9 Aralık 2013 Pazartesi

şuur, samimiyet / tw


samimi şuursuz olamaz mıyız?
ihlas ve samimiyet birbirine yakın, şuur daha farklı. şuur bilmekle, diğerleri yaşamakla ilgili.
yaşamak derken hem gönülde akis bulması, mânen içinde yaşamak, hem de amel olarak yaşamaktan bahsedilebilir
şuur kuvvetliyse elbette kalpte ve amelde de tesiri görünür, ama temelde zihinle alakalı şuur...
eylemi kuvveti ve yönü diye iki ayrı faktöre ayırırsak, samimiyet kuvvetini sağlayan taraf, şuur ise yönünü belirliyor
doğru bir şuura sahip olmayan kişiler de samimi olabilirler, inanmış ve bağlanmış bir komünist de samimidir davasında,
lakin farklı bir şuura sahiptir, bizim değerlerimiz açısından şuursuzdur
veya hacı teyzelerin bir kısmı, kendilerinden geçmiş şekilde bidatlere dalarken bunu can ü gönülden, samimi şekilde yaparlar
lakin ibadet ve bidati ayıramamak şuursuzluktur...


dil, fikir, sezgi / tw


bütün bunlar düşünmek derken ne kastettiğine bağlı. herhalükarda insan zihninin mantık ötesi bir alanı var
 şiir de mesela dili ödünç malzeme olarak kullanır, şiirin anlattığı sözle anlatılamayandır...
dil olmadan formel mantığı kullanamazsın, ama bu bir tür zihin faaliyeti yürütemediğin manasına gelmiyor
diğer taraftan aslında formel düşünce temel malzemesini mantık ötesi alandan sağlıyor, bulutların üstündeki bir şato gibi
dedüksiyon yapmaya başlamak için elinde iki önerme olması lazım hazırda, aksiyomların doğruluğunu mantık dışı alanda sınıyorsun
bu yüzden objektif kanaatler sübjektif kabullere dayanıyor aslında ve felsefenin temel argümanı "çünki öyle"...
ne zaman bir filozof "bu aşikardır" dese, "ben bunu ispatlayamıyorum, ama benim sezgilerime göre bu doğru" demiş oluyor
sezginin iki anlamı var: içe doğma ve "kestirme" (şöyle olacağını kestiriyorum derkenki gibi)
kestirme basamakları atlanmış ve hızlıca sonuca ulaşan bir muhakeme, dil olmasaydı ancak bunu kullanabilirdik
fakat bu aktarılabilir olmadığı gibi, tekrarlanabilir ve sınanabilir de değil...
üstün olup olmamak ayrı bir konu, bence çok da karşılaştırılabilir değiller, o yüzden üstünlük sözkonusu değil,
ancak belli açılardan daha kullanışlı olabilir bir dil diğerine göre. ama birinde söylenenin diğerine aktarılabilmesi zor
çok genel, basit, somut kavram ve konseptlerin dışında mutlak tercüme bence mümkün değil, her dil ayrı bir algı evrenine ait
dilin formel çatısının arkasında sözle ifade edilemeyen çok şey kümelenmiş bulunuyor,
kelimelerin tanımlarından başka bir de çağrışım haleleri var...
tercümeyi bırak yabancı bir dili anlamaya başlamak için bile, ait olduğu kültürü algılamaya başlamak gerekiyor
yabancı bir dili anlar hale geldiğiniz anda "asimile olmanın" ilk adımını atmış oluyorsunuz hatta
o böbürlenme kimlik duygusuyla ilgili, abartılmadığı sürece sağlıklı ve gerekli. suyunu çıkarınca kötü oluyor
ingilizler de az değil, ama bence bu işin ağababası japonlar. katakana nedir yahu? "sen kelimeni benim alfabemle yazamazsın"
kitabı okurken tekrar yazıyoruz aslında...



iç düşman / tw


iç düşman mantığı bilakis devletin bekası için muzırr bir anlayıştı
ve hakikatte bir düşmanlıkları olmayanları birbirine düşman etmek şeklinde cereyan ediyordu, devlet eliyle zulme ek olarak
diğer taraftan yanlışı yanlışla gidermekten sakınmak gerek, "devlet" dediğimiz 150 yıllık jöntürk tahakkümünden başka bir şey
devlet geleneğimizde bütün müslümanlar tek millet sayılır, yapılması gereken bu anlayışın iadesinin bir formülünü aramak
soy ve alt-kültür farklılıklarına dayanan farklı vatandaş türleri tanımlamak tehlikeli neticeler verebilir
daha evvel kavga esasta devlet gücünü kullanan odaklarla farklı halk kesimleri arasında cereyan ediyordu
halkın kendi arasında çatışması istisnai bir durumdu, hatalı bir düzenleme halkın arasında ciddi münaferet tevlit edebilir
kaldı ki ne soy konusu ne de kültürel konular çok net farklı etnik gruplar tanımlayabilecek kadar bariz sınırlar gösteriyor
eski sistemi savunmak hatalı, ama yenisini iyi düşünmek gerek; sıtmanın ilacı verem mikrobu değildir...


epistemik dayatma, ateşkes mutabakatı, alkol / tw


(arada ‘mention’lardan kaynaklanan kopukluklar, havada kalan noktalar olabilir, idare ediniz…)

dünya görüşleri arasında bir ateşkes düzlemi sağlanıp epistemik dayatmadan vazgeçilmediği sürece tutturabilen tutturabildiğine düzeni sürer
açık havada alkol içebilmenizi savunmam için bana bir sebep gösterin ve bu sebep hümanizm, insan hakları, modernite ilh. olmasın...
"akılcı", "bilimsel", sosyalist veya liberal ahlak telakkileriniz beni neden bağlasın?
ben insan haklarını savunursam, siz de yeri geldiğinde "şeriatı" savunacak mısınız? (zeki müren de bizi gürecek mi? :p)
a teorisine göre hayat tarzınıza karışmamam gerekiyor, b teorisine göre ise karışmam gerekiyor. a ve b çelişiyor. sonuç? "a rulez forever"!?
felsefenin temel argümanlarının "çünki öyle", "hadi oradan" ve "yürü git" tarzında olması can sıkıcı, ama yapacak bir şey yok...
madde iki "sen öylesin, o böyle" mi, yoksa "BİZ mi nasılız? bunun ölçüsü a) kültürel b) felsefi açıdan "keyfi"...
"içme özgürlüğüme nasıl karışıyorsun, inanılmaz!" ile "ortalık yerde nasıl içiyorsun, inanılmaz!" arasında epistemik açıdan fark yok
lakin insan haklarını evrensel değer, dini de kültürel alt başlık olarak gören birine bunu izah etmek zor.
hayat tarzınıza karışmamam için bana bir sebep gösterin ve o sebep kendi dininiz (değer yargılarınız, dünya görüşünüz) olmasın...
çok kültürlü bir toplumda epistemik dayatma ile sağlıklı bir ateşkes mutabakatı aynı anda mümkün değil...

birinin diğerine karışmaması gerektiğini kim söylüyor? kim ya da ne, çelişme halinde hakem olacak?
iki davranışta da engelleme var, ama biri bireysel biri toplumsal
çelişen iki dünya görüşünün olduğu yerde hangisini uygularsan diğerine baskı yapmış oluyorsun
her zaman çelişme halinde a görüşü uygulanır diyorsan, bu diğer taraf için epistemik dayatma, diğer taraf için çözüm değil
adalet ve özgürlük gibi değerlerin evrensel tanımı yok, senin tanımın seni bağlar, benim tanımın beni bağlar
bu açmazı aşıp çatışmayı önlemenin yolu, ilk adımda epistemik dayatmadan vazgeçmek; bunun üzerine mutabakat zemini kurulabilir
bu yapılmadığı sürece de güç konuşur
seni engellemem gerektiğini düşündüğüm halde engellememem için bana gösterebileceğin sebep aramızdaki anlaşma olabilir ancak
bazı tanımların daha tercihe şayan olduğunu BİLMİYORUZ, sen ona inanıyorsun. sıkıntımız bunu aşamamak zaten
tanımların anlamı vari ama anlamlar insan zihni açısından evrensel değil, herkesin anlamı kendine
yapabilme hakkı güçten kaynaklanmıyor, güç felsefi haklılık sağlamaz, sadece defacto devreye giren bir faktör
hangi tanım tercihe şayan, buna kim karar verecek?
hangi mantık? mantık senin aksiyomlarının doğruluğunu denetlemez, çıkarsamanın tutarlılığını denetler
bir standardın olanilmesi için ortak değerler olması lazım, senin standart dediğine ban baskı diyorum.
senin standardını inkar ediyorsam ne olacak? güç kullanmaktan başka nasıl ikna edebilirsin beni? güçlüysem hangi argümanla engel?
standart diye bir şey yok, bunu kabul etmediğiniz sürece bir adım ilerleyemeyiz...
insanların hakları eşittir ve zarar veremezler ifadesi, epistemik açıdan bağlayıcı değil, hak ve zarar tarifleri çelişiyor
ihtilaf halinde benim hak ve zarar tanımlarım geçerlidir dediğin sürece güç sisteminden başka ortak zemin kalmaz
çözüm yolu karşılıklı müzakere ve mutabakat, ama bir şeyi daha baştan dayatmadan
sana karışmama engel olacak şey, sana verdiğim söz olabilir ancak
ama sen mantık diye adlandırdığın şeyi herkes için zorunlu gördüğün için bir anlaşma noktasına varmak zor
çelişen dünya görüşlerinin olduğu bir toplumda liberal-demokratik bir sistem orta bir zemin olarak uygulanabilir
liberal ve demokrat bir sistem doğru olduğu için değil, evrensel mantık açısından kabul etmek zorunda olduğum için değil
daha ortada ve daha esnek olduğu için. ama sistemin her değerini kabul etmek zorunda olmadığım,
sistemin hiçbir değerini kabul etmek zorunda olmadığım, baştan teminat altında olmalı
yoksa çelişme halinde lib.dem. değerleri esas alınır zorunlu bir kural olursa bunun iran rejiminden farkı kalmaz
ha kum şeriatını uygulamışsın, ha londra paris... ama ben sana karışmadığım zaman bunun getirisi olacağını biliyorsam,
o zaman durum değişebilir, çatışmayı önlemek için, kimi zaman senin kimi zaman benim dediğimin olacağı bir sistem kurabiliriz

somut olayı tartışma gereği duymuyorum aslında, ama kısaca söyleyim. insanların içmesi yanlış alenen içmesi daha da yanlış
alenen içenlerin engellenmesi fakat gizli içenlere karışılmaması gerekir. diğer taraftan içinde bulunduğumuz toplum yapısında,
doğru olan kuralı birebir uygulama imkanımız yok, bu yüzden içilemeyen alanlar da olmak kaydıyla içilebilir alanlar bırakılabilir
sorun içilmesi içilmemesi değil, karışılmadan içilmesini doğal evrensel mantık açısından zorunlu bir hak gibi dayatmanız
öyle bir hak sizin açınızdan var, bizim açımızdan yok. buna rağmen ben size karışmamaya hazırım, eğer şartlar hazırlanırsa...

böyle bir sistem oluşturmanın kolay olduğunu söylemedim, teorik planda bu meselenin bir çözümü yok zaten
mantık-standart dediğin şey de bir çözüm değil diğer taraftan, çünki standart değil,
çünki değerlerimin senin standardınla çeliştiği durumlarda kategorik olarak reddedileceğini biliyorsam niye destek vereyim?
mantık adını taktığınız şeyi evrensel zorunlu standart saymanızı epistemik dayatma olarak görüyorum, anlatamadığım bu...
insan haklarını kabul etmiyorum, güç kullanmadan, hangi mesnedle beni ikna edeceksin?
kaldı ki türkiye için hitler veya stalini masaya davet etmek gerekmez, her tür teorik çatışmayı çözmek durumunda değiliz
türkiyenin çok-kültürlü toplumsal yapısı açısından masada kaç sandalye olması gerekiyor diye bakmak gerekiyor konuya
hangi durumda neyin uygulanacağını oturup tartışacaksın, teorik gerekçeleri zorlamadan pratik uzlaşmanın yolunu arayacaksın
herkes için aynı anda aynı oranda meşru bir pratik mümkün değil, meşrulaştırmadan bahsetmiyorum,
güç kullanmadan çatışma noktalarını azaltmaktan bahsediyorum

her seferinde "insan haklarına göre bu yanlış" deniyor; kim takar insan haklarını? var mı buna bir çözüm öneriniz?

ben allah'ın hükmünün üstün olduğu inancındayım, hükmü bildirilmiş bir konuda senin veya benim tercihlerimizin anlamı yok
eşitlik diye bir şeye de inanmıyorum, adalet ve eşitlik farklı şeyler. adaletin ölçüsü de benim için her şeyden önce nasslardır
teorik açıdan tutarlı bir sistem uygulamak için ya sen beni insan hakları konseptine uymaya zorlayacaksın veya ben seni dine
benim seni dine zorlamamla senin beni hümanizme zorlaman arasında epistemik açıdan fark yok
ya iki taraftan biri diğerini baskı altında tutacak veya teoride tutarlı olmasa da uygulanabilir bir sistemle baskı paylaşılacak
senin insan haklarına ve eşitliğe inanman benim açımdan bağlayıcı değil, seni bağlar, beni bağlamaz
hristiyan toplumu hristiyan şeriatına göre yahudi toplumu yahudi, islam toplumu da islam şeriatına göre yaşar
dinsiz (!) toplum da dinsizlik (!) dinine göre yaşar. mesele çok kültürlü toplumda ne yapacağız?
sana islam şeriatına göre yaşa demiyorum zaten, ben seni islam'a zorlamıyorsam sen de beni hümanizme zorlama diyorum
çeliştiğimiz konularda da birini diğerine kategorik olarak üstün saymadan uygulanabilir orta yol arayalım diyorum
islam'ı kategorik olarak anlamsız bir veri olarak kabul edemeyiz ortak düzen açısından
islam nasıl inanmayan başkası için anlamsız ise hümanizm de öyle
neden bir müslüman senin "bireysel olarak" doğru kabul ettiğin kurallara uymak zorunda olsun ki?
şiddet içeren bir durumla karşılaşırsan şiddet içeren bir cevap verirsin, bunun konumuzla ilgisi yok
sorun hümanizmi; islam, hristiyanlık veya yahudilikten farklı olarak "nötr" ve her insan için geçerli saymanız
islam, hristiyanlık ve yahudilik ne kadar dinse, hümanizm de o kadar din
dinsiz birey değil, dinsiz toplum. çünki aslında dinsiz değiller.
ortak değer yargıları, dünya görüşleri ve hayat tarzlarından oluşan bir dinleri var.
temel görevin bu olması hümanizme göre doğru islama göre değil
islam'ı tam olarak yaşamanız için islam devleti olması gerekir, hümanizm parantezinin lütfettiği bir islam'ı yaşama şekli,
hümanizme göre adil olabilir, ama islam açısından yeterli değildir
bütün çok kültürlü toplumlar, kendi bünyelerindeki unsurlara göre ayrı ayrı birer ateşkes mutabakatı yapabilirler
senin söylediğin, hümanizm adına, islam'ın hümanizmle çelişmeyen yönlerini yaşamana izin veriyorum demekten ibaret
anlatamadım, islam benim için üstündür. macarlar için üstün değildir. macarlar kendi devletlerini hristiyanlığa göre yönetebilir
sakladığım bir şey yok, çok kültürlü toplumlarda dinlerden birini kategorik olarak üst saymak sıkıntı çıkarıyor diyorum
sana göre türkiye islamla yönetilmemeli bana göre de hümanizmle yönetilmemeli, ne yapmalıyız?
nerde hakim bir çoğunluk varsa orada onların kuralı uygulanır zaten, benim inancım durumu değiştirmez
bir yerde hakim bir çoğunluk yoksa ne yapılabilir, bundan bahsediyorum
bana göre macarlar da müslüman olmalı, ama bu benim kanaatim macarları bağlamaz
macaristan'da hristiyan olmalı değilim, ama macarların kanunlarıyla çelişmemeye çalışmalıyım
eğer macar kanunları dinimi yaşamama ciddi şekilde engel oluyorsa oradan hicret etmeliyim
kendi çoğunluğumun olduğu ve dinimi yaşayabildiğim bir yerde yaşamalıyım
imkan bulabiliyorsam macarlara islam'ı anlatmalıyım islam'a davet etmeliyim teşvik etmeliyim
eğer davetimi anlatmama engel olurlarsa ve gücüm yetiyorsa macarlarla savaşmalıyım
EVRENSEL DİYE BİR ŞEY YOK! sen kendi dinine atıfta bulunuyorsun
bütün insanların hakları dedğin şey bütün insanların hümanizme göre hakları. bütün insanların hakları dediğin şey beni bağlamaz.
ayrımcılığa karşı veya taraftar değilim, ayrımcılık benim açımdan anlamsız
hukuk devleti, hangi hukuk devleti;? islam hukuku mu, modern hukuk mu?
bunlar teknik konular, hepsini islam şeriatına da adapte edebilirsin, bu tekniği işletirken esas aldığın değerler önemli
bahsettiğin teknikle default olarak geldiğini varsaydığın değerler sistemi bütün insanlar için kapsayıcı değil
ideal olarak türkiye islamla yönetilmeli ama pratikte türkiye çok kültürlü bir toplum olduğu için islamı dayatmam çatışmadoğurur
türkiye'nin islamla yaşayabilmesi için senin de şeriatı savunduğun günü beklememiz gerekiyor,
o gün gelinceye kadar da birbirimizi fazla sıkıştırmayalım diyorum
müslüman olarak yaşama anlayışınız kısıtılı, islam'ı "tam olarak" yaşamam için senin sokakta bira içmene engel olmam gerek
benim dinim beni bağlar senin dinin seni bağlar diyorum ikisini birden uygulayamadığımızda ben dinimin bazı yönlerini uygulamayı
askıya alırsam sen de aynı şeyi yapacak mısın? bunu anlatmaya çalışıyorum
herkes kendi inancını üstün tutar bunu ayrıca söylemeye gerek yok ki,
ama sen senin inancının benim için de kapsayıcı olduğunu söylüyorsun
bahsettiğin değerler sisteminin kapsayıcı olduğunu iddia etmen ve benim de mantıken buna inanmak zorunda olduğumu söylemen,
işte bu kapsayıcılık iddiasına epistemik dayatma diyorum ben. hayır değil diyorsan zaten konuşmanın anlamı yok
leküm dinüküm ve liye din.
bana göre benim kendi inancımla yaşama hakkım senin bira içmene engel olmayı da içeriyorsa?

Ayrıca bkz:
din karşıtlarından nefret eden dindar ahali

22 Ekim 2013 Salı

YOL HAZRETLERİ

-13 sene evvel not almışım, atmışım bir kenara. nasip bugüneymiş-

"Kutsal yol" her nereden geçecek olursa olsun, önündeki engeller kaldırılır, dümdüz edilir. Geçmişin, kendi kendimizi boğmamızı engelleyen her türlü kısıtlaması, yola kurban edilir.
Dikkat! Yol geçecek!

23.5.00 İzmir

22 Ağustos 2013 Perşembe

"ömer" mevzusu

sizi kılıcımızla düzeltir miyiz yâ "ömer/ler"?

1) biz düzgün müyüz?

2) onu geç, eğri ve düzü ayırmak için düzgün bir kıstasımız var mı?

3) bir cetvelimiz olsa bile, boy ölçüleri hakkında konuşacak cesaretimiz var mı?

4) cesareti geç, basiretimiz var mı?

5) ulûfe durumları var mı? maddî-manevî, ekonomik, psikolojik?

6) ulûfe helal mi?

7) helalse bile yeri gelince reddedecek kadar istiğnamız var mı?

8) aklımızı, şuurumuzu, vicdanımızı rehin verdiğimiz birileri var mı? "ömer" doğru mu diye, sünnete mi bakıyoruz, yoksa herhangi bir şey doğru mu diye anlamak için "ömer'e" mi bakıyoruz?

9) "ömer" hata ederse ikaz etme ihtimalimiz var mı, yoksa "ömer" vur deyince öldürmek için hazır mı bekliyoruz?

10) bütün bunlara "ömer" ne diyor?

-burada belirli bir kişiye laf çakılmamaktadır, kendi önderinizle durumunuzu gözden geçirin, sonuç olumluysa ne âlâ...-

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Ba'ğ'zı İleri Kitabet Teknikleri


Bir yazı okuyorsunuz. Sinirleniyorsunuz. Başlıyorsunuz bağırıp çağırmaya, itiraz etmeye... Yapmayın. Manzaradan önce pencereyi tartışmak gerek, mantık oyunlarını fark etmeyince hiç girilmemesi gereken tartışmalar saçma sapan yerlere doğru uzayabiliyor. Dahası da vardır, geliştirilebilir; ama işte bu raksın figürlerinden bazıları…
*
"Falan konuda hemen herkes [yani bizimkilerin hepsi] hemfikir" kalıbıyla gir konuya. Meali: bu tartışılmaz bir argümandır ve kapı gibi delil olmakla kalmayıp tartışmanın çerçevesini belirleyecektir, konu hakkında ancak zokayı yutanlar söz söyleyebilir.

Araya "somut veri" at, ne olduğu anlaşılmayan veya sorgulanamayacak sayılar tercih sebebi, konuyla alakası olmayan verileri de kullanabilirsin. Mesela girişteki 'herkes'i bir kişi üzerinden ifade et, somut verileri kişinin tartışılmazlığını tescillemek için kullan, olayı 'ad hominem'e bağla.

Doğru verileri yanlış yorumlarla bağla. Haber kutsal yorum hür nasıl olsa, atış serbest. Mesela tabloyu doğru tasvir et, ama sebeplerini çarpıt.

Konuyla ilgili doğruların hepsini söyleme. Mesela muarızların kabahatlerini sayıp dök, mümkünse abart; ama muvafıklardan bahsetme. Onların “anasını orada görenin” kim olduğunu belli etme.

Farklı iddialara yer verme veya eksilterek, çarpıtarak hedef tahtasında yer ver. Özellikle tartışmanın kurgusuna müdahale edilmesine fırsat verme.

Araya bir iki tehdit at, bir iki parmak bal çal. Hem havuç, hem sopa olursa daha etkili olur. Sopa diye yazdıklarının bazıları için sepet havası olabileceğini, havuç diye ortaya attıklarının da bazıları için "kırk katır, kırk satır" olabileceğini sezdirme.

Sonuca giderken şah-kale açmazı kur, iddianı reddetseler de kabul etseler de senin işine yarasın.
*
Beyanın bir kısmında da gözbağcılık var gibi görünüyor...

12 Temmuz 2013 Cuma

bireysiz ülkenin aydınları / tw+

sağ-sol bizde yaygın tavır: muhakeme ve karar verme sorumluluğunu üstlenmek yerine her şeyi iyi/kötü bir figüre yüklemek, ona göre seçmek

(mesela evrendeki kötülüğü başbakanla açıklarız yahut başbakan öl dese ölmeye hazırızdır, neyin yanlış olduğuna veya neyin doğru olduğuna karar vermek için başbakanın bir şey söylemesini bekleriz, ya melektir ya şeytan... kimi zaman bilmediğimiz şeyleri bilenlere sormaya, okumaya lüzum görmeyiz, her şey zaten malum oluyordur bize; kimi zaman da bilebileceğimiz şeyleri abilere, hocalara, köşe yazarlarına, birilerine havale ederiz)

bir dava için ölmeyi göze alırız da, bu dava hakkında düşünmek zulüm gelir bize... bu durum doğru veya yanlış değil, sadece durum...

kendini birey olarak değil, paylaşılmış benliğin parçası olarak gören, karar verme hakkı algısı olmayan olsa da bu hakkı kullanmak istemeyen, karar yetkisini de kararın sorumluluğunu da birilerine yıkmayı tercih eden bir halkı "özerk birey" gibi davranmaya zorlamanın manası yok

(bu sadece siyasi konularla alakalı değil, mesela tıbbi etik kararı hastaya bırakın diye istediği kadar ısrar etsin, bizim hastaların bir kısmı zinhar en küçük bir konuda karar vermek istemez, kararı hekime bırakır; tabii sorumluluğu da. baştan memnun olmuş görünmesine aldanmamak lazımdır, olumlu sonuç elde edilirse, el üstünde tutulacağınız gibi, olumsuz sonuç ortaya çıktığında sizi suçlamaya hazırdır. 'adam verilen karardan razıydı, ne oldu şimdi de beni dövmeye kalkıyor, oraya buraya şikayet ediyor demeyin, iki dakikada satarlar sizi. bir başka örnek de kendisi bir karar veren, ama kararı bir bilgiye dayanarak vermeyi reddedenler. kendi kendine teşhis koymuş, tedavi planlamıştır; "şunu yap, bunu yap" diye emrederek gire poliklinik kapısından, hiçbir izahı da dinlemek istemez. başka örnek bilgi vermeye çalıştığınızda korkan, bilgilendirilmek tehlikeli bir şeymiş gibi, üstesinden gelemezmiş gibi kaçınan, başkasını çağıranlar. bunların nasıl bir haletle hareket ettiğini tetkik etmek gerekiyor galiba. yine yaygın bir örnek karar vericiliğin "büyüklere" bırakılmış olması. ya hasta karar vermeye yanaşmadığı için kocası veya kayınpederi çağrılır, yahut koca veya kayınpeder bağımsız verilen kararı veto edebileceği için karar verme sürecine dahil edilmelidir. daha da olmazsa bilgiyi alma ve hastayı yönlendirme işi eltiye, görümceye, yengeye kalır...)

ama burada kendine aydın diyenlere büyük mesuliyet düşüyor, halk düşünmek istemiyorsa siz daha da ciddi düşünmek durumundasınız. bu ülkede aydının saçmalama lüksü yoktur, muhakemesi sağlıklı olmak zorunda, aklıselim yolundan ayrılmamalı, hakkın peşinde olmalı. bu ülkede hiçbir şey ferdî değildir, tefekkür dahil...  

(birbirine eklemlenen çetelerden oluşan bir toplumsal hiyerarşimiz var, kurumlar da mevcut değil; kurallar, prensipler de. bir reis ve çevresinde bir ekip, duruma göre hareket etmek esas; işbölümü de ekseriyetle duruma göre, ama düşünme ve karar verme kısmı hep az sayıda kişiye ihale edilir. bütün çete bir vücut gibidir, baş olma mevkiinde olan kimse, hepsinin yerine sorumluluk taşır. taşırsa tabii...)

gelgelelim viski içip fular bağlayabildiği için aydın sayılanlar mevcut bizde. daha doğrusu aydın diye belirli bir kampa mensup kişilere deniyor, islamcıların müslüman kelimesini tırnak içinde kullanmaları gibi, solcular da aydın kelimesini tahsisli kullanıyor. beleş aydınlığın da hiçbir mesuliyeti yok...

(hasta kendi yerine karar verdirdiğinde, sonucu beğenmezse yakanıza yapışıyor da, iradelerini, muhakemelerini bu kerameti kendinden menkul aydınlara rehin verenler, hiç bunlardan hesap sormayı düşünmüyor. fikirle ilişkimiz naif, fikir bizde hayal gibi, masal gibi bir şey, dolayısıyla gerçek hayatta karşılaştığımız sıkıntılarla muhakeme kusurlarımız arasındaki bir irtibat kurma lüzumu hissetmiyoruz. ayrıca kötü sonuçları ihale edecek kategorik şeytanlarımız her zaman mevcuttur. keçi sakallı birinin gazına gelip öfkeyle kalkarsınız, zararla oturduğunuzda bunun faturası "badem" bıyıklı birine yazılır. çember sakallı elemanın icraatı kendi ayağına dolaşsa bile bu aslında bir takım matruşların komplosudur. )

28 Haziran 2013 Cuma

politik şiddet / tw+

sistematik ve sembolik şiddet konusu geçti arada, fiziksel şiddete haklılık sağladığı düşünülüyor anladığım kadarıyla (memati zizek lazım)
fiziksel şiddet politika da olabiliyormuş, bize ulaşan bilgiye göre. bunun üzerinde biraz düşünmek lazım
bu tür konularda fikir alışverişi yapabilmek için entelektüellerimizin epistemik dayatma huyunu bir tarafa bırakması lazım
evrensel olarak kodlanan değerler ve bilgi birikiminin dışında kalan insanları anlamaya çalışmadan "hümanist" çizgiye zorlamak vahim hata
kimliklerini alparslan, fatih ve yavuz gibi figürler üzerinden kuran ve tamamen farklı bir değerler sistemine bağlı, farklı bir "irfana" >
farklı bir irfana mensup bir çoğunluk var ve batı medeniyeti karşısındaki durum, bu insanlar için birkaç asırdır, sembolik şiddet >
sembolik şiddet dediğiniz durumla benzerlik gösteriyor. iki farklı denge var ortada, batılı değerleri benimseyen aydınlar >
aydınlar kendilerini halk karşısında bir azınlık olarak tedirgin hissediyorlar, ama halk da batı karşısında benzer şeyler hissediyor
aydınların halk karşısındaki durumu halka rağmen kurulmuş bir azınlık diktası algısı uyandırıyor,
"demokratik" talepleri sembolik şiddet olarak algılayanlar ne yapmalı? kendi politikalarını oluşturup fiziksel şiddete mi başvırmalı?
iki dünya görüşü arasındaki ihtilafta kim hakem olacak? "bu ülke"yi inatla batı üzerinden anlamlandırmaya çalışırsanız şiddet sarmalı büyür
insanlar maalesef kolay gazlanabilecek bir durumda, hangi taşı oynattığınızda nerenin devrilebileceğini kestirmek zor
hükumetin ve destekçilerinin "aydın" taifenin ve çeşitli toplum kesimlerinin sembolik şiddet olarak algılayacağı üsluptan vazgeçmesi lazım
aydın zümrenin de hangi çığı davet eden bir çığlık attıklarını iyi düşünmeleri lazım, algı evreninizin perdesini bir aralayın
aynı değerlendirmeler "demokratik açılım" süreçleri planlanırken de hesaba katılmalı

her şey "batı'nın yeni dini (materyalizm+hümanizm)" doğrultusunda kurgulanırsa, herkes mutlu olur, müslümanlar mutlu olur, türkler mutlu olur, sünniler mutlu olur dayatmasını bir tarafa bırakmak gerek. herkes kendi talebini dile getirsin, ama başkasının nasıl mutlu olacağına karışmasın. türkiye'de laik-demokratik bir sistem ancak zaruretten dolayı uygulanabilir, herkes için en iyisi, herkesin ideallerine en uygun sistem olduğu için değil. insanlar huzur için dünya görüşlerinin uygulanmasından kısmen feragat edebilirler, ama bu aktif bir mutabakata dayanmak mecburiyetinde. azınlıkların yok sayılmasını engelliyoruz havası içinde çoğunluğu yok saymaya kalkarsanız, kolayca öfke patlamasına yol açabilecek bir küskünlük elde edersiniz.

zizek kahveye uğrasın, asmalı çardağın altında bir çay ikram edelim, öğle yemeğinde keşkek ikram edelim, sohbet edelim, halleşelim. siz de o arada kendi ülkesini batı merkezli düşünen batılıların görüşleri üzerinden anlamaya çalışmanın faziletleri hakkında bir komposizyon yazadurun... 

17 Haziran 2013 Pazartesi

tweetborg

sonunda twitter cyborguna dönüştüm, gözlerimden timeline akıyor sürekli: 

all tweets are scanning. 
disinformation detected. 
wrong idea detected. 
good point detected. 
bullshit detected. 
x has been spammed. 
follow y. 
unfollow z. 
status retweeted. 
status favourited. 
bullshit detected. 
bullshit detected. 
bullshit detected. 
'ya-sabır' mode has been activated. 
check messages. 
check it. 
check that. 
reply it. 
reply that. 
bullshit detected. 
don't forget prayer. 
don't forget eating. 
don't forget toilet. 
anyway you cannot forget it. 
don't forget sleeping. 
check the facebook. 
check new tweets. 
251 new tweets has been detected. 
all tweets are scanning. 
bullshit detected. 
bullshit detected. 
bullshit detected...

bkz: Gezi Chronicles 

hal-i pür-melalimiz

bir konuda birden fazla faktör varsa, hepsini birden düşünmeye aklımız yetmiyor, bir tanesini seçip gerisini boşveriyoruz. yazı tura kafasıyla ortada iki taraf varsa birini seçmek mecburiyetindeymişiz gibi düşünüyoruz, o zaman da bir tarafın doğrularını, diğer tarafın yanlışlarını göremiyoruz. nefret pinpon topu gibi iki taraf arasında gidip geliyor. her meseleyi bir takım prensipler ışığında değerlendirmek gerekirken, biz nerede duracağımızı kime daha çok sinir olduğumuza göre belirliyoruz. meselenin zemininde iki medeniyet, iki inanç arasındaki çekişme var, ama kifayetsizliğimiz yüzünden işi karmakarışık hale getiriyoruz. herkesin a planı, ötekileri yok ederek kendi iktidarını kurmak. halbuki dengeler buna izin vermiyor. öldürmek için vuruyoruz, sadece yaralayabiliyoruz, can yakıyoruz. ensarsız medine olmaz, ama biz ensar olmaya talip değiliz ve yine de medine kurmaya kalkıyoruz. b planı olarak bir ateşkes mutabakatı düşünülebilirdi, ama taraflardan biri bunu anlamaktan aciz, kendi değerlerini evrensel saydığı için dayatmadan çekinmiyor, uzlaşmaya yanaşmıyor. diğer taraf da kendi değerlerinin edebiyatını seviyor, ama yaşamaya yanaşmıyor. karşı çıktığı dünyanın hayat tarzını, nasreddin hoca'nın karpuz meselesinde olduğu gibi, "değdi, değmedi" diyerek kenarından köşesinden benimseyip güya dönüştürerek iktibas etmeye devam ediyor. halbuki kendisi dönüştüğünün farkında değil. hâkim bir duruşunuz yoksa, yabancı kültür unsurlarını dönüştüremezsiniz, ancak taklit edersiniz. hangi cenahtan olursa olsun, insanımızda genel bir iman ve ahlak zaafı var. kurumlarımızı kurallarla değil çete mantığıyla yürütüyoruz. hepimizde bir "kabile asabiyeti", en büyük düsturumuz "benden olsun, çamurdan olsun"... şu halde c planı: kendini bu ülkenin sahibi görenler, titreyip kendine dönecek, tebliğe temsilden başlayacak. ateşkes mutabakatını tek taraflı, kendi iradesiyle yürürlüğe koyacak ve yüksek vasfıyla karşı tarafı buna uymak mecburiyetinde bırakacak. işimiz zor yani...

9 Haziran 2013 Pazar

Mütevazı bir park eylemi

Yeni rejime aktif olarak katılmak isteyen bir grup mahalleli az önce “Şakir ağa'nın bahçesi” şeklinde anılan bir parkı işgal ederek siyasi faaliyetlerine başladı. Adettir diyerek karakoldan gaz desteği isteyen eylemciler "yürü git" tepkisiyle karşılandı. Talepleri konusunda pek de hazırlıklı olmayan oluşumun ilk olarak G… sitesinin yönetici sorununu ele alması bekleniyor. Z... Bakkaliyesi sürece destek verdiğini açıklarken, kapıcı Zeynel'den haber alınamadığı bildirildi. Konu hakkında açıklamada bulunan teyzeler, "boyun devrilsin Zeynel, yine hangi işe gittin, kim alıcak bu çöpleri" dedi. Civarda fazla park bulunmadığına dikkat çeken eylemciler, parkı olmayan komşu mahallelerden de isteyen olursa eyleme katılabileceğini ifade etti. Olaylar olurken muhtarın tapu davası için memleketine gitmiş olması tepki çekti. İsmini vermek istemeyen bir amca “kırk yılın başı bir eylem yapıyoruz, muhtar ortada yok, bu ne rezalet” dedi. Köyünden telefon eden muhtar ise “ula zati 1000 liralık tarla için 5000 lira masraf etmişim, başlatmayın eyleminizden” şeklinde konuştu. Parkı işgal eden mahallelide bir piknik havası gözlenirken, parkta bulunan ve kütüphane olarak kullanılan tarihi eserin insanlara komik komik baktığı söyleniyor.

bkz: Gezi Chronicles 

3 Haziran 2013 Pazartesi

Sıra dışı bir kitle hareketi


Aklı başında insanların bile 31 Mayıs hadiselerini doğru şekilde isimlendiremediğini görmek üzücü. Sebepleri, seyri ve şu ana kadarki neticeleri bakımından tamamen alakasız bir tarzda cereyan etmekle birlikte, 31 Mayıs hadiseleri kategorik olarak Sivas, Maraş, 6-7 Eylül gibi hadiselerle aynı türde. Öfkenin hedefinde başbakan ve polisin olması, ikisinin de kitleden daha saldırgan olması ve hareketin akacak pek başka bir mecra bulamaması gibi şartlar olayların önceki kitle hareketleri gibi vahim noktalara varmasına engel oldu, ama bu tarz gelişmelerin kontrol edilip edilemeyecekleri belli olmaz, işin bir iki dersane baskını ile sınırlı kalmasına hamdetmek gerek.

Meydana inmenin doğru yolu bu değil, ortada net bir hedef, bir plan ve çizginin aşılmasına engel olacak, kalabalığı yönlendirecek ciddi bir organizasyon olması lazım. Bunun olmadığı yerde, hadiselerin sebebi, haklılığı, haksızlığı önemini kaybeder. Usûl esasa mukaddemdir, arkasındaki fikri destekliyor olmanız, insanların rastgele sokağa inmesini de destekleyebileceğiniz mânâsına gelmez. Hedefe giden her yol mübah değildir. İşin başındaki eylemci grubun tezleri, başbakanın ve polisin olayların patlak vermesine sebep olan tavrı; sokaktaki hareketi meşru kabul etmek için yeterli değil. Bugün buna cevaz verirsek, yarın kendini haklı gören başka kişilerin de sokağa inip kitle hareketi başlatmasını da mazur görecek miyiz? Sokaktaki hadise, birilerinin zuhur edip halkı sokağa davet etmesiyle, 30 senedir hevesleri kursaklarında bekleyen eski tüfeklerin aşka gelmesiyle mahiyet değiştirdi, şu anda olan, işin başında olanla aynı şey değil artık. “Bu bizim eylemimiz, başkasına kaptırmayız” demek mesnedsiz bir iyimserlik, bu artık eylem falan değil ve çoktan elinizden çıktı. Bir tarafın savunulacak yanının olmaması, diğer tarafın eleştirilmeden savunulabilmesi mânâsına gelmemeli.

Sivas olaylarını da dakika dakika twitterdan izleme imkânımız olsaydı, masum bir halkın nasıl vahşi bir kitleye dönüştüğünü görebilirdik. Yıllardır bu tarz olayları dillerine dolayanlar, işin arkasındaki dinamikleri anlamaya yanaşmıyorlardı ve elbette bugün de hiçbir şey anlamayacaklar. Normal zamanlarda kendi halinde yaşayıp giden insanların nasıl olup da zıvanadan çıkabildiklerini açıklamak için hiçbir şey yapmadılar, zira kendileri için zaten “saldırganlar” kategorik olarak kötü insanlardı ve tıynetlerinin gereğini yapmışlardı. Bunun böyle olmadığını gayet iyi bilenler, kimseye dertlerini anlatamadılar, zira okun yaydan nasıl çıktığını tespit etmek mümkün değildi. Bugün olayların nasıl geliştiğini görüyor olmamız, başka hadiselerdeki gibi vahim neticelerin zuhurunu beklemememiz, kitle hareketini tasvib edebilmek için yeterli değil. İyi niyet tek başına yeterli değil…

“Başbakana haddini bildirdik, oh olsun, aman da ne iyi oldu” havasından çıkmak gerekiyor. Her fırsatta polisle çatışan terör örgütlerini bile destekleyen, halkı tahrik etmeyi ifade özgürlüğü sayan, “masum eylemciler” insan öldürdükleri zaman görmezden gelen çevreler durumu doğru bir yere oturtamayacaklar elbette. Onlar kendi algı evrenlerinde, “ıssız adanın Japon askeri” hayallerinin gerçeğe döndüğü coşkusuyla çağlamaya devam etsinler, sağlıklı düşünen ve sağduyulu olabilen biri için olup bitenin tek faydası, neler olabileceğinin görülmüş olmasıdır. Her şeyden de önce polis ve polise emir verenlerin çıkarması gereken ders şudur: bu kadar bariz hatalar yapılırsa, vukuuna mani olmaları gereken hadiselerin müsebbibi olabiliyorlar. Ders çıkarmak da yetmez, o dersin gereğini yapmak gerek.

Hakkını Veremediğimiz Bir Kelime: Ama



Ne zaman görsem sinirlendiğim bir söz var: “ama’dan önceki her şey yalandır”. Hayır efendim, bilakis “ama” düşüncenin incelmeye, düşünmenin tefekküre dönmeye başladığı bir noktadır. “Ama” diyerek önce söylediğinizle sonra söyleyeceğiniz arasındaki zıtlığı vurgular ve böylece siyah ve beyazdan ibaret olmayan, pek çok tonun görülebildiği, girift meseleler sahasına adım atmış olursunuz. Zıt görünen düşünceler arasında mantıklı bağ kurmanın anahtarıdır “ama”.

Ters görünen düşüncelerin birinden diğerine geçmemizi sağlayan bir köprüye neden ihtiyacımız var? Çünki bu olmadan bir davanın bütün taraflarını dinleyip, haklarını veremeyiz. Her şeyi tek taraflı düşünmekten vazgeçmezsek, doğru söylemekle haklı olmak arasındaki farkı sık sık ıskalarız. Doğru şeyi savunmak yetmez, haklı olmak için; doğru sebep ve doğru usûl de buna eklenmeli. Bunun olmadığı yerde, “ama, fakat, lakin” gibi kelimelere çok iş düşmeye başlar. Karmaşık meseleleri kavrayabilmek için basit düşünmekten fazlasına ihtiyacımız var. Düşüncelerimiz de hadiseler kadar mürekkep değilse, ne olup biteni anlayabiliriz, ne muhatabımızın dilini çözebiliriz, ne kendi hareketlerimizin altında yatan saikleri inceleyerek bir murakabe ve nefis muhasebesi faaliyeti yürütebiliriz. Nalıncı keseri olmakla, yiğidi öldürsek bile hakkını vermenin arasındaki fark, “ama” gibi kelimelerden geçer.

Olayların patlak vermesine polisin, şiddet içeren bir faaliyeti olmayan eylemcilere aşırı şiddet uygulaması sebep oldu. Doğru, ama halkı sorumsuz bir şekilde sokağa çağıranlar da bunun üstüne tüy diktiler ve mesele kimin başlattığı, kimin ne kadar haklı olduğu meselesi olmaktan çıkana kadar da uğraştılar.

Park AVM’den hayırlıdır, ama her park ve her AVM bu kadar hadise olmuyor. Park AVM’den hayırlıdır, ama birçoğumuz parklardan çok AVM’lere gidiyoruz. Çevre ve şehir konusunda çok sıkıntılarımız var, ama konuları siyasi kamplaşmaların altında kalmaya mahkum ederek bunları aşamayız.

Başbakanın üslubu insanları geriyor. Ama halkın bir kısmını temsil etmek iddiasındaki kesimlerin tepkileri de halkın diğer bir kısmını geriyor. Hükumetin hatalı politikaları var, ama “aydınlar”, siyasetçiler ve onları izleyen bir kalabalık, bu politikalardan çok, başbakanın şahsını ve arkasındaki seçmeni hedef alıyor. Yanlış işler oluyor, ama insanlar olup bitene tenkit nazarıyla bakmaktan çok öfke ve nefretle yaklaşıyor. Muvafıklar saldırgan ve ayrıştırıcı bir dil kullanıyor, ama muhalifler de saldırgan ve ayrıştırıcı bir dil kullanıyor. Yasama ve yürütme erki toplumun çok-kültürlü yapısını sıklıkla göz ardı ediyor, ama buna karşı çıkan aydınlar kültür farklılığı ile alakalı meselelerin köküne inmekten ısrarla kaçınıyor. İktidar zaman zaman hayat tarzı dayatması iddialarına haklılık payı teşkil edecek beyanat ve icraatta bulunuyor, ama buna karşı çıkanlar da çok uzun zamandan beri ideolojik dayatmada bulunduklarını görmeye yanaşmıyor.

Mayıs ayının son günü, Taksim’de patlak veren hadiseleri kimse beklemiyordu, ama bu hadiselerin arkasındaki zemin çok uzun süredir gözümüzün önündeydi. Alıştığımız düşünce şeklini gözden geçirmezsek, daha çok şaşırmak ihtimali de önümüzde duruyor.

bkz: Gezi Chronicles 

31 Mayıs 2013 Cuma

başladığı gibi biten bir mayıs ayı

bu ay taksim'de başladı, taksim'de bitiyor. yine polis, eylem, çatışma... yine argümanlar havada uçuşuyor, kim hangi tarafta belli değil. bu sefer haklılık ibresi polisten değil, eylemcilerden yana duruyor gibiydi, fakat iki günde işin rengi değişti.

bir kısım vatandaş, uğradığı zulümden, ideolojik duruşu için haklılık payesi çıkarmaya çalışıyor. hayır, zulme uğramış olmanız, davanızın batıl olmadığını göstermez. bir kısım vatandaş da eylemcilerin niyetini sözkonusu ederek, uygulanan şiddeti mazur görüyor. hayır, davalarının batıl olması zulmü savunmayı gerektirmez.

işin ilginç tarafı, polisin devlet görevlisi gibi değil de, kavganın tarafı gibi davranması. bunun arkasındaki saikler nelerdir, polisi bu kadar sert davranmaya iten haletiruhiye nedir, tetkik edilmesi gerekiyor. bazıları "cyborg" sansa bile, polis de insan; polisi hiç duymuyoruz, derdi ne acep?

bu tartışmanın en mühim tarafı, kanaatimce, taraftarlık ve karşıtlık dinamiklerimizi gözden geçirme ihtiyacımızı hatırlatmış olması. neye hangi sebeple karşı çıkıyoruz, bir şeye karşı çıkan herkes aynı tarafta mıdır, pek düşünülmüyor. sizden çok farklı gerekçelerle, sizin de karşı çıktığınız şeylere karşı çıkanlar, büyük bir iyimserlikle desteklemeye kalksanız da, sizi yarı yolda bırakabiliyorlar. daha doğrusu, kendinizi bir yandan karşı olduğunuz şeyleri eleştirmeye çalışırken, bir taraftan da savunduğunuz şeylerin karşısında buluveriyorsunuz.

devlet eleştirilmez değil, devlet düşman da değil. devlete karşı çıkmakla, bir kurumun bir kararını eleştirmek aynı şey değil, bunların ikisini aynı gören iki cenah var ve ikisinden de uzak durmak gerekiyor. yazı tura mantığıyla düşünenlerden başkası için, taraf sayısı ikiden ibaret değil, birine karşıysak diğerinin yanında olmamız gibi bir mecburiyet yok. her fiilin saikleri ve neticeleri ayrı ayrı değerlendirilmeli. bir şeye doğru gerekçeyle karşı çıktığınız zaman haklı olursunuz, doğru şeye karşı olmanız, her şeyin yolunda olmasının garantisi değildir. otu savununca kökü de savunmuş oluyor musunuz, dikkat etmeniz gerekir.

solun hiçbir eylemi, önceden üzerinde mutabık kalınmış bir protokol olmadan desteklenemez. önce insanî (?) evrensel (?) ortak değerler için hareket ediyor ayağına yatıyorlar, üç vakte kalmadan bakıyorsunuz ki olay bambaşka ideolojik mecralara kaymış. hükumetin orantısız güç kullanması yanlış ve desteklenemez, parkı, ağacı bahane edip devlet düşmanlığı yapmak da yanlış ve desteklenemez. iki adım atmadan, "yeşilin", "ağacın", "parkın" arasından "kolektif", "işgal", "mülkiyet" sızmaya başlıyor, boş bulunup peşinize takılsam, iki gün sonra "faşist devlete direnen halk (!) kuvvetleri" hikayesinin ortasında kalmış olacağım, ne işim var yanınızda? sizinle helaya bile gidilmez. insanların sempati duyup, destekleme eğilimi gösterdikleri bir konuda bile iki günde herkesi aleyhinize çevirmeyi başardınız, komintern kalıntıları sizi...

bkz: Gezi Chronicles 

26 Mayıs 2013 Pazar

Din Nedir?



Neyin din olduğu, neyin olmadığı; dinin neye karışabileceği, neye karışamayacağı hakkında mütalaalardan anlıyoruz ki, bazı insanlar dinin mahiyeti hakkında doğru bir kavrayışa sahip değil. Bu hem kendi benimsedikleri sistemin bir din olup olmadığına dair doğru bir kanaate sahip olamamalarına, hem de başkalarının dini hakkında yersiz yaklaşımlarda bulunmalarına sebep oluyor.

Hümanist-materyalist dünya görüşüne sahip kişiler, inançlarının mantıken zaruri ve evrensel olduğunu söylerken, fert ve cemiyet hayatının tanziminde kullanılabilecek tek sistemin bu olduğunu ve herkesin bunu kabul etmek mecburiyetinde olduğunu ifade ediyorlar. Bunun mânâsı başka hiçbir inancın, toplum ölçeğinde tatbikine müsaade edilmeyeceğidir. Bir taraftan bunu derken, diğer taraftan dini ve vicdanı serbest bıraktıklarını söylemeleri gülünçtür. Bir kültürün temel dinamiği dindir ve din bütün hayatı düzenler. Bir cemiyetteki bütün kurumları, kuralları ve ilişkileri atmosfer şeklinde kuşatır. Çalışma, üretme, tüketme, eğlenme, dinlenme, bilgi faaliyetleri ve sanat gibi her alanda rengini gösterir. Ferdî hayat, ferdin diğer fertlerle ve cemiyetle ilişkisi, cemiyetlerin birbiriyle ilişkileri ve hepsinin tabiatla ilişkisi ve şehir hayatı dinin alanıdır. Ontolojik, epistemolojik, etik ve estetik açılardan düzenleyici ve belirleyicidir. Bu alanlara dinin erişimini kısıtlamak, onu yasaklamaktan başka bir şey değildir. Diğer taraftan bütün bu konulardaki belirleyicilik iddiasıyla, hümanist-materyalist sistem de diğer dinlerden farksızdır. Neticede söylenen, “bu toplumun atmosferini biz belirleyeceğiz, beğenmeyen gaz maskesiyle dolaşsın” demekten farksızdır.

Pek çok kişi ortada evrensel bir insanlık ideali olduğu zehabına kapılmış durumda. “İnsanlık ideali” bütün insanlar için ortak, cihanşümul bir ideal değildir, her kültürün farklı bir insan anlayışı bulunmaktadır. Sözgelimi yaratılanı “yaratandan ötürü” seven bir anlayış, hümanizmle örtüşmez. Batı düşüncesinin evrenselliği kanaatinin mesnedi, Batı’nın üstünlüğüne inanmış olmaktan ibarettir. Batı’nın başka kültürlere göre de üstünlüğü kabul görebilecek tek tarafı, bilim ve teknik vasıtasıyla tabiata hâkim olma ve giderek güçlenme sürecidir. Batı zaviyesinden bakınca başka üstünlükler de bulunmaktadır, ama bu bakış açısı sadece Batı’yı ve zihnen Batı’ya teslim olanları bağlar. Bir ferdin veya cemiyetin başarısının ölçüsü, hedeflerine ulaşıp olaşamadığı olabilir. Tabiidir ki bu tarz bir ölçü, ancak aynı hedefi paylaşanlar için geçerlidir. Bir noktaya ulaşmış olmanız, o noktaya varmaya çalışmayanlar için bir mânâ ifade etmez. Kendi ölçülerinize göre, “tamam bu denendi ve işe yarıyor” diyebilirsiniz, ama bundan bir evrensellik iddiası çıkarabilmek için, başka kültürlerin farklı varlık telakkileri, farklı arzuları, hedefleri, beklentileri olabileceğini fark etmeyecek kadar kendini beğenmiş olmak gerekir. Üstelik Batı medeniyetinin sözde başarıları kadar, hedeflemediği ve arzu etmediği halde ulaştığı sonuçlar da bulunmaktadır. Bir Batılı bunları “yan etkiler” olarak görebilir, bunlar yüzünden hedeflerinden vazgeçmeyebilir, ama Batı’nın hedeflerini paylaşmayanlar için hepsini topyekün reddetmeye engel bir şey yoktur. Yahut Batılı olmayan bir kültür, kendi hedefleri açısından durumu değerlendirip, kendi bünyesine uygun bulduğu unsurları alabilir, değiştirebilir, kendi ana fikri doğrultusunda yeniden üretebilir. Neticede bir tarafın kendi açısından üstünlük saydığı hususların, diğer taraf için de üstünlük sayılması mecburiyeti yoktur.

Mesela “Batı düşüncesi daha fazla özgürlük ve eşitlik sağlıyor, bu yüzden başarılıdır ve bu sistem tatbik edilirse herkes mutlu olabilir” denebilir mi? Bunu söylemenin mümkün olup olmadığını anlamak için, özgürlük ve eşitlik mefhumları nereden geliyor, ona bakmak lazım. Eğer maddenin ötesinde bir gerçek ve insanın ötesinde bir otorite kabul etmiyorsanız, insanoğlunun varlık piramidinin tepesinde yalnız olduğunu düşünüyorsanız, insanı mümkün olduğu kadar piramidin tepesinde tutmak hedefiyle bu mefhumları benimseyebilirsiniz. Peki ya bazıları, insandan ve tabiattan yüce, başka bir şeye inanıyorsa? Bu durumda “piramidin tepesi” kabulüne dayanan mantık yürütme faaliyeti çökmüş olmaz mı? Herkesin birbirini engellemeden istediğini yapabilmesi, bir hedef olarak yeterli midir veya herkes için geçerli midir? Acaba daha fazla özgürlük sağlayan bu sistem, “Allah rızasına” da daha fazla vesile olabiliyor mu? Mutluluğun ölçüsü ve arzulanan hedef, “Allah rızası” ise, sistemi yine de başarılı saymak imkânımız kalır mı? Ezcümle “Allahü Teâlâ hazretleri, Vâcibü’l-Vücûddur, El-Hakktır, El-Adldir, El-Alîm, El-Hakîm, Er-Reşîd, El-Kâdirdir; Hz. Muhammed aleyhisselatü vesselam efendimiz, onun kulu ve elçisidir, doğrunun-yanlışın, iyinin-kötünün, güzelin-çirkinin ölçüsü onun bildirdikleridir” demek ne kadar dinse, “Tanrı yoktur, varsa da bizi ilgilendirmez, biz her işimizi kendi bildiğimiz gibi yaparız” demek de o kadar dindir.

“Leküm dinüküm ve liye din”.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

hutular sağa, tutsiler sola / tw




bazımız tayyip eleştirisini aşmış durumda, evrendeki kötülüğü tayyiple açıklıyorlar. perseverasyon, perseküsyon, obsesyon: anti-tayyipizm...
*
poşet konusunda akılda tutmak gereken şu: bu tür uygulamalar bazı şeylerle çelişiyor, bazı şeylerle çelişmiyor (kafanı kırıyım twitter). çeliştiği: "belirli bir kesimin" demokrasi, birey, özgürlük anlayışı, buna dayanan toplumsal uzlaşma ideali. çelişmediği: başka bir kesimin talepleri, değerleri, toplum düzeni ideali...
*
japonlar aynı fikirde değil ama :) 1 türk 5 japona bedel, 10 japon 50 türke bedel mealinde konuşmuş bir büyükelçi. anafikir, türkler inisiyatif alabildikleri için yalnız çalışmada japonlardan daha iyi, ama dayanışma yetersizliğinden grup çalışmasında kötü. iran atasözünde de odak nokta, kanaatimce üç türk'ün dört gruba ayrılabilme yeteneği... misal iki kutuplu bir dinamikten (eski x yeni medeniyet) üç kutuplu bir siyasi şema (türkçülük-islamcılık-garpçılık) çıkarabilmek böyle bşi. başka rivayet: iki gavur 99 konuda ihtilaf eder 1'inde anlaşırsa onunla ilgili dernek kurar, iki türk 99 konuda anlaşıp da 1 konuda ihtilaf ederse, ayrılıp yeni parti kurar. bir de cehennemdeki türk kazanı meseli var, malum... (şimdi bazı türkler bana itiraz edicek mesela, halbusem herkes aynı fikirde olmalı.) bazen anlaşamadığımız konusunda bile anlaşamıyoruz :D
*
bize 'bizden değildir' diyen esas kendisi #bizdendegildir
*
ittihatçılara kızıyoruz, lakin itilafçılarımız da yüz senedir akıllanmadı...
*
devlet düşmanlarına bedduamdır: devletlu olasuz inşaallah, olasuz kim ol yumurta küfesi kaç okkadır aklınız ere...
*
şu hökümat pro'larını, con'larını, muhaliflerini toplayıp gitse bi uzun tatile de devlet millet kafa dinlese, çok sıkıldım ben...
*
bir gün hükumete oy verirsem vebali muhaliflerindir. ağır tahrik var, hafifletici sepetler var :Pp
*
zannımca melmeketimizde siyasetin göbek adı kan davası...
*
işimiz mhp'ye (, akp'ye ve chp'ye) kaldıysa, eyvah!.. allah halimizi ve akıbetimizi hayreylesin, selamet bahşetsin...
*
bir sen değilsin canım benim, herkes bir alem...
*
pis katil sağcı dövlet aslam esed barış tece 6. fino yok kahraman gergenekon akepe borumuzu rotşildlere satıyo 6. fino sap saman ıvır zıvır
sen yabgu'dan kaç, jitem'e tutul; olacak iş mi? böyle coğrafyaya devlet kurulur mu, bütün suç çağrı bey'in, toki misin mübarek?
daha da gaste okursam van minüt, bak o kadar söylüyorum...
*
insanlar ikiye ayrılır: ak parti'yi milliyetçi olmakla suçlayanlar ve milliyetçi olmamakla suçlayanlar. komik...
*
tenkid yol göstermeli. bizde iktidarla muhalefet arasındaki duruma bakınca görünen ise, kendi aleminde kendi çalıp kendi dinleme şeklinde...
*
üç tarz-ı sefalet...
*
en mühim sıkıntı, neyi kurtarmaya/ korumaya/ sağlamaya çalışmamız gerektiğine dair asgari müştereklerimizin olmayışı. muhtelif "cennet" tasvirleri var ve bunlar diğer taraflar için "cehennem"... gözünü seveyim, ne ki bu türkiye? neyin nesi, kimin fesi? hangimizin nereden akrabası oluyor?
*
epidemiyolojik çalışmalara göre ülkedeki hain prevalansı tanı kriterlerine bağlı olarak %0,5-%50 arasında değişmektedir.
*
mantıken op ve rte aynı tarafta -pkk'nın karşısında- olmalı değil mi? ne çok "karşı taraf" var memlekette, üçgenli beşgenli şemalar, şekiller filan yetmiyor memleket siyasetini izaha, ikozahedral/ japon feneri falan lazım... 2 batılı 99 konuda ihtilaf edip 1 konuda anlaşırsa onunla ilgili dernek kurar, 2 türk 99 konuda anlaşıp 1 konuda ayrılırsa ayrı parti kurar. 1 türk 5 japonun yapacağı işi yapar, 10 japon 50 türkün yapacağı işi yapar. bir de cehennemdeki türk kazanı fıkrası vardı bununla ilgili. asgari müşterek, ortak payda falan hak getire: "düşmanımın düşmanı daha beter düşmanımdır..." allah iz'an vere bu millete... kaplan ve boğa kapışırken avı tilki götürür. "uzlaşma" kaygısıyla her tür işbirliğinden kaçınırsanız kendinizi köşeye sıkıştırırsınız. bu kafayla devlet idare edilmez, ancak sayısı giderek artan marjinal fraksiyonlardan oluşan örgütçükler olur, birleşemeyeni birleşebilen yer… meseleleri tamamen soyut düzlemlere hapsedip realiteden koparsanız elinizde ameli olmayan bir akide kalır. rasulullah aramızda olsaydı kendi reylerimizden vazgeçip ona tabi olur, hayrın tamamında birleşmiş olurduk. fakat hükmü açık şekilde bildirilmeyen meselelerde içtihata dayanmak durumundayız ve ortaya akıl sayısından fazla yol çıkabilir. lüzumlu ile elzem arasındaki farkı idrak edemezsek, öncelik sıralamamız yoksa işi pratiğe dökme imkanımız olmaz.
bir de deniyor ki "islamcılar iktidarda bocalıyor", niye? üzerinde düşünmemiş olduğu hususlarda refleks edinmek zorunda çünki.
biri seviyesiz demiş, öbürü utanmaz demiş, aman ne güzel... bazımız "satılmış" bazımız "darbeci"... ooldu... önce beraber şu fitneyi ortadan kaldırmazsanız, belki paylaşacak bir kozunuz da kalmamış olacak neticede
*
türk siyasi hayatı biraz da uyuz olma-kıl kapma dinamikleri üzerinden işliyor, tutarlılık aramak gereksiz veya yanlış yerde arıyoruz. doğru-yanlış / iyi-kötü, kiminle alakalı olduğuna bağlı; aynı şey şucular yaparsa kötü, bucular yaparsa iyi. esas vahim olan bunlara mantık kılıfı geçirmeye çalışırken mantığın ırzına geçiyoruz. stereotipik kişileler üzerinden düşünüyoruz, herkes farklı bir algı evreninde yaşıyor, bir tek ortak doğrumuz bile yok galiba. yazı tura kafasından çıkamadık gitti, ya herru taraftarız ya merru karşıyız her şeye...
*
iki tarafa da sesleniyorum: dangalaklık etmeyin... benim dedemin babası da savaştı, osmanlı ordusu - türk ordusu - islam ordusu olan orduda, gayet de sakallı sarıklı bir insandı rahmetli... 30 ağustos bizim günümüzdür, akabinde ve detayında olanlar ayrı bir hikaye...
*
evet bu milletin öbür yarısı hain. hadi şimdi birbirimizi öldürelim canım. yine de rahatlamazsak sağ kalanlar kendini öldürsün. hutular sağa, tutsiler sola; kimin hain olduğuna karar vermek için yazı tura atıcaz, mızıkmak yok...
*
bademler hutu, tavuk mabadları tutsi; yazı turadan vazgeçtim, düello yapalım... yazıdan şikayet eden tura; hak ölçümüz: kimlerdensiniz... hayır, hak da derdimiz değil, ölçü de yok; sadece kimlerdensiniz... şu parayı bi dik durduramadık gitti...
*
hutular kendinden geçmiş, tutsiler çılgına dönmüş kime ne anlatacaksın? yanlışsın demek cesaret işi, doğrusun demenin mânâsı kalmamış... maça öyle kaptırmışlar ki kendilerini fitboldan çıkıp çamur güreşine döndüğünü fark etmiyorlar, işin mahiyeti değişti. sözün de keyfi kaçtı. en iyisi yağmurda kulübeden çıkmamak. yoksa bir kano edinip tufan mı beklemeli?
*
sana yanıldığını söylesem, ötekine hak verdiğimi sanacaksın; boşver, takıl sen...
*
bizim ortak bi bişeyimiz olması lazım, kaybetmişiz. neydi acaba?
*
bi gidin çay demleyin kalabalıklar, bu cadde ne haliniz varsa göreceğiniz yere çıkıyor. kafada bir at gözlüğü, kurmalı oyuncak gibi badi badi burnunun dikine gidiyor herkes...
*
denge, itidal, insaf, iz'an, akl-ı selim, sahih muhakeme; amin...
*
muhalefet hükumetin her icraatını "bunlar zaten hain, ülkeye zarar vermek için kasıtlı yapıyorlar" mantığı ile eleştirdiği için, hükumetin doğru, yanlış, yarı doğru yarı yanlış her türlü icraatinin arkasındaki kamuoyu desteğini güçlendirmiş oluyor. türkiye'nin asıl sıkıntısı her kamptan insanların ekseriyetinin sadece çizgi film kurgusu içinde düşünebiliyor olması. "teklifte şu faydaların gözetildiğini görüyor ve takdir ediyorum, lakin bu mahzurlar, umulan faydayı aşmakta..." türkiye için fantastik
*
son durum: toz duman. dinimiz, aklımız, canımız, malımız, neslimiz sana emanet ya rabbî, biz sebeplere riayet edemiyoruz, sen yol göster...
*
tenkitte usûlümüz: birisi bir şeyle kesişiyorsa, örtüşüyormuş gibi hüküm vermek. yanlış.
*
tutsicilik oynayan elime mum diksin, bademleri ben aldım, çıplaklar senden, yarıda devre, son sağ kalan kazanır...
*
herkes herkese komplocu diyor, kim haklı? doğru davayı savunmak yetmez, usûl bilmek gerek. bizde metod: niyet okuyup, muhayyile kazanında kaynatmak... fikriyatınızı parça arttırmadan söküp takamıyorsanız, müfekkirenizde bir sıkıntı var demektir. düşünmüyoruz, programlanmış algoritmaları uyguluyoruz. tepkilerimiz şartlı. zihnimizde çizgi film kurgularıyla yaşıyoruz, ama attığımız taş baş yarıyor. allah hâlimizi, âhirimizi hayreylesin...
*
başkasının değerleri sizinkinden daha rasyonel değil, ama tutarsız davranınca, birileri hayatı neyle anlamlandıracağınıza karışmaya kalkıyor. dine dayatma deyip de felsefe dayatanlar sövmüyorum diye haketmediğinizi sanmayın, çok pis baydınız artık. velhasıl mücahitten bozma mütahitine de, kendini milliyetçi/liberal/demokrat sanan garpçı mankurtlara da bol kalaylı çaylar ısmarlayasım var
*
geri zekalı röne, hep senin başının altından çıktı bu okumuş çocuklar; keyfine tükürdüğümün matematikçisi felsefe senin neyine
*
sağlı sollu o kadar sıkıcısınız ki insanın dalga geçesi bile gelmiyor...
*
gündem uğultudan ibaret...
*
hükumeti savunmakla dini savunmayı ayıramayanlar var, bir de hükumete tavır koymakla dine tavır koymayı ayıramayanlar var...
*
ülkesine de, insanına da, sağına da, soluna da... sabredelim...

muarızının saçmalamasından, kimse kendi saçmaladığını görmüyor, nasıl bir kakafoni, nasıl bir anomi... cemil meriç'e bağladım akşam akşam...
*
ispatlayamazsan teminatı gelecek şerefsiz sırası laikliğin dam üstünde minare aleminde saksağan kahrolsun psycheDELIsm! ugh!
*
türkiye'de siyaset uyuz olma ve kıl kapma dinamikleri üzerinden işliyor, demiş miydim? nerede durduğunuzu prensiplerinizden çok o esnada kime daha çok sinir olduğunuz belirliyor. x ve y, z karşıtlığında birleşebilir, x ve z, y yarşıtlığında birleşebilir, demek ki y-z koalisyonu da olmayacak bir şey değil, bekleyelim
*
solculara kendi alemlerinde yaşıyorlar diye kızıyorduk, ama islamcı ve türkçülerin durumu da farklı değil, milletin kafası güzel. herkes kendi kompartmanında teori çekip kafayı buluyor, kamplar arasında "fikir alışverişi" de öpüjem abijimden daha ciddi değil. teori sarhoşluğu da yasaklansa keşke
*
mükellef deli kaynıyor ortalık
*