4 Mayıs 2013 Cumartesi

Milliyetçilik “Garpçı” Olabilir mi?


  
Milliyetçilik tabiî ve fıtrata uygun bir fikir olmakla birlikte, kendini yeteri kadar ifade edememiş ve geniş kitlelere ulaşmakta güçlükle karşılaşmıştır. Bunda rol oynayan bir amil, beynelmilelci fikirlerin etkisiyse, diğer bir sebep de Milliyetçiliğin başka şeylerle karıştırılması, mütecaviz bir fikir olarak algılanmasıdır. Bunda Milliyetçilerden sayılan bazı zümrelerin de payı bulunmaktadır. Bunlar Türkçülüğü bir ırk meselesine ve üstünlük davasına indirgeyen ve adeta mistik bir havayla benimseyen, aynı zamanda Batı Medeniyeti’nin üstünlüğüne iman etmiş ve Batılılaşmayı gaye edinmiş, aynı nisbette de İslam’dan uzaklaşmış, seküler çevrelerdir ve İslam’ı esas alan Milliyetçilik anlayışını dincilik tabiriyle aşağılamaktadırlar. Halbuki asıl milletin hakikatinden uzaklaşmış olan kendileridir. Sovyetlerin sahneden çekilmesi ve Komünizmin eskisi gibi bir tehlike olmaktan çıkmasıyla birlikte bu gruplar; “sol” kabul edilen çevrelere giderek daha fazla yaklaşmaya ve zaman zaman onlardan ayırt edilemeyecek şekilde benzeşmeye başlamıştır. Eski solcularla bu yeni “solcu” zümrenin ortak vasfı, Batı menşe’li değer yargılarını, Batılı hayat tarzını benimsemesi ve dünya görüşünü bunların üzerine inşa etmesidir. Türk kültürünün son bin yılını reddedip, sadece tarihî Orta Asya kültüründen bazı unsurlar alarak, daha doğrusu onların da bir kısmının sadece lafını ederek, buna mukabil günlük hayatın hemen her safhasında ecnebiler nasıl yaşıyorsa öyle yaşayarak, nasıl düşünüyor ve hissediyorsa öyle yaparak Türkçü olunamaz. Dolayısıyla kendileri çok şuurunda olmasalar bile bunlar için Türklük, aslında Batı camiasına dâhil unsurlardan biri olmaktan başka bir şey değildir. Diğer taraftan kültür ve millet mefhumunu reddeden, dini siyasi faaliyete indirgeyen ve onu da sosyalizm tesiriyle yorumlamaya çalışan bir grup İslamcı da, bahsi geçen Türkçülük tarzıyla tam zıt noktada duruyor gibi algılanmakla birlikte, Milliyetçilik zaviyesinden bakınca, ikisi birbirine çok uzak değildir. Mesele bir medeniyet mefkûresi olarak vaz’edildiğinde, Irkçılık, Ümmetçilik, Ulusalcılık, Sosyalizm ve Liberalizm gibi gayrımillî görüşler ekseriyet itibariyle, Garpçılık ortak paydasında birleşmekte ve Milliyetçilikten ayrılmaktadır. Bu noktada durup, iki medeniyet arasındaki mücadelenin, son asırdaki Milliyetçi fikriyatımıza nasıl aksettiğine bakmak gerekir.

Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset başlıklı makalesinde, devletin nasıl kurtulacağı sualine cevap arar ve üç fikirden bahseder. Bunlardan Osmanlıcılık fikrinin devri geçmiş ve işe yaramadığı anlaşılmıştır. Diğer iki fikir olan İslamcılık ve Türkçülük fikirlerinin hangisinin daha iyi olduğu hususunda kesin bir karara varmaz. Peyami Safa ise Türk İnkılabına Bakışlar adlı eserinde, Akçura’dan farklı bir üçlü tasniften bahseder: sacayağının üçüncü ayağı, Garpçılık fikridir. Son asırdaki hayatımız üzerinde bu kadar tesirli olmasına rağmen, bu fikrin isminin pek anılmaması ilginçtir. Batı’nın fiilî galebesi karşısında kurtuluş çareleri arayan münevverlerimizin hemen hemen tamamı, Batı’dan bir şeyler alınması hususunda müttefiktir. Batı’yı üstün kılan unsurlara sahip olmadan, karşısında ayakta kalmak mümkün görülmemiş ve her reçete şu yahut bu nisbette Batılılaşma formülüne yer vermiştir. Batılılaşma kimileri için bir ideal, kimi için de fiilî dayatma karşısında ister istemez yapılan bir hamledir ve bizden başka milletlerin de başına gelmiştir. İhtilaf ise Batılılaşmanın şekli ve muhtevası hakkındadır. Garpçı kanat tam bir Batılılaşmayı savunurken, diğer gruplar farklı formüller, farklı terkipler teklif etmiştir. Burada dikkate değer nokta, iki medeniyet arasındaki çekişmeden, her ikisinin taraftarlarından meydana gelen iki fikir grubu yerine üç ayrı zümrenin zuhur etmiş olmasıdır. Arnold Toynbee Medeniyet Yargılanıyor adlı eserinde, iki tipten bahseder: galip medeniyete teslim olan “Herodian” tipi ve direnme halindeki “Zealot” tipi. Bizde ise iki çeşit “Zealot” bulunmaktadır. Savunma mevkiindeki gruplar, kendimizi Türklük üzerinden mi, yoksa İslam üzerinden mi tarif etmemiz gerektiğinde anlaşamamışlardır. Halbuki bu sun’î bir ayrımdır ve Akçura’nın -en azından başta- iki fikir arasında kararsız kalması tesadüf değildir.

Din ve milliyet birbirinin muadili veya mukabili değildir, her ikisinin de ferd ve cemiyet hayatında farklı fonksiyonları ve iç içe geçmiş mevkileri vardır. Din bir kültürün en mühim unsurudur, diğer unsurlar için çatı ve çerçeve teşkil eder, tayin edici vasıftadır; kültürün ruhudur, çekip çıkarmaya kalkarsanız kültürün içini boşaltmış olursunuz. Diğer taraftan kültürün doğrudan doğruya din sayılmayan kısımları da, din açısından mühimdir. İslam için konuşacak olursak, vahye dayalı inanç ve pratikler dinin aslını teşkil etmekteyken, kültürün diğer kısımları da dinin adeta fer’î bir tabakası suretinde dinin aslıyla devamlılık göstermektedir ve din bunlar üzerinden bütün bir hayatı şümulüne almaktadır. “Türkçülük mü, İslamcılık mı?” suali, “Türk müsün, Müslüman mısın?” suali kadar abestir, hayatımızda her ikisi de aynı anda yer almaktadır ve fikriyatımızın da her ikisine birden istinad etmesi tabiîdir. Türkçülük ve İslamcılık şeklinde iki ayrı fikir tasavvur etmek hatalıdır, bunlar tek bir fikrin iki ayrı vechesidir. Bu bakımdan İslam ile mesafeli bir Türkçülük anlayışı, hakikî bir Milliyetçilik olmaktan ziyade, Garpçılık fikrinin bir türü sayılmalıdır. Son yıllarda dengelerin değişmesiyle birlikte, sözde Milliyetçiler de asıl mevzilerine rücu etmektedir. Yeni gelişmelerle iki medeniyet arasındaki mücadelenin, iki zıt fikir etrafında temerküz etmeye başladığı düşünülebilir.

Türkçülüğü bir kültür meselesi olarak ele alan münevverlerden Ziya Gökalp, medeniyet ve kültür kavramlarını birbirinden ayrı mütalaa eder. Ona göre kültür millîdir. Medeniyet ise kültürden ve dinden bağımsız olarak, üç ayrı daireden biridir, yani üç medeniyet vardır. Türkler vaktiyle bu dairelerin birinden diğerine geçmiş, medeniyet değiştirmişlerdir. Şimdi de son medeniyet dairesine taşınmanın zamanı gelmiştir. Muasır medeniyet dairesine geçmekle, Türk kültürüne de İslam dinine de halel gelmiş olmaz. Böylece hedef Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak şeklinde tayin edilir. Her kamptan münevverlerimizin Batı’dan bir şeyler almak noktasında ittifak ettiği bir ortamda, Gökalp’ın çözümü, eski medeniyetimizi terk etmek, ama kültürümüzü ve dinimizi korumak şeklindedir. Bağlı kalmak gereken, din ve kültürdür; medeniyet bunlardan bağımsızdır ve değiştirilebilir, bir bağlılık taşımaya gerek yoktur. Erol Güngör de aynı konuya eğilir, ancak medeniyet dairelerini dinlere göre çizer. Yani kültürler millîdir, ama medeniyet dinle alakalı bir husustur, her dinin kendi medeniyet dairesi vardır. S. Ahmed Arvasi ise, sadece kültürün değil, medeniyetin de millî olduğunu düşünür. Arvasî’ye göre medeniyet denen şey, kültür, din ve bilimin bir terkibinden ibarettir. Mümtaz Turhan Garplılaşma kelimesini medenileşme ile eşdeğer surette kullanır. Turhan’a göre, Garplılaşma veya medenileşme, örf ve adetlerimizi koruyarak batının objektif ve ilmî düşünce tarzını iktibas etmektir. Neticede bir kültür terkibi veya halitası ortaya çıkacaktır. Ezcümle münevverlerimiz, Garp Medeniyeti’ne dâhil olmayı bir hedef olarak önümüze koymakta, fakat körü körüne bir taklidi, seçip ayırmadan Batı’nın her şeyini alıp benimsemeyi tenkid etmektedir. Bunlara göre kendimize has olan ve korumamız gereken bazı kıymetlerimiz bulunmaktadır, fakat Batı’dan almak gereken hususlar da vardır. Medeniyet ve kültür birbirinden ayrıdır. Neticede bir terkip ortaya konacaktır. Ancak medeniyetin muhtevası konusunda ve neleri almak, neleri bırakmak gerektiği konusunda ihtilaf etmektedirler. Dinin yanında örf ve adetlerimizi korumak; buna mukabil, batının ilmini ve tekniğini almak hususlarında ise ittifak bulunmaktadır.

Milliyetçilik fikrinin dayanak noktası olan kültür ve medeniyet mefhumlarını tarif etmek müşkildir ve münevverlerimiz sözkonusu tarifler hususunda birbirinden ayrılmaktadır. Bunlar birbirlerinden tamamen müstakil yahut tam olarak çakışan mefhumlar olmadıklarından ve ortak unsurların farklı terkipleri bulunduklarından yerleri birbirlerine nisbetle tâyin edilmelidir. Kültür ve medeniyet aynı bütünün farklı vecheleridir. Kültür en iptidaisinden en mürekkebine her seviyeden cemiyetlerde mutlaka bulunmaktayken, medeniyet millet seviyesindeki cemiyetlere mahsustur. Bununla birlikte bir milletin hayatında her devirde olması da şart değildir. Kültürün husûsiyeti ise sürekliliktir, kültür her zaman mevcuttur, cemiyetin bütün ömrünü ihâtâ eder. Bir milletin kültürü ile ilgili zaman dilimi, o milletin bütün tarihidir. Halde cari olmayan, mazide kalmış pek çok maddî veya mânevî varlık kültüre dâhildir. Kültürün muhtelif unsurları kütüphane veya müzelerde muhafaza edilebilir. Medeniyet ise yaşayan ve yaşanan bir vakıadır. Hayatın içindedir, hayatın ta kendisidir. Medeniyet kültürün muvakkat bir tezahürü, belirli bir devrede aldığı şekil kabul edilebilir ve hususi bir terkipten meydana gelir. Kendine mensup her unsura damgasını vurur. Yabancı bir medeniyet manzumesinin arasında kalmış kültür parçaları, tabiidir ki müstakil bir medeniyet teşkil etmez. Diğer taraftan medeniyetler muhtelif yerlerden toparlanmış kısımlardan terekküp eder. Muhteviyatı nereden gelirse gelsin medeniyet kendi diyalektiği ile bakıldığında insicamlı bir yapıdır. Medeniyet bir cümledir. Kültür daha dağınık bir şekilde bulunabilir, hayata kendi rengini verirken, başka renklerle bir arada bulunabilir.

Din ve bilim kültürün dışında ve ondan ayrı unsurlar değildir. Din bir kültürün en merkezî unsuru ve ana fikridir, her kültür bir inanç etrafında şekillenir. İster vahye dayalı ve nassları, hükümleri değişmez bir din olsun, isterse insanlar tarafından icat edilmiş ve ait olduğu kültür dalgalandıkça değişen bir din olsun; din kültüre dâhildir. Kültür başından sonuna tutarlı bir seyir takip etmeyebilir, bir topluluk din değiştirdiği zaman bir kısım kültür unsurlarını terk edip başkalarını benimseyebilir, böylece kültürde zaman zaman kırılmalar meydana gelebilir. Ancak aynı şey medeniyet için sözkonusu değildir, bir medeniyet cümlesi ancak bir esas inanca istinad eder, burada bir kırılma, kopma olduğu zaman, medeniyet dairesi nihayete erer. Bilim, daha doğrusu, muhtelif toplumların bilgi disiplinleri de, o toplumların kültürlerinin bir parçasıdır, topluluğun düşünce tarzının çevreye tatbikinden ortaya çıkar. Bilimin kültürden bağımsız esasları yoktur, bilakis din gibi o da, kültürün diğer unsurlarına organik şekilde bağlı ve karşılıklı ilişki içindedir. Medeniyeti kültür, din ve bilimin bir terkibi olarak gören anlayışı tashih etmek gerekir: medeniyet içinde din ve bilimin de bulunduğu muhtelif kültür unsurlarının bir terkibidir.

Hulasa edersek medeniyet, bir zaman aralığı ile mukayyed, yaşayan ve yaşanan, millet seviyesindeki bir cemiyete âit, kendine has bir terkiptir. Kültür ise zamana bağlı olmaksızın cemiyetin ömrü devam ettikçe yaşayan; ama her yönüyle yaşanması şart olmayan, bir takım unsurları günlük hayatın dışında kalan usûllerle de muhâfaza edilebilen, zaman zaman kırılma seviyesinde ciddi değişikliklere konu olabilen, milletlere has olmayıp her nevi cemiyette bulunan ve mevcûdiyetinden bahsedebilmek için husûsî bir terkip halinde bulunması şart olmayıp, muhtelif terkiplerin bünyesinde yaşayabilen bir vakıadır. Basit bir benzetmeyle, kültür çamursa, medeniyet testi, yani çamurun belli bir şekil almış halidir.

Medeniyetler netice itibariyle millîdir, ancak ortak bir dine, bir inanç dairesine mensup milletlerin medeniyetleri birleşerek bir bütün oluşturur. Aynı şekilde bütün medeniyetler de, birleştikleri noktalar olması hasebiyle tek bir medeniyetin cüzleri sayılabilir. Medeniyetin millî veya beynelmilel olduğunu söyleyen görüşlerin her birinin kendine göre haklı tarafları bulunmaktadır. Burada asıl üzerinde durmak gereken husus, Batı Medeniyeti dairesine dâhil olmanın Türk Milleti’nin mevcut kültürü ve İslam dini ile çelişip çelişmediğidir ki kanaatimizce çelişmektedir.

Farklı toplumlar birbirlerinin kültüründen istifade edebilir, kültür unsurlarının alışverişi yapılabilir. Arada alışveriş olması, bir kültürden diğerine, bir medeniyetten diğerine geçmek manasına gelmez. Medeniyetler kültürel alışverişle, ana fikre uygun iktibaslarla, aldıklarını kendi üslubuna uydurarak gelişir, zenginleşir. Bir yandan kendisi kalırken bir yandan da değişir. Mühim olan neyi nereden aldığınız değil kendi ana fikriniz doğrultusunda kullanıp kullanamadığınızdır. Herhangi bir unsurun bir kültürden diğerine geçişi, bir tür tercümeye benzer; tercüme aslının tam karşılığı değildir. Ya mânâ, ya ifade veya her ikisi değişir. En sahih tercüme edilebilenler en sathî olanlardır. Bir milletin kıyafetini kolayca taklid edebilirsiniz. Ancak düşünce tarzlarını kavramak, çalışma usûllerini iktibas etmek o kadar kolay değildir. Yabancı bir medeniyetin ilmini, bilgisini kendine mâl etmek zannedilenden çok daha müşkil bir meseledir. Alışverişin bir kültür istilası halini alması ise apayrı bir husustur. Kısacası cümlede yabancı menşeli unsurlar bulunup bulunmadığından ziyade ana fikir ve insicam mühimdir, fazla ve kontrolsüz iktibas cümleyi bozar. Bu bağlamda İslam ve İslam dini çerçevesinde şekillenmiş Türk kültürü ölçü ve sabit bir kıymet kabul edilince, Batı Medeniyeti’ne dâhil olmak için gerekli kültür değişikliğinin, “millî” olmak vasfıyla bağdaşmayacak derecede ciddî bir kırılma olacağı aşikardır. Türk Milleti’nin medeniyet mefkûresi, Batı Medeniyeti’ne dâhil olmak değil, kadim medeniyetimizin ihyası, daha doğrusu aynı esaslara dayanan yeni bir medeniyetin tesisidir. Sabık medeniyetimizin çözülmesi esasen bir iç mesele iken, bir başka medeniyetin taarruzu meselenin rengini değiştirmiş ve onu hem içeriyle hem dışarıyla ilgili bir mesele haline getirmiştir. Yeni bir medeniyetin kurulması Batı Medeniyeti’nin dünyayı istila eden, baskı ile dayatılan varoluş şekline karşı direnerek kendimiz olma meselesidir.

***

Farklı dünya görüşleri, farklı varlık telakkilerine dayanır. Varlık hakkında temel fikirleri sizinkine taban tabana zıt bir toplumun dünya görüşünü benimsemeniz mümkün değildir. Temel inançlarınız ne ise, dünya görüşünüz, değer yargılarınız, hayat tarzınız buna göre şekillenir. Bambaşka bir inancı temel alan bir ideolojiyi kendi dininizle aynı anda benimseyemezsiniz. Modern dünyanın fikri ve duygusal temelini teşkil eden kanaatler, dünya görüşü, değer yargıları, hayat tarzı bütünü; belirli bir varlık telakkisine dayanan bir yol teşkil etmektedir ve kendi inançları, pratikleri, ahlak telakkisi olan böyle bir bütüne “din” denir. Bu hususun gözden kaçırılması bu konudaki analizlerin çıkmaza saplanmasına sebep olmaktadır. Garp medeniyetini benimsemeniz için -alışveriş değil, bu daireye dâhil olmak manasında- Garp dinini kabul etmeniz gerekir. Sanılanın aksine bu din Hristiyanlık değildir. Şeriatı budanmış Hristiyanlık Batı’nın yeni dininin müsaade ettiği kadar modern dünyada kendine bir yer bulabilmiştir, hepsi bu. Batı Medeniyeti’nin Yunan, Roma ve Hristiyanlık esasına dayandığı fikri de hatalıdır. Hristiyanlığın “uhrevi” anlayışına karşı, Grekolatin dünyasının dünyevi anlayışından hareketle bir cevap aranmış ve neticede hepsinden farklı bir terkibe ulaşılmıştır. Medeniyet meselesinin kavranmasında Batı’nın yeni dininin anlaşılması mühimdir. Yeni bir “dehrilik” türü sayılabilecek olan bu din, materyalist-hümanist dünya görüşü adıyla da anılabilir. Maddenin ötesinde gerçek ve insanın üstünde otorite tanımayan bu anlayış, Batı Medeniyeti’nin temel fikridir, Batı’nın her şeyi bunun etrafında şekillenmektedir. Bu din herhangi başka bir dinden, başka bir dünya görüşünden daha evrensel değildir ve Batı değerlerini benimsemek objektif evrensel değerleri benimsemek manasına gelmez. Dünya tarihinde ilk defa görülen bir işi başararak, tek başına yörüngesiyle birlikte bütün gezegene hakim olan Batı Medeniyeti, neyin evrensel olduğuna karar verme hakkını kendinde görebilir, ama bu hakikatin ifadesi değil, sadece bir epistemik dayatmadır.

Hümanist-materyalist görüş, insanın madde aleminde yalnız olduğu fikrine dayanır ve insan hayatına yön verecek, insan ötesi kudret ve bilgi sahibi bir varlığın reddi veya gözardı edilmesi; insanın kendi lehine maddeye hakim olması, insan ilişkilerini, insandan başka bir kıstas kabul etmeden düzenlemesi esasını kabul eder. İnsandan maddeye yönelen faaliyet bilim ve maddeden insana yönelen faaliyet ise tekniktir. Maddenin sırlarının araştırılması, düzenli bir programa bağlanmış ve hayati bir gaye haline gelmiştir. Bu yeni tanrısız varlık alemi telakkisinde insan adeta bir yarı tanrı gibi kabul edilmiştir. Böylece ferdî ve içtimaî hayatın tanzimi yetkisinin ancak insana ait olduğu ve bu konuda tek kriterin insanın arzuları olduğu fikri zuhur etmiş, bu fikir insan hakları doktrini ile temellendirilmiştir. Hümanizm sanılanın aksine insaniyetperverlik değil, beşeriyetperestliktir.

Batı’nın fikrî mezhepleri, ancak insan deyince hangi birimin temel alınması gerektiği hususunda ihtilaf eder. Bu konudaki ayrılıklar, “çatışma” konusundaki temel kurguların farklılığından kaynaklanmaktadır. Her biri aynı “insan-madde âlemi” çerçevesinde kalmak üzere, insanlar arası çatışmalarda ferdi temel birim alan görüş liberalizm, içtimai sınıfların çatışmasını esas alan görüş sosyalizm, milletlerin çatışmasına odaklanan görüş nasyonalizm ve cinslerin çatışması üzerinde duran görüş feminizm olarak tezahür etmiştir. Bütün bu görüşlerde temel ahlakî düstur “homo homini lupus” (insan insanın kurdudur) fikridir. Feragat ve fedakârlığın birer erdem olduğunu inkâr edemeyen muhtelif teoriler, bu erdemleri “homo homini lupus” nassıyla çelişmeyen bir tarzda izah etme gayretlerinde başarısız olmuştur. Kaçınılmaz olan çatışmanın kurallarını belirlemek üzere; haklar, hürriyet ve eşitlik gibi fikirler ortaya atılmıştır.

Batı’da varlık insan ve maddenin ilişkisi açısından anlamlandırılır. İnsan varlık piramidinin tepesine yerleştirilirken, insanın madde karşısındaki mevkii efendilik ve sahiplik şeklinde zuhur etmiştir. Bu ilişki insanın maddeye sahip olması ve maddenin bilgisine sahip olması şeklinde iki ayrı koldan ilerlemekle birlikte, bu kollar bir sarmal halinde sürekli birbiriyle kesişmektedir. İnsanın tabiatla ilişkisi, sınırsız maddeyi sınırsız sermayeye dönüştürme gayreti şeklinde cereyan etmektedir. “Terakki” bu bağlamda anahtar bir kavramdır. Bütün bir iktisadi hayat; istihsal ve istihlak düzeni, terakki kavramına uygun şekilde kurgulanmıştır. Bütün bilgi faaliyeti de bağlama uygun şekilde dönüşmüştür. Antik çağların dedüksiyona dayanan bilgi faaliyetinin terk edilmesi ve indüksiyon metoduna dönülmesi süreci de, varlık telakkisindeki değişme ile karşılıklı ilişki içindedir. İnsan ötesi bilgi ve kuvvet kaynaklarının reddedilmesi, bilgi için maddeye yönelmeyi getirmiştir. Maddenin gözlenmesi ve indüksiyonla tabiat kanunlarının keşfedilmesi faaliyetlerinde gösterilen başarı, insan ötesi bilgi ve kuvvet kaynaklarının reddedilmesi tavrını pekiştirmiştir. Artık insana “hakikati fısıldayacak” hiçbir kaynak sözkonusu değildir, Batı’nın çağında madde ve insan başbaşa ve yalnızdır. İbadet titizliği ile uygulanan deneylerin arkasındaki fikir “maddeye sor” düsturudur. İnsan sorar, madde cevaplar, insan “aydınlanır” ve “ilim” sıfatında terakki hasıl olur. Bu yeni sıfatı maddeye tatbik ederek, onu yeniden düzenlemekle “kudret” ve “tekvin” sıfatlarında da terakki hasıl olur. İnsan bu faaliyeti sonsuz döngü halinde tekrarlayarak yarı tanrılıktan tanrılığa doğru yolculuğuna devam eder.

Maddenin gözlenmesi ve elde edilen verilerin indüksiyonla işlenmesi, maddenin bilgisine sahip olmak konusunda uygun bir usûl olabilir, ancak aynı şeyi ahlak alanında yapmak mümkün değildir. İyinin ve kötünün bilinmesi, vakıa ile değil, kıymetlerle alakalıdır; burada indüksiyona yer yoktur, zira gözlemekle bulunacak bir bilgi sözkonusu değildir. Bu alanda dedüksiyon faaliyeti devam etmiştir, ancak aksiyomların sağlanacağı bir “insan ötesi” kaynak bulunmadığı için, burada da “insana sor” düsturu hakim olmuştur. Aristokrasinin ve ruhbanların yerini; politikacıların, parlamentoların ve demokratik bir sistemin alması bu değişmenin bir ifadesidir. Eski çağın üstadlarının yerini filozoflar almıştır, insana neyin nasıl sorulacağının kurallarını; yetkilerini “insan ötesi kaynaklardan” değil, sadece metodik bir akıl yürütme faaliyetinden alan filozoflar vaz’etmiştir.

Batı’nın inşa sürecinin merkezinde sermayedar zümre yer almıştır. İster sebep olsun, ister netice; her yeni gelişme bu zümrenin işine yaramış ve esas itibariyle bu zümrenin işine yarayan gelişmeler payidar olmuştur. Ortaçağ dünyasının şatoları arasında mekik dokuyan çerçiler, önce burgların kenarlarında kendilerine bir yer bulmuş ve kendi kurallarını koymaya başlamıştır. Kralları finanse ederek rakipleri olan derebeylerini ortadan kaldırmışlar, krallarla rakip olacak kadar yükseldikleri zaman vuku bulan ayaklanmalar kralları ortadan kaldırmış ve iktidarı tartışmasız olarak bu zümreye teslim etmiştir. Haklar, hürriyet ve eşitlik fikirleri sermaye ile alakalı faaliyetlere dair ihtiyaçların ifadesidir. Filozoflar eşitlik fikrini gündeme getirmekle, aristokrasinin ve ruhban sınıfının bir üstünlüğünün bulunmadığı bir düzenin temelini atmışlarsa da, rekabetin yolunu açmakla da sermaye sahipleri lehine bir eşitsizliğin teminatını sağlamışlardır. Daha sonra ortaya atılan fikirler de görünüşte bu kurguya karşı çıkmakla birlikte, pratikte sistemin emniyet sübabı rolünü oynamış ve bu suretle sistemin devamına katkı sağlamıştır. Varlık piramidinin tepesinde birbirine eşit insan fertlerinden oluşan bir düzen hayali, kısa sürede insanların da kendi içlerinde ayrı bir piramide dönüşmesiyle sonuçlanmıştır. İnsan maddenin sahibidir, ama bazıları daha çok maddenin sahibidir ve alt tabakadaki insanlar da onlar için maddedir ve bunlar onların da sahibidir. İnsan maddeden bilgi sağar ve bunun kaymağını üst tabaka yer. Ahlak ise rekabeti savunmaktadır. Herkesin yeteneği nisbetinde maddeye hakim olması eşitlik fikrine uygun kabul edilmektedir, ancak pratikte yetenek ve diğer imkanlar madde ve insan kutupları arasında ferdin mevkiini belirlemektedir. Maddenin efendisi insan fikri, insanın efendisi başka bir insan diye devam etmektedir. Bu durum çoktan fark edilmiş olsa da, çözüm için ortaya atılan ideolojiler durumu değiştirmemektedir, zira sıkıntı ideolojilerin ihtilaf ettikleri noktalarda değil, ittifak ettikleri noktadadır. Yapabilecekleri en büyük değişiklik, kim kimin efendisi olacak sualinin cevabıyla alakalı olabilir, kökten bir değişiklik yapmaları mümkün değildir, zira karşı çıktıkları ideoloji “ev sahibidir”, bu dünyayı o kurmuştur ve ondan kurtulabilmeleri için, bu dünyadan vazgeçmeleri gerekir. Kapitalizmle aynı kökten çıkan ideolojilerin, onun tedavisi olmaları mümkün değildir, onu yıkabilmek için kendilerini de inkar etmeleri gerekir, neticede hepsi aynı dinin mezhepleridir.

Kendi derdine deva olamayan bir medeniyetten medet ummanın mânâsı yoktur ve dahası kendi varlık telakkimizi değiştirmeden, inancımızı, kültürümüzü terk etmeden gerçekten Batılı olmak da mümkün değildir. Batı ile aramızdaki ilişki güç mücadelesidir. Bu mücadelede rakibin silahlarına sahip olmak için, onun kazandıklarından, biriktirdiklerinden faydalanmak anlaşılabilir bir fikirdir, ancak Batı’yı değer yargıları, hayat tarzı ve dünya görüşü ile bir nihai gaye olarak benimsemek, düşmana teslim olmaktan başka bir şey ifade etmez. Hele kendi dinimizi, kültürümüzü koruyarak Batılılaşmak fikri sadece abestir. Bir medeniyet başka kültürlerden faydalanabilir, iktibaslarla zenginleşebilir; fakat kendi ana fikrine sahip çıkmak mecburiyetindedir. Kendi dinlerini, kendi kültürlerini Batılı ideolojilerin, Batı kültürünün rehberliğinde anlamaya ve tarif etmeye çalışan müstağribler; ister Türkçü, ister İslamcı geçinsinler, gayrımillî birer mankurttan başka bir şey değildir. Milliyetçilik ise her şeyden önce dünyaya bu milletin dininin aydınlığında, bu milletin gözünden bakmak gayretidir.

Hiç yorum yok: