Kahramanımızın mümkün olduğu kadar
aylaklık etmek dışında hiçbir maksadı yoktu. Kabul edersiniz ki böyle bir kişi
hakkında bir hikâye anlatmak mümkün değildir, bu da o kişinin kesinlikle
kahraman falan olmadığı mânâsına gelir. Kendisinden kahraman diye
bahsettiğimize göre, hakkında bir hikâye anlatmamız gerekiyor, bu durumda da
hadiselerin kahraman efendinin iradesi dışında gerçekleşmiş olmasından başka
bir çaremiz kalmıyor. Anlayacağınız gibi sayın aylağımızın rahatını bozacak bir
şeyler olmak üzere ve bu da pekâlâ hikayemizin konusunu teşkil eden temel tezat
olabilir. Yeteri kadar gizem oluşturduk mu, emin değilim, ama en azından esas
kişimizi bir miktar da olsa tanıtmış olduk. Ama bu heriften sürekli uzun lakırdılar
kullanarak bahsetmek de pek yorucu, en iyisi tanıtmaya ismini söyleyerek devam
edelim: Ali. Can veya Cem de olabilirdi, yeter ki kısa olsun. İlk aklıma gelen
isim Ali olduğuna göre, tabiî ki adı Ali. İşinize gelirse…
Dostumuz Ali’nin rahatı acaba nasıl
bozuldu? Bunu anlamak için öncelikle Ali’nin nasıl rahat ettiğine karar
vermemiz gerekiyor. Ondan da önce kimin nesidir, bunu söylemekte fayda var.
Efendim Ali beyimiz lise öğrencisi, ilk aklınıza gelen genellikle doğrudur. Şu
halde Ali’nin rahatlığının nasıl bir şey olabileceğini de az çok kestirebilir
hale geldik. Mesela Ali okulu sevmez, okulla alâkalı hiçbir şeyi sevmez. Ayrıca
futbolu da sevmez. Kavga gürültü, itiş kakış, mücadele gerektiren herhangi bir
şeyi sevmez. Kızları da mı sevmez? Bundan pek emin değiliz açıkçası,
hareketlerinden sevdiğini düşündürecek bir ipucu yakalayamıyoruz. Seviyorsa
bile bundan bir hikâye çıkmaz herhalde, zira Ali had safhada tenbel; değil bir
kızın peşinden koşmak, yerinden kımıldayası yok. Şu durumda Ali’nin keyfini neyin
kaçırdığını da bulduk galiba: bir kız. Hem sporcu, hem dersleri çok iyi, pek
çalışkan; aferin kızıma… Peki böyle bir kızın Aliyle ne işi olabilir ki? Al
sana gizem… Evet, kızın adı da Gizem olsun. Demek ki hikâyemizin konusu Ali’nin
rahatını kaçıran Gizem. Çok sıkıcı gidiyoruz, boşverin, okumayın siz bu
hikâyeyi, rahatınızı bozmaya değecekmiş gibi durmuyor hiç. Belki de asıl gizem
şu: acaba hiç yoktan bir hikâye çıkarabilecek miyim? Ukalalığı bırakıp konuya
girsek mi acaba?
Mevsim elbette yaz. Okul tatil, oh, mis
gibi… Hava biraz sıcak, ama o kadar da değil, okulun bahçesindeki bir şey
ağaçlarının gölgesinde uyuklamak için en uygun zaman, öğretmenler bile nadiren
uğruyor, ortalık sakin mi sakin. Bir şey ağaçları dedik, isimlerini öğrenmek
için uğraşmadı hiçbir zaman, Ali. Bu ara uyuklamaktan başka bir işi yok, zira
sınıfı geçmiş bulunuyor. Tenbel dedik, aptal demedik; sınıfta kalırsa sarf
etmesi gereken gayret çok daha fazla olacak, peder beyden fırça falan, maliyet
epey artıyor; o yüzden Ali her sene mutlaka sınıfı -mümkün olan en düşük notla-
geçer. Şimdilik tatilde sıkıştıran yok, çırak gir, işe git filan diye; ama lise
bitince başına gelecekler belli; o yüzden sırf hayatı boyunca tadını
çıkarabileceği yaz tatili sayısını arttırmak için bile olsa, Ali’nin fakülteyi
kazanacağından emin olabilirsiniz. Fakülteden çıkınca mutlaka bir işe girecek,
maaşı biraz düşük de olsa, mesaisi en az seviyede bir iş olacak ve elbette Ali
askerliğini kısa dönem yapacak. Aptal olmadığı gibi, beceriksiz de değil, ne
yapar eder, bir yolunu bulur. Adamın tutkusu atalet ve bir tutkusu olan herkes
gibi, bunu elde etmek için ne yapmak gerekiyorsa yapacağı açık. Lakin tezat
işte, başkaları ne kadar gayret sarf ederse maksadına o kadar yaklaşır, Ali
için ise durum bunun tam tersi. Bu yüzden her şeyi güzelce hesaplayıp enerji
sarfiyatını optimize etmesi gerekiyor, hatta hesap yapmak için sarf ettiği
enerjinin miktarını bile hesaplamalı. Mesela dersi dinlemenin sınıf geçmeyi
ciddi derecede kolaylaştırdığını fark ettiği için asla derste uyumaz, öyle de
disiplinlidir.
Ali zahmet olmasın diye, kimseyle
tanışmaz, konuşmaz, görüşmez; kalabalıkta izini kaybettirir. Okulu bırak,
sınıfta bile varlığından haberdar olanların sayısı fazla değil. Arkadaşlık zor
zenaat, müşkil mesele… Gizem ise, haliyle, tam tersi: hiçbir şey Gizem’in
gözünden kaçmaz, Ali bile.
Kız delikanlının varlığını çoktan fark
etmişti, kurcalamak için bir fırsat çıkmasını bekliyordu. Neyin nesi bu herif?
Neden böyle? Yakından inceleyip mercek altına almazsa kurdeşen dökecek. Nihayet
o yaz günü, nasıl olduysa Gizem’in ajandası boş kaldı ve hiçbir şey ağaçlarının
gölgesinde, bir iki sinek dışında hayatta hiçbir gailesi olmadan uzanmış
şekerleme yapan Ali’nin tepesine dikildi ve hikâyemizin gerilim bölümü böylece
başlamış oldu.
-Şşşşt
-…
-Aloo?
-…
-Ali!..
Ali gayrıihtiyari tek gözünü hafifçe
aralayıp tepesinde dikilen kimdir diye baktı. Kimseyle tanışmama prensibi,
kimseyi tanımamayı da içine alıyordu, dolayısıyla kızı tanımıyordu. Kızın
kendisini neden uyandırdığını merak etmek zahmetine girmedi ve uyluğuna inen
sert bir tekmenin etkisiyle aniden ayağa fırlayana kadar birkaç saniye hafifçe
horladı. Ah bu refleksler, insana ne kadar çok gereksiz enerji harcatıyorlar
bazen…
-Ne yapıyorsun burada?
-Hiç.
-Yürü gidiyoruz, işimiz var seninle.
-!?.
Kız Ali’nin kolundan tuttuğu gibi koşmaya
başladı, Ali de koşmak zorunda kaldı, beş on saniye. Yürümek neyse de, koşmak
dayanılır gibi değildi. Hızlı bir hesap yaparak, toplam enerji sarfiyatını
azaltmak için, anlık enerji sarfiyatını arttırmak gerektiğine kadar verdi ve
aniden durup kolunu sertçe çekti, Gizem’in elinden kurtardı. Bir an için kızın
suratına bir yumruk patlatmak geçti içinden, böylesi daha etkili olurdu -galiba
kızdan etkilenmeye başlamıştı- fakat karakola gitmek yorucu olabilirdi, bu
yüzden vazgeçti. Gizem ise hızını alamayıp birkaç saniye daha koştuktan sonra
durdu, döndü ve Ali’ye baktı. Adam karşısında mânâsız bir şekilde dikiliyordu.
Ağzı hafif aralık, gözler yarı kapalı, ne olup bittiğini anlamadığı kesin, ama
tek kelime etmiyor, bir şey sormuyor. Ali kıza direnmenin faydasızlığını fark
etmişti, sakin ve yavaş adımlarla, Gizem’in kendisini çekiştirdiği istikamette
yürümeye başladı. Gizem hayretle gözlerini açabildiği kadar açtı ve zihninde
parlak bir ışık peyda oldu. Bir cevher var sanki herifte, bir işe
yarayabilecekmiş gibi bir his, Allah Allah?..
Ağır ağır yürüdüler, kırk elli metre
mesafedeki parka gittiler. Parkta da bilmem ne ağaçları vardı, hem sayısı daha
da çoktu, ayrıca başka bir şey ağaçları ve daha daha bir takım ağaçlar vardı,
üstelik bir de küçük havuzcağız vardı, fıskiyesizdi, ama su temiz görünüyordu.
Kesinlikle şekerleme yapmak için çok daha iyi bir yerdi ve Ali parka ilk defa
geliyordu. Vakit geçirmek için buraya gelmenin fazladan yaklaşık atmış beş adım
atmaya değeceğine karar verdi. Elbette önce gürültü ihtimalini değerlendirmesi
gerekiyordu, hareketli bir yer ise bütün cazibesini kaybederdi. Acaba gençler
bu parka sık sık geliyorlar mıydı? Meramını tam ve bir seferde anlaşılır bir
şekilde, en az kelimeyle ifade edebilmek için, söyleyeceklerini dikkatle
seçerek Gizem’e sordu:
-Park kalabalık olur mu?
-Merhaba.
-?..
-Tanışalım önce değil mi? Ben senin adını
biliyorum zaten, Ali; benim adım da Gizem.
Ali hiç de memnun olmamış gözlerle baktı.
Tanışmak şart mıydı? Ayrıca adamı kolundan çeke çeke parka getirmek için
tanışmak gerekmiyordu da, konuşmak için neden gerekiyordu? İnsanlar tuhaf
yaratıklar, muhatap olmak yorucu olmasa bile, değmez be…
Gizem’in muhakemesi vasat olsa da,
sezgileri kuvvetliydi. Ali’nin konuşmasına gerek kalmadan, hikâyeyi yavaş yavaş
çözmeye başlamıştı. Ali kalabalığı sevmiyordu. Neyse ki alışveriş merkezleri
açılmaya başladıktan sonra, park gençlerin gözünden düşmüştü; emekli amcalar
geliyordu daha çok, onlar da Ali’den çok farkları yokmuş gibi görünüyorlardı
(evet Ali’nin ideali de emekli olmaktı, bir an önce), ayrıca örgü örüp çekirdek
çitlerken meraklı gözlerle sağı solu inceleyen ve aralarında fısıldaşan
teyzeler geliyordu, bir de genç anneler yürüyebilen ve konuşamayan çocukları
kum havuzunda güneşlensin, salıncaklarda sallansın diye getiriyorlardı,
keratalar yere kapaklanıp viyaklamaya başlamadıkları sürece sesleri daha çok
kuş cıvıltısına benziyordu; neticede bilhassa uygun saatlerin seçilmesi halinde
kafa dinleme ihtimali çok yüksekti. Bütün bunları anlattı Ali’ye, uzun uzun.
Çok da uzun anlatmadı aslında, çünki detaylar ana fikirden uzaklaşıp sıkıcı
hale geldikçe, dinlemek zahmet olmaya başlıyordu ve Gizem Ali’nin yüz
ifadesinden, lafı nerede toparlamak gerektiğini okuyabiliyordu. Delikanlının
kızdan bir beklentisi yoktu, lafı kısa kesip gitmesi dışında. Ama parkı
keşfetmiş (!) olması da kızın sayesinde olmuştu, birazcık şükran gibi bir
şeyler hissetmek pek zahmetli değildi, kızın çenesini kapayası yoktu, bu da çok
belliydi ve başından atmaya kalkmak nankörlük olmanın dışında yorucu olacaktı;
tevekkül içinde sustu ve dinledi. Gizem ise madeni deşme duygusu içindeydi, ama
kendisini zor zaptetse de acele etmedi. En önemlisi, Ali’yi manipüle etmeye
yarayacak termodinamik dengelerin ipucunu avucuna almıştı bile. Bir süre daha
çene çaldı, Ali’yi bir külah dondurma yemek zorunda bıraktıktan sonra da azat
etti.
Gizem ile Ali’nin tanışmalarından bir gün
sonra, kuşluk vakti, hafif bir kahvaltının ardından, tam da biraz kestirmek
için uygun bir zamanda; okuyucularımız belki tahmin edebilirler, ama Ali için
tamamen beklenmedik bir şey oldu: kapının zili uzun uzun, sabırsız bir şekilde
çaldı. Ali’nin evi, okula göre parkın aksi istikamette -neyse ki- sadece iki
yüz metre mesafede, tek katlı, bahçesinde birkaç adet bir şey ağacı olan bir
evdi. Ali’nin normal şekerleme yeri de evin bahçesiydi, tabiî olarak. Mayıs ayı
civarı hariç, ağaçların beyaz bir şeyleri her tarafa saçmak gibi saçma bir huyu
vardı zira. Bazen annesi temizlik yapacağında veya komşuları çağıracağında
Ali’yi sepetliyordu, o da okulun bahçesine kadar zahmet buyurmak mecburiyetinde
kalıyordu. Üç gün önce temizlik yapılmış, iki gün önce evi misafirler basmış ve
bir gün önce -o mübarek günde- tekrar temizlik yapılmıştı, bugün ortalığın
sakin olması gerekiyordu ve Ali üç gün aradan sonra tekrar bahçe safası yapmak
üzereydi. Kimdi acaba baskına gelen bu sabotajcı?
Kapıyı Ali’nin annesi açtı. Acaba Ali’nin
annesi diye mi devam etsek, yoksa bir isim bulsak mı? Diyelim ki Ayşe dedik.
Koskoca kadından Ayşe aşağı, Ayşe yukarı diye bahsedecek halimiz yok ya, illa
ki Ayşe Hanım filan diyeceğiz. Bu da Ali’nin annesi demekten çok farklı değil
yazarken dört harf fark ediyor. Söylerken iki hece fark ediyor, konuşma için az
değil aslında… Ali olsaydık bu hesabı ışık hızıyla tamamlamış olurduk, bir sürü
harf harcadık yine. Neyse Ayşe Hanım dedik madem, kalsın öyle. Kapıyı Ayşe
Hanım açtı: kapının önünde dikilen bir genç kız, güzel değil pek, ama
kesinlikle çirkin de değil. Güçlü kuvvetli, sağlıklı görünüyor. Güleryüzlü hem
de, en azından gülüyormuş gibi sırıtıyor, az zorlasak şirin bile diyebiliriz.
Kimin kızı bu? Ne işi var burada, kapıları mı karıştırdı acaba?
-Günaydın efendim, ben Gizem. Ali’nin
arkadaşıyım, müsaade ederseniz ders çalışmaya gelmiştim…
Yemezler be kızım, kime anlatıyorsun?
Sokaktaki kediler bile biliyor, kışın bile ders çalışmayan beyefendimizin, yaz
günü yanına bile yanaşmayacağını. İkmale falan kalmadı, sonraki seneye
hazırlanmak için erken, ki zaten öyle bir ihtimal de yok, ne çalışacak? Ayrıca
ders çalışmak için birine gerek yok, kitabı açar bakarsın; olduğu kadar… Ali
kıza ders mi çalıştıracak? Ne münasebet, işi olmaz. Kızın çalışmaya ihtiyacı
olabilir, aptal galiba biraz, yaz günü başka yalan mı bulamadın? Hani kızım
senin elinde kitabın defterin? Sözkonusu Ali olmasa, işin içinde başka bir şey
aramak gerekiyor, ama yok; o da olamaz. Kız hakikaten gizem, hatta muamma; dur
bakalım, ne çıkacak altından?
-Buyur kızım, hoşgeldin…
Gizem’in ani ziyareti, Gizem için bile
gerçekten biraz ani olmuştu ve Nasreddin Hoca’nın yazısız mektubu gibi, uygun
bir mazeret hazırlayacak fırsatı olmamıştı. Kelimeler daha ağzından çıkarken,
saçmaladığını fark etti, ama yapacak bir şey yok, olan oldu. Dur bakalım, bir
şeyler uydurulur elbet…
Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz;
Gizem söze “şey, aslında ben…” diye başladı, Ali oralı bile olmadan bahçeye
çıkıp uyuklarken, Ayşe Hanımla muhabbeti koyulaştırdı, ağzından girdi,
burnundan çıktı, şifresini çözdü, damarını yakaladı; kolları sıvadı, yıkadı,
soydu, haşladı, rendeledi, altını kıstı, kapağını kapattı, ovaladı, sildi,
duruladı. İşin komik tarafı bunları neden yaptığını kendisi de bilmiyordu,
hadiseler aynı bu hikâye gibi kendi kendine akıp gidiyordu. Gizem’in çenesi ve
elleri durmak bilmeden çalışırken, Ali de ayarını uyku ile uyanıklık arası
kıvamına getirmiş, bütün hesaplarını gözden geçiriyor, yeniden hesaplıyordu. Kene
midir, süne midir, Gizem midir nedir, bu kızı sepetlemeye çalışmanın lüzumsuz
olacağı ortadaydı. Acaba bundan bir kazan-kazan denklemi çıkarılabilir miydi?
Kızla ilginç bir şekilde birbirlerini tamamlıyorlardı. Elbette askerden dönünce
evlenmek zorunda kalacaktı ve görünüşe göre birini aramak zahmetinden kurtulmuş
bulunuyordu. Bekârlığın sultanlık sayılması ihtimali de akla yakın görünüyordu,
ama bütün ihtimalleri hesaplama imkânı bulunmuyordu ve görünüşe göre en
mantıklı hattıhareket hadiseleri oluruna bırakmak olacaktı.
İşte böyle sevgili okuyucular, hikâyelerin
son kısımlarının kısa olması gerekiyormuş; bence de akıllıca bir tercih.
Neticede kızımız Gizem ve oğlumuz Ali evlendiler, çocukları bile oldu, optimum
sayıda. Nedir efendim, kurguymuş, izlekmiş -ne demekse- ne gerek var, al sana
bal gibi hikâye işte.
(Not: bu hikâye yazılırken hiçbir Kanada
kavağına zarar verilmemiştir.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder