6 Aralık 2014 Cumartesi

Termodinamik Kanunlarına Saygılı Bir Hikâye


Kahramanımızın mümkün olduğu kadar aylaklık etmek dışında hiçbir maksadı yoktu. Kabul edersiniz ki böyle bir kişi hakkında bir hikâye anlatmak mümkün değildir, bu da o kişinin kesinlikle kahraman falan olmadığı mânâsına gelir. Kendisinden kahraman diye bahsettiğimize göre, hakkında bir hikâye anlatmamız gerekiyor, bu durumda da hadiselerin kahraman efendinin iradesi dışında gerçekleşmiş olmasından başka bir çaremiz kalmıyor. Anlayacağınız gibi sayın aylağımızın rahatını bozacak bir şeyler olmak üzere ve bu da pekâlâ hikayemizin konusunu teşkil eden temel tezat olabilir. Yeteri kadar gizem oluşturduk mu, emin değilim, ama en azından esas kişimizi bir miktar da olsa tanıtmış olduk. Ama bu heriften sürekli uzun lakırdılar kullanarak bahsetmek de pek yorucu, en iyisi tanıtmaya ismini söyleyerek devam edelim: Ali. Can veya Cem de olabilirdi, yeter ki kısa olsun. İlk aklıma gelen isim Ali olduğuna göre, tabiî ki adı Ali. İşinize gelirse…
Dostumuz Ali’nin rahatı acaba nasıl bozuldu? Bunu anlamak için öncelikle Ali’nin nasıl rahat ettiğine karar vermemiz gerekiyor. Ondan da önce kimin nesidir, bunu söylemekte fayda var. Efendim Ali beyimiz lise öğrencisi, ilk aklınıza gelen genellikle doğrudur. Şu halde Ali’nin rahatlığının nasıl bir şey olabileceğini de az çok kestirebilir hale geldik. Mesela Ali okulu sevmez, okulla alâkalı hiçbir şeyi sevmez. Ayrıca futbolu da sevmez. Kavga gürültü, itiş kakış, mücadele gerektiren herhangi bir şeyi sevmez. Kızları da mı sevmez? Bundan pek emin değiliz açıkçası, hareketlerinden sevdiğini düşündürecek bir ipucu yakalayamıyoruz. Seviyorsa bile bundan bir hikâye çıkmaz herhalde, zira Ali had safhada tenbel; değil bir kızın peşinden koşmak, yerinden kımıldayası yok. Şu durumda Ali’nin keyfini neyin kaçırdığını da bulduk galiba: bir kız. Hem sporcu, hem dersleri çok iyi, pek çalışkan; aferin kızıma… Peki böyle bir kızın Aliyle ne işi olabilir ki? Al sana gizem… Evet, kızın adı da Gizem olsun. Demek ki hikâyemizin konusu Ali’nin rahatını kaçıran Gizem. Çok sıkıcı gidiyoruz, boşverin, okumayın siz bu hikâyeyi, rahatınızı bozmaya değecekmiş gibi durmuyor hiç. Belki de asıl gizem şu: acaba hiç yoktan bir hikâye çıkarabilecek miyim? Ukalalığı bırakıp konuya girsek mi acaba?
Mevsim elbette yaz. Okul tatil, oh, mis gibi… Hava biraz sıcak, ama o kadar da değil, okulun bahçesindeki bir şey ağaçlarının gölgesinde uyuklamak için en uygun zaman, öğretmenler bile nadiren uğruyor, ortalık sakin mi sakin. Bir şey ağaçları dedik, isimlerini öğrenmek için uğraşmadı hiçbir zaman, Ali. Bu ara uyuklamaktan başka bir işi yok, zira sınıfı geçmiş bulunuyor. Tenbel dedik, aptal demedik; sınıfta kalırsa sarf etmesi gereken gayret çok daha fazla olacak, peder beyden fırça falan, maliyet epey artıyor; o yüzden Ali her sene mutlaka sınıfı -mümkün olan en düşük notla- geçer. Şimdilik tatilde sıkıştıran yok, çırak gir, işe git filan diye; ama lise bitince başına gelecekler belli; o yüzden sırf hayatı boyunca tadını çıkarabileceği yaz tatili sayısını arttırmak için bile olsa, Ali’nin fakülteyi kazanacağından emin olabilirsiniz. Fakülteden çıkınca mutlaka bir işe girecek, maaşı biraz düşük de olsa, mesaisi en az seviyede bir iş olacak ve elbette Ali askerliğini kısa dönem yapacak. Aptal olmadığı gibi, beceriksiz de değil, ne yapar eder, bir yolunu bulur. Adamın tutkusu atalet ve bir tutkusu olan herkes gibi, bunu elde etmek için ne yapmak gerekiyorsa yapacağı açık. Lakin tezat işte, başkaları ne kadar gayret sarf ederse maksadına o kadar yaklaşır, Ali için ise durum bunun tam tersi. Bu yüzden her şeyi güzelce hesaplayıp enerji sarfiyatını optimize etmesi gerekiyor, hatta hesap yapmak için sarf ettiği enerjinin miktarını bile hesaplamalı. Mesela dersi dinlemenin sınıf geçmeyi ciddi derecede kolaylaştırdığını fark ettiği için asla derste uyumaz, öyle de disiplinlidir.
Ali zahmet olmasın diye, kimseyle tanışmaz, konuşmaz, görüşmez; kalabalıkta izini kaybettirir. Okulu bırak, sınıfta bile varlığından haberdar olanların sayısı fazla değil. Arkadaşlık zor zenaat, müşkil mesele… Gizem ise, haliyle, tam tersi: hiçbir şey Gizem’in gözünden kaçmaz, Ali bile.
Kız delikanlının varlığını çoktan fark etmişti, kurcalamak için bir fırsat çıkmasını bekliyordu. Neyin nesi bu herif? Neden böyle? Yakından inceleyip mercek altına almazsa kurdeşen dökecek. Nihayet o yaz günü, nasıl olduysa Gizem’in ajandası boş kaldı ve hiçbir şey ağaçlarının gölgesinde, bir iki sinek dışında hayatta hiçbir gailesi olmadan uzanmış şekerleme yapan Ali’nin tepesine dikildi ve hikâyemizin gerilim bölümü böylece başlamış oldu.

-Şşşşt
-…
-Aloo?
-…
-Ali!..

Ali gayrıihtiyari tek gözünü hafifçe aralayıp tepesinde dikilen kimdir diye baktı. Kimseyle tanışmama prensibi, kimseyi tanımamayı da içine alıyordu, dolayısıyla kızı tanımıyordu. Kızın kendisini neden uyandırdığını merak etmek zahmetine girmedi ve uyluğuna inen sert bir tekmenin etkisiyle aniden ayağa fırlayana kadar birkaç saniye hafifçe horladı. Ah bu refleksler, insana ne kadar çok gereksiz enerji harcatıyorlar bazen…

-Ne yapıyorsun burada?
-Hiç.
-Yürü gidiyoruz, işimiz var seninle.
-!?.

Kız Ali’nin kolundan tuttuğu gibi koşmaya başladı, Ali de koşmak zorunda kaldı, beş on saniye. Yürümek neyse de, koşmak dayanılır gibi değildi. Hızlı bir hesap yaparak, toplam enerji sarfiyatını azaltmak için, anlık enerji sarfiyatını arttırmak gerektiğine kadar verdi ve aniden durup kolunu sertçe çekti, Gizem’in elinden kurtardı. Bir an için kızın suratına bir yumruk patlatmak geçti içinden, böylesi daha etkili olurdu -galiba kızdan etkilenmeye başlamıştı- fakat karakola gitmek yorucu olabilirdi, bu yüzden vazgeçti. Gizem ise hızını alamayıp birkaç saniye daha koştuktan sonra durdu, döndü ve Ali’ye baktı. Adam karşısında mânâsız bir şekilde dikiliyordu. Ağzı hafif aralık, gözler yarı kapalı, ne olup bittiğini anlamadığı kesin, ama tek kelime etmiyor, bir şey sormuyor. Ali kıza direnmenin faydasızlığını fark etmişti, sakin ve yavaş adımlarla, Gizem’in kendisini çekiştirdiği istikamette yürümeye başladı. Gizem hayretle gözlerini açabildiği kadar açtı ve zihninde parlak bir ışık peyda oldu. Bir cevher var sanki herifte, bir işe yarayabilecekmiş gibi bir his, Allah Allah?..

Ağır ağır yürüdüler, kırk elli metre mesafedeki parka gittiler. Parkta da bilmem ne ağaçları vardı, hem sayısı daha da çoktu, ayrıca başka bir şey ağaçları ve daha daha bir takım ağaçlar vardı, üstelik bir de küçük havuzcağız vardı, fıskiyesizdi, ama su temiz görünüyordu. Kesinlikle şekerleme yapmak için çok daha iyi bir yerdi ve Ali parka ilk defa geliyordu. Vakit geçirmek için buraya gelmenin fazladan yaklaşık atmış beş adım atmaya değeceğine karar verdi. Elbette önce gürültü ihtimalini değerlendirmesi gerekiyordu, hareketli bir yer ise bütün cazibesini kaybederdi. Acaba gençler bu parka sık sık geliyorlar mıydı? Meramını tam ve bir seferde anlaşılır bir şekilde, en az kelimeyle ifade edebilmek için, söyleyeceklerini dikkatle seçerek Gizem’e sordu:
-Park kalabalık olur mu?
-Merhaba.
-?..
-Tanışalım önce değil mi? Ben senin adını biliyorum zaten, Ali; benim adım da Gizem.
Ali hiç de memnun olmamış gözlerle baktı. Tanışmak şart mıydı? Ayrıca adamı kolundan çeke çeke parka getirmek için tanışmak gerekmiyordu da, konuşmak için neden gerekiyordu? İnsanlar tuhaf yaratıklar, muhatap olmak yorucu olmasa bile, değmez be…
Gizem’in muhakemesi vasat olsa da, sezgileri kuvvetliydi. Ali’nin konuşmasına gerek kalmadan, hikâyeyi yavaş yavaş çözmeye başlamıştı. Ali kalabalığı sevmiyordu. Neyse ki alışveriş merkezleri açılmaya başladıktan sonra, park gençlerin gözünden düşmüştü; emekli amcalar geliyordu daha çok, onlar da Ali’den çok farkları yokmuş gibi görünüyorlardı (evet Ali’nin ideali de emekli olmaktı, bir an önce), ayrıca örgü örüp çekirdek çitlerken meraklı gözlerle sağı solu inceleyen ve aralarında fısıldaşan teyzeler geliyordu, bir de genç anneler yürüyebilen ve konuşamayan çocukları kum havuzunda güneşlensin, salıncaklarda sallansın diye getiriyorlardı, keratalar yere kapaklanıp viyaklamaya başlamadıkları sürece sesleri daha çok kuş cıvıltısına benziyordu; neticede bilhassa uygun saatlerin seçilmesi halinde kafa dinleme ihtimali çok yüksekti. Bütün bunları anlattı Ali’ye, uzun uzun. Çok da uzun anlatmadı aslında, çünki detaylar ana fikirden uzaklaşıp sıkıcı hale geldikçe, dinlemek zahmet olmaya başlıyordu ve Gizem Ali’nin yüz ifadesinden, lafı nerede toparlamak gerektiğini okuyabiliyordu. Delikanlının kızdan bir beklentisi yoktu, lafı kısa kesip gitmesi dışında. Ama parkı keşfetmiş (!) olması da kızın sayesinde olmuştu, birazcık şükran gibi bir şeyler hissetmek pek zahmetli değildi, kızın çenesini kapayası yoktu, bu da çok belliydi ve başından atmaya kalkmak nankörlük olmanın dışında yorucu olacaktı; tevekkül içinde sustu ve dinledi. Gizem ise madeni deşme duygusu içindeydi, ama kendisini zor zaptetse de acele etmedi. En önemlisi, Ali’yi manipüle etmeye yarayacak termodinamik dengelerin ipucunu avucuna almıştı bile. Bir süre daha çene çaldı, Ali’yi bir külah dondurma yemek zorunda bıraktıktan sonra da azat etti.

Gizem ile Ali’nin tanışmalarından bir gün sonra, kuşluk vakti, hafif bir kahvaltının ardından, tam da biraz kestirmek için uygun bir zamanda; okuyucularımız belki tahmin edebilirler, ama Ali için tamamen beklenmedik bir şey oldu: kapının zili uzun uzun, sabırsız bir şekilde çaldı. Ali’nin evi, okula göre parkın aksi istikamette -neyse ki- sadece iki yüz metre mesafede, tek katlı, bahçesinde birkaç adet bir şey ağacı olan bir evdi. Ali’nin normal şekerleme yeri de evin bahçesiydi, tabiî olarak. Mayıs ayı civarı hariç, ağaçların beyaz bir şeyleri her tarafa saçmak gibi saçma bir huyu vardı zira. Bazen annesi temizlik yapacağında veya komşuları çağıracağında Ali’yi sepetliyordu, o da okulun bahçesine kadar zahmet buyurmak mecburiyetinde kalıyordu. Üç gün önce temizlik yapılmış, iki gün önce evi misafirler basmış ve bir gün önce -o mübarek günde- tekrar temizlik yapılmıştı, bugün ortalığın sakin olması gerekiyordu ve Ali üç gün aradan sonra tekrar bahçe safası yapmak üzereydi. Kimdi acaba baskına gelen bu sabotajcı?

Kapıyı Ali’nin annesi açtı. Acaba Ali’nin annesi diye mi devam etsek, yoksa bir isim bulsak mı? Diyelim ki Ayşe dedik. Koskoca kadından Ayşe aşağı, Ayşe yukarı diye bahsedecek halimiz yok ya, illa ki Ayşe Hanım filan diyeceğiz. Bu da Ali’nin annesi demekten çok farklı değil yazarken dört harf fark ediyor. Söylerken iki hece fark ediyor, konuşma için az değil aslında… Ali olsaydık bu hesabı ışık hızıyla tamamlamış olurduk, bir sürü harf harcadık yine. Neyse Ayşe Hanım dedik madem, kalsın öyle. Kapıyı Ayşe Hanım açtı: kapının önünde dikilen bir genç kız, güzel değil pek, ama kesinlikle çirkin de değil. Güçlü kuvvetli, sağlıklı görünüyor. Güleryüzlü hem de, en azından gülüyormuş gibi sırıtıyor, az zorlasak şirin bile diyebiliriz. Kimin kızı bu? Ne işi var burada, kapıları mı karıştırdı acaba?
-Günaydın efendim, ben Gizem. Ali’nin arkadaşıyım, müsaade ederseniz ders çalışmaya gelmiştim…
Yemezler be kızım, kime anlatıyorsun? Sokaktaki kediler bile biliyor, kışın bile ders çalışmayan beyefendimizin, yaz günü yanına bile yanaşmayacağını. İkmale falan kalmadı, sonraki seneye hazırlanmak için erken, ki zaten öyle bir ihtimal de yok, ne çalışacak? Ayrıca ders çalışmak için birine gerek yok, kitabı açar bakarsın; olduğu kadar… Ali kıza ders mi çalıştıracak? Ne münasebet, işi olmaz. Kızın çalışmaya ihtiyacı olabilir, aptal galiba biraz, yaz günü başka yalan mı bulamadın? Hani kızım senin elinde kitabın defterin? Sözkonusu Ali olmasa, işin içinde başka bir şey aramak gerekiyor, ama yok; o da olamaz. Kız hakikaten gizem, hatta muamma; dur bakalım, ne çıkacak altından?
-Buyur kızım, hoşgeldin…
Gizem’in ani ziyareti, Gizem için bile gerçekten biraz ani olmuştu ve Nasreddin Hoca’nın yazısız mektubu gibi, uygun bir mazeret hazırlayacak fırsatı olmamıştı. Kelimeler daha ağzından çıkarken, saçmaladığını fark etti, ama yapacak bir şey yok, olan oldu. Dur bakalım, bir şeyler uydurulur elbet…
Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz; Gizem söze “şey, aslında ben…” diye başladı, Ali oralı bile olmadan bahçeye çıkıp uyuklarken, Ayşe Hanımla muhabbeti koyulaştırdı, ağzından girdi, burnundan çıktı, şifresini çözdü, damarını yakaladı; kolları sıvadı, yıkadı, soydu, haşladı, rendeledi, altını kıstı, kapağını kapattı, ovaladı, sildi, duruladı. İşin komik tarafı bunları neden yaptığını kendisi de bilmiyordu, hadiseler aynı bu hikâye gibi kendi kendine akıp gidiyordu. Gizem’in çenesi ve elleri durmak bilmeden çalışırken, Ali de ayarını uyku ile uyanıklık arası kıvamına getirmiş, bütün hesaplarını gözden geçiriyor, yeniden hesaplıyordu. Kene midir, süne midir, Gizem midir nedir, bu kızı sepetlemeye çalışmanın lüzumsuz olacağı ortadaydı. Acaba bundan bir kazan-kazan denklemi çıkarılabilir miydi? Kızla ilginç bir şekilde birbirlerini tamamlıyorlardı. Elbette askerden dönünce evlenmek zorunda kalacaktı ve görünüşe göre birini aramak zahmetinden kurtulmuş bulunuyordu. Bekârlığın sultanlık sayılması ihtimali de akla yakın görünüyordu, ama bütün ihtimalleri hesaplama imkânı bulunmuyordu ve görünüşe göre en mantıklı hattıhareket hadiseleri oluruna bırakmak olacaktı.

İşte böyle sevgili okuyucular, hikâyelerin son kısımlarının kısa olması gerekiyormuş; bence de akıllıca bir tercih. Neticede kızımız Gizem ve oğlumuz Ali evlendiler, çocukları bile oldu, optimum sayıda. Nedir efendim, kurguymuş, izlekmiş -ne demekse- ne gerek var, al sana bal gibi hikâye işte.


(Not: bu hikâye yazılırken hiçbir Kanada kavağına zarar verilmemiştir.)

Hiç yorum yok: