha doğrusu kendi kendini düşman haline getirenleri- bu tarif üzerinden belirler. “Büyük düşman” konjonktüre göre değişebilecek bir hedeftir. Hikaye’de Afganistan bölümünde bile Rusya’dan pek bahsedilmiyor, bir tarafta “ümmet” ve diğer tarafta Amerika ve İsrail ile bunların kuklası olan rejimlerin yer aldığı kurgusal bir dünya tasvir ediliyor. Amerika ve İsrail kadar, Rusya ve Çin, veya çeşitli Avrupa devletleri gibi çok farklı odakların da Müslümanların aleyhinde faaliyetlerde bulunarak isimlerini düşmanlar listesine eklemeleri ihtimalinin akıldan geçmemesi veya “kategorik kötü” pozisyonunu tek başlarına işgal eden iki devletin yanına adlarının yazılamamış olması büyük bir hata. Sırplar, Hırvatlar, Hindular da mı, Amerikan-İsrail ortak yapımı? Myanmar’da Budistleri Müslümanlara saldırtan da mı Amerika? Amerika’nın gücü, mühadaleci politikaları, dünya liderliği rolü gibi sebeplerle diğer düşmanların arasından sıyrılıp “baş düşman” rolünü oynaması başka bir şey, karikatürize bir dünya algısının “kötü adam” karakteri yerine oturtulması bambaşka bir şey. Burada Sovyet propagandasının izlerini görüyoruz. Marksist modele göre “cihad” üretimi yaparsanız, üretim hattındaki “bulaşmaya” engel olmanız zor. Keza burada İran “İslam” Devrimi’nin açık etkisini görüyoruz. Yazar önsözde İran’ın durumunu uzun uzun sorguluyor, Afganistan bölümünde ise “Sünni-Selefi” hareket üzerindeki İran etkisinden bahsediyor, bu ikisini yan yana koyup tekrar düşünmek yerinde olur. İran devletinin politikaları ve mezhep taassubu yanında, “cihad” hareketinin zihniyetinin şekillenmesine katkısı da, ittihad-ı İslam fikrine verdiği bir zarar olarak kaydedilmeli. Şia’nın sorgulanması, harici-meşrep Selefi zihniyetinin ittihad-ı İslam fikrine verdiği zararın değerlendirilmesiyle devam etmeli. Selefi tavır ile Arap karakterinin ilişkisinin değerlendirildiği satırlar, kabile zihniyeti de eklenerek, “devrim/cihad” fenomeninin kendisini de içine alacak şekilde genişletilebilir. “Selefileri yerden yere vuranlar neredeler” suali, üzerinde durmak gereken bir sual. “Cihad” adını taktığınız “devrimci hareket” belki de sadece Selefilere uygun bir hareket olamaz mı? Kendi fraksiyonundan başka herkesi tekfir eden bir tavır, teoride Amerika’yı, İsrail’i büyük düşman saysa da, pratikte en çok zararı Müslümanlara veriyor. Usûl açısından bir Müslümanın, elinde silah olan başka bir Müslümana nasıl mukabele etmesi gerektiği bile tartışılabilecek bir konu iken, “Amerika’ya karşı” silahsız Müslümanları öldürmek akıl almaz bir hareket. Müslümanların ülkesini işgal eden kâfirlere karşı silahlı direniş, tenkide açık noktaları olsa da, asil bir hareket ve her şeye rağmen cihad başlığı altında incelebilir. Ancak “bir devrimci ideoloji olarak Cihatçı İslamcılık” bu çizginin çok dışına çıktı ve halis niyetli Müslümanların oturup bu hareketi tepeden tırnağa sorgulaması gerekiyor.

Zulmetmedikleri sürece, reyimiz, kanaatimiz farklı da olsa, Cihad niyetiyle ortaya çıkan ve küffarla mücadele eden veya etmeye çalışanların karşısında olmak yerinde değil. Ancak heyecan ve samimiyet, hadisata baktığınız zaviyeyi genişletmiyor. Aynı safta olmamakta mazuruz. Aynı safta olmayanlara atılan acı okların hangi nisbette doğru hedeflere ildiğini sorgulamakta da mazuruz. Diğer taraftan akıldan çıkarmamak gereken bir husus da, birilerinin cihad “kelimesini” bu kadar kolay zimmetlerine geçirebilmelerinin, o kelimenin gereğini ifa konusunda başkaları tarafından fazla bir şey yapılmıyor olmasıyla da açıklanabileceği. “Selefileri yerden yere vuranlar neredeler” sualini burada tekrarlamak gerekiyor; bir örgüte katılıp gerilla harbi vermek, bir takım eylemler yapmak, cihadın doğru şekli olmayabilir, peki doğru şeklin ne olduğuna dair bir fikrimiz var mı?

Hikaye daha ziyade olumsuzluklara odaklanmış bir hatırat gibi görünse de, gerilla eğitiminin reklamını gayet güzel yapmaktan da geri kalmıyor. Adamların fikriyatını benimsemiş olsanız ve dizlerinize güvenseniz, “kalkıp dağa mı çıksam” diye düşünmeye başlayacaksınız neredeyse. Tenkidler ne olursa olsun, izlenen fedakârlık, cihad arzusu bir taraftan gıpta ve hayranlık, diğer taraftan suçluluk ve eksiklik hissi hâsıl ediyor. Anlaşılmadan yargılanmama beklentisi yerinde bir beklenti. İslam birliği için zaruri bir adım, Müslümanların birbirini birinci elden tanımaları, aralarındaki engelleri aşmaları. Bu tarz kitaplar da bu maksada hizmet edebilir. Eline sağlık “Yahya Konuk”, Rabbim sa’yini meşkûr eylesin, kalplerimizi hidayet üzerinde birleştirsin…


9 Haziran 2014 Pazartesi

Din kültürsüzlüğü: kapalı bacılar ve türbansız kardeşler / tw


kimine göre başörtüsü bir tür "masumiyet karinesi", kimi başörtülüleri "hizaya getirse" dünya kurtulacak sanıyor; ifrat ve tefrit... başörtülü birine bir şey deyince, kimi hemen başlıyor, "ama acılar, mağduriyetler vb". eyvallah da onunla bunun ne alakası var? bazısı da başörtülülerin hatalarını tespit radarına dönüşmüş, elinden gelse kızgın maşayla dövecek hepsini...

makarayı başa sarıp temel kavramları hatırlamak gerekiyor, başörtüsü kelimesini unutun. tesettür diye bir şey var(dı), erkek ve kadın için..

arkadaş erkek, kız olsa başörtülü olurdu, o cinsten bir erkek. face'e bir fotoğraf koymuş: bir kızla birlikte (konu bu değil, ama kız açık) arkadaş resimde elini kızın beline dolamış. bu arkadaş kız olsa ve başörtülü olsa tefe koyar millet, ama erkek ve kimse fark etmiyor. adam "türbanlı" bir adam, ama kimse onun "türbanlı adam" olduğunu fark etmiyor, dolayısıyla örnek teşkil edemiyor, kimse eleştirmiyor. kızı da, fotoğrafı da bırak bir yana; "tesettürlü erkek" sokağa çıkınca "tesettürlü" olduğu anlaşılmıyor, buradan mı başlasak lafa?

sakal yok hadi, bıyık da yok. yırtık kot. sakal olmayaydı belki de, kirli sakal, ama harbiden kirli, yaylanarak yürüyor, uluorta "uluorta" konuşuyor, arkadaşına el şakası yapıyor vs vs, ama ney kursundan geliyor, cengaver; buyur buradan yak...

din etrafında bir kültür hâlesi ile yaşanıyor, hayatın olduğu yerde kültür de vardır, kültürden soyutlanmış "salt din" göremezsiniz. din size belirli esaslar verir, bazısı teferruatlı olsa da, bazısı soyut prensipler halindedir, hayata geçirecek formülü siz bulursunuz. kültürü içinde dini bozmadan taşımaya yarayan bir kap gibi düşünelim, her kapta her esas taşınamaz. içinde yaşadığınız kültür, benimsediğiniz dinle çelişiyorsa, dini sağa sola çekmeye başlıyorsunuz; hayat tarzınız dininiz haline geliyor. erkek ya da kadın, batılı gibi yaşamaya başladığınızda, din ortada savunmasız kalmış oluyor.

ideal durumda, hayat tarzınıza bakan birinin hangi dinden, hangi milletten olduğunu dışarıdan bakmakla söyleyebilmesi lazım. kılık kıyafet, hal ve tavır, adap erkan gibi kavramlar da bu cümleye dahil. "namazımı da kılarım ecnebiler ne yapıyorsa da yaparım" yok. madem sen bu değerleri benimsiyorsun, bunlar hayatının temeli, o zaman hayatını bunların üzerine kurmaya gayret edeceksin.

başıma eşarp bağlarsam ne istersem yaparım anlayışı ne kadar vahimse, bunun erkeklerdeki karşılığı da o kadar vahim, belki de daha çok… onu hasbelkader bir eşarp bağlıyor bir yerlere, seni ne bağlıyor? onu hiç olmazsa sorgulayacak kadar teşhis edebiliyorum, seni? halinden tavrından, şeklinden şemalinden, hiçbir şeyinden anlaşılmıyor, müslüman mısın, katolik misin, ateist misin, nesin? o kızın başörtülü olduğu için yapamayacağı şeyler var ya, tipinden müslüman olduğun anlaşılmıyor diye, sana serbest olmuyor...

nefs herkeste var da, "efkarı" koyvermemek lazım. tipimiz müsait değil diye "eksik kaldığımız" işler içimizde ukde olmasın...


allah halimizi ahirimizi hayreylesin