Milliyetçilik tabiî ve fıtrata uygun bir fikir olmakla
birlikte, kendini yeteri kadar ifade edememiş ve geniş kitlelere ulaşmakta
güçlükle karşılaşmıştır. Bunda rol oynayan bir amil, beynelmilelci fikirlerin
etkisiyse, diğer bir sebep de Milliyetçiliğin başka şeylerle karıştırılması,
mütecaviz bir fikir olarak algılanmasıdır. Bunda Milliyetçilerden sayılan bazı
zümrelerin de payı bulunmaktadır. Bunlar Türkçülüğü bir ırk meselesine ve
üstünlük davasına indirgeyen ve adeta mistik bir havayla benimseyen, aynı
zamanda Batı Medeniyeti’nin üstünlüğüne iman etmiş ve Batılılaşmayı gaye
edinmiş, aynı nisbette de İslam’dan uzaklaşmış, seküler çevrelerdir ve İslam’ı
esas alan Milliyetçilik anlayışını dincilik tabiriyle aşağılamaktadırlar.
Halbuki asıl milletin hakikatinden uzaklaşmış olan kendileridir. Sovyetlerin
sahneden çekilmesi ve Komünizmin eskisi gibi bir tehlike olmaktan çıkmasıyla
birlikte bu gruplar; “sol” kabul edilen çevrelere giderek daha fazla yaklaşmaya
ve zaman zaman onlardan ayırt edilemeyecek şekilde benzeşmeye başlamıştır. Eski
solcularla bu yeni “solcu” zümrenin ortak vasfı, Batı menşe’li değer
yargılarını, Batılı hayat tarzını benimsemesi ve dünya görüşünü bunların
üzerine inşa etmesidir. Türk kültürünün son bin yılını reddedip, sadece tarihî
Orta Asya kültüründen bazı unsurlar alarak, daha doğrusu onların da bir
kısmının sadece lafını ederek, buna mukabil günlük hayatın hemen her safhasında
ecnebiler nasıl yaşıyorsa öyle yaşayarak, nasıl düşünüyor ve hissediyorsa öyle
yaparak Türkçü olunamaz. Dolayısıyla kendileri çok şuurunda olmasalar bile bunlar
için Türklük, aslında Batı camiasına dâhil unsurlardan biri olmaktan başka bir
şey değildir. Diğer taraftan kültür ve millet mefhumunu reddeden, dini siyasi
faaliyete indirgeyen ve onu da sosyalizm tesiriyle yorumlamaya çalışan bir grup
İslamcı da, bahsi geçen Türkçülük tarzıyla tam zıt noktada duruyor gibi
algılanmakla birlikte, Milliyetçilik zaviyesinden bakınca, ikisi birbirine çok
uzak değildir. Mesele bir medeniyet mefkûresi olarak vaz’edildiğinde, Irkçılık,
Ümmetçilik, Ulusalcılık, Sosyalizm ve Liberalizm gibi gayrımillî görüşler
ekseriyet itibariyle, Garpçılık ortak paydasında birleşmekte ve
Milliyetçilikten ayrılmaktadır. Bu noktada durup, iki medeniyet arasındaki
mücadelenin, son asırdaki Milliyetçi fikriyatımıza nasıl aksettiğine bakmak
gerekir.
Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset başlıklı makalesinde,
devletin nasıl kurtulacağı sualine cevap arar ve üç fikirden bahseder.
Bunlardan Osmanlıcılık fikrinin devri geçmiş ve işe yaramadığı anlaşılmıştır.
Diğer iki fikir olan İslamcılık ve Türkçülük fikirlerinin hangisinin daha iyi
olduğu hususunda kesin bir karara varmaz. Peyami Safa ise Türk İnkılabına
Bakışlar adlı eserinde, Akçura’dan farklı bir üçlü tasniften bahseder:
sacayağının üçüncü ayağı, Garpçılık fikridir. Son asırdaki hayatımız üzerinde
bu kadar tesirli olmasına rağmen, bu fikrin isminin pek anılmaması ilginçtir.
Batı’nın fiilî galebesi karşısında kurtuluş çareleri arayan münevverlerimizin
hemen hemen tamamı, Batı’dan bir şeyler alınması hususunda müttefiktir. Batı’yı
üstün kılan unsurlara sahip olmadan, karşısında ayakta kalmak mümkün görülmemiş
ve her reçete şu yahut bu nisbette Batılılaşma formülüne yer vermiştir.
Batılılaşma kimileri için bir ideal, kimi için de fiilî dayatma karşısında
ister istemez yapılan bir hamledir ve bizden başka milletlerin de başına
gelmiştir. İhtilaf ise Batılılaşmanın şekli ve muhtevası hakkındadır. Garpçı
kanat tam bir Batılılaşmayı savunurken, diğer gruplar farklı formüller, farklı
terkipler teklif etmiştir. Burada dikkate değer nokta, iki medeniyet arasındaki
çekişmeden, her ikisinin taraftarlarından meydana gelen iki fikir grubu yerine
üç ayrı zümrenin zuhur etmiş olmasıdır. Arnold Toynbee Medeniyet Yargılanıyor
adlı eserinde, iki tipten bahseder: galip medeniyete teslim olan “Herodian”
tipi ve direnme halindeki “Zealot” tipi. Bizde ise iki çeşit “Zealot”
bulunmaktadır. Savunma mevkiindeki gruplar, kendimizi Türklük üzerinden mi,
yoksa İslam üzerinden mi tarif etmemiz gerektiğinde anlaşamamışlardır. Halbuki
bu sun’î bir ayrımdır ve Akçura’nın -en azından başta- iki fikir arasında
kararsız kalması tesadüf değildir.
Din ve milliyet birbirinin muadili veya mukabili değildir,
her ikisinin de ferd ve cemiyet hayatında farklı fonksiyonları ve iç içe geçmiş
mevkileri vardır. Din bir kültürün en mühim unsurudur, diğer unsurlar için çatı
ve çerçeve teşkil eder, tayin edici vasıftadır; kültürün ruhudur, çekip
çıkarmaya kalkarsanız kültürün içini boşaltmış olursunuz. Diğer taraftan
kültürün doğrudan doğruya din sayılmayan kısımları da, din açısından mühimdir.
İslam için konuşacak olursak, vahye dayalı inanç ve pratikler dinin aslını
teşkil etmekteyken, kültürün diğer kısımları da dinin adeta fer’î bir tabakası
suretinde dinin aslıyla devamlılık göstermektedir ve din bunlar üzerinden bütün
bir hayatı şümulüne almaktadır. “Türkçülük mü, İslamcılık mı?” suali, “Türk
müsün, Müslüman mısın?” suali kadar abestir, hayatımızda her ikisi de aynı anda
yer almaktadır ve fikriyatımızın da her ikisine birden istinad etmesi tabiîdir.
Türkçülük ve İslamcılık şeklinde iki ayrı fikir tasavvur etmek hatalıdır,
bunlar tek bir fikrin iki ayrı vechesidir. Bu bakımdan İslam ile mesafeli bir
Türkçülük anlayışı, hakikî bir Milliyetçilik olmaktan ziyade, Garpçılık fikrinin
bir türü sayılmalıdır. Son yıllarda dengelerin değişmesiyle birlikte, sözde Milliyetçiler
de asıl mevzilerine rücu etmektedir. Yeni gelişmelerle iki medeniyet arasındaki
mücadelenin, iki zıt fikir etrafında temerküz etmeye başladığı düşünülebilir.
Türkçülüğü bir kültür meselesi olarak ele alan
münevverlerden Ziya Gökalp, medeniyet ve kültür kavramlarını birbirinden ayrı
mütalaa eder. Ona göre kültür millîdir. Medeniyet ise kültürden ve dinden
bağımsız olarak, üç ayrı daireden biridir, yani üç medeniyet vardır. Türkler
vaktiyle bu dairelerin birinden diğerine geçmiş, medeniyet değiştirmişlerdir.
Şimdi de son medeniyet dairesine taşınmanın zamanı gelmiştir. Muasır medeniyet
dairesine geçmekle, Türk kültürüne de İslam dinine de halel gelmiş olmaz. Böylece
hedef Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak şeklinde tayin edilir. Her
kamptan münevverlerimizin Batı’dan bir şeyler almak noktasında ittifak ettiği
bir ortamda, Gökalp’ın çözümü, eski medeniyetimizi terk etmek, ama kültürümüzü
ve dinimizi korumak şeklindedir. Bağlı kalmak gereken, din ve kültürdür;
medeniyet bunlardan bağımsızdır ve değiştirilebilir, bir bağlılık taşımaya
gerek yoktur. Erol Güngör de aynı konuya eğilir, ancak medeniyet dairelerini
dinlere göre çizer. Yani kültürler millîdir, ama medeniyet dinle alakalı bir
husustur, her dinin kendi medeniyet dairesi vardır. S. Ahmed Arvasi ise, sadece
kültürün değil, medeniyetin de millî olduğunu düşünür. Arvasî’ye göre medeniyet
denen şey, kültür, din ve bilimin bir terkibinden ibarettir. Mümtaz Turhan
Garplılaşma kelimesini medenileşme ile eşdeğer surette kullanır. Turhan’a göre,
Garplılaşma veya medenileşme, örf ve adetlerimizi koruyarak batının objektif ve
ilmî düşünce tarzını iktibas etmektir. Neticede bir kültür terkibi veya
halitası ortaya çıkacaktır. Ezcümle münevverlerimiz, Garp Medeniyeti’ne dâhil
olmayı bir hedef olarak önümüze koymakta, fakat körü körüne bir taklidi, seçip
ayırmadan Batı’nın her şeyini alıp benimsemeyi tenkid etmektedir. Bunlara göre
kendimize has olan ve korumamız gereken bazı kıymetlerimiz bulunmaktadır, fakat
Batı’dan almak gereken hususlar da vardır. Medeniyet ve kültür birbirinden
ayrıdır. Neticede bir terkip ortaya konacaktır. Ancak medeniyetin muhtevası
konusunda ve neleri almak, neleri bırakmak gerektiği konusunda ihtilaf
etmektedirler. Dinin yanında örf ve adetlerimizi korumak; buna mukabil, batının
ilmini ve tekniğini almak hususlarında ise ittifak bulunmaktadır.
Milliyetçilik fikrinin dayanak noktası olan kültür ve
medeniyet mefhumlarını tarif etmek müşkildir ve münevverlerimiz sözkonusu
tarifler hususunda birbirinden ayrılmaktadır. Bunlar birbirlerinden tamamen
müstakil yahut tam olarak çakışan mefhumlar olmadıklarından ve ortak unsurların
farklı terkipleri bulunduklarından yerleri birbirlerine nisbetle tâyin edilmelidir.
Kültür ve medeniyet aynı bütünün farklı vecheleridir. Kültür en iptidaisinden
en mürekkebine her seviyeden cemiyetlerde mutlaka bulunmaktayken, medeniyet
millet seviyesindeki cemiyetlere mahsustur. Bununla birlikte bir milletin
hayatında her devirde olması da şart değildir. Kültürün husûsiyeti ise
sürekliliktir, kültür her zaman mevcuttur, cemiyetin bütün ömrünü ihâtâ eder.
Bir milletin kültürü ile ilgili zaman dilimi, o milletin bütün tarihidir. Halde
cari olmayan, mazide kalmış pek çok maddî veya mânevî varlık kültüre dâhildir.
Kültürün muhtelif unsurları kütüphane veya müzelerde muhafaza edilebilir.
Medeniyet ise yaşayan ve yaşanan bir vakıadır. Hayatın içindedir, hayatın ta
kendisidir. Medeniyet kültürün muvakkat bir tezahürü, belirli bir devrede
aldığı şekil kabul edilebilir ve hususi bir terkipten meydana gelir. Kendine
mensup her unsura damgasını vurur. Yabancı bir medeniyet manzumesinin arasında
kalmış kültür parçaları, tabiidir ki müstakil bir medeniyet teşkil etmez. Diğer
taraftan medeniyetler muhtelif yerlerden toparlanmış kısımlardan terekküp eder.
Muhteviyatı nereden gelirse gelsin medeniyet kendi diyalektiği ile bakıldığında
insicamlı bir yapıdır. Medeniyet bir cümledir. Kültür daha dağınık bir şekilde
bulunabilir, hayata kendi rengini verirken, başka renklerle bir arada
bulunabilir.
Din ve bilim kültürün dışında ve ondan ayrı unsurlar
değildir. Din bir kültürün en merkezî unsuru ve ana fikridir, her kültür bir
inanç etrafında şekillenir. İster vahye dayalı ve nassları, hükümleri değişmez
bir din olsun, isterse insanlar tarafından icat edilmiş ve ait olduğu kültür
dalgalandıkça değişen bir din olsun; din kültüre dâhildir. Kültür başından
sonuna tutarlı bir seyir takip etmeyebilir, bir topluluk din değiştirdiği zaman
bir kısım kültür unsurlarını terk edip başkalarını benimseyebilir, böylece
kültürde zaman zaman kırılmalar meydana gelebilir. Ancak aynı şey medeniyet
için sözkonusu değildir, bir medeniyet cümlesi ancak bir esas inanca istinad
eder, burada bir kırılma, kopma olduğu zaman, medeniyet dairesi nihayete erer.
Bilim, daha doğrusu, muhtelif toplumların bilgi disiplinleri de, o toplumların
kültürlerinin bir parçasıdır, topluluğun düşünce tarzının çevreye tatbikinden
ortaya çıkar. Bilimin kültürden bağımsız esasları yoktur, bilakis din gibi o
da, kültürün diğer unsurlarına organik şekilde bağlı ve karşılıklı ilişki
içindedir. Medeniyeti kültür, din ve bilimin bir terkibi olarak gören anlayışı
tashih etmek gerekir: medeniyet içinde din ve bilimin de bulunduğu muhtelif
kültür unsurlarının bir terkibidir.
Hulasa edersek medeniyet, bir zaman aralığı ile mukayyed,
yaşayan ve yaşanan, millet seviyesindeki bir cemiyete âit, kendine has bir
terkiptir. Kültür ise zamana bağlı olmaksızın cemiyetin ömrü devam ettikçe
yaşayan; ama her yönüyle yaşanması şart olmayan, bir takım unsurları günlük
hayatın dışında kalan usûllerle de muhâfaza edilebilen, zaman zaman kırılma
seviyesinde ciddi değişikliklere konu olabilen, milletlere has olmayıp her nevi
cemiyette bulunan ve mevcûdiyetinden bahsedebilmek için husûsî bir terkip
halinde bulunması şart olmayıp, muhtelif terkiplerin bünyesinde yaşayabilen bir
vakıadır. Basit bir benzetmeyle, kültür çamursa, medeniyet testi, yani çamurun
belli bir şekil almış halidir.
Medeniyetler netice itibariyle millîdir, ancak ortak bir
dine, bir inanç dairesine mensup milletlerin medeniyetleri birleşerek bir bütün
oluşturur. Aynı şekilde bütün medeniyetler de, birleştikleri noktalar olması
hasebiyle tek bir medeniyetin cüzleri sayılabilir. Medeniyetin millî veya
beynelmilel olduğunu söyleyen görüşlerin her birinin kendine göre haklı
tarafları bulunmaktadır. Burada asıl üzerinde durmak gereken husus, Batı
Medeniyeti dairesine dâhil olmanın Türk Milleti’nin mevcut kültürü ve İslam
dini ile çelişip çelişmediğidir ki kanaatimizce çelişmektedir.
Farklı toplumlar birbirlerinin kültüründen istifade
edebilir, kültür unsurlarının alışverişi yapılabilir. Arada alışveriş olması,
bir kültürden diğerine, bir medeniyetten diğerine geçmek manasına gelmez. Medeniyetler
kültürel alışverişle, ana fikre uygun iktibaslarla, aldıklarını kendi üslubuna
uydurarak gelişir, zenginleşir. Bir yandan kendisi kalırken bir yandan da
değişir. Mühim olan neyi nereden aldığınız değil kendi ana fikriniz doğrultusunda
kullanıp kullanamadığınızdır. Herhangi bir unsurun bir kültürden diğerine
geçişi, bir tür tercümeye benzer; tercüme aslının tam karşılığı değildir. Ya
mânâ, ya ifade veya her ikisi değişir. En sahih tercüme edilebilenler en sathî
olanlardır. Bir milletin kıyafetini kolayca taklid edebilirsiniz. Ancak düşünce
tarzlarını kavramak, çalışma usûllerini iktibas etmek o kadar kolay değildir.
Yabancı bir medeniyetin ilmini, bilgisini kendine mâl etmek zannedilenden çok
daha müşkil bir meseledir. Alışverişin bir kültür istilası halini alması ise
apayrı bir husustur. Kısacası cümlede yabancı menşeli unsurlar bulunup
bulunmadığından ziyade ana fikir ve insicam mühimdir, fazla ve kontrolsüz
iktibas cümleyi bozar. Bu bağlamda İslam ve İslam dini çerçevesinde şekillenmiş
Türk kültürü ölçü ve sabit bir kıymet kabul edilince, Batı Medeniyeti’ne dâhil
olmak için gerekli kültür değişikliğinin, “millî” olmak vasfıyla bağdaşmayacak
derecede ciddî bir kırılma olacağı aşikardır. Türk Milleti’nin medeniyet mefkûresi,
Batı Medeniyeti’ne dâhil olmak değil, kadim medeniyetimizin ihyası, daha
doğrusu aynı esaslara dayanan yeni bir medeniyetin tesisidir. Sabık
medeniyetimizin çözülmesi esasen bir iç mesele iken, bir başka medeniyetin
taarruzu meselenin rengini değiştirmiş ve onu hem içeriyle hem dışarıyla ilgili
bir mesele haline getirmiştir. Yeni bir medeniyetin kurulması Batı Medeniyeti’nin
dünyayı istila eden, baskı ile dayatılan varoluş şekline karşı direnerek
kendimiz olma meselesidir.
***
Farklı dünya görüşleri, farklı varlık telakkilerine
dayanır. Varlık hakkında temel fikirleri sizinkine taban tabana zıt bir
toplumun dünya görüşünü benimsemeniz mümkün değildir. Temel inançlarınız ne
ise, dünya görüşünüz, değer yargılarınız, hayat tarzınız buna göre şekillenir.
Bambaşka bir inancı temel alan bir ideolojiyi kendi dininizle aynı anda
benimseyemezsiniz. Modern dünyanın fikri ve duygusal temelini teşkil eden
kanaatler, dünya görüşü, değer yargıları, hayat tarzı bütünü; belirli bir
varlık telakkisine dayanan bir yol teşkil etmektedir ve kendi inançları,
pratikleri, ahlak telakkisi olan böyle bir bütüne “din” denir. Bu hususun
gözden kaçırılması bu konudaki analizlerin çıkmaza saplanmasına sebep
olmaktadır. Garp medeniyetini benimsemeniz için -alışveriş değil, bu daireye dâhil
olmak manasında- Garp dinini kabul etmeniz gerekir. Sanılanın aksine bu din Hristiyanlık
değildir. Şeriatı budanmış Hristiyanlık Batı’nın yeni dininin müsaade ettiği
kadar modern dünyada kendine bir yer bulabilmiştir, hepsi bu. Batı
Medeniyeti’nin Yunan, Roma ve Hristiyanlık esasına dayandığı fikri de
hatalıdır. Hristiyanlığın “uhrevi” anlayışına karşı, Grekolatin dünyasının
dünyevi anlayışından hareketle bir cevap aranmış ve neticede hepsinden farklı
bir terkibe ulaşılmıştır. Medeniyet meselesinin kavranmasında Batı’nın yeni
dininin anlaşılması mühimdir. Yeni bir “dehrilik” türü sayılabilecek olan bu
din, materyalist-hümanist dünya görüşü adıyla da anılabilir. Maddenin ötesinde
gerçek ve insanın üstünde otorite tanımayan bu anlayış, Batı Medeniyeti’nin
temel fikridir, Batı’nın her şeyi bunun etrafında şekillenmektedir. Bu din
herhangi başka bir dinden, başka bir dünya görüşünden daha evrensel değildir ve
Batı değerlerini benimsemek objektif evrensel değerleri benimsemek manasına
gelmez. Dünya tarihinde ilk defa görülen bir işi başararak, tek başına
yörüngesiyle birlikte bütün gezegene hakim olan Batı Medeniyeti, neyin evrensel
olduğuna karar verme hakkını kendinde görebilir, ama bu hakikatin ifadesi
değil, sadece bir epistemik dayatmadır.
Hümanist-materyalist görüş, insanın madde aleminde yalnız
olduğu fikrine dayanır ve insan hayatına yön verecek, insan ötesi kudret ve
bilgi sahibi bir varlığın reddi veya gözardı edilmesi; insanın kendi lehine
maddeye hakim olması, insan ilişkilerini, insandan başka bir kıstas kabul
etmeden düzenlemesi esasını kabul eder. İnsandan maddeye yönelen faaliyet bilim
ve maddeden insana yönelen faaliyet ise tekniktir. Maddenin sırlarının
araştırılması, düzenli bir programa bağlanmış ve hayati bir gaye haline
gelmiştir. Bu yeni tanrısız varlık alemi telakkisinde insan adeta bir yarı
tanrı gibi kabul edilmiştir. Böylece ferdî ve içtimaî hayatın tanzimi
yetkisinin ancak insana ait olduğu ve bu konuda tek kriterin insanın arzuları
olduğu fikri zuhur etmiş, bu fikir insan hakları doktrini ile
temellendirilmiştir. Hümanizm sanılanın aksine insaniyetperverlik değil,
beşeriyetperestliktir.
Batı’nın fikrî mezhepleri, ancak insan deyince hangi
birimin temel alınması gerektiği hususunda ihtilaf eder. Bu konudaki ayrılıklar,
“çatışma” konusundaki temel kurguların farklılığından kaynaklanmaktadır. Her
biri aynı “insan-madde âlemi” çerçevesinde kalmak üzere, insanlar arası
çatışmalarda ferdi temel birim alan görüş liberalizm, içtimai sınıfların
çatışmasını esas alan görüş sosyalizm, milletlerin çatışmasına odaklanan görüş
nasyonalizm ve cinslerin çatışması üzerinde duran görüş feminizm olarak tezahür
etmiştir. Bütün bu görüşlerde temel ahlakî düstur “homo homini lupus” (insan
insanın kurdudur) fikridir. Feragat ve fedakârlığın birer erdem olduğunu inkâr
edemeyen muhtelif teoriler, bu erdemleri “homo homini lupus” nassıyla
çelişmeyen bir tarzda izah etme gayretlerinde başarısız olmuştur. Kaçınılmaz
olan çatışmanın kurallarını belirlemek üzere; haklar, hürriyet ve eşitlik gibi
fikirler ortaya atılmıştır.
Batı’da varlık insan ve maddenin ilişkisi açısından anlamlandırılır.
İnsan varlık piramidinin tepesine yerleştirilirken, insanın madde karşısındaki
mevkii efendilik ve sahiplik şeklinde zuhur etmiştir. Bu ilişki insanın maddeye
sahip olması ve maddenin bilgisine sahip olması şeklinde iki ayrı koldan
ilerlemekle birlikte, bu kollar bir sarmal halinde sürekli birbiriyle
kesişmektedir. İnsanın tabiatla ilişkisi, sınırsız maddeyi sınırsız sermayeye
dönüştürme gayreti şeklinde cereyan etmektedir. “Terakki” bu bağlamda anahtar
bir kavramdır. Bütün bir iktisadi hayat; istihsal ve istihlak düzeni, terakki
kavramına uygun şekilde kurgulanmıştır. Bütün bilgi faaliyeti de bağlama uygun
şekilde dönüşmüştür. Antik çağların dedüksiyona dayanan bilgi faaliyetinin terk
edilmesi ve indüksiyon metoduna dönülmesi süreci de, varlık telakkisindeki
değişme ile karşılıklı ilişki içindedir. İnsan ötesi bilgi ve kuvvet
kaynaklarının reddedilmesi, bilgi için maddeye yönelmeyi getirmiştir. Maddenin
gözlenmesi ve indüksiyonla tabiat kanunlarının keşfedilmesi faaliyetlerinde
gösterilen başarı, insan ötesi bilgi ve kuvvet kaynaklarının reddedilmesi
tavrını pekiştirmiştir. Artık insana “hakikati fısıldayacak” hiçbir kaynak
sözkonusu değildir, Batı’nın çağında madde ve insan başbaşa ve yalnızdır.
İbadet titizliği ile uygulanan deneylerin arkasındaki fikir “maddeye sor”
düsturudur. İnsan sorar, madde cevaplar, insan “aydınlanır” ve “ilim” sıfatında
terakki hasıl olur. Bu yeni sıfatı maddeye tatbik ederek, onu yeniden
düzenlemekle “kudret” ve “tekvin” sıfatlarında da terakki hasıl olur. İnsan bu
faaliyeti sonsuz döngü halinde tekrarlayarak yarı tanrılıktan tanrılığa doğru
yolculuğuna devam eder.
Maddenin gözlenmesi ve elde edilen verilerin indüksiyonla
işlenmesi, maddenin bilgisine sahip olmak konusunda uygun bir usûl olabilir,
ancak aynı şeyi ahlak alanında yapmak mümkün değildir. İyinin ve kötünün
bilinmesi, vakıa ile değil, kıymetlerle alakalıdır; burada indüksiyona yer
yoktur, zira gözlemekle bulunacak bir bilgi sözkonusu değildir. Bu alanda
dedüksiyon faaliyeti devam etmiştir, ancak aksiyomların sağlanacağı bir “insan
ötesi” kaynak bulunmadığı için, burada da “insana sor” düsturu hakim olmuştur.
Aristokrasinin ve ruhbanların yerini; politikacıların, parlamentoların ve
demokratik bir sistemin alması bu değişmenin bir ifadesidir. Eski çağın üstadlarının
yerini filozoflar almıştır, insana neyin nasıl sorulacağının kurallarını;
yetkilerini “insan ötesi kaynaklardan” değil, sadece metodik bir akıl yürütme
faaliyetinden alan filozoflar vaz’etmiştir.
Batı’nın inşa sürecinin merkezinde sermayedar zümre yer
almıştır. İster sebep olsun, ister netice; her yeni gelişme bu zümrenin işine
yaramış ve esas itibariyle bu zümrenin işine yarayan gelişmeler payidar
olmuştur. Ortaçağ dünyasının şatoları arasında mekik dokuyan çerçiler, önce
burgların kenarlarında kendilerine bir yer bulmuş ve kendi kurallarını koymaya
başlamıştır. Kralları finanse ederek rakipleri olan derebeylerini ortadan
kaldırmışlar, krallarla rakip olacak kadar yükseldikleri zaman vuku bulan
ayaklanmalar kralları ortadan kaldırmış ve iktidarı tartışmasız olarak bu
zümreye teslim etmiştir. Haklar, hürriyet ve eşitlik fikirleri sermaye ile
alakalı faaliyetlere dair ihtiyaçların ifadesidir. Filozoflar eşitlik fikrini
gündeme getirmekle, aristokrasinin ve ruhban sınıfının bir üstünlüğünün
bulunmadığı bir düzenin temelini atmışlarsa da, rekabetin yolunu açmakla da
sermaye sahipleri lehine bir eşitsizliğin teminatını sağlamışlardır. Daha sonra
ortaya atılan fikirler de görünüşte bu kurguya karşı çıkmakla birlikte,
pratikte sistemin emniyet sübabı rolünü oynamış ve bu suretle sistemin devamına
katkı sağlamıştır. Varlık piramidinin tepesinde birbirine eşit insan
fertlerinden oluşan bir düzen hayali, kısa sürede insanların da kendi içlerinde
ayrı bir piramide dönüşmesiyle sonuçlanmıştır. İnsan maddenin sahibidir, ama
bazıları daha çok maddenin sahibidir ve alt tabakadaki insanlar da onlar için
maddedir ve bunlar onların da sahibidir. İnsan maddeden bilgi sağar ve bunun
kaymağını üst tabaka yer. Ahlak ise rekabeti savunmaktadır. Herkesin yeteneği
nisbetinde maddeye hakim olması eşitlik fikrine uygun kabul edilmektedir, ancak
pratikte yetenek ve diğer imkanlar madde ve insan kutupları arasında ferdin
mevkiini belirlemektedir. Maddenin efendisi insan fikri, insanın efendisi başka
bir insan diye devam etmektedir. Bu durum çoktan fark edilmiş olsa da, çözüm
için ortaya atılan ideolojiler durumu değiştirmemektedir, zira sıkıntı
ideolojilerin ihtilaf ettikleri noktalarda değil, ittifak ettikleri noktadadır.
Yapabilecekleri en büyük değişiklik, kim kimin efendisi olacak sualinin
cevabıyla alakalı olabilir, kökten bir değişiklik yapmaları mümkün değildir,
zira karşı çıktıkları ideoloji “ev sahibidir”, bu dünyayı o kurmuştur ve ondan
kurtulabilmeleri için, bu dünyadan vazgeçmeleri gerekir. Kapitalizmle aynı
kökten çıkan ideolojilerin, onun tedavisi olmaları mümkün değildir, onu
yıkabilmek için kendilerini de inkar etmeleri gerekir, neticede hepsi aynı
dinin mezhepleridir.
Kendi derdine deva olamayan bir medeniyetten medet ummanın
mânâsı yoktur ve dahası kendi varlık telakkimizi değiştirmeden, inancımızı,
kültürümüzü terk etmeden gerçekten Batılı olmak da mümkün değildir. Batı ile
aramızdaki ilişki güç mücadelesidir. Bu mücadelede rakibin silahlarına sahip
olmak için, onun kazandıklarından, biriktirdiklerinden faydalanmak anlaşılabilir
bir fikirdir, ancak Batı’yı değer yargıları, hayat tarzı ve dünya görüşü ile
bir nihai gaye olarak benimsemek, düşmana teslim olmaktan başka bir şey ifade
etmez. Hele kendi dinimizi, kültürümüzü koruyarak Batılılaşmak fikri sadece abestir.
Bir medeniyet başka kültürlerden faydalanabilir, iktibaslarla zenginleşebilir;
fakat kendi ana fikrine sahip çıkmak mecburiyetindedir. Kendi dinlerini, kendi
kültürlerini Batılı ideolojilerin, Batı kültürünün rehberliğinde anlamaya ve
tarif etmeye çalışan müstağribler; ister Türkçü, ister İslamcı geçinsinler, gayrımillî
birer mankurttan başka bir şey değildir. Milliyetçilik ise her şeyden önce
dünyaya bu milletin dininin aydınlığında, bu milletin gözünden bakmak
gayretidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder