“Benim
cihadım, bir nevi ezilenler için silahlı mücadele idi, din telakkinde bir nevi
solculuk varsa dinin rüknünü başka nasıl telakki edebilirsin ki; İslam’ın
cihadıyla aynı şeyi kastettiğimden, kastetmiş olduğumdan bugün çok şüpheliyim.
İtikadımda maraz vardı, bu maraz cihad anlayışıma da sirayet etmişti.” Yahya Konuk, Bosna’dan Afganistan’a Cihadın Mahrem Hikayesi, Ark
kitapları, 2. baskı, İstanbul 2012, s.24.
Cihad’ın Mahrem Hikayesi,
güçlü ifadeleri ve ciddi tespitleri ile dikkat çeken, çarpıcı bir kitap, yazar
kendisini amatör olarak vasıflandırıyor, lakin yazmaya devam etse, aksayan
tarafları toparlayıp, sırf “edebi zevk” saikiyle bile okunabilecek yazılar
kaleme alabilecekmiş gibi duruyor. Kitapta ilginç portreler ve tasvirler var.
Hepsini aktarmak mümkün olmadığı gibi, yazarın üslubunun, bakış açısının
kattığı renkleri de görebilmek için, kitabı okumak gerekiyor. Yeni baskının
önsözü de, tek başına bir makale olarak okunabilecek bir muhasebe vasfında ve
bilhassa takriben on sayfalık bir kısmı, Türkiye İslamcılığının ve Şia’nın tenkidi
hakkında, dikkatle okunması gereken bir metin. Kitap hakkında bir tanıtım
yazısı veya tenkid yazmaktan ziyade, dikkatimi çeken bazı noktalardan bahsetmek
istiyorum.
“Cihad’ı” överken,
mücahidleri yerin dibine sokmak nedir? Acaba mücahidlerin “arızaları” gerçekten
“araz” mı, yoksa “cevher” denebilecek bir tarafı da var mı? Yani aslında iyi
bir şey olan “Cihad’ın” doğru uygulanamayışından kaynaklanan aksamalar mı var,
bunlar düzeltilse işler rayına girecek mi, yoksa “Cihad” anlayışında yapısal
bir takım meseleler var ve bunlar, zaruri olarak uygulamada kendini mi
gösteriyor? Yapmaya çalıştığınız iş doğru da, siz mi yapamıyorsunuz; yoksa ne
yapmaya çalıştığınıza dair hatalar mı var?
Size karşı savaş başlatmış
bir düşmana mukabele ederken, meşruiyet zemini aramanız, fikrinizi
temellendirmeniz, haklı çıkmaya çalışmanız pek gerekli değil gibi görünüyor.
“Temelde” mücadeleniz elzem ve ehemm bir faaliyet. Bir yandan hürmet ve
hayranlık uyandırıyor. Diğer yandan meselenin “parlak” tarafı, arkasında
Müslüman kelimesi gibi cihad kelimesini de zimmetine geçiren neo-hariciye
zihniyetini aşan bir kafa olmayan bir hareket tarzına karşı tenkidlerinizi
ortadan kaldırmıyor. Çerçevesi Marksist pratikten aşırılan, içi mânâları sağa
sola çekilmiş İslamî kavramlarla doldurulan kör bir aksiyonla, en fazla düşmanı
yenebilirsiniz. İşgalciyi püskürtmüş olmak, hakkında ileri geri yorumlar
yapılamayacak hayatî bir başarıdır. Ancak mücadeleniz sırasında kaş yaparken
kaç göz çıkardığınız, “zaferden” sonra çam ormanı devirip devirmediğiniz de,
göz ardı edilemeyecek bahisler. Kabile kültürünü aşıp bir “devlet” vizyonu
ortaya koyamazsanız, aksiyonunuz aslında reaksiyondan ibaretse, yıkmaya
odaklanırken gösterdiğiniz başarıyı, yapmayı planlamak konusunda
gösteremiyorsanız; denizi geçip gölde boğulursunuz. Sabr ü sebatınızla ferdî
kahramanlık hikayeleri yazarken, dava konusunda sınıfta kalmanız da pekâlâ
mümkündür.
Devrim hulyası tamamen
ithal bir malzemedir, dinin esaslarından hareket ederek, bizatihi bu dinin
mensupları tarafından ortaya konmuş bir çerçeve değildir. Marksizme meyleden,
yalpalayan arızalı bir zihniyetin eseridir. Devrim size yeni bir dünya kurmaz,
en fazla eskisini ortadan kaldırmanıza yardım eder. Devrim bir inşa değildir,
yıkımdır. Devrim büyük bir aksiyon değildir, sadece hızlıdır. Kaya tabakalarını
denizlerin dibinden çıkarıp yükselten, sonunda yüce dağlara çeviren yerkabuğu
hareketlerine nisbetle heyelan neyi ifade ederse, yeni bir dünyayı kuracak asıl
büyük hamleye nisbetle devrim de o kadar bir şeydir. Bugünki Batı’yı başımıza
musallat eden; Fransız ihtilalinin devrimcilerinden çok, mesela “sobanın
başında oturup düşünmekten başka bir iş yapmayan” Descartestir. Sömürge
İslamcıları, Hilafet merkezinin İslamcılarının aksine, mücadeleyi direniş
kavramını eksen alarak kurguladıkları için olsa gerek, bu tarz ekoller Marksist
jargondan, fikir yapısından etkilenmeye açık görünüyor. Bu da bir sapma, bir
kırılma meydana getiriyor. Kaldı ki ilk defa Hilafet merkezinde ortaya atılan
İslamcılık fikri bile, aslında Batı’nın çizdiği çerçeveyi, İslam kaynaklarının
dilini kullanarak yeniden üretmeye çalışmak gibi bir yapısal hata ile maluldü.
Gelenekle irtibat kuramayan çevrelerin bu tarz hatalara kapılması kaçınılmaz
duruyor. Geleneği abartıp dinin yerine koymak nasıl bir ifratsa, tamamen karşı
çıkmak, ortadan kaldırmaya çalışmak, sırt çevirmek, ondan kurtulmaya çalışmak
da öyle bir tefrit. Gelenek bir taraftan, “örf” kavramı üzerinden
düşünüldüğünde, tali bir şer’î delil olarak değerlendirilebilir, diğer taraftan
“tarihi müktesebat” vasfı da taşımaktadır. Sizin temel dinamiklerinize sahip
insanların, değerlerinizi hayata geçirmek hususunda karşılaştıkları meseleler
için buldukları çözümler birikerek sizin geleneğinizi oluştururlar. Eski ve
belki yer yer yıpranmış da olsa, asrınızın bağlamıyla çok örtüşmüyor da olsa,
gelenek sizin taşımak istediğiniz yükü taşımak üzere tasarlanmış bir kaptır.
Yabancılardan aldığınız hiçbir kap ise, sizin yükünüzü taşımak için tasarlanmış
olmayacaktır, bu da yükünüzü bu kaplara uydurmak zorunda kalmanız demeye gelir.
Gelenek sizin “kaldığınız noktadır”, yani yola devam edeceğiniz yerdir, mutlak
bağlayıcılığı olmasa bile, hesaba katılması gereklidir. Geleneği takip etmeye
çalışan İslamcılık, birçok noktada modern İslamcılıktan çok daha sağlam
durmaktadır ve devrim kavramının gelenek içinde çok rahat oturtulabileceği bir
yer yoktur. Devlet kavramından hareket edenlerin pek çok zaafları olmakla
birlikte, duruşlarının daha sahih olduğu aşikardır. Benzer şeyler savaş kavramı
için de tekrarlanabilir. Savaş asli bir durum değildir, aslolan sulhtur.
Savaşın hedefi sulhtur. Teori içindeki yeri ve ağırlığı da buna göre
belirlenmelidir. Savaş “küçük cihad” ise, nasıl fikriyatınızın ana ekseni
olabilir? Devrim ve savaş kavramlarının öne çıkması, meselenin belki de o kadar
acil olmayan, ama daha büyük, daha karmaşık, daha zor taraflarının gözardı
edilmesi ile neticelenir. Neden kullandığınız silahları kendinizin
üretemediğinden, savaşın finansmanı konusunda bile, kendisine karşı
savaştığınız düzenin çizdiği çerçeveye mahkum kaldığınızdan başlayın;
birilerinin fütursuzca ülkenizi işgal edip insanlarınıza zulmedebilecekleri bir
dünya düzeninin ilmi, fikri, siyasi, iktisadi vs vechelerinin karşısına ne
koyabildiğinizden, daha doğrusu koyamadığınızdan çıkın; sayısız mesele…
Batı’nın oyuncakları, kurallarını Batı’nın koyduğu bir oyun: bu şartları
kırmadıkça varabileceğiniz en büyük netice: “oyunbozanlık”. Bu konulardaki
vizyonsuzluk, aksiyonu iki boyutlu bir dekor seviyesine indiriyor, karikatüre
dönüştürüyor. Değerlerimizi ancak kılıçla savunabileceğimiz tam doğru değil, o
kadar kolay olsaydı, Millî Mücadele tamamlandığında, değerlerimizi de
koruyabilmiş olurduk.
Burada durup yazarın
Türkiyedeki İslamî hareket hakkında, bilhassa atalet ve karakter zaafları gibi
konulardaki tenkidlerine kulak vermekte fayda var. Devlete sahip çıkmak “iyi
bir teori” olsa da, iyi bir kadroyla yürütülmediği sürece bir hedefe, en
azından arzu edilir bir hedefe ulaşması zor olacaktır. İslam aleminin diğer
yerlerini bilemiyorum, ama Türkiye’nin iman ve ahlak zaafı, aşması gereken en
mühim mesele.
Bosna bölümünde
Türklerin grup davranışı ile alakalı tesbitler var. Ortada ciddi bir baş
olmayınca herkesin baş olmaya kalkması, ilişkilerin ahbap çavuş ilişkisine
dönmesi ve çete gibi davranılması… Baş olma meselesi hem zaaf hem kudret olan
bir hiyerarşik gelenekten geliyor. Hiyerarşi boşluk kabul etmiyor, ağ üzerinde
varolmaya alışan fertler hiçbir zaman müstakil “birey” gibi davranmıyor.
Hiyerarşi sabit bir değer olunca, ister istemez liderlik meselesi kaçınılmaz
hale geliyor. Eksik olan potansiyel liderlerin yetiştirilmesi ve liderin
belirlenmesi ile alakalı kalıcı mekanizmalar. İşlerimizi sempatik kanaldan
yürütme alışkanlığımız ise, kaide, düstur, usûl gibi konulardaki
ilgisizliğimizin, disiplinsizliğimizin neticesi. Her şeyimiz modüler ve mobil.
Fazla müktesebat taşınabilir bir şey değil. Karmaşık bir sistem için göçmeyi
bırakıp yerinde durmak gerek. Bin yıl boyunca bu konularda katettiğimiz
mesafeyi kaybettiğimiz ve bozkır reflekslerimize döndüğümüz için çeteleşme
kaçınılmaz.
Kitapta jöntürk
cuntasının açtığı hasarı da, “yeniden İslamîleşme” sürecinin ortaya çıkardığı
arazları da görebiliyor, takip edebiliyoruz. Mesela Bosna’da Selami Yurdan
cephesinin zaafları olarak “subaysızlık, âlimsizlik, dilsizlik” faktörleri
zikrediliyor. Bunların üçü de rejimin dine ve geleneğe karşı tavrının
yansımaları. Ancak “Radikal” İslamî çevreler de Kemalizmin çizdiği çerçeveyi
aşabilmiş değiller. Yazarın da ifade ettiği gibi, Osmanlı’ya karşı
Kemalistlerle aynı safta olmak, gerçekten tuhaf bir durum: birinin yıktığını
öbürü de reddediyor. Hadi “dinde özleşme” gayretinin bir mantığı var diyelim
de, “dilde özleşme” konusunda da Bolşeviklerin, Kemalistlerin peşine düşüp abuk
sabuk özenti ve kısır bir dile saplanıp kalmanın mânâsı nedir? (Bu arada not
etmek gerekir ki, yazarın Türkçesi böyle değil, düzgün bir dille yazıyor.) Gerçi
yazar dilsizlik derken, tamamen başka bir şeyi, mücahidlerin Boşnakça
öğrenmekteki ilgisizliğini kastediyor, sözünü ettiğimiz konudan bahsetmiyor.
Lakin çok canımız sıkılırsa bu ikisini de birbirine bağlayabiliriz. “Boşnakça
bilseler ne olacaktı, söyleyebilecek bir şeyleri yoktu” tarzındaki tesbiti,
“söyleyecek bir şeyleri olamazdı, muhtemelen doğru dürüst Türkçe de
bilmiyorlardı” diye devam ettirebiliriz. Birbirine eklenerek devam eden
meseleler sözkonusu. Cemaat rekabeti konusunda kaydedilenler de rejimin
doğrudan ve dolaylı zararları konusuna dâhil edilmeli. Cemaatlerin ortak bir
dava şuurundan çok, cemaat asabiyesiyle karşımıza çıkmalarında, gelenekteki
devamlılığın kopuşu, uzun süre birbiriyle irtibatsız bir yeraltı faaliyeti
şeklinde hizmeti sürdürmek mecburiyetinde kalışın payı olsa gerek.
Kitapta bilinçaltlarına
etki eden ırkçı etkilere rağmen ümmet olmayı “yeniden” denemek hususundan
bahsediliyor. Birincisi bir millete, bir kavme mensup olma şuurunun menfi bir
tavırla özdeşleştirilmesi doğru değil. Milliyetçilik bu değil. Pekâlâ müsbet
bir tavır içinde bir yandan bir millete mensup olduğunuzun farkında iken diğer
taraftan İslam kardeşliğini kurmaya ve sürdürmeye yönelik bir tavır
gösterebilirsiniz. Kavmiyet şuurunu saldırgan, aşağılayıcı bir tavra
dönüştürmek ifratsa, tamamen ortadan kaldırmaya çalışmak da tefrittir. “Ahi”
olabilmek için bütün sosyolojik mirasınızdan tecerrüd edip şekilsiz, renksiz
varlıklara dönüşmek mecburiyetinde değilsiniz. Ne bu mirası isteseniz de
ortadan kaldırabilirsiniz, ne de böyle bir hayale dayanan “ümmet birliği”
fikrinin hayata geçirilmesi imkânı var. Yapmanız gereken renkleri silmek değil,
ahenkli bir şekilde bir araya getirmenin yolunu aramak. Allah’ın insanları
“şubeler” halinde yaratmasının bir hikmeti olsa gerek diye düşünmeli. Bana çok
etkileyici gelen bir video izlemiştim. Afrika ülkelerinden birine giden bir
Türk, Kur’an okuyan zencilerin yanına oturup dinlemeye başlıyor. Bitirdikleri
zaman da “sadakallahülazim” diyor. Ancak o anda yanlarına giden beyazın
Müslüman olduğunu fark eden ve belki de hayatlarında ilk defa beyaz bir
Müslüman gören zencilerin sevinci, hassasiyeti görmeye değerdi. Bu hikâyeden
siyahı ve beyazı çıkarırsanız, mânâsı ortadan kalkar. Farklılığın, benzerlikten
fazla yakınlaştırıcı etkisi olabilir. Müslüman olmanın yolunun Türk veya Arap
olmamaktan geçtiğini sanıyorsanız, yolda kalacaksınız demektir. İkinci husus da
“yeniden” ortaya konacak bir şeyin olmaması. Ümmet derken kastettiğiniz
“Müslümanların hey’et-i mecmuası” şeklinde bir toplamın ötesinde, bir
sosyolojik vakıa ise, henüz öyle bir şey yok. Bunun fikir olarak ortaya çıkışı
bile çok yeni, ancak 19. asrın sonlarına kadar gidiyor. Geçmişin sosyal
şartları ve iletişim imkânları ile bugünkiler çok farklı, hedefiniz “yeniden”
değil “yeni” bir şey meydana getirmek olmalı. Daha önce hep toplum birbirinden
ayrı, kopuk şekilde yaşıyordu. Bütün Müslümanların birbiriyle iç içe, temas
halinde yaşadıkları büyük ve tek bir topluluk geçmişte varolmuş bir şey değil.
Bir fikrin uygulanabilir olması için, ayaklarının biraz yere basması lazım,
ümmet fikri de buna dâhil. Mevcut şekliyle İslamcı jargondaki ümmet kavramı,
komünizmin proleterya diktatörlüğü gibi ideolojik bir kurguyu işaret ediyor. Kafanızdaki
felsefi soyutlamalara takılıp tarihe ve sosyolojiye sırtınızı dönmeyin ki, göğe
bakarken taşa takılıp yere kapaklanmayın.
Hikaye’de dikkati çeken
bir husus, farklı ülkelerden gelen mücahidler arasındaki ilişkiler; bir
taraftan geldikleri yerlerin hususiyetlerini taşısalar da, diğer taraftan
kaynaşmaya ve benzeşmeye, içinden çıktıkları toplumlardan kopmaya başlayan ve
daha önce arasında yaşadıkları toplumlar tarafından da pek tanınmayan bir
zümrenin işaretleri. Kalıcı bir sosyoloji kazanmaya başlayan, ruşeym halindeki
bir “ümmet” denebilecek bu “cihatçılar” fenomenini incelemek gerekiyor. Cihad’ın
Mahrem Hikayesi’nde pek çok tasvirin içinde en alaka celbedici olanları
kanaatimce maneviyata dair tablolar. Bir taraftan bu vesileyle “Türkiye
İslamcılığının” mühim bir aksaklığını görebiliyoruz, diğer taraftan “cihadî
örgütler militanlarının” basit savaşçılardan teşekkül eden bir yığından fazla
bir şey olduğuna dair ipuçları yakalayabiliyoruz. En azından bu insanları
yeteri kadar tanımadığımızı söyleyebiliriz.
“İddiamız olmayan bu
ülke” üzerinde durmak gereken bir ifade, ortada bir “Medine” tasavvurunun bulunmadığını
güzel bir şekilde özetliyor. İslam tasavvurunuz savaşla özdeşleştirilmiş bir
cihad fikrinden ibaretse, “Medine’yi” rüyanızda bile göremezsiniz. Hz.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke döneminde çete toplayıp dağa
çıkmadı. Medine’den ordu çıkardı. Savaş bittiğinde bu ordu, işine gücüne,
tarlasına, çarşısına pazarına, ailesine dönüyordu, küçük cihaddan büyük cihada
dönüyordu. “Ensar” üzerinde düşünmemiz gereken bir kavram. Efendimiz insanlara
hitap ediyordu, ama insanlar soyut hayalî varlıklar değildi, sosyolojik
organizasyonlar halinde bulunuyordu. Davet bazı zamanlar kabilelere
yöneliyordu, bazen şehirlere, devletlere. Kureyş davete cevap vermedi, Taif
vermedi; Medine ve Ensar cevap verdi ve Efendimiz de Medine’yi ve Ensar’ı
seçti, sadece kendisine başka bir yardımcı çıkmadığında değil, Mekke’nin
fethinden sonra da Medine’yi ve Ensar’ı seçti. Bu acaba vefadan ibaret bir
seçim miydi, yoksa Medine’de ve Ensar’da başka bir şey mi vardı? Şehirden,
insanlardan savaşa kaçmak Efendimiz’in bize öğrettiği usûl müdür, cihad bu
mudur, düşünmek lazım. Ensar olmaya talip olmak ve kendi Medinemizi arama,
kurma yoluna girmek lazım. “Bu ülke” hususunda bir iddiamız yoksa neyin
davasındayız?
“Amerikan ve İsrail
hedeflerine karşı, kendi ülkesini cepheleştirmek ve böylece ümmetin kurtuluşuna
katkı yapmak” Hikaye’de bahsi geçen manevi derinliklere taban tabana zıt düşen,
basit ve sığ bir slogandan başka bir şey değil. İster acı acı gülümseyin, ister
oturup ağlayın. Bu şablon Sovyetlerin işgale hazırlandığı ülkelerde yıkım ve
kaos ortamını hazırlamak üzere militanlarına yutturduğu dolmadan başka bir şey
değil, sadece araya İsrail ve ümmet kelimeleri sıkıştırılmış. Hayalî bir ümmet
uğruna, hayalî bir düşmana karşı savaşmak için, kendi ülkelerini kan gölüne çeviren,
kendi dünyalarını salata gibi doğrayıp, uluslararası kurtlar sofrasına altın
tabakta servis eden “mücahidler”, düşmanın hesaplarını kolaylaştırmakta, karşı
çıktıkları kukla rejimlerle yarışıyorlar, müstakbel İslam birliğinin tekerine
bir taş da kendileri koyuyorlar.
Amerika ve İsrail
düşmanlığının temel bir değer gibi işlenmesi, “siyasal İslam” fikrinin mühim
bir zaafı. Sağlıklı bir düşünce kendini düşmanı üzerinden tarif etmez;
kendisini tarif eder, düşmanı –daha doğrusu kendi kendini düşman haline getirenleri-
bu tarif üzerinden belirler. “Büyük düşman” konjonktüre göre değişebilecek bir
hedeftir. Hikaye’de Afganistan bölümünde bile Rusya’dan pek bahsedilmiyor, bir
tarafta “ümmet” ve diğer tarafta Amerika ve İsrail ile bunların kuklası olan
rejimlerin yer aldığı kurgusal bir dünya tasvir ediliyor. Amerika ve İsrail
kadar, Rusya ve Çin, veya çeşitli Avrupa devletleri gibi çok farklı odakların
da Müslümanların aleyhinde faaliyetlerde bulunarak isimlerini düşmanlar
listesine eklemeleri ihtimalinin akıldan geçmemesi veya “kategorik kötü”
pozisyonunu tek başlarına işgal eden iki devletin yanına adlarının yazılamamış
olması büyük bir hata. Sırplar, Hırvatlar, Hindular da mı, Amerikan-İsrail
ortak yapımı? Myanmar’da Budistleri Müslümanlara saldırtan da mı Amerika?
Amerika’nın gücü, mühadaleci politikaları, dünya liderliği rolü gibi sebeplerle
diğer düşmanların arasından sıyrılıp “baş düşman” rolünü oynaması başka bir
şey, karikatürize bir dünya algısının “kötü adam” karakteri yerine oturtulması
bambaşka bir şey. Burada Sovyet propagandasının izlerini görüyoruz. Marksist
modele göre “cihad” üretimi yaparsanız, üretim hattındaki “bulaşmaya” engel
olmanız zor. Keza burada İran “İslam” Devrimi’nin açık etkisini görüyoruz.
Yazar önsözde İran’ın durumunu uzun uzun sorguluyor, Afganistan bölümünde ise “Sünni-Selefi”
hareket üzerindeki İran etkisinden bahsediyor, bu ikisini yan yana koyup tekrar
düşünmek yerinde olur. İran devletinin politikaları ve mezhep taassubu yanında,
“cihad” hareketinin zihniyetinin şekillenmesine katkısı da, ittihad-ı İslam
fikrine verdiği bir zarar olarak kaydedilmeli. Şia’nın sorgulanması,
harici-meşrep Selefi zihniyetinin ittihad-ı İslam fikrine verdiği zararın
değerlendirilmesiyle devam etmeli. Selefi tavır ile Arap karakterinin
ilişkisinin değerlendirildiği satırlar, kabile zihniyeti de eklenerek,
“devrim/cihad” fenomeninin kendisini de içine alacak şekilde genişletilebilir. “Selefileri
yerden yere vuranlar neredeler” suali, üzerinde durmak gereken bir sual.
“Cihad” adını taktığınız “devrimci hareket” belki de sadece Selefilere uygun
bir hareket olamaz mı? Kendi fraksiyonundan başka herkesi tekfir eden bir
tavır, teoride Amerika’yı, İsrail’i büyük düşman saysa da, pratikte en çok
zararı Müslümanlara veriyor. Usûl açısından bir Müslümanın, elinde silah olan
başka bir Müslümana nasıl mukabele etmesi gerektiği bile tartışılabilecek bir
konu iken, “Amerika’ya karşı” silahsız Müslümanları öldürmek akıl almaz bir
hareket. Müslümanların ülkesini işgal eden kâfirlere karşı silahlı direniş,
tenkide açık noktaları olsa da, asil bir hareket ve her şeye rağmen cihad
başlığı altında incelebilir. Ancak “bir devrimci ideoloji olarak Cihatçı
İslamcılık” bu çizginin çok dışına çıktı ve halis niyetli Müslümanların
oturup bu hareketi tepeden tırnağa sorgulaması gerekiyor.
Zulmetmedikleri sürece,
reyimiz, kanaatimiz farklı da olsa, Cihad niyetiyle ortaya çıkan ve küffarla
mücadele eden veya etmeye çalışanların karşısında olmak yerinde değil. Ancak
heyecan ve samimiyet, hadisata baktığınız zaviyeyi genişletmiyor. Aynı safta
olmamakta mazuruz. Aynı safta olmayanlara atılan acı okların hangi nisbette
doğru hedeflere ildiğini sorgulamakta da mazuruz. Diğer taraftan akıldan
çıkarmamak gereken bir husus da, birilerinin cihad “kelimesini” bu kadar kolay
zimmetlerine geçirebilmelerinin, o kelimenin gereğini ifa konusunda başkaları
tarafından fazla bir şey yapılmıyor olmasıyla da açıklanabileceği. “Selefileri
yerden yere vuranlar neredeler” sualini burada tekrarlamak gerekiyor; bir
örgüte katılıp gerilla harbi vermek, bir takım eylemler yapmak, cihadın doğru
şekli olmayabilir, peki doğru şeklin ne olduğuna dair bir fikrimiz var mı?
Hikaye daha ziyade
olumsuzluklara odaklanmış bir hatırat gibi görünse de, gerilla eğitiminin
reklamını gayet güzel yapmaktan da geri kalmıyor. Adamların fikriyatını
benimsemiş olsanız ve dizlerinize güvenseniz, “kalkıp dağa mı çıksam” diye
düşünmeye başlayacaksınız neredeyse. Tenkidler ne olursa olsun, izlenen fedakârlık,
cihad arzusu bir taraftan gıpta ve hayranlık, diğer taraftan suçluluk ve eksiklik
hissi hâsıl ediyor. Anlaşılmadan yargılanmama beklentisi yerinde bir beklenti.
İslam birliği için zaruri bir adım, Müslümanların birbirini birinci elden
tanımaları, aralarındaki engelleri aşmaları. Bu tarz kitaplar da bu maksada
hizmet edebilir. Eline sağlık “Yahya Konuk”, Rabbim sa’yini meşkûr eylesin,
kalplerimizi hidayet üzerinde birleştirsin…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder