14 Haziran 2014 Cumartesi

Cihad Hikâyesi




Benim cihadım, bir nevi ezilenler için silahlı mücadele idi, din telakkinde bir nevi solculuk varsa dinin rüknünü başka nasıl telakki edebilirsin ki; İslam’ın cihadıyla aynı şeyi kastettiğimden, kastetmiş olduğumdan bugün çok şüpheliyim. İtikadımda maraz vardı, bu maraz cihad anlayışıma da sirayet etmişti.Yahya Konuk, Bosna’dan Afganistan’a Cihadın Mahrem Hikayesi, Ark kitapları, 2. baskı, İstanbul 2012, s.24.


Cihad’ın Mahrem Hikayesi, güçlü ifadeleri ve ciddi tespitleri ile dikkat çeken, çarpıcı bir kitap, yazar kendisini amatör olarak vasıflandırıyor, lakin yazmaya devam etse, aksayan tarafları toparlayıp, sırf “edebi zevk” saikiyle bile okunabilecek yazılar kaleme alabilecekmiş gibi duruyor. Kitapta ilginç portreler ve tasvirler var. Hepsini aktarmak mümkün olmadığı gibi, yazarın üslubunun, bakış açısının kattığı renkleri de görebilmek için, kitabı okumak gerekiyor. Yeni baskının önsözü de, tek başına bir makale olarak okunabilecek bir muhasebe vasfında ve bilhassa takriben on sayfalık bir kısmı, Türkiye İslamcılığının ve Şia’nın tenkidi hakkında, dikkatle okunması gereken bir metin. Kitap hakkında bir tanıtım yazısı veya tenkid yazmaktan ziyade, dikkatimi çeken bazı noktalardan bahsetmek istiyorum.

“Cihad’ı” överken, mücahidleri yerin dibine sokmak nedir? Acaba mücahidlerin “arızaları” gerçekten “araz” mı, yoksa “cevher” denebilecek bir tarafı da var mı? Yani aslında iyi bir şey olan “Cihad’ın” doğru uygulanamayışından kaynaklanan aksamalar mı var, bunlar düzeltilse işler rayına girecek mi, yoksa “Cihad” anlayışında yapısal bir takım meseleler var ve bunlar, zaruri olarak uygulamada kendini mi gösteriyor? Yapmaya çalıştığınız iş doğru da, siz mi yapamıyorsunuz; yoksa ne yapmaya çalıştığınıza dair hatalar mı var?

Size karşı savaş başlatmış bir düşmana mukabele ederken, meşruiyet zemini aramanız, fikrinizi temellendirmeniz, haklı çıkmaya çalışmanız pek gerekli değil gibi görünüyor. “Temelde” mücadeleniz elzem ve ehemm bir faaliyet. Bir yandan hürmet ve hayranlık uyandırıyor. Diğer yandan meselenin “parlak” tarafı, arkasında Müslüman kelimesi gibi cihad kelimesini de zimmetine geçiren neo-hariciye zihniyetini aşan bir kafa olmayan bir hareket tarzına karşı tenkidlerinizi ortadan kaldırmıyor. Çerçevesi Marksist pratikten aşırılan, içi mânâları sağa sola çekilmiş İslamî kavramlarla doldurulan kör bir aksiyonla, en fazla düşmanı yenebilirsiniz. İşgalciyi püskürtmüş olmak, hakkında ileri geri yorumlar yapılamayacak hayatî bir başarıdır. Ancak mücadeleniz sırasında kaş yaparken kaç göz çıkardığınız, “zaferden” sonra çam ormanı devirip devirmediğiniz de, göz ardı edilemeyecek bahisler. Kabile kültürünü aşıp bir “devlet” vizyonu ortaya koyamazsanız, aksiyonunuz aslında reaksiyondan ibaretse, yıkmaya odaklanırken gösterdiğiniz başarıyı, yapmayı planlamak konusunda gösteremiyorsanız; denizi geçip gölde boğulursunuz. Sabr ü sebatınızla ferdî kahramanlık hikayeleri yazarken, dava konusunda sınıfta kalmanız da pekâlâ mümkündür.

Devrim hulyası tamamen ithal bir malzemedir, dinin esaslarından hareket ederek, bizatihi bu dinin mensupları tarafından ortaya konmuş bir çerçeve değildir. Marksizme meyleden, yalpalayan arızalı bir zihniyetin eseridir. Devrim size yeni bir dünya kurmaz, en fazla eskisini ortadan kaldırmanıza yardım eder. Devrim bir inşa değildir, yıkımdır. Devrim büyük bir aksiyon değildir, sadece hızlıdır. Kaya tabakalarını denizlerin dibinden çıkarıp yükselten, sonunda yüce dağlara çeviren yerkabuğu hareketlerine nisbetle heyelan neyi ifade ederse, yeni bir dünyayı kuracak asıl büyük hamleye nisbetle devrim de o kadar bir şeydir. Bugünki Batı’yı başımıza musallat eden; Fransız ihtilalinin devrimcilerinden çok, mesela “sobanın başında oturup düşünmekten başka bir iş yapmayan” Descartestir. Sömürge İslamcıları, Hilafet merkezinin İslamcılarının aksine, mücadeleyi direniş kavramını eksen alarak kurguladıkları için olsa gerek, bu tarz ekoller Marksist jargondan, fikir yapısından etkilenmeye açık görünüyor. Bu da bir sapma, bir kırılma meydana getiriyor. Kaldı ki ilk defa Hilafet merkezinde ortaya atılan İslamcılık fikri bile, aslında Batı’nın çizdiği çerçeveyi, İslam kaynaklarının dilini kullanarak yeniden üretmeye çalışmak gibi bir yapısal hata ile maluldü. Gelenekle irtibat kuramayan çevrelerin bu tarz hatalara kapılması kaçınılmaz duruyor. Geleneği abartıp dinin yerine koymak nasıl bir ifratsa, tamamen karşı çıkmak, ortadan kaldırmaya çalışmak, sırt çevirmek, ondan kurtulmaya çalışmak da öyle bir tefrit. Gelenek bir taraftan, “örf” kavramı üzerinden düşünüldüğünde, tali bir şer’î delil olarak değerlendirilebilir, diğer taraftan “tarihi müktesebat” vasfı da taşımaktadır. Sizin temel dinamiklerinize sahip insanların, değerlerinizi hayata geçirmek hususunda karşılaştıkları meseleler için buldukları çözümler birikerek sizin geleneğinizi oluştururlar. Eski ve belki yer yer yıpranmış da olsa, asrınızın bağlamıyla çok örtüşmüyor da olsa, gelenek sizin taşımak istediğiniz yükü taşımak üzere tasarlanmış bir kaptır. Yabancılardan aldığınız hiçbir kap ise, sizin yükünüzü taşımak için tasarlanmış olmayacaktır, bu da yükünüzü bu kaplara uydurmak zorunda kalmanız demeye gelir. Gelenek sizin “kaldığınız noktadır”, yani yola devam edeceğiniz yerdir, mutlak bağlayıcılığı olmasa bile, hesaba katılması gereklidir. Geleneği takip etmeye çalışan İslamcılık, birçok noktada modern İslamcılıktan çok daha sağlam durmaktadır ve devrim kavramının gelenek içinde çok rahat oturtulabileceği bir yer yoktur. Devlet kavramından hareket edenlerin pek çok zaafları olmakla birlikte, duruşlarının daha sahih olduğu aşikardır. Benzer şeyler savaş kavramı için de tekrarlanabilir. Savaş asli bir durum değildir, aslolan sulhtur. Savaşın hedefi sulhtur. Teori içindeki yeri ve ağırlığı da buna göre belirlenmelidir. Savaş “küçük cihad” ise, nasıl fikriyatınızın ana ekseni olabilir? Devrim ve savaş kavramlarının öne çıkması, meselenin belki de o kadar acil olmayan, ama daha büyük, daha karmaşık, daha zor taraflarının gözardı edilmesi ile neticelenir. Neden kullandığınız silahları kendinizin üretemediğinden, savaşın finansmanı konusunda bile, kendisine karşı savaştığınız düzenin çizdiği çerçeveye mahkum kaldığınızdan başlayın; birilerinin fütursuzca ülkenizi işgal edip insanlarınıza zulmedebilecekleri bir dünya düzeninin ilmi, fikri, siyasi, iktisadi vs vechelerinin karşısına ne koyabildiğinizden, daha doğrusu koyamadığınızdan çıkın; sayısız mesele… Batı’nın oyuncakları, kurallarını Batı’nın koyduğu bir oyun: bu şartları kırmadıkça varabileceğiniz en büyük netice: “oyunbozanlık”. Bu konulardaki vizyonsuzluk, aksiyonu iki boyutlu bir dekor seviyesine indiriyor, karikatüre dönüştürüyor. Değerlerimizi ancak kılıçla savunabileceğimiz tam doğru değil, o kadar kolay olsaydı, Millî Mücadele tamamlandığında, değerlerimizi de koruyabilmiş olurduk.

Burada durup yazarın Türkiyedeki İslamî hareket hakkında, bilhassa atalet ve karakter zaafları gibi konulardaki tenkidlerine kulak vermekte fayda var. Devlete sahip çıkmak “iyi bir teori” olsa da, iyi bir kadroyla yürütülmediği sürece bir hedefe, en azından arzu edilir bir hedefe ulaşması zor olacaktır. İslam aleminin diğer yerlerini bilemiyorum, ama Türkiye’nin iman ve ahlak zaafı, aşması gereken en mühim mesele.

Bosna bölümünde Türklerin grup davranışı ile alakalı tesbitler var. Ortada ciddi bir baş olmayınca herkesin baş olmaya kalkması, ilişkilerin ahbap çavuş ilişkisine dönmesi ve çete gibi davranılması… Baş olma meselesi hem zaaf hem kudret olan bir hiyerarşik gelenekten geliyor. Hiyerarşi boşluk kabul etmiyor, ağ üzerinde varolmaya alışan fertler hiçbir zaman müstakil “birey” gibi davranmıyor. Hiyerarşi sabit bir değer olunca, ister istemez liderlik meselesi kaçınılmaz hale geliyor. Eksik olan potansiyel liderlerin yetiştirilmesi ve liderin belirlenmesi ile alakalı kalıcı mekanizmalar. İşlerimizi sempatik kanaldan yürütme alışkanlığımız ise, kaide, düstur, usûl gibi konulardaki ilgisizliğimizin, disiplinsizliğimizin neticesi. Her şeyimiz modüler ve mobil. Fazla müktesebat taşınabilir bir şey değil. Karmaşık bir sistem için göçmeyi bırakıp yerinde durmak gerek. Bin yıl boyunca bu konularda katettiğimiz mesafeyi kaybettiğimiz ve bozkır reflekslerimize döndüğümüz için çeteleşme kaçınılmaz.

Kitapta jöntürk cuntasının açtığı hasarı da, “yeniden İslamîleşme” sürecinin ortaya çıkardığı arazları da görebiliyor, takip edebiliyoruz. Mesela Bosna’da Selami Yurdan cephesinin zaafları olarak “subaysızlık, âlimsizlik, dilsizlik” faktörleri zikrediliyor. Bunların üçü de rejimin dine ve geleneğe karşı tavrının yansımaları. Ancak “Radikal” İslamî çevreler de Kemalizmin çizdiği çerçeveyi aşabilmiş değiller. Yazarın da ifade ettiği gibi, Osmanlı’ya karşı Kemalistlerle aynı safta olmak, gerçekten tuhaf bir durum: birinin yıktığını öbürü de reddediyor. Hadi “dinde özleşme” gayretinin bir mantığı var diyelim de, “dilde özleşme” konusunda da Bolşeviklerin, Kemalistlerin peşine düşüp abuk sabuk özenti ve kısır bir dile saplanıp kalmanın mânâsı nedir? (Bu arada not etmek gerekir ki, yazarın Türkçesi böyle değil, düzgün bir dille yazıyor.) Gerçi yazar dilsizlik derken, tamamen başka bir şeyi, mücahidlerin Boşnakça öğrenmekteki ilgisizliğini kastediyor, sözünü ettiğimiz konudan bahsetmiyor. Lakin çok canımız sıkılırsa bu ikisini de birbirine bağlayabiliriz. “Boşnakça bilseler ne olacaktı, söyleyebilecek bir şeyleri yoktu” tarzındaki tesbiti, “söyleyecek bir şeyleri olamazdı, muhtemelen doğru dürüst Türkçe de bilmiyorlardı” diye devam ettirebiliriz. Birbirine eklenerek devam eden meseleler sözkonusu. Cemaat rekabeti konusunda kaydedilenler de rejimin doğrudan ve dolaylı zararları konusuna dâhil edilmeli. Cemaatlerin ortak bir dava şuurundan çok, cemaat asabiyesiyle karşımıza çıkmalarında, gelenekteki devamlılığın kopuşu, uzun süre birbiriyle irtibatsız bir yeraltı faaliyeti şeklinde hizmeti sürdürmek mecburiyetinde kalışın payı olsa gerek.

Kitapta bilinçaltlarına etki eden ırkçı etkilere rağmen ümmet olmayı “yeniden” denemek hususundan bahsediliyor. Birincisi bir millete, bir kavme mensup olma şuurunun menfi bir tavırla özdeşleştirilmesi doğru değil. Milliyetçilik bu değil. Pekâlâ müsbet bir tavır içinde bir yandan bir millete mensup olduğunuzun farkında iken diğer taraftan İslam kardeşliğini kurmaya ve sürdürmeye yönelik bir tavır gösterebilirsiniz. Kavmiyet şuurunu saldırgan, aşağılayıcı bir tavra dönüştürmek ifratsa, tamamen ortadan kaldırmaya çalışmak da tefrittir. “Ahi” olabilmek için bütün sosyolojik mirasınızdan tecerrüd edip şekilsiz, renksiz varlıklara dönüşmek mecburiyetinde değilsiniz. Ne bu mirası isteseniz de ortadan kaldırabilirsiniz, ne de böyle bir hayale dayanan “ümmet birliği” fikrinin hayata geçirilmesi imkânı var. Yapmanız gereken renkleri silmek değil, ahenkli bir şekilde bir araya getirmenin yolunu aramak. Allah’ın insanları “şubeler” halinde yaratmasının bir hikmeti olsa gerek diye düşünmeli. Bana çok etkileyici gelen bir video izlemiştim. Afrika ülkelerinden birine giden bir Türk, Kur’an okuyan zencilerin yanına oturup dinlemeye başlıyor. Bitirdikleri zaman da “sadakallahülazim” diyor. Ancak o anda yanlarına giden beyazın Müslüman olduğunu fark eden ve belki de hayatlarında ilk defa beyaz bir Müslüman gören zencilerin sevinci, hassasiyeti görmeye değerdi. Bu hikâyeden siyahı ve beyazı çıkarırsanız, mânâsı ortadan kalkar. Farklılığın, benzerlikten fazla yakınlaştırıcı etkisi olabilir. Müslüman olmanın yolunun Türk veya Arap olmamaktan geçtiğini sanıyorsanız, yolda kalacaksınız demektir. İkinci husus da “yeniden” ortaya konacak bir şeyin olmaması. Ümmet derken kastettiğiniz “Müslümanların hey’et-i mecmuası” şeklinde bir toplamın ötesinde, bir sosyolojik vakıa ise, henüz öyle bir şey yok. Bunun fikir olarak ortaya çıkışı bile çok yeni, ancak 19. asrın sonlarına kadar gidiyor. Geçmişin sosyal şartları ve iletişim imkânları ile bugünkiler çok farklı, hedefiniz “yeniden” değil “yeni” bir şey meydana getirmek olmalı. Daha önce hep toplum birbirinden ayrı, kopuk şekilde yaşıyordu. Bütün Müslümanların birbiriyle iç içe, temas halinde yaşadıkları büyük ve tek bir topluluk geçmişte varolmuş bir şey değil. Bir fikrin uygulanabilir olması için, ayaklarının biraz yere basması lazım, ümmet fikri de buna dâhil. Mevcut şekliyle İslamcı jargondaki ümmet kavramı, komünizmin proleterya diktatörlüğü gibi ideolojik bir kurguyu işaret ediyor. Kafanızdaki felsefi soyutlamalara takılıp tarihe ve sosyolojiye sırtınızı dönmeyin ki, göğe bakarken taşa takılıp yere kapaklanmayın.

Hikaye’de dikkati çeken bir husus, farklı ülkelerden gelen mücahidler arasındaki ilişkiler; bir taraftan geldikleri yerlerin hususiyetlerini taşısalar da, diğer taraftan kaynaşmaya ve benzeşmeye, içinden çıktıkları toplumlardan kopmaya başlayan ve daha önce arasında yaşadıkları toplumlar tarafından da pek tanınmayan bir zümrenin işaretleri. Kalıcı bir sosyoloji kazanmaya başlayan, ruşeym halindeki bir “ümmet” denebilecek bu “cihatçılar” fenomenini incelemek gerekiyor. Cihad’ın Mahrem Hikayesi’nde pek çok tasvirin içinde en alaka celbedici olanları kanaatimce maneviyata dair tablolar. Bir taraftan bu vesileyle “Türkiye İslamcılığının” mühim bir aksaklığını görebiliyoruz, diğer taraftan “cihadî örgütler militanlarının” basit savaşçılardan teşekkül eden bir yığından fazla bir şey olduğuna dair ipuçları yakalayabiliyoruz. En azından bu insanları yeteri kadar tanımadığımızı söyleyebiliriz.

“İddiamız olmayan bu ülke” üzerinde durmak gereken bir ifade, ortada bir “Medine” tasavvurunun bulunmadığını güzel bir şekilde özetliyor. İslam tasavvurunuz savaşla özdeşleştirilmiş bir cihad fikrinden ibaretse, “Medine’yi” rüyanızda bile göremezsiniz. Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke döneminde çete toplayıp dağa çıkmadı. Medine’den ordu çıkardı. Savaş bittiğinde bu ordu, işine gücüne, tarlasına, çarşısına pazarına, ailesine dönüyordu, küçük cihaddan büyük cihada dönüyordu. “Ensar” üzerinde düşünmemiz gereken bir kavram. Efendimiz insanlara hitap ediyordu, ama insanlar soyut hayalî varlıklar değildi, sosyolojik organizasyonlar halinde bulunuyordu. Davet bazı zamanlar kabilelere yöneliyordu, bazen şehirlere, devletlere. Kureyş davete cevap vermedi, Taif vermedi; Medine ve Ensar cevap verdi ve Efendimiz de Medine’yi ve Ensar’ı seçti, sadece kendisine başka bir yardımcı çıkmadığında değil, Mekke’nin fethinden sonra da Medine’yi ve Ensar’ı seçti. Bu acaba vefadan ibaret bir seçim miydi, yoksa Medine’de ve Ensar’da başka bir şey mi vardı? Şehirden, insanlardan savaşa kaçmak Efendimiz’in bize öğrettiği usûl müdür, cihad bu mudur, düşünmek lazım. Ensar olmaya talip olmak ve kendi Medinemizi arama, kurma yoluna girmek lazım. “Bu ülke” hususunda bir iddiamız yoksa neyin davasındayız?

“Amerikan ve İsrail hedeflerine karşı, kendi ülkesini cepheleştirmek ve böylece ümmetin kurtuluşuna katkı yapmak” Hikaye’de bahsi geçen manevi derinliklere taban tabana zıt düşen, basit ve sığ bir slogandan başka bir şey değil. İster acı acı gülümseyin, ister oturup ağlayın. Bu şablon Sovyetlerin işgale hazırlandığı ülkelerde yıkım ve kaos ortamını hazırlamak üzere militanlarına yutturduğu dolmadan başka bir şey değil, sadece araya İsrail ve ümmet kelimeleri sıkıştırılmış. Hayalî bir ümmet uğruna, hayalî bir düşmana karşı savaşmak için, kendi ülkelerini kan gölüne çeviren, kendi dünyalarını salata gibi doğrayıp, uluslararası kurtlar sofrasına altın tabakta servis eden “mücahidler”, düşmanın hesaplarını kolaylaştırmakta, karşı çıktıkları kukla rejimlerle yarışıyorlar, müstakbel İslam birliğinin tekerine bir taş da kendileri koyuyorlar.

Amerika ve İsrail düşmanlığının temel bir değer gibi işlenmesi, “siyasal İslam” fikrinin mühim bir zaafı. Sağlıklı bir düşünce kendini düşmanı üzerinden tarif etmez; kendisini tarif eder, düşmanı –daha doğrusu kendi kendini düşman haline getirenleri- bu tarif üzerinden belirler. “Büyük düşman” konjonktüre göre değişebilecek bir hedeftir. Hikaye’de Afganistan bölümünde bile Rusya’dan pek bahsedilmiyor, bir tarafta “ümmet” ve diğer tarafta Amerika ve İsrail ile bunların kuklası olan rejimlerin yer aldığı kurgusal bir dünya tasvir ediliyor. Amerika ve İsrail kadar, Rusya ve Çin, veya çeşitli Avrupa devletleri gibi çok farklı odakların da Müslümanların aleyhinde faaliyetlerde bulunarak isimlerini düşmanlar listesine eklemeleri ihtimalinin akıldan geçmemesi veya “kategorik kötü” pozisyonunu tek başlarına işgal eden iki devletin yanına adlarının yazılamamış olması büyük bir hata. Sırplar, Hırvatlar, Hindular da mı, Amerikan-İsrail ortak yapımı? Myanmar’da Budistleri Müslümanlara saldırtan da mı Amerika? Amerika’nın gücü, mühadaleci politikaları, dünya liderliği rolü gibi sebeplerle diğer düşmanların arasından sıyrılıp “baş düşman” rolünü oynaması başka bir şey, karikatürize bir dünya algısının “kötü adam” karakteri yerine oturtulması bambaşka bir şey. Burada Sovyet propagandasının izlerini görüyoruz. Marksist modele göre “cihad” üretimi yaparsanız, üretim hattındaki “bulaşmaya” engel olmanız zor. Keza burada İran “İslam” Devrimi’nin açık etkisini görüyoruz. Yazar önsözde İran’ın durumunu uzun uzun sorguluyor, Afganistan bölümünde ise “Sünni-Selefi” hareket üzerindeki İran etkisinden bahsediyor, bu ikisini yan yana koyup tekrar düşünmek yerinde olur. İran devletinin politikaları ve mezhep taassubu yanında, “cihad” hareketinin zihniyetinin şekillenmesine katkısı da, ittihad-ı İslam fikrine verdiği bir zarar olarak kaydedilmeli. Şia’nın sorgulanması, harici-meşrep Selefi zihniyetinin ittihad-ı İslam fikrine verdiği zararın değerlendirilmesiyle devam etmeli. Selefi tavır ile Arap karakterinin ilişkisinin değerlendirildiği satırlar, kabile zihniyeti de eklenerek, “devrim/cihad” fenomeninin kendisini de içine alacak şekilde genişletilebilir. “Selefileri yerden yere vuranlar neredeler” suali, üzerinde durmak gereken bir sual. “Cihad” adını taktığınız “devrimci hareket” belki de sadece Selefilere uygun bir hareket olamaz mı? Kendi fraksiyonundan başka herkesi tekfir eden bir tavır, teoride Amerika’yı, İsrail’i büyük düşman saysa da, pratikte en çok zararı Müslümanlara veriyor. Usûl açısından bir Müslümanın, elinde silah olan başka bir Müslümana nasıl mukabele etmesi gerektiği bile tartışılabilecek bir konu iken, “Amerika’ya karşı” silahsız Müslümanları öldürmek akıl almaz bir hareket. Müslümanların ülkesini işgal eden kâfirlere karşı silahlı direniş, tenkide açık noktaları olsa da, asil bir hareket ve her şeye rağmen cihad başlığı altında incelebilir. Ancak “bir devrimci ideoloji olarak Cihatçı İslamcılık” bu çizginin çok dışına çıktı ve halis niyetli Müslümanların oturup bu hareketi tepeden tırnağa sorgulaması gerekiyor.

Zulmetmedikleri sürece, reyimiz, kanaatimiz farklı da olsa, Cihad niyetiyle ortaya çıkan ve küffarla mücadele eden veya etmeye çalışanların karşısında olmak yerinde değil. Ancak heyecan ve samimiyet, hadisata baktığınız zaviyeyi genişletmiyor. Aynı safta olmamakta mazuruz. Aynı safta olmayanlara atılan acı okların hangi nisbette doğru hedeflere ildiğini sorgulamakta da mazuruz. Diğer taraftan akıldan çıkarmamak gereken bir husus da, birilerinin cihad “kelimesini” bu kadar kolay zimmetlerine geçirebilmelerinin, o kelimenin gereğini ifa konusunda başkaları tarafından fazla bir şey yapılmıyor olmasıyla da açıklanabileceği. “Selefileri yerden yere vuranlar neredeler” sualini burada tekrarlamak gerekiyor; bir örgüte katılıp gerilla harbi vermek, bir takım eylemler yapmak, cihadın doğru şekli olmayabilir, peki doğru şeklin ne olduğuna dair bir fikrimiz var mı?

Hikaye daha ziyade olumsuzluklara odaklanmış bir hatırat gibi görünse de, gerilla eğitiminin reklamını gayet güzel yapmaktan da geri kalmıyor. Adamların fikriyatını benimsemiş olsanız ve dizlerinize güvenseniz, “kalkıp dağa mı çıksam” diye düşünmeye başlayacaksınız neredeyse. Tenkidler ne olursa olsun, izlenen fedakârlık, cihad arzusu bir taraftan gıpta ve hayranlık, diğer taraftan suçluluk ve eksiklik hissi hâsıl ediyor. Anlaşılmadan yargılanmama beklentisi yerinde bir beklenti. İslam birliği için zaruri bir adım, Müslümanların birbirini birinci elden tanımaları, aralarındaki engelleri aşmaları. Bu tarz kitaplar da bu maksada hizmet edebilir. Eline sağlık “Yahya Konuk”, Rabbim sa’yini meşkûr eylesin, kalplerimizi hidayet üzerinde birleştirsin…


Hiç yorum yok: