29 Eylül 2012 Cumartesi

Dört Mevsim Kerbela


“Yezid’in harcı zulüm/ Yiğidin burcu ölüm”
Ok değdi yüreğe, amansız.
Vey ırmağı karıştı kanıma. Kırıla kırıla geldim bu yana, kırıla kırıla gittim öteye, kırıla kırıla döndüm yüzgeri. Kırıldıkça yeni sürgünler verdim. Zülfikar kıvılcımı yavrular beledim beşiğe. Nemrud’a inat yüzsünler diye ateşte. Tezene gezdikçe özlerinde, şerare olup yağdılar cihana. Canpârelerim pârelendi, ağdı feleğe. Bahardan yaza bir ömür, her sene; harman oldu güllerim. Her güz ağladı bağlama. Taylesanlar rayet olup kızardı. Yüzlerinde hep aynı ferman yazardı. Her burca bir katre rekzeyledim. Hasan el verdi Dursun’a. Yemen değdi canıma.
Her sefer kaldı Hüseyn’im dermansız.

Ah Bu Devlet Elinden


Osmanlılar ne istediklerini biliyordu: din ü devlet, mülk ü millet. Mülk vatan oldu, ama o arada epey bir kafalar karıştı. Vatanseverlik ekseriyetin benimsediği bir sıfat olsa da, dinci, devletçi, milliyetçi kelimeleri insanların birbirlerini suçlamak için kullandıkları kelimeler haline geldi; ortak bir anlayışın, paylaşılan düsturların yerini, memlekete kendince bağlı, ama başka şekilde bağlı olanlara düşman zümrelerin sloganları aldı. Dine karşı olanlar bir yana, dindarlar kendi aralarında bile, zaman zaman tekfire kadar giden sert hesaplaşmalara girdiler. Millet temel bir değer midir, tefrika vesilesi midir tartışmasında, üzerinde mutabakat olan bir millet tarifinin bulunmadığı gözden kaçtı. Kargaşadan devlet kavramı da nasibini aldı, insanlar devletin yanında veya karşısında yer alırken, neyi benimsediklerini neye karşı çıktıklarını uzun uzadıya sorgulamadılar. Aynı kelimeleri kullanarak başka şeylerden konuşanların sağırlar diyalogu” uzadı gitti. Gerçekten durum bu kadar vahim mi? “Ah bu Devlet defolsa gitse de, hep beraber bir rahat etsek” diyenlerle, “Devlet bizim canımız, feda olsun kanımız” diyenleri bir hizaya getirecek asgari müşterekler bulunamaz mı?
Evvela oturup bir yoklama yapalım, sınıfta kimler var? Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesi Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük fikirlerini ele alıyor, bunları devlete bağlılık noktasında birleştiriyor, hangisinin evla olduğu suali üzerinde fikir yürütüyordu. Sonradan Osmanlıcılık fikri terk edildi, takıma giren Garpçılık fikri ile üç köşe yine tamamlandı. Bu şeklin üç kenarından hareket etmek, mevzuu izah etmeyi kolaylaştırıyor. Üçgenin Türkçülük köşesi ile İslamcılık köşesi arasındaki kenarında Ülkücüler, muhtelif cemaat ve tarikatler bir yelpaze şeklinde diziliyor. Bunlar devlete bağlı bir kanat meydana getiriyorlar. İslamcılık-Garpçılık kenarında Radikal İslamcılar, liberaller, sosyalistler ve her birinin Kürtçü versiyonları yer alıyor. Bunlar devletten pek hoşlaşmıyorlar. Son kenarda ise İnkılapçı-Kemalist Garpçılarla, Seküler-Irkçı Türkçüler yer alıyor. Bunlar da Devletçi.
 İki kutuplu dünyanın tek kutuplu hale geldiği süreçte, bu yapı üzerinde mevzi kaymaları gerçekleşti ve dün bir araya geleceklerini tahayyül edemeyeceğimiz bir takım grupların kol kola girdiğini gördük. Kemalistlerle Türkçülerin birleştiği bir “Kızılelma koalisyonu” otuz yıl önce birbirine silah çekebilen “sağcı ve solcuların” hangi noktada birleşebileceğini gösterdi. Ülkücülerin de bir kısmı bu kanada doğru kayarken, bir kısmı sessiz sedasız daha İslamcı bir mevzie doğru yer değiştirdi ve bir zamanlar Komünizm tehlikesi karşısında tek yumruk olan milliyetçilerin, karşı karşıya geldiklerini gördük. Üçüncü kenar üzerinde, daha önceden pek esamesi okunmayan liberalizm, bir cazibe noktası haline geldi; eski sosyalistler, giderek sekülerleşirken, kendilerini ifade edecek yeni bir dil arayan bir kısım İslamcılarla orta noktada buluştular.
Eski düşmanlar dost olurken, memlekette empati aldı başını gitti, herkes yeni söylemler edinmeye başladı, “öteki” ile barış çubuğu tüttürüp birlikte saf tutmak moda oldu. “Devlet” hem Müslümanlara, hem Kürtlere zulmetmişti, eski tüfeklerin de eski kanlısıydı. Böylece Kürtçe’yi yasaklayan, Dersim’i dağıtan, Müslümanları ezip inim inim inleten, “devrim üstüne devrim olmaz, bu kış komünizm gelmeyecek” deyip Deniz’leri asan, bireyleri topluluğa feda eden “tece” hep beraber recmedilebilirdi. Ulusalcı cephe ortak bir akort tutturup orduyu göreve çağırırken, bir yandan da dindar milliyetçiler, bir türlü ısınamadıkları, güvenemedikleri “hocacılar”dan neşet eden iktidar partisine yavaş yavaş yaklaşmaya başladı. İktidarın da giderek daha milliyetçi, daha devletçi bir dilden konuşmaya başlamasıyla üçüncü koalisyon da ortaya çıkmış oldu ve zincir tamamlandı. Fakat iki nokta etrafında üçe bölünmek de neyin nesiydi? Kelimelerimiz yetmediği için bazı şeyleri izahta zorlanmaya başladık. “Kürtler söz konusu olunca, İslamcılar Kemalistleşiyor” tarzında serzenişler görülür oldu. Aynı kanat hem devletçi olmakla, hem devlete karşı olmakla suçlanıyordu. Ezberimiz bozuldu, kafamız karıştı.
Fikir karmaşasını mantıklı bir zemine oturtabilmek için yapılacak iş, kamu otoritesiyle ilgili her hadiseyi tek bir kavramla açıklamaya çalışmaktan vazgeçmek. Devlet, rejim ve sistem diye birbirinden ayrı üç vakıa var karşımızda. Devlet dediğimiz zaman daha “kadim” bir varlıktan; tarihi devamlılığı olan, bir topluluğun varlık mücadelesinin, ideallerinin ifadesi olan bir yapıdan bahsediyoruz. Bir yandan değişirken bir yandan kendisi kalabilen; karmaşık bir organizasyonun somut tezahürlerinin arkasındaki iradeyi kastediyoruz. Türkiye Devleti, Oğuzların batıya göçü, Roma ile cihad ederek “Küçük Asya”yı yurt edinmesi ile kurulmuştur, Selçuklularla başlayıp günümüze gelen tek bir yapıdır. Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti aynı devletin farklı dönemlerdeki farklı isimleridir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken olan, 1908’de başlayan bir rejim değişikliğinin tescili ve isminin konmasıdır. Rejim değiştirmek, devletin yıkılıp yerine yenisinin kurulması anlamına gelmez. Nitekim klasik rejimden Tanzimat rejimine ve ondan da Meşrutiyet’e geçmek farklı devletlerin kurulması gibi algılanmamaktadır. Rejim devletin daha somut bir yüzüdür, farklı rejimler aynı iradenin farklı dönemlerdeki ifadesi, farklı çağların meseleleri için meydana getirilmiş farklı cevaplardır. Yazılı kurallarda ve bunlara göre teşkil edilmiş kurumlarda vücut bulur. Sistem ise yazılı kuralların yorumlanma usûl ve üslûbu, uygulamaya temel teşkil eden bir zihniyettir. Bu “açık kodlu” bir yorum olabileceği gibi, iktidara hâkim bulunan kliğin, ilan edilmemiş, yazılı kurallarla çelişebilen “örtülü” veya “derin” kurallarından ve bunlara dayanan uygulamalarından da meydana gelebilir.
Türkiye’nin son iki asrına rengini veren kamu otoritesini sevk ve idare eden kuvvet, Reşit Paşa ile şekillenmeye başlayan, İttihat ve Terakki Cemiyet’inde olgunlaşan ve Halk Fırkası ile son şeklini alan “Jöntürk” jakobenizmidir. Babıâli baskını ile 1960 ve 1980 darbeleri, İstiklal mahkemeleri ile Yassıada mahkemeleri, Meşrutiyet’ten bugüne sokak ortasında gazeteci vurmaya devam eden el bir çizgi üzerine oturtulabilir. Devletin gücünü kullanarak millete zulmeden de bu eldir. Toplum mühendisliği projeleri üreten, yeni bir “ulusal kimlik” kurgulayıp dayatan, hukuksuzluğu ve şiddeti bir idare mekanizması olarak kullanan, “tehlike grupları” oluşturup birbirine karşı kışkırtarak “böl ve yönet” siyaseti uygulayan, “Devlet” değildir, “Jöntürk” sistemidir. Devlet ve sistem kavramlarını birbirinden ayırdığımız zaman, kendisinden ayrılan her türlü sosyal ve kültürel kimliği baskı altına alanlarla, etnik ayrımcılığa dayanan bir siyasi ve hukuki düzen değişikliğine karşı çıkanları birbiriyle karıştırmamaya başlarız. Biri bir azınlık diktasının tercihidir, diğeri bin yıllık bir varlığın daha fazla zaafa uğramasına, mevcudiyetine halel gelmesine razı olmayanların iradesidir.
Türkiye’de devlet geleneğinin farklılıkları bir arada bulundurmak konusunda bir sıkıntısı yok. Halkın hayat tarzı da buna uygun. Gerçekten etnik gerilime dayanan bir kimlik meselesi de yok. Sıkıntı şikâyetlerin fatura edileceği adres konusunda kargaşa olması. Karşı olanla taraftar olanın devlet derken kastettiği çoğu zaman aynı şey değil. Dolayısıyla “devletin bekası” ile “vatandaşların hakları” çelişen iki kavram değil. Zulme karşı çıkmakla devlet zayıflamaz, aksine güçlenir; vatandaşıyla bağlarını güçlendirir, terör mihraklarına mazeret ve malzeme vermemiş olur. Bölücüler sistemin hatalarını, günahlarını kullanıp devlet aleyhine çalışırken, jakoben zihniyet de sistemin devamını sağlamak ve iktidarını sürdürmek için sistem ve devlet aynı şeymiş gibi davranıyor. Bu nokta gözden kaçınca vahim bir kamplaşma ortaya çıkıyor. Temelden hatalı olan bir kamplaşmada hangi tarafı tutarsanız tutun, doğru bir tavır göstermiş olmazsınız. Kürtlerle devlet arasında bir dava yok, Kürtlerle sistem arasında ve bölücülerle devlet arasında davalar var, bunlar birbirine karıştırılıyor.
Muktedirlerin devleti veya rejimi ifade ve varlık sebebini izah konusundaki sıkıntıları yahut tercihleri de zihinlerin karışmasına yol açıyor. Devleti 1908-1919 arasında idare eden kadro ile 1919’dan sonra idare eden kadro arasında fark yok. Faturayı kaçan liderlerine kesip aradan sıyrılan bu ekip, kendi isimlerini değiştirmekle yetinmediler, devletin de ismini değiştirdiler. İki ayrı harp ve iki ayrı devlet varmış gibi bir kurgu oluşturmak işlerine geliyordu. İttihatçılar Cihan Harbini kaybetmişti ve böylece devlet yıkılmıştı. Halk fırkası ise İstiklal Harbini kazanmıştı ve yeni bir devlet kuruyordu. Sorumluluğu üzerlerinden atmışlar, programlarını tatbik edebilmek için uygun vasatı sağlamışlardı. Yeni dönemde de komitacı tekniklerini kullanmaya devam ettiler ve iktidar dizginini sıkıca ellerine doladılar. Ülke küçülmüş, ama Jöntürkler büyümüştü. Meşrutiyet dönemi fikir mahfillerinin esas akımlarından İslamcılık saf dışı bırakıldı, Türkçülük budandı ve geriye kalan Türkçülük soslu Garpçılık, Musul vilayeti meselesinin hallini bile beklemeden, “bir buçuk tarz-ı siyaset” halinde önümüze kondu.
Lozan’a kadar hâkim zümreden Müslümanlar diye bahsediliyordu, daha sonra bu kelime Türkler şeklinde değiştirildi. Bir yandan Osmanlı’nın etnisiteyi dikkate almayan sisteminde olduğu gibi, tek tip bir vatandaşlık sistemi kabul edildi, “Türküm diyen herkes Türktür” denildi, Türk kelimesi Süryanisinden Arnavuduna, Çerkesinden Rumuna herkesin ortak ismi gibi kullanıldı; bir yandan da siyasi ve hukuki yapıda olduğu gibi, etnik ve kültürel yapıda da herkes birbirinin aynıymış gibi davranıldı. Devleti devraldıktan sonra temel yapısını çok değiştirmemişlerdi, hatta Şer’iye ve Evkaf vekaletini kaldırır gibi yapıp, Diyanet İşleri Başkanlığı adı altında ibka etmişlerdi. Ezcümle ortada bir “ulus devleti” yoktu, bu daha çok bir temenniydi, istedikleri ulusu meydana getirmeyi başarabilselerdi, devlet de o ulusun devleti olmuş olacaktı.
İşler Jöntürk zümresinin planladığı gibi gitmedi. Yeni bir devlet kurduklarına herkesi inandırmışlardı, fakat bu bir noktada ters tepmişti. Dayattıkları kimliği benimsemeyenler, “yeni devlet” karşısında da muhalif tavır aldılar. Osmanlı ile Cumhuriyet farklılığı o kadar çok vurgulanmıştı ki, aradaki devamlılık sürekli gözden kaçar hale geldi. Felaket başa gelmiş ve devlet yıkılmıştı, yerine gelen bu heyulaya bağlılık göstermenin bir mânâsı yoktu. Bağnaz eğitim kadrosu harp sanki İngilizlere veya Yunana karşı değil de Osmanlı’ya karşı verilmiş gibi işi abarttıkça, muhalifler daha da bilendi, içlerinde Osmanlı’ya düşman olmakla Türkiye Cumhuriyeti’ne düşman olmanın aynı şey olduğunu idrak edemeyenler türedi, Cumhuriyetin bayrağı Osmanlı bayrağının ta kendisi değilmiş gibi, bayraktan soğuyanlar oldu. Bir kısmı bu devlet kendi devletleri değilmiş gibi düşünmeye başladı. Cephenin karşı cenahında da rejimi devletin kendisinden çok daha mühim görenler, daha doğrusu rejimi devletin kendisi gibi görenler bulunmaktaydı. Tek parti döneminde yerini korumak için manipülasyona ihtiyaç duymayan cunta, 1912 sopalı seçimlerinden 1946 sopalı seçimlerine kadar istediği mesafeyi alamadığını görünce, “irtica” kartını daha yoğun olarak kullanmak durumunda kaldı. Ortada bir takım “devlet düşmanları”nın bulunması işlerine geliyordu. 1980 darbesinden sonra korumaya çalıştıkları devlet tarafından tokat yiyen Ülkücüler dışında, belki de, ortadaki garabete kafa yoran kalmadı. Bu devlet kimin devleti suali de böylece ortada kalmış oldu. Dağa taşa “ne mutlu Türküm diyene” yazan resmi söyleme göre, devlet Türklerin devletiydi, ama Türk derken ne kastedildiği açık değildi. Sınırların dışında yaşayan ve Türkçe konuşan zümreler itinayla göz ardı ediliyordu, hatta bir dönem Turancılık suç olarak görülmüştü, şu halde Türkçülerin anladığı anlamda bir Türklük kastedilmiyordu. Sosyokültürel muhtevası olmayan, etnisite kavramına karşı nötr, sadece siyasi ve hukuki bir vatandaşlık bağı olarak Türklük kastediliyor idiyse, insanların dillerine, isimlerine karışmak niyeydi? Kavram kargaşasından meydana gelen bir toz duman perdesi insanların birbirini anlamasını neredeyse imkânsız hale getirdi. Şiddet eylemleriyle birbirine karşı tahrik edilen kitleler, resmi söylemi kenarından köşesinden, farklı parçalarıyla benimsemeye başladı. “Gericilik tehlikesi”nden korkanlar, sistemin dindarlar üzerindeki baskısını desteklerken, bölücülük tehlikesinden korkanlar ırkçı yaklaşımları mazur görmeye başladı. Cunta farklı sebeplerle, çoğunluk için ihtiyaç halini almıştı.
Kısır döngüyü kırmak için yapmak gereken kavramlarla kilitlenen insanları, doğru kavramları kullanarak çözmek. “Ekseriyetin desteklediği ortak düşman” tarzındaki garabeti ortadan kaldırmak gerekiyor. Tepkilerin doğru hedefe yönelebilmesi için, hedefin net olarak görülebilmesi şart. Atılması gereken ilk adım devletlûlardan bizar olan vatandaşlarımıza, bu devletin onların da devleti olduğunu, “siz-biz” diye bir şey olmadığını anlatabilmektir. Cunta ile bölücü mihraklar birbirine zıt iki kutup gibi görünmekle birlikte birbirlerini besliyorlar. Cuntanın el altından bölücü mihraklara yardım ettiği yönündeki iddialar bunu doğrular gibi görünüyor. “Hırsızı” istihdam eden “polis” ise ne yapmak lazım? Bir arada olabilmenin yolu bunların ikisine birden karşı olmak. Sosyal ve kültürel kimlikleri, siyasi-hukuki kimlik konusunda esas almaya yönelik talepler, daha kısa bir ifadeyle etnik ayrımcılık veya etnik imtiyaz beklentisi, fitneye kapı açacak bir çıkmaz sokaktan başka bir şey değildir. Ancak siyasi-hukuki yapının istikrarını korumak için sosyal ve kültürel kimlikleri yok farz etmek icap etmez ve dahası zulümdür. Mazlumun hakkını savunmak için, bu ülkedeki bin yıllık varlığımızı tehlikeye atmak mecburiyetinde değiliz, “devletin yanında, sistemin karşısında” bir cephe teşkil edebildiğimiz zaman, huzuru bozanlar bu gücün karşısında küçülecekler ve fitne sonunda sönecek diye ümit ediyorum.

Oluş

kaylule kıraathanesi, 2006-2007

1

Zannetme ki güldür, ne de lale- (A.H.)


Gecenin ortasında, dağın başında bir ocak: kızıl kor mayi kemikten bir mangalda çıtırdıyor. Ocağın başında bir körük inliyor, âh diyor, âhû diyor, hû diyemiyor. Körüğün yanında kemikten bir örs, üzerinde en sert madenden bir külçe, dövülmede. Görünmez bir elin uzaklardan tutup savurduğu çekiç inip kalktıkça, külçe şekil değiştiriyor: bir kılıç oluyor, bir hançer; bir süngü oluyor, bir temren; bir saban oluyor, bir dirgen. Her şey oluyor külçe, hiçbir şey olamıyor. Görünmez el çekici fırlatıp atıyor, bir tokat aşkediyor, parmak izlerini yâdigâr bırakıyor.

Gecenin ortasında, dağın başında dönen bir teker, üzerinde bir topak kil, yoğrulmada. Parmaklar bir an ağzında, bir an boynunda. Bir an çömlek, bir an testi, bir an kulbu var, bir an ayağı yok... Fırın hârr, beklemede.

Gecenin ortasında, dağın başında bir nây, içinden akıp giden bir nefes. Nâyın ucunda akkor billûr, şiştikçe menevişleniyor: gök, sarı, yeşil, kızıl...

2

Hârr... Tandır harıl harıl yanıyor...

Yıldızlardan dökülüp gelmiş bir cevher, göze görünmez kırıntılar halinde damarda gezen, vücudun en kuytu köşelerinde dolaşan, kavî, zor eğilip bükülen, bin bir meşakkatle şekle giren, kâfî miktarda suyu verilirse esnekleşen, verilmezse kırılgan bir hal alan, olduğunda evde, tarlada, cenk meydanında bir nice iş gören, olamadığında hurda ve pas halinde atılan bir cevher: demir...

Ateş demiri akkor edecek kadar sıcak, demir akkor olmadan terbiye kabul etmeyecek kadar inatçı.

Örs, çekiç, kıskaç; müsamahasız, sert yola getiriciler. Müsamahasızlık, merhametten: ya olmak var demire, ya ölmek.

Teknede su, sadra şifa.

Önce tandıra gireceksin, yanacaksın, sonra dövüleceksin, sonra su, buhar dört yanı saracak, göğe ağacak. Olamadın mı hâlâ? Başa dön, yine ateş, yine darp, çekiçler bir iken iki oldu, üç bile olabilirdi, dayanacaksın, sakın suyu unutma... Örs kaside okuyor, çekiç sema ediyor, kıskaç sorgu sual edip hesap istiyor. Çınlayan sadayı dinle:

Sabr ü sebat, lâ havle, hasbünallah, emn ü selâm, salâh, ihsân, tevbe, hamd her hâle: belâ da nimet, safâ da, incitme ve incinme...

Temren de bir divit ucu: doğru yazacaksan, doğrul önce...

3

Hep bu yaylılar bu işleri insanın başına açan, nihayetsiz melâli iplik iplik eğirirken, insanın içine içine batan, yollara düşüren, yolda bırakan…

Söyle şimdi bana, gamlı kemâne, günbatımının peçesini yırtarken hiç mi insafın yoktu? Mâverâ damlıyor içime, bütün sıklet ve letâfetiyle. Gölgeler raksediyor civârımda, çağırıyor başka bir âleme. Duvarların şeker gibi eridiği diyâra açılan bir yelkenli duruyor önümde, bedbaht mıyım, bahtiyar mı?

Rengîn kelebekler cihânın cidârına çağırıyor. Son dağın kıyısında son uçurum… Yol azığını yolda tüketmek, harc-ı râhı sarf etmek gerek: ya düşeceksin, ya uçacaksın, bütün ağırlığı geride bırakmak gerek. Yolun kıyısı altın pencereli kasırlarla, seraptan bahçelerle dolu; yoldan çıkarsan menzile varamazsın. Ne aradığını sandığının önemi yok, son burca varınca bulacağını bulacaksın. Tükenmeden tüketilmez yol, tökezlemeden yürümek öğrenilmez. İçindeki cemâl damlasını zayi etme yeter ki, damarlarında filizlensin, kollarından çiçeğe dursun, avuçlarından meyva versin. Sabırsızlanmak yok, yolun ucu kaç mevsim ötede olursa olsun, yürümeye devam… Mahzun olmak yok, hamsın daha, gün yakıp ay dondurdukça olacaksın.

4

Bir ulu kitab önümde, değirmen gibi gürül gürül, bir ulu kitab ki düğümler atılmış harflerine yahut gözlerime… Şuara eğirmesi heftrenk diba bir kuşak kuşatmış ciğerimi, külhan ciğerim… Göğe bakıp, susup kalmışım, gök iniyor damla damla göğsüme…

Ender-i nâdirât bir hocadan elif talim ediyorum, Vey ırmağında kırılıp Bedir kuyularında dirilen soydan, elif elif şerh ediyor semâyı… Yollar dökülüyor gökten gönlüme, elif elif…

Cahil idim, bilmedim, çok söyledim, yanıldım, zehrimar koparıyor damarlarımı, boyumdan büyük kör kuyuların karnından sesleniyorum, söze keffaret bir güzel söz gerek, âcizim, meded…

Dönmek gerek… Yolu şaşırana ceza, dönüp baştan yürümek gerek, bu sefer istikamete dönmek gerek, taş taş söküp beyitleri, taş taş baştan bina etmek gerek…

Bir dağ başına gömeyim dere tepe sırtımda taşıdığım cesedimi, bir gözeden kanayım, yola koyulayım, yorulacak zamanım yok, oturmaya mı geldik?

5

Değirmen durur da çarklar yine döner beyninde, bir uğultu zamanı öğüten… Pencereler açılır kapanır içinde, dünden yarına, bir bardak çay içmeden kırk kere kurulur, kırk kere bozulursun… Bozgun bir türlü öğrenilemeyen bir ders, döner döner yine okursun. Aklın kösteklemez, gönlün kaçar gider çınar altlarına, söğüt gölgelerine; kendi izlerine basarak uca dağların dizlerini ararsın, kervanlar düzer, tekrar tekrar kasr-ı nihanlar kurarsın.

Kelimeler doldurdun keşkülüne, çözülmemiş muammalar dilinde, beş yüzlük tahassürler elinde, göğüs kemiğin hâlâ sıcak… Terk-i emel edemedin ey nefs, taze çıktın tandırdan, hâlâ yavansın. Ne yana çevireceğini bilemediğin bir anahtar elinde, açıyor musun, kilitliyor musun belli değil.

Belî sultanım, olmanın ilk dersi olamamak, eyvallah.

İz

kaylule kıraathanesi, 25.12.2006


Denizin bittiği yere kadar sürdüm izini. İzler gün doğusundaki büyük denizin kıyılarından başlıyordu. Bin yıldan daha taze değillerdi. Gök rengi bir şevkin ve kopkoyu yeşil bir huzurun kokusu hâlâ üzerlerinde tütüyordu. Toprak aziz bir hatıra gibi hâlâ saklıyordu izlerini. Ebedi olmadıklarını biliyordu, ebedi olamayan nice şey görmüştü, yine de tutabileceği kadar uzun tutmak emeliyle sarılmıştı hâtırana. Çiğ damlaları serpen bir sabahla baş başa bırakıp toprağı, yola düştüm.

Yol ağırbaşlı bir arkadaştı. Uzun süre sustu, dalgındı. Sessizce eşlik ediyordu bana, sessizce çevresini sunuyordu bakışlarıma. Yol yorgun bir arkadaştı. Anlatacakları o kadar çoktu ki nereden başlayacağını bilemiyordu. Başı sonu olmaksızın birbirine eklenen, devam eden, düğümlenen, çözülen nice hikâyesi vardı. Nazarımın düştüğü her köşede ayrı bir mesnevinin mısraları yığılmış duruyordu. Kocaman sessiz sözler mecmuaları: tepelerin ufku izlediği hatta, ağaçların gölgelerinde, yüksekliklerde, derinliklerde, mesafelerde, suda, kayaların çizik çizik yüzlerinde, bulutların dudaklarında... İçlerinde yalnız bulutlar konuşuverecekmiş gibi dudaklarında bir titremeyle kaçamak bakışlarla bana bakıyordu. Derken arkadaşımın dili çözüldü. Hâlâ sessizdi, ama gönlüme dökülüyordu meramı. "Yol zamandır" dedi bana, "yola hiçbir şey dayanmaz. Çizgileri siler, teferruatı sadeleştirir, küçük şeyleri daha da küçültür, aşındırır, yer bitirir; büyükleri daha da büyütür. Hiçbir azim yola dayanamaz, tükenir. Kimse yolu bitirememiştir, ya bir yere sığınır ve takip etmeyi bırakırlar, ya da yolda tükenir kalırlar. Hiçbir kasîde yola dayanamamıştır. Yalnızca yolcuların adımlarından dökülen tek tek beyitler zincirlenir, nihayetsiz bir mesnevi halinde uzanır gider. Okumaya neresinden başlarsan başla ve neresinde bırakırsan bırak fark etmez, her beytin mazmunu birdir. Senin hikâyen bunca hikâyenin neresinde? Aradığın bir incidir, ummanın derinliğinde, veya bir garip kum tanesidir, koca sahra çölünde. Aradığın yolun hiçbir yerinde değildir ve her yerindedir."

Bir nehir kıyısında izin istedim yoldan ve yeşil bir yaylaya tırmanmaya başladım. Arkadaşım kibardı, küçük bir patikası bir müddet eşlik etti, uğurladı beni. "Dağlarda yollar birer seraptır" dedi bana, ayrılırken. "Dağlarda yollar bir an vardır, bir an yoktur. Yürünmeyen yol siliniverir çabucak. Dağlarda yollar izlerden hayat bulur, izlenmediği zaman unutulur." Baktım, etrafında keçi ayağından dökülme izler yapraklanan incecik bir daldı, izlediğim patika. Kendisi gibi izlerden meydana gelmiş yüzlerce binlerce incecik dalın bükülüp birbirine sarıldığı, arzın her yanına dolaşmış bir ağın sayısız incecik ucundan biriydi.

Bahardı. Gezdiğim yayla başı ala karlı dağların yemyeşil kaftanıydı, ak çiçeklerle bezeli. Ak çiçekler inciydi, gözyaşı damlaları gibi ışıldıyorlardı. Parmaklarının, dudaklarının izlerini taşıyorlardı. Selam verdim ak çiçeklere, seni sordum, hatırlarını sormayı bile akıl edemeden. Gülüverdi dudakları, ama yaşardı gözleri. Unutmuşlardı seni ve unutamamışlardı bunca zamandır. Sen oradan geçtiğinden beri kaç bahar geçtiğini bilmiyorlardı. Her bahar yeniden açılıyorlardı hasretle, ama neyi özlediklerini bilemiyorlardı.

Yorulmuştum, gördüğüm ilk pınarın yanı başına çöküverdim. Gözleri ışıl ışıl gülüyordu. "Dikkat et" dedi bana, "çok oturursan bir daha kalkamazsın." Hiçbir şey sormadım, sessizce türküsünü dinledim. Tebessümünden bir yudum içip tazelendim. Kanamadım, ama gitmeliydim. O da biliyordu, güldü, bir buse verdim yadigâr, yine güldü. Kalktım, yine yürümeye başladım. Pınarın buz gibi yakan sızısı içimde çağıldayan bir türkü oldu, kaldı.

Akşam inerken bir kuytuda konakladım. Sönen günün son alevinden yaktım ocağımı. Bir ağaca dayadım bir yanımı. Yıldızlı düşlere sarılıp uyudum. Rüzgâr boynuma sarıldı düşümde. Üşütmedi. Yıldızdan çiçekler taktı gece saçlarına; benimle, öylece uyudu.

Sabah oldu, tekrar başladım, içimdeki boşluğu adımlamaya. Dağın ardı bir köydü, köyün ardı başka bir köy, başka başka köyler, sonra şehirler. İnsanlar gördüm, bahçeleri vardı, özene bezene ektikleri nebatlarla bezeli, güzel bahçeler... Duvarlar örüyorlardı bahçelerinin etrafına, yoldan korkuyorlardı, yol alıp gitmesin diye duvarların ardına sığınıyorlardı. Dalgın gözlerinde kök salan, göğeren hayaller, toprağı okşuyorlardı. İnsanlar gördüm, daha büyük duvarlar örüyorlardı. Kubbeler dikiyorlardı avlulara. İnsanlar gördüm, duvarlarla bile yapılıyorlardı. İnsancıklar gördüm, kuyrukları vardı, kuyruklarını kovalıyorlardı. Koca bir sur örmüşlerdi şehrin etrafına. Yoldan yol alıp ehlileştirmişlerdi, cadde demişlerdi adına, sokak demişlerdi. Bu kılıkları da pek yakışmıştı yola, vahşetin çağrısını şehrin kapısında çıkarıp içeri giriyordu, çıkarken yine giyip gidiyordu. Efendiydi yol, müsamaha ediyordu kendisine yapılanlara ve lâkin ben hoşlanmadım onun bu iç güveysi hallerinden. Doğrulayıp kapıya vardım. Ak pürçekli bir nine oturuyordu kapının yanında. Kurumuş avucunu uzattı bana, bir avuç tohum sundu. İkramı reddetmeli miydim? Bir tohumlara baktım, bir içinde senin olmadığın, kolların boyna kement olup dolandığı şehre. Güldü ak pürçekli nine, "vaktini bekle" dedi. O şehri de öylece bırakıp gittim.

Kaç şehri bırakıp gittim öylece, bilmiyorum. Kaç geceyi sahrada izini sürerek geçirdim, onu da bilmiyorum. Şairin sözleri virdim oldu:

"Hangi vahaya gitsem çadırlar sökülmüş Sitâre
Çadırla su arasında bir cılga var
O cılgada nârin ayak izlerin var
Durgun suya düşüp kalmış gözlerin var"

Arzın her arızasında izlerin vardı ve hiçbir yerde yoktun. Gün batısındaki büyük denizin kıyılarına kadar takip ettim. Cırcır böceklerinin mehtapta fasıl geçtikleri bir vakitte varıp durdum bir kayalığın başında. Aşağıda kumsal, kenarından başlayıp denizin bittiği yere kadar uzanan gümüş ışıltılı bir yol. Denizin bittiği yerde sema başlıyordu. İlm-i nücum tahsil ediyorum şimdi, hangi burca ağdığını bir keşfedeyim, hemen yanına geliyorum.

Eyyâm

kaylule kıraathanesi, 30.05.2007

Günler geçiyor allı yeşilli. O da geçiyor, bu da geçiyor. Yarının ötesindeki menzile uzanırken yol, gök hep üstümüzde olsa da, yer bazen ayaklarımızın altından kayıveriyor. Günleri gönderiyoruz önden, ardımızda bırakıyoruz. Hepsi de yazılı.

Bir yol ki, haydutları bile nimet. Başını yaslayacak bir taş bırakmadan, geceyi aydınlatacak bir kandil bile bırakmadan alıp gidiyorlar, göz aydınlığı nedir zorla öğretiyorlar. Yalnız olmadığını bilmek için, yalnız kalmayı bekleme artık. Anahtar elinde, aç ve oku.

Neyi okumak istiyorsan onu yaz, çünki günler geçiyor. Velasr...

Emel ve Marifet

kaylule kıraathanesi, 21.08.2006

Felek emel peşinde koşanlara cevretmek üzre kurulmuş bir zenberektir. Emel meyhanesinde gönlünüzce mest olamazsınız, çünki yariniz, verse bile yarım kadeh verir.* Nâz ehline niyâz edip de niyâz ehline nâz eden bî-vefâ hûblar gibi desîse-bâzdır, dehr.** Emel sırtınıza bağlı bir değneğin ucunda asılı bir havuçtur, kovalarsanız kaçar, kaçarsanız kovalar. Vazgeçmek havucun peşinde merkeplik etmeyi terk etmektir. Tavîl olmak emelin tabiatında mevcuttur, çünki emel ele geçmeyecek olandır. Kasîr olmak da ömrün tabiatındandır ki ömür bitiverecek olandır. Ânın kıymetini bilip ardında murâdın olduğu kapıya yönelmek gerektir. Murâd seyrüseferin yöneldiği ufuktur. Üç boyutta, yahut dördüncüsünde gezmek, aramak değildir. Cihanda pastan hâli ayna bulunmaz. Marifet aynada göreceğini bir taş parçasında bile görebilmektir. Marifet zarı atmadan oyunu kazanmaktır. İstiğnâ kıldıkta, geleydi, yekti, şeşti derdi biter. Hangi zarı atsanız onun kapısı açıktır, hangi zarı atsanız, o, açık olan kapının zarıdır. Tek bir zar ve bu zarın tek bir yüzü vardır ve o yüzde oyunda mevcut bulunan tek kapıyı açacak olan tılsım yazar: istiğnâ.


*"Meyhâne-i emelde gönlümce olmadım mest/ Yârim kadeh verirdi, yarım kadeh verirdi" (Mustafa Behçet Efendi (?))
**"Hûbân-ı bî-vefâ gibi dehr-i desîsebâz/ Nâz ehline niyâz eder, ehl-i niyâza nâz" (Ahmed Cevdet Paşa)

Der-beyân-ı Gavgaay-ı Setr-i Avret

kaylule kıraathanesi, 05.06.2005

Hezârân hamd ü senâlar ol Rabbe ki kullarına vücûd bahş eyledikte i'tâ buyurduğu türlü nimetler meyânında ibâd-ı acezesine muhtelif esbâbile setr-i ayb eylemek imkânını dahî in'âm eyledi. Salât ü selâm ol Rasûle ki tebliğ ettiği Dîn-i Mübîn-i İslâm ile ümmetine gösterdiği halâs ve necât tarîki, nev'-i beşeri tâife-i hayvanâttan tefrîk eden müteaddid husûsiyyetler beyninde, hıfz-ı iffet şartı bulunan ihfây-ı avret mecbûriyyetini de ebnây-ı Âdeme bir düstûr-ı istikâmet kıldı.

Setr-i avret bahsinde vârid olan bu mecbûriyyet esâsen bir bâb-ı hürriyettir ki -husûsan tâife-i inâs içün- cismâniyyeti bir nikaab-ı hamiyyet içre saklamak, ferde mâneviyyâtını meydân-ı ünsiyyete salarak cemiyyet içinde bir şahsiyyet olma yolunu açar ve nasıl ahvâl-i ruhiyyenin bir gaybûbet perdesi mâverâsında hâfî bulunması hutûruna mâni olunamayan efkâr ü hayâlâtın envâ'-ı muhtelifesini ketmeder ise bedeni hudûd-ı harîm derûnunda enzâr-ı ecnebiyyeden muhafaza kılmak da şahsiyyeti tarruzdan vikâye eyleyen bir cevşen-i kavî gibidir. Binâenaleyh cism-i beşerin itidâl ve kemâli örtünmek iledir.

Ecdâd asırlardır bu düstûr-ı istikâmete harfiyyen riâyet eyler iken âhir zamanın türlü garâbeti birkaç asırdan beri Memâlik-i Mahrûsemize dahî sirâyet etmiş bulunup inkıtâa uğramaksızın ber-devâm olan gavgaay-ı medeniyyet cümlesinden olmak üzre mahz-ı ilm ü hakîkat addolunan asrî telakkîler avâm ve havâs beyninde rağbet bulup bir taraftan duhterân-ı müslimîn edeblice telebbüs eylemekten hicâb eder olmuş; diğer taraftan da millet-i necîbimizin, cihânın çıkan çivisini iâde birle asr-ı saadete rücû eylemek arzûsunu irticâ tesmiye eyleyen bir gürûh-ı mütegallibe-i ankebût-sîret kızcağızlarımızın kisve-i takvâsından havfile türlü bahâneler uydurup efkâr-ı envâr-efşânın, perdedârlık yaptıkları medâris ü mehâfile visâline mâni olmak üzre Ümmet-i Nebîye harb i'lân eylemiş bulunmaktadır. Yeniçeri tâifesini topa tutup rûy-ı zemînden temizleyen Sultan Mahmûd Hân-ı Sânî, dîn ü devlet ve mülk ü milleti bir gâileden Sancâk-ı Şerîf açarak halâs eyler iken; diyâr-ı frenkten ahz eylediği illetleri nisâr ederek bir başka gâileye sebebiyet vermiş olup zât-ı şâhâneleri bu işgüzarlıkta ferd-i yektâ olmadıklarından nihâyet bir alay kılıç artığı çeri başı iktidârı ele alıp alem-i şerri kaldırmış ve denâeti meşrû kılmışlardır. Bu hezele gürûhunun kânûn-ı esâsîdeki muallak umdelere istinâd ile gâh istedikleri türlü yazıp bozdukları, gâh işlerine geldiği gibi tefsîr ettikleri kavânîn ve nizâmat, inâs-ı mestûreyi perde-i hicâbı çâk eylemek yâhut hidemât-ı âmme ve mekâtib-i resmiyyeden hâriç tutulmak şıkları ile karşı karşıya bırakmış bulunmaktadır. Mer'î mevzûât muvâcehesinde bu iki yoldan birini tutmak kesb-i zarûret eylemiş olup dil-i mecrûh ile boyun büküp baş açarak taleb-i ilm cihetinden ve salâbet gösterip taleb-i hak cihetinden mücâhede ve mücâdele eden millet evlâdı sulh ve sükûn üzre vazîfe ve mekteplerine devâm imkânından mahrum kalmışlardır ki husûs-ı mezbûrun menfî tesirâtını izale zımnında alınacak tedâbir cümlesinden olmak üzre inâs-ı mestûrenin devâm edebileceği mekâtib-i husûsînin küşâdına ve alelhusus mekâtib-i mezbûre nizâmâtının setr-i re's aleyhindeki mevâd hâricinde tutulmasına sây ü gayret olunmalıdır. Sâir mekâtibden tard olunan talebânın mekâtib-i husûsiyyeye duhûlünde evvelce ikmâl eyledikleri derslerden muâf tutulacakları tabiîdir. Ezcümle resmî dâire ve mekteplerde inâs-ı mestûrenin vücûdu hâl-i hâzırda gayr-ı kâbil olduğundan anların ikmâl-i tahsîli ve devâm-ı vezâif birle te'mîn-i mâişeti içün husûsî mahaller ihdâsile müessesât-ı resmiyyenin kısmen ve muvakkaten ricâle terki muvafık ise de bu kabîl husûsî müessesâtın teşkîli müşkil olup zamâna ve muhtelif esbâba merbût bulunduğundan diğer taraftan mes'elenin hall-i kat'îsine bakmak elzemdir.

Esâsen hall-i kat'î kavânin ve nizâmattan husûmet-i alâim-i dîniyyenin ihrâcı olmakla ve dahî dâire-i edebde kalmak kaydıyla tarz-ı kıyâfetine bakılmaksızın Devlet-i Âliyye teb'asından her ferdin ehil bulundukları mevâkıb ve menâsıba kabûlü hakk-ı tabiîleri bulunmakla, hakk-ı mezkûrun istihsâli bâbında her mahfil ve mevkîde mücâdele eylemek zarûrîdir. Bilhassa efkâr-ı umûmiyyenin bu cihete celbi dahî matbûat ve neşriyyât vâsıtalarının hamiyyetperverâne gayretlerine mevkûf ise de bu vâdide ehl-i hak gür bir sadâya mâlik bulunmadıklarından evvel-i emirde da'vânın ehl-i vicdâna bu tarîkle i'sâlinin bir çâresine bakmak icâbetmektedir.

İnşallâhü Teâlâ yüzümüz kara çıkmayacaktır. Gayret kuldan, tevfîk Allah'tan (celle celâlehû). Muzaffer kıl Yâ Rabbî (âmîn).

Boşluk

kaylule kıraathanesi, 04.09.2006


Boşluğa akıyor sular. Dalgalar, fırtınalar boşluğa akıyor. Hiçliğe akıyor sular.

Yitip giderken, sıyrılsam perdelerimden, bir damla gözyaşı olsam, burçlara ağsam... Raks eden gümüş kandillerim benim, sevda mıdır başınızı döndüren?

Neyi tutsam elimde kalıyor, neye dokunsam sönüyor, ışıltısını kaybediyor, solup gidiyor. Gaflet devekuşu sığınağı. Sonra uyanıyorsunuz ve oyuncakların keyfi kaçıyor.

Mesafe sinir bozucu bir tekerleme. Sabırsızlık, kararsızlık: meded!

Fezâdır: alacakaranlık ve dağınık, vârı yok... Kalabalık ve bomboş bir hane... Yollar kopmuş sinir lifleri, kervanlar dağılmış tespih taneleri, her yanda siyah, serseri, manasız gölgeler. Akça pakça turnalarım, nerelerdesiniz?

Fedâdır: yüktür, zahmettir, mahrumiyettir benlik. Emel kasırlarını, heves çadırlarını bırakıp çıkmalı, öylece. Ben olamadım, yağmadır, siz olasınız. Beni benden alıp götürseniz, bölüşseniz, bitirseniz; hem size ganîmet, hem benden âzâde sevâda. Zincirler çözüle, yol bula sevâd murâda.

Fenâdır: vaktini bekle. Va'dedildi: bitti bile. Ne güzel, bitenin bitişi bitmeyene senâdır.

Sular boşluğa dökülüyor: cihândır, budur yâni, bu kadardır.

Yâ meded!

Bırak

kaylule kıraathanesi, 24.07.2006

Güzel bir şey göremiyorsan, kusur senin nazarındadır, manzarada değil. Kâinat koca bir aynadır, neresine bakarsan bak. Burada bulamadığını başka bir yerde de bulamayacaksın. Ömrü emel ardında heba edenler murâda eremezler. Kendini merkez zanneden merkezi bulamaz. Çırpınarak neyi değiştireceksin? Değiştirip ne yapacaksın? Bırak, her şey merkezinde zaten. Uzak hedefleri arzulayanlar yorulur. Kaçanı kovalayan menzile eremez. Menzile ulaşmak istiyorsan, dur! Yol sendedir. Seyrüsefer edebilecek kadar hafif olmanın usûlü, kaygılardan âzâde olmaktır. Görmek istiyorsan, gözlerini yum. Bırak, güzel, yolu sana kendisi göstersin. Her nefeste, bir nefeslik sabır yeter sana. Beklemek boş durmak değildir. Beklemek aramaktır. Bulacağın sûreti ibdâ etmeye çalışma. Tasavvurların vehimlerindir. Neyi sen yaptınsa bil ki bir şey değil. Bil ki sen bulamazsın, güzel kendini sana buldurur. Bırak kalemi, bulduğun zaman tasvîr edemeyecek kadar hayrete dûçâr olacaksın.

Bir Göl Kıyısı Gecesi

kaylule kıraathanesi, 11.09.2006


Gölün yüzünde küçük bir kayık kıpırdamadan duruyordu. Dalgalar rüzgârda titriyordu. Ağlayan sazlar dans ediyordu. Gökte sessiz bir kıpırdanma... Kayık, erguvan günbatımının belirsizliğinden korkuyordu. Kara kuşlar ciyak ciyak geldi geçti. Üşüyordum, uykum vardı. Buz gibi yağmur başladı. Dizlerimi büküp bir çam kovuğuna sığındım. Hayat soluk çizgilerde gizlendi. Her şey içerilere sığındı, kapılarını kapattı. Islak gölgeler ıssız... Ağaçların arasına duman indi, karanlık oldu kaldı. Hiç ısınmamış bir dünyanın soğuk feryadında çam dalları dans etti. Annemin gözyaşları aktı içime, sıcacık. Başımı dayayacak bir yer bulamadım. Ağlayamadım bile. Yağmur hiç dinmeyecekti. Gün soldu, gölgeler silindi. Bir ağaç kovuğunda uyuşup kaldım. Rüzgârın yaratıkları uğultulu hikâyeler anlattı, birbirine. Gün söndü, bir dakika bile beklemeden eteklerini toplayıp gitti. Tedirgin yürekler gözlerini yumdu. Göl karanlıklarda kayboldu. Sırtımı kovuğun kenarına dayadım. Dizlerim göğsümde, ellerim ayak bileklerimde, yüzüm dizlerimde... Rüzgâr boşluğun yüzüne sızlayan çizgiler çizdi. Yağmurun hızı kesildi, yavaşladı, damlalar su birikintilerinde şıpırdıyordu. Rüzgâr ağaçları yoklayıp geçiyordu, gövdeleri sardı, dalları sıyırdı geçti, suları titretti, yüzümü sızlatarak kovuğuma doldu, ensemde, sırtımda dolaşıp gitti. Bir sıcaklık yaladı geçti, her yanımı. Sonra iliklerim sızladı. Titremeye başladım, titremekten yoruldum, yine de titredim. Rüzgâr yedi başlı bir ejder gibi doğruldu, gölün üstünden süzülüp başka bir yöne gitti. Sıcak bir uyuşma sırtımı okşadı. Gözlerimde bir ağırlık hissettim. Gözlerimin zaten kapalı olduğunu fark ettim ve açamadım. Gölün üstünde beyaz bir ışık peyda oldu. Buzdan bir dev geldi, gökyüzü bembeyaz oldu. Masmavi yıldızlar göz kırptılar. Beyaz dev kardan bir gömlek geçirdi sırtıma. Gözlerimi açtım. Güneş gümüş rengi puslu ufkun üzerinde asılı duruyordu. Soluk renkli bir mum alevine benziyordu. Sazlar ayazda saçlarını tarıyordu. Kayığa baktım, gülüyordu.

Hantal Gazi ile Zoroğlu'nun Çıfıtlık Dersi Alması


kaylule kıraathanesi, 27.02.2006

Hantal Gazi cenge deyi getmiş, cenk itmeden elündeki hisarı kapturup gelmişdür. Yurda vardukda Zoroğlu birle şöylece söyleşür:

"Tarabya üzre sefer hazırlığı içün Etiler Hisarı'nda eğleşür idük. Beğden ferman geldü, Etiler hisarın dahi küffara bırakup geldük. Nasıl işdür bu, aklum irmedü. Degil Zoroğlu, n'ittük biz ol hisarı?"

Zoroğlu aydur: "Mere sen seferde iken beğ satmıştır hisarı."

Hantal Gazi:

"Mere yiğitlik ile alunan hisar bezirganlıkla mı virilür?"

Zoroğlu:

"Şimdiki zamanda yiğitlik kâr itmez, hisarlar akça ile alınup satılur. Akça didügin çıfıtlık ile çoğalur. Çıfıtlık didügin esenün külahını musaya, musanun külahını eseye geydirmekdür. İndü hisarı alalum disen, çeri ne gerek? Salasun çerçileri, gökçe boncuklarun beğe sunalar. Beğde akça ne gezür? Salasun çıfıtı, beğe ödünç vire. Üç vire, vadesi geldükte beş isteye. Beğde beş ne gezür? Salasun çıfıtı, beş yerine hisaru alup gele."

Hantal Gazi sorur:

"Ya ki beğ rıza ile virmez ise hisarı?"

Zoroğlu deyür:

"O vakt salasun haramiyi üstüne, haramiyi savasun diye elüyle getüre, hisarı sana vire."

Hantal Gazi:

"Beğ gendü sava haramiyi..."

Zoroğlu:

"Zamane haramisidür, savmağa beğlerün tedbiri yetmez."

Hantal Gazi:

"Ya ki beğ niçün dutup salmaz haramiyi küffar üstüne?"

Zoroğlu:

"Beğ haraminün dutacak yerin bilmez, bilse de dutabilmez. Haraminün ek yeri üçdür, ya akça ola, ya avrat ola, ya ki vezirlük ola. Beğde akça ne geze? Avrat disen virülmez. Eh, sen harami olsan dibalu atlaslu tekfura mı vezir olursun, çullu keçelü beğe mi?"

Hantal Gazi:

"Mere diyesen ki beğ çerçinün gökçe boncuğına tamah itmese, bunca iş başa gelmeye?"

Zoroğlu aydur:

"Beğ tamah itmese, il tamah idür. Beğ alur gökçe boncukları, beş gendüne, üç sübaşına, iki kadıya, bir mollaya, iki çerçiye, üç çıfıta pay idür, beş de tekfura hediye gönderür."

Hantal Gazi:

"Ey, ile fayda ne bu işte?"

Zoroğlu:

"Beğ artan gökçe boncukları bir ipe dizdürür, minare boyında bir sırığun depesüne asdurur. Kim ki evvela kaparsa anun ola deyi tellallara bağırdur. Ahali birbirini yeyür boncuk davasına."

Hantal Gazi:

"Mere bu nasıl hesap?"

Zoroğlu:

"İşbuna çıfıt hesabı deyürler, tekfur kal'asında talim idürler."

Hantal Gazi:

"Bre biz dahi çaşıt varup talim idelüm şol hesabı."

Zoroğlu "eyi deyürsin Gazim" dedükte iki yiğit atlanup pusatlanup varurlar tekfur hisarı cihetine. Yolda Zoroğlu sorupdur:

"Mere Gazim, tekfur hisarı çevresindeki hendek nasıl aşılacak? Dumrul Dayı salmaz şimdi bizi akçasız köprüden?"

Hantal Gazi:

"Bre endişe etmeyesün, allem idüp kallem idüp razı iderüz Dumrul Dayıyı."

Lakin yoldaki hesap köprüdekini dutmaz, Dumrul Dayı senatoryuma kapatılmış, yerine köprüyü merd-i kıpti dutmuşdur.

Kıpti deyür:

"Mere ahmaklar nire gidersüz? Kimesne bu köprüden akça almadan geçemez."

Hantal Gazi:

"Virgil o zaman bizüm akçamızı da işimüze varalum."

Kıpti:

"Mere ben size akça vireyün de, siz bana ne vireceksüz?"

Hantal Gazi:

"Bre bizde akçayla satılacak mal yoktur."

Kıpti:

"Malınuz yoksa savulun gidün, meşgul itmeyün."

Zoroğlu deyür:

"Durgıl hele köprücübaşı, anlaşalum. Buyur sana benüm sarık, biraderimün hançeri..."

Kıpti:

"Hah şöyle yola gelün, alun bakalum akçalarunuzı."

Yiğitler akçaları alup varurlar, tekfur hisarınun pazar yerine dayanurlar. Anda bir kalabalık görürler, yanaşup sorurlar nedür deyi. Meğer ki pazarda hokkabaz çadır kurmış, akça virene temaşa gösterürmiş. Gehi deveyi külahına katurmış, gehi yenünden ejder çıkarurmış. Bunu işidicek bizüm yiğitlere merak galip olur, çadırun kapısına dayanurlar. Kapıyı kolcular dutmuş, akça virene şerbet içirüp buyur idürler. Zoroğlu aydur:

"Bre kolcubaşı buyur akçayı, yol vir bize."

Kolcubaşı yol virmez, "evvela şerbet içilecek" deyür.

Hantal Gazi:

"Mere bugün perşembedür, gündüz vakti şerbet içmezük."

Kolcubaşı:

"Şerbet içmezsenüz alun akçanızı da savulup gidün."

Zoroğlu Hantal Gazi'nün yeninden çeküp, tenhaya varduklarında şöylece söyleyür:

"Biraderüm, bırak şerbetleri anlarun olsun, akçamız bizüm olsun. Uğrulayın çadırın arkasından yaklaşuruz, eteğün kaldırup bakaruz temaşaya."

Hantal Gazi:

"Ben sanki bunı bir kitapta okumış idüm..."

Zoroğlu:

"Beli yiğidüm, okumışsundur..."

Gizlice yanaşup temaşa seyrine dururlar. Anlar bakadursun, baş hokkabaz gelüp, gösteriye başlayur. Evvela bir pireyi bacağından dutup, "bakın ey ahali bu deveyi şimdi külahıma katacağum" deyüp külahı pirenün üstüne kapatur. Ahali pek beğenür, kimi gülüp kimi alkışlayur. Sonra hokkabaz yeninden çıkardığı bir keleri kuyruğundan dutup sallar, "ey ahali işbu dahi ejderdür, yenümde saklarun" deyür. Ahali gülmekten kırılur, alkıştan güya çadırun direkleri yıkılur.

Zoroğlu aydur:

"Mere bu nasıl işdür?"

Hantal Gazi:

"Herhal şerbet afyonlu olacak, baksana millet nasıl mest ü hayran bakur."

Zoroğlu:

"Pekeyi bu hokkabaz sana da tanış gelür mi?"

Hantal Gazi:

"Bre şaşkın, bilmedün mi? Biz Horasan'dan gelür iken bu bizüm obada şairlik iderdü, milletün kızına bacısına göz koydu, el uzattu deyi tanburasın kafasında kırdular, zor kaçtu. Gelmiş bunda hokkabaz olmış."

Zoroğlu:

"Eyi olmış, şimdi kenarda saklanalum, gösteri bitdükte peşine düşüp bir hatrın soralum."

İki yiğit gizlenüp gösteri bitdükte hokkabazı takip idürler. Hokkabaz yamaklarıyla birlikte varup, tekfur sarayı arkasındaki ayazmaya girür. Yiğitler dahi yamakların arasına karışup peşinden gidürler. Perdenün arkasına gizlenürler. Biraz sonra tekfurun çıfıt veziri çıkagelür, hokkabaz başınun yanına oturur. Bu anın elin öpür, o bunun başın okşayur. Meğer ki onca hisarları kesesine doldurup kuşağına sıkıştıran vezir, hokkabazlarun ustasıymış, çıraklarına gizlice ders virürmiş. Hokkabaz yamakları diz çöküp otururlar, vezir ders anlatmaya başlayur. Bizim yiğitler dahi dinleyür. Çıfıt vezir söyleyür, görelüm ne söyleyür:

"Baka çıraklar, bilgil kim hokkabazlık didügin daşlı pirinç ile pilav itmekdür. Ahali didügin alıkdur, pirincinin hatrına daşı dahi yudur. Lakin daşı çok katarsanuz çok diş kırılur. Ahali ayazmanın pilavına tövbe idüp, tekkenün çorbasun içmeğe gidür. Hesapla katacaksız: bir taş, bir tuğla; bir tuğla iki kerpiç; iki kerpiç, üç topak çamur; üç topak çamur, dört kesek; dört kesek, beş tezek... Herkesle birle siz de yeyeceksiz, daş gelürse tüpürgil, tezek gelürse yutgıl. ... Bre tiz kapuyı bacayı dutun, çaşıt var!"

Meğer çıfıt vezir perdenün altından bizüm yiğitlerün çarıkların görmiş. Muhafızlar çullanup yiğitleri duturlar. Hokkabaz ciyaklayur: "urun kellelerün!" Vezir deyür: "durun! Böyle yahşı pehlivanlara yazıkdur. Varın bunları daş ocağına götürün."

Muhafızlar yiğitlerün urbaların alur, çul çaput geydirür. Esir oldukları belli olsun deyi kulaklarına halka takurlar. Çeke çeke daş ocağına doğru götürmeye başlayurlar. Anlar gidedursun, hokkabazlarla vezir de tekfür sarayına gidüp, akşam eğlentisine katılurlar. Tam yiğitler hendek kıyısındayken tekfur sarayından bir alkış, bir gürültü kopur. Muhafızlar gayrıihtiyari o tarafa döndükte yiğitler gendülerün hendeğe atur. Muhafızlar arkalarından ok atsa da ilmez, ikisi de yayan yapıldak yurtlarınun yolun dutarlar.

Zoroğlu deyür:

"Şu kapuya beğ geldük, kul dönerüz."

Hantal Gazi aydur:

"Bre ahmak, canunı kurtarduğına şükret, kulağundaki küpeyi de üstüne kâr say."

Arslanla Boğa Şuurun Kaybetse Çakala Nasıl Gün Doğar Anın Beyanıdır


kaylule kıraathanesi, 14.02.2006

Hantal Gazi'nin teyzeoğlu Zoroğlu ve kankası Aymaz Boğaz'a nazır bir sırta yayılmış şerbet-i benefşe nûş etmektedirler. Gözleri süzülüp dilleri dolaşık olduğu bir aralık derya üzerinden bir mürg-i saksağan uçar geçer. Saksağanın kölgesi Boğaz'ın firûze sularını okşar geçer. Zoroğlu bir neş'e ile gülüp söyler:

"Aha bak, cânım Aymaz'ım, görmüş müsün, saksağanın kuyruğu suya değmiştir."

Aymaz pür hiddet:

"Mere gafil, kölgesi değmiştir, kuyruğu değmemiştir!"

Zoroğlu öfkelenir:

"Bre ahmak, bilmez misin, atadan dededen kalma türküleri, ne vakt ki erguvan açan sezon gelse, saksağan kuşu kuyruğuyla suları karıştırır, cemreleri yatıştırır."

Aymaz itiraz eder:

"Ağam o türküler sonradan uydurmadır, aslı yoktur."

Zoroğlu çileden çıkar:

"Mere zalim, sen bizim türkülerimize nasıl uydurma dersin!?"

İki yiğit pür-savlet-i gayret birbirlerine girer, güreşe tutuşurlar. Gün sönen vakte kadar boğuşur, yenişemezler. Bakarlar ki üste çıkmanın çaresi yok, kılıçları sıyırıp birbirleri etrafında dönerek savurmaya başlarlar. Zoroğlu'nun kolu çizilir, Aymaz'ın mintanı yırtılır, hırslarını alamazlar. O esnada olay mahallinden geçen boynu pos cihazlı Deli Dermiş bunları görür, hallerine vakıf olur, asası ile kafalarına birer tokmak ekleştirip iki yiğidi ayırır. Açar ağzını söyler: "a benim akılsızlarım, ne vuruşursuz, varalım doğrusun Molla Zaman'dan sual edelim."

Yiğitler Dermiş'e hak verir, birlikte Molla Zaman katına doğru yola düşerler. Tam köprüde trafiğe takıldıkları demde Hantal Gazi ardlarından yetişir, seslenir:

"Yiğitler nere gidersiz? Küffar Kadife Kal'asına leşker çıkarmış. Rayet-i Katranîsin rekz eylemiş. Varalım sefer edelim."

Hem Zoroğlu ve hem Aymaz, hem de Deli Dermiş neye uğradıklarını şaşırırlar. Kavgayı da suali de unuturlar. Birlikte Kadife Kal'ası yolun tutarlar. Kadife kal'ası kurbüne vardıkta, bakarlar ki leşker-i küffar kırk bölük asker ile kapıyı bacayı tutmuş, geçit vermez. "Bir oyun edelim şu kendin bilmezlere" deyip keşiş urbası telebbüs ile kal'aya duhül iderler. Bir hana varıp otururlar, hancıdan şerbet isterler. Anlar oturadursun, bir küffar çavuşu, beş on kalleş silahşörle birlikte varır hana dayanır, anlar dahi şerbet içmeye başlar. Keyifleri geldikçe gehi şarkı söyleyip raks etmeye, gehi dereden tepeden söyleşip eğlenmeye başlarlar. Keşiş kıyafetin geyinmiş bizim kahramanlar dahi, anları dinleyip küffar nereden ikmal yapacak, nereye kamp kuracak anlamaya çalışırlar. Nihayet küffar çavuşu ağzından bir bakla çıkarır:

"Bre kızanlar, bu gece erken yatsak gerektir. Yüce kumandanımız Mandabaş Zalyon'un emri ile yarın gün ışımadan tapu tahrir dairesini basacağız. Dutluk mevkiinin tapuların çalacağız. Dutluk havası begayet latifmiş, kumandanımız o yere bir saray yaptırsa gerektir. İyi iş görür, yararlılık gösterirsek bizi de terfi ettirir."

Bunları duyucak boynu pos cihazlı Deli Dermiş'in gözleri fal taşı gibi açılır, yüzü kızarır, boyun damarları şişer. Yiğitler hayret ederler, "bre Dermiş, aferin sana, bu kadar hamiyyetli olduğun bilmez idik. Bu alçaklığı duyunca nasıl da gayızlandın."

Deli Dermiş şöyle bir yarım döner yiğitlere, böyle söyler: "Mere deli misiniz, bizim Dutluk tarafında beş evlek hisseli tarlamız yok mudur? İmdi bu herif-i naşerif ol yire bir saray yapsa arsa fiyatları beşe katlanmaz mı? Satsak parasıyla kırk tabur leşker çıkarır, küffarı tükrüğümüzle boğarız. Tiz varalım, tapumuzu bulalım!" Bu sözleri işiticek yiğitlerin gözleri yuvalarından uğrar, yürekleri göğüslerinden fırlar. Hep birlikte ayağa fırlayıp koşmaya başlarlar. Telaştan keşiş urbalarının etekleri ayacıklarına dolanır, hep birden tepe üzeri yuvarlanırlar. Küffar çavuşu arkalarından güler: "bre sersem keşişler ne vardı bu kadar nûş edecek?" Kahkahaları stüdyoda yankılanır, çınlar, öter...

Nişantaşı Kal'ası Cengi



kaylule kıraathanesi, 31.01.2006

Zamane Cengaveri Hantal Gazi'nin tekmili 32,5 kısımlık destanından bir kısımdır:

Bağdat emirinin oğlu yiğitler yiğidi Hantal Gazi yine her zamanki gibi saşimi ve gohan ile hafif bir kahvaltı yapmış, kan kırmızısı sarığını sarmış, kılıcını hamayıl kuşanmış, oklarını, yayını, kalkanını, mızrağını, kredi kartlarını alıp, emsalsiz atı Zuzuki Yorga'nın sırtına atlamıştır. Peşinde kırk yiğidi olduğu halde küffar kal'ası Nişantaşı hisarının önüne varıp durur, bağırarak karşısına er diler...

Tam o esnada, Nişantaşı kal'asının burcundan gelen bir kahkaha ortalığı çınlatır. Kal'anın kumandanı Eşşekbaş Dalyondur gülen. Eşşekbaş Dalyon bağırarak şunları söyler:

"Davranma Türk! Dimeşk emirinin kızı Peçeli Banu elimizde. Derhal kırk yiğidinle birlikte silahlarınızı bırakıp teslim olmazsanız, onu şu burçtan atıp ebediyen susturacağım!"

Hantal Gazi buna inanmaz:

"Yalan söylüyorsun, n'alçak!"

Eşşekbaş Dalyon:

"Muhafızlar! Getirin muhafazakar kızı!"

Bir bölük muhafız Peçeli Banu'yu getirirler. Peçeli Banu hepsini dövdüğü için başları, kolları sargılıdır. Burca gelince bağırır:

"Hantal Gazi, sakın bu küffarın oyununa gelme! Teslim olma! Babam kırk bin askerle yola çıkmıştır bile. Gerekirse kendimi feda ederim, sen muhafazakarlara lazımsın..."

Heyhat, delikanlılığın raconu ve senaryo icabı, Hantal Gazi ve kırk yoldaşı çaresiz silahlarını bırakıp setlim olurlar... Evet, celadet kavramından bî-haber, bî-şuur zamane cengaveri, ola ola ancak setlim olabilmiştir. Bu halin sersemliği içinde seslenir:

"Dalyon! Ben geri dönmezsem Peçeli Banu'yu aşağı atacağının garantisini verirsen, hayatta geri dönmem..."

Hantal Gazi ve yoldaşlarının teslim olacakları yerde yanlışlıkla setlim olmaları, Eşşşşekbaş Dalyon'a o kadar komik gelir ki, sarsıla sarsıla gülerken Peçeli Banu'yu burçlardan düşürür. Ne var ki Peçeli Banu Dalyon'un adamlarının kendisini tuzak kurup yakaladıkları Zakko'da yakalanmadan az önce aldığı yeni ipek eşarbı paraşüt gibi kullanarak kazasız belasız yere inmeyi başarır. Ayakları yere değer değmez de Hantal Gazi'ye hücum eder:

"Seni yüreksiz! Seni beter olası, iki seksen uzanası! Demek setlim olursun ha! Demek bana bunu da yapacaktın!"

O esnada Peçeli Banu'nun bir elinde hiçbir zaman yanından ayırmadığı merdanesi varken bir de alt uzaydan gelen bir tava peyda olur. Zuzuki Yorga'ya atlayan Hantal Gazi, taktik icabı stüdyo dekorlarına doğru dörtnala geri çekilirken Peçeli Banu tavayı kafasına doğru fırlatır. Hantal Gazi ankebut adam refleksleri sayesinde son anda kurtulur. Peçeli Banu sinirden ayaklarını yere vururken, kırk yiğit de ağızları açık kalakalmışlardır. Eşşekbaş Dalyon gülme işini abartır ve deprem olur gibi, kale dekoruyla birlikte yere çakılır, düşerken kablolara takılır, spotlar söner.

Anlayış

kaylule kıraathanesi, 15.09.2007


Anlayışlılık bir mecburiyet meselesi değil, güzel tarafı da bu. Yani kimse başkalarına anlayış göstermek zorunda değil, mecbur olmadığı halde anlayış gösterirse, bir iyilik yapmış olur. Burada hukukla ahlak arasındaki farkı görüyoruz. Hukuk, haklardan bahseder, başkalarının zorla geçemeyeceği çizgileri çizer. Kimse evinize zorla giremez. Girmek isterlerse onları içeri almamak, gerekirse mücadele etme hakkınız vardır. Devletin vazifesi de çizgilerin zor kullanarak aşılmasını engellemektir. Peki burada ahlakın rolü ne? Eğer ahlak sadece bu “korunmuş” çizgilerden, mecburiyetlerden, yasaklardan, yükümlülüklerden bahsediyorsa, hukuktan farkı ne? Günümüz etik anlayışının bence ıskaladığı nokta da bu.

Kimsenin yapmak zorunda olmadığı bir şeyi yapmadığı bir dünya kurguluyoruz. Herkes ortak çizgilere uyduğu zaman mutluluğun gerçekleşeceğini varsayıyoruz. Lugatimizde feragat kavramına yer yok. Nasıl olsun, öyle bencilleşmiş, öyle kendimize odaklanmışız ki, evrenimizin merkezi kutsal ben hazretlerinin kutsal benlik alanından, birileri bir şeyler talep ederse bu bir günah, affedilemez bir hakaret. Benim hakkımı başkası hangi hakla talep edebilir? Parasını ödemişsem, kimseye silgimi ödünç vermek zorunda değilim. Erken gelip oturmuşsam, “gazi, malul ve çocuklu annelere” ayrılmış koltukta oturmuyorsam, otobüste kimseye yer vermek zorunda değilim. Bu anlayışın yasal olması, onu bencillik olmaktan çıkarmıyor. Yasal bencillikten öte vizyonu olmayan bir etik de, mutluluğumuza hiçbir katkıda bulunmuyor. Mecbur değilsek kimseye bir şey vermeye niyetli değiliz. Bu yüzden biri bizden bir iyilik istediği zaman bunu hakkımıza saldırı olarak algılıyor ve hırçınlaşıyoruz. Bu yüzden tolerans mefhumuyla da bir işimiz yok. Huzurumuz da yok.

Modern etik anlayışı, bu ülkenin gerçekleriyle o kadar da örtüşmüyor. Uzun saplı kaşıklarıyla birbirini besleyen dervişlerin memleketinde, “abi bi el atıversene” bir hakaret değil. Evlerimiz yabancılara kapalı benlik mabedleri değil, hiç mecbur olmadığımız halde misafir kabul ediyoruz. Biz biz iken, yani insanlar böyle ben ben ayrışıp gitmeye başlamadan önce Tanrı misafiri de kabul ederdik. Aydınlaştıkça bizden kopuyoruz, benleşiyoruz, 'biz'in dilini anlamadığımız için de niza hiç bitmiyor.

Ahir Zaman Menkıbeleri - Sınav

kaylule kıraathanesi, 20.08.2007


Başım dönüyordu. Gözlerimi sımsıkı yummuş, tedirginlik içinde ayakta duruyordum. Ayaklarıma bakmaya bile cesaret edemiyordum. Başaşağı, dibi görünmez bir boşluğa doğru yuvarlanıp giden, gölgelere karışmış bir bayır ayaklarımın altında uzanıyordu. Bilinçizce bir şeyler mırıldandığımı fark ettim. Birden bir ferahlama hissettim, ama gözlerimi yine de açamadım. Birisi parmak uçlarıyla göz kapaklarımı araladı. Aksakalsız bir dedeydi bu. Gözlerimi açtıktan sonra üzerinde durduğum dağı parmak ucuyla çevirmeye başladı. Boşlukta haraketsiz duruyordum. Dağ döndü, döndü, sonunda tam aksi istikamette durdu. Aşağı giden yokuş tam arkamdaydı şimdi. Dağın zirvesi önümde duruyordu. Bir adım atmam bile gerekmiyordu. Tozpembe gülücükler saçan güneş ufuktan yükselmeye başladı.

Saatin zırıltısıyla uyandım. Alelacele yüzümü yıkadım, iki lokma atıştırdım, giyindim. Çantamı kapının dibinden alıp omzuma astım. Koşarak merdivenlerden indim. Kapının önünde duran servise hareket etmek üzereyken bindim. Her zaman oturduğum koltuğa oturup arkama yaslandım, derin bir nefes verdim. Sınav mutlaka iyi gidecekti.

Sınav kağıtları dağıtıldığında, sorulara bakar bakmaz gözlerim karardı. Bütün sorular bilmediğim yerlerden çıkmıştı. Bu konulara göz atmam gerektiğini biliyordum, ama gerginlikten bir türlü ders çalışmaya başlayamamıştım. Hayatımın bu sınava bağlı olduğu düşüncesi içimi sıkıyordu. Bütün haftayı rahatlamak için bilgisayarda dizi seyrederek geçirmiştim. Son geceyi de bilgisayar başında harcayıp sabaha karşı uyumuştum. Sonuçta bu soruların birini bile cevaplamam mümkün değildi. Oysa bu sınavda başarılı olmak zorundaydım. Ailemin geliri, başarılı bir eğitim alma gereği, hayatta bir yere gelme isteği, hepsi ortadaydı. Üstelik bu sınavda başarılı olmayı hakediyordum, her zaman herkese iyi davranırım, gülümserim, selam veririm, teşekkür ederim. Çaresizlik içinde dakikalar geçiyor, ne yapacağımı bilemiyordum. Sonra okullar açılmadan önce türbeye gittiğimizi hatırladım. Gözlerimi kapattım, yatırdan yardım istedim.

Birden bir hareket oldu. Önümde oturan çocuk karnını tutarak sınıftan çıkıp gitti. Kapıdan çıkarken öğretmene baktı, öğretmen başını “tamam evladım” der gibi salladıktan sonra diğer tarafa çevirdi. Sınıfın en çalışkan öğrencisinin kağıdı şimdi önümde duruyordu. Hemen yazmaya başladım.

Artık biliyorum, Armutpiş Baba türbesini ziyareti hiç ihmal etmiyorum.

Kur'ân, Okumak ve Anlamak Üzerine

kaylule kıraathanesi, 24.12.2007

Ahir zaman fuleseyfleri ve allâmeleri tarafından temcit pilavı misillû tartışılan bahislerden biri Kur'ân-ı Kerîm'in okunması ve anlaşılması meselesi. Bazı gün "Arapça okunması" olur gündem, bazı gün "Türkçe okunmasın." Bazen biri çıkar çelişki (!) bulur, hemen bir diğeri "müfessir olmayan anlamaz" makamından cevâbı yapıştırır. Görülen o ki hem inananların, hem inanmayanların kafası karışık bu konuda. "Vergiden bahsediyor, niye ağlıyorsunuz?" tarizleri, "meal okumayalım itikadımız bozulur" sakınmalarına ekleniyor, kavga gürültü eksik olmuyor, yine de bir neticeye varılamıyor. Okumanın da, anlamanın da türlü türlü anlamı var, ceffelkalem bahsi halletmeye kalkmasak belki bir orta yol bulmak daha kolay olacak.

Okumaktan başlayalım. Kimine göre Arapça bilmeyen birinin Arapça metni okumasında bir mânâ yok. Kimine göre meâl eksik olduğu için okunmamalı, ancak tefsir okunmalı. Kimine göre tefsirlere bağlanmak sakıncalı, meâl okumalı. Burada farklı okuma türlerinin birbirine karıştığını görüyoruz. İbadet maksadıyla okumak, tilavet etmek ve öğrenmek, düşünmek için okumak, özellikle Arapça bilmeyen biri için, din ilimlerinde vukufu olmayan biri için birbirinden ayrı mütalaa edilmesi gereken işler. Mukaddes kelâmın nazil olduğu şekilde okunmasının ibadet olarak yeri ve önemini tartışma lüzumu duymuyorum. Kur'ân okumak bir ibadettir ve Kur'ân kelimesi, sadece Arapça orijinal metin için kullanılır, bunu kıraat etmek ibadettir, tek kelime anlamasanız bile. Ancak diğer türlü okumada da metni aslından takip etmek önemli. Metni kendi bütünlüğü içinde takip etmek istiyorsanız, tam olarak hangi kavramların zikredildiğini bilmeniz gerekir, kavramları yerlerinden kaydırmadan takip edebilmek için de "orijinal terminoloji" gözden kaçırılmamalı. Aklî ilimlerden tanıdığımız terim sorunundan çok farklı değil herhalde buradaki durum. Her disiplinin kendi terim kadrosu vardır, bunlar kendi içlerinde bir bütünlük teşkil ederler. Terimlerin çoğu zaman vaz' edildikleri dilin dışındaki dillerde karşılığı yoktur veya karşılık gelen kelimeler farklı çağrışım hâleleri taşıyabilirler, anlam sistemindeki koordinatları farklı olabilir. Bu yüzden nomenklatürün bir dilden bir başka dile aktarılması çok büyük gayret isteyen ve yetersiz kalabilen bir çalışmadır. Bilgisayar ve internet terimlerinin Türkçeleştirilmesindeki sıkıntılar örnek olarak gösterilebilir. Kavramlar ancak ait oldukları paradigma içinde anlamlıdır ve anlam kaymalarından korunmanın en emin yolu orijinal terminolojiyi takip etmektir. Arapça bilmeseniz bile, elinizdeki meali Arapçasıyla karşılaştırarak okumanız, anlama açısından oldukça faydalı bir iştir.

Meal okumanın mahzurlu olduğu fikrine katılmıyorum, aksine gerekli olduğunu düşünüyorum, elverir ki şartlarına riayet edilsin. Meal okumak gerekli, tefsir okumak bunun yerini tutmaz. Çünki isterseniz her gün bir cüzün mealini okuyabilirsiniz, ama tefsir üzerinden bunu yapamazsınız. Her gün ancak iki sayfanın mealini okuyabilecek vaktiniz varsa, meal yerine tefsir okuduğunuzda günde birkaç ayetten fazlasını okuyamayacaksınız demektir. Kur'ân, bilhassa ibadet, zikir, kendini inşa, hayatı tanzim etmek gibi maksatlarla okuyanlar için, bir iki kere okunup bırakılacak bir kitap değil. Az çok belli bir ritm tutturarak sürekli okunmalı, Kitâb. Tefsir üzerinden senede bir defa hatmedebiliyorsanız, aynı sene içinde birkaç kere de meal üzerinden hatmetmeyi denemelisiniz. Bir tefsiri ancak hayatınızda bir defa okuyabileceğinizi düşünüyorsanız, hiç olmazsa senede bir defa meal üzerinde hatmetmelisiniz. Tilavet hatmine, anlayarak okuma hatmi de eşlik etmeli.

Meal okumanın insanı yoldan çıkaracağı görüşünü saçma buluyorum. Türkçe meal okumak bir Türk'ü yoldan çıkaracaksa, anlayışı meal seviyesinin ötesinde olmayan bir Arap da, metni okuduğu zaman aynı duruma düşecek demektir. Muhkem ve müteşabih kavramları arasındaki farkı algılayabiliyorsanız, her gördüğünüze bir hüküm, bir tefsir yakıştırmakta aceleci davranmıyorsanız, kafanızdaki bir çerçeveye oturtmak için zorlayıp sağa sola çekmiyorsanız, anlamamış olabileceğinizi, murad-ı ilahi'nin aklınıza gelen husus olmayabileceğini göz önünde tutuyorsanız endişe etmenize gerek yok Allah'ın izniyle. Tefsir okumanın yanlış olduğunu da düşünmüyorum. Kaynaklara ve metoda sizden çok daha fazla hakim, Arap dili bilgisi sizinkinin çok ötesinde bir insanın okumasıyla kendinizinkini karşılaştırmakla hata yaparsınız. Gördüğünüz kelimenin lugatteki karşılığını, Arap dilindeki çağrışımlarını, kullanıldığı yerleri bilmiyorsanız, ayetin nüzul sebebini bilmiyorsanız, açıklayan hadisleri bilmiyorsanız, bir hayli satıhta kalacaksınız demektir. Elbette tefsir yazanların meşrepleri farklı olabilir, bir kişinin tefsir adı altında bir kitap tasnif etmesi gerçekten bir şeyler anladığının, doğru anladığının, yanıltıcı olmadığının garantisi olmayabilir, ama hangi tefsiri okuyacağınıza araştırma sonucunda karar vererek bu konudaki mahzurlardan kaçınabilirsiniz. Aksi takdirde satıhta kalmaya razı oluyorsunuz demektir.

Müfessir olmayan biri, Kur'ân okusa anlayabilir mi? Bu sualin cevabı anlamaktan ne kastettiğinize bağlı. Hz. Ömer'e mealen şöyle bir söz atfediliyor: "Hz. Peygamber ve Ebu Bekir Kur'ân hakkında konuşuyorlardı, bir saat dinledim, bir şey anlamadım." Rivayetin kaynağını hatırlamadığım için, sıhhat derecesini bilemiyorum, ama en azından anlamanın üst sınırı konusunda bir fikir verebilir. Beşer idrakinin evc-i bâlâsı Hz. Peygamber, ona nisbetle Emîrülmü'minîn bile "anlamamış" sayılır. Bu seviyeye ulaşamayacaksak, anlama gayretinden vaz mı geçmeliyiz? Azamiyi bir tarafa bırakarak, asgariye bakarsak, her seviyedeki idrak için bir nasip olabileceğini düşünebiliriz. Müfessir seviyesinde değilse bile, ortalama zeka seviyesine sahip her insan anlayacak bir şeyler bulabilir. Belki bu anlama, namaz hocası veya ilmihal seviyesindeki bilgisiyle zaten bildiği hususları aşmayacaktır, ama en azından zikir kavramını kendi gücü nisbetinde bir bakımdan daha hayata geçirmiş olur.

Anlamanın asgari şartları arasında, mümin olmak veya iyi niyetli olmak var mı, emin değilim. Ama okuyucu inanmayan biri veya bir "çelişki avcısı" olsa bile dikkat etmesi gereken husus, anlam bütünlüğü. Kavramları kendi düşünce sisteminize göre anlamaya çalışırsanız, bol bol çelişki (!) bulursunuz elbette. Arapça'dan Türkçe'ye aktarma sırasında oluşabilecek anlam kaymalarından çok daha fazlası, ifadeleri "Kur'ân dilinden" başka bir dile, mesela mantıksal pozitivizm diline aktarmaya çalışırken ortaya çıkabilir. Bu durumda "çelişki" Kur'ân'a ait olmayacaktır, sizin çarpıtılmış şekilde kendi düşünce sisteminizde yeniden ürettiğiniz bütüne ait olacaktır. Rahmet ve lanet kavramları arasında çelişki gören biri, Rahmet derken ne kastedildiğini anlamamış demektir. Sadece Fatiha'yı dikkatli bir şekilde okuyan bir kişi bile, çelişki olarak görülen durumun kitabın mesajıyla, başından sonuna tekrarlanan konularla ilgili olduğunu rahatça görebilir. Rahman ve Rahim kavramları arasındaki farkı bilmeyen birinin çelişki yanılgısına düşmesi şaşırtıcı değil. "Sistemi" kendi bütünlüğü içinde kavramaya çalışmayan biri, "Ed-Dârr/ En-Nâfi'" ve "El-Afüvv/ El-Müntekîm" isimleri arasında da çelişki olduğunu sanabilirdi.

Ezcümle okumanın da, anlamanın da türlü türlü şekli var ve herkesin alacağı kendi nasibi.

Kul Saati

kaylule kıraathanesi, 25.09.2007

Saat dörde geliyor. On altı dakika sonra iftarın üzerinden dört saat geçmiş olacak. Bu dört saatte ne yaptım?

Cep saatim rahmetli dedeminki gibi kapaklı değil. Kösteğinden tutup gözümün önünde sallıyorum. “Saate bak, saate bak!” Çizgi filmdeki gibi uyutacak mısın beni, saatim? (Sözün tam burasında henüz saatime bir isim vermediğimi fark ediyorum. Kaç senedir beraberiz… Her fark ediş bir hayret.) Kendimizi kandırmayalım, elbiselerimde bir saat cebi yok. Asrımız saatsiz cepler ve cepsiz saatler asrı. “Alaturka” zamanımı cebimde taşıyamıyorum. Gittiğim her yere götürmüyorum. Şuurumda gezdiremiyorum. Her akşam ezan okunurken tekrar ayarlayıp kuruyorum, masamın üzerindeki kalemlikten aldığım saatimi. Sonra saat köşesine, ben yoluma… Bu kadarı bile Ramazan’ın bahşettiği bir saltanat, kalemlik saati için. Gurûb-ı şemsin vakti işaretleyen mücbir bir hadise olmadığı zamanlarda, “o an” kim bilir hangi fiil esnasında fevt ediliyor hep ve saat ayarlanmadan, kurulmadan köşesinde unutulmuş olarak kalıyor. Zamanı dilim dilim boyayan namaz da olmasa, vakitler unutulacak. İyi ki namaz yıl boyu kılınıyor.

Saat dörde geliyor. Sözün burasına gelmem on beş dakika sürmüş. Çayım bitmek üzere. Daha yeni uyanabildim (bu saatte bu ne uykusu demeyin, ahir zaman uykuları bunlar, vakitsiz…), zihnim ancak açılıyor. Aslında yavaş yavaş yatmam gerekiyor. Yatmadan önce yapılacak çok işim var. Bu yazı bir an önce bitmeli. Yırtılan, parçalanan uykumun içinden sökülerek ayağa kaldırılan benliğimin tutunduğu bir can simidi, çay. Beşeri bir vefasızlıkla anında unuttuğum yarım kalmış rüyalar, şuurun aydınlatamadığı dehlizlerde yeni senaryolar kurgulayadursun, ayılmış bulunan bu fakir görevlerine dönmeli artık. Lakin yazı hâlâ bitmiş değil ve şu anda bu şehirde saat dördü altı geçiyor.

(Sigara molası için arka balkona süzüldüğüm sırada anneme yakalandım. Alacağım gelmiş. Mevhum bir “fakirlik korkusu” ile infak etmeye direnen nefsin suratında patlayan tatlı bir şamar. Hamd… Bunca açık dersten sonra hâlâ tevekkülü öğrenememişim.)

Saati kulağıma yaklaştırıyorum. Çın çın öten bir sesle saniyeleri, dakikaları, saatleri sayıyor. Ben miyim seni ayarlayan ve kuran, ey saat, yoksa vakitler mi beni ayarlayıp kuruyor? Zamane İkarusları olarak zamanımızın efendisi olmaya yeltendiğimiz için, vaktin oğlu olamıyoruz. Çın çın öten ses, mekanik bir nabız. Alıp verdiğim nefesleri sayıyor. Ömrümüz mevhum milisaniyelerle örülü değil, bir lahza dediğimiz şeyin en küçük somut birimi bir nefes. Her nefes bir vazife yüklüyor, vaktin oğluna. Ayın, güneşin tutulmasının, güneşin batmasının, fecr-i sadıkın birer vazife yüklediği gibi. Bileğimdeki elektronik sayaç yalancı bir özgürlük va’dediyor bana. Semeresi hüsran ve yorgunluk olan bir aldanış. Tanrılarını öldürdüklerini vehmeden zamane Nemrutlarının emrinde, israf değirmenini döndüren bir laboratuar faresi neye hükmedebilir? Hakikat şu: koyunların kuzulama vaktine, iğde çiçeklerinin, yağmurların ve dolunayın vaktine hükmedemediğimiz gibi; çalışmanın, dinlenmenin ve ibadetin vakitlerine de hükmedemiyoruz. Kış günü yaz meyvesi yiyebilmek aldatmasın kimseyi, kuluz ve vakte tabi olmalıyız.

Saat dört buçuğu geçmiş. Ramazannâme okuma zamanımı bölen yazma zamanım burada sona eriyor. “Ortak bir zamanda buluştuğumuz”* herkese selam ederim.

-24 Eylül 2007 Pazartesi gününü 25 Eylül Salıya bağlayan gecenin 23:59’u; 12-13 Ramazan 1428, 04:42-

* Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Ramazannâme, Timaş yayınları, İstanbul 2002, s. 25-26.

İstirahat Buyurun

kaylule kıraathanesi, 21.06.2007

Arz sırtımda, sema omuzlarımda, Atlas kim ki, Sarı Öküz ne ki, hepsinin yükünü ben taşıyorum.

Daireye gelmişim sabahın erken vakti, içeri girmeden bir duble cafehanede demlenmişim, lebsûz tarafından. İki de cigara zıkkımlanmışım üzerinize afiyet. Bir duble de dairede, masamda nûş etmişim, sallama poşet usulüyle. Postaları, gasteleri tetkik etmişim, işe başlamışım bir ucundan, lakin başladığım uçta kalmışım. Gönlümde bir asmalı çardak hayali, bir poşet daha sallamışım seramik kupaya, kendime beş dakika daha istirahat vermişim. Lakin beş dakikada bir yazı yazılmaz, iş güç desen bileşik faizli vaziyette yığılmış durumda. Eh artık, her teneffüse bir paragraf düşürmeye bakmak gerek.

Haçan diyesinuz ki niye yorgunum? Orası uzun hikaye, hiç deşmeyelim. Hem kime ne, benim hangi eklemimde hangi ağrı, hangi ek yerimde ne çeşit bir sızı var... Söylesem şikayet olur bir kere, hamdetmek gerek. Lafın gelişi değil, şöyle latif bir sabah vakti, kim bilir nerede kimler nelerin ızdırabını çekiyorken, masamın başında kurulmuş işten kaytarıyorum. Şımarıklığın lüzumu yok. Eyi o zaman ne anlatacağım ben size? Kendi hikayemi anlatmak yerine, sizin hikayenizi anlatacağım demek isterdim, lakin boyumdan büyük bahisleri büyüklerimize bırakmakta faide mülahaza ediyorum, bende-i fakir bir tıfl-ı ebcedhân iken, nerede insanlara kendilerini anlatmak, babamız Adem aleyhisselam'dan beri sürüp giden hikayelere selam çakmak? Şımarıklığın lüzumu hâlâ yok. Beş dakikayı geçirdik, iki paragraf oldu bu arada. Henüz konuya girebilmiş değiliz. Tahmin ettiniz tabii, ben de bilmiyorum ne yazacağımı, yazasım geldi sabah sabah, artık ne çıkarsa bahtınıza.

Efendim yorgunluğun tarihi, çalışmayla başlar. Ma’lûm-ı âlîleri olduğu üzre çalışmayan yorulmaz. Fakat çalışmak deyince öyle dar mânâda anlamamak gerek, gayret etmesi var bu işin, çabalaması var bir de. Misal şu anda klavyemin sol tarafında duran raporun özetini çıkarıyor olsaydım, çalışkan bir memur sayılacaktım. Buna gayret etmek denir. Halbuki abd-i âciz, şu esnada çalışmaktan ziyade, çalışmaya çalışıyorum. Raporun ilk satırlarına baktım mesela, bakmakla kalmayıp okudum bir de. Ha, ne anladım derseniz, henüz işin orasına gelmedik. Bakınız tekrar bakıyorum, lakin aklım fikrim pikniğe gitmiş, anlamak ne mümkün? İlerleyen saatler boyunca, raporla bakışmamız bekleniyor. Lafı uzatmayalım, buna da çabalamak denir. Bilcümle ehl-i vicdânın teslim edeceği gibi, tenbeller aslında daha çok enerji harcamaktadır. Ben yorgun olmayayım da kimler olsun?

Çalışmak için müsait vasatı temin etmenin şartlarından biri de, kafanıza takılan hususları bertaraf etmektir. Söyleyin dostlar, şu dosyaları arşive ne zaman götüreceğim fikri zihnimi meşgul ederken, ben bu rapordan bir şey anlayabilir miyim? Demek ki ne yapmak lazım? Raporu bir yana bırakıp arşive yollanmak ve zihni bu parazit yayından kurtarmak lazım. Yolda bir cigara daha tellendirir, dönüşte kantinden bir adet instant gayfe de alırsam, zihnimi o yayınlardan da kurtarmış olurum, bir taşla üç kuş. Ha gayret…

***

Bakınız, dosyalar yerinde artık; nikotin, kafein, glikoz gibi mühim kan değerlerimizi de yükselttik, dünya daha güzel bir yer oldu. Öğle yemeğine çıkmadan evvel iki buçuk saatimiz var, bu kadar zamanda ne çok işler başarabiliriz, bilemezsiniz. Lakin işe dönmeden şu yazıyı bitirelim de, siz de rahat edin, ben de. Yorgunluk çalışmayla başlamıştır dedik, çalışma da ceddimizin Cennet’ten Dünya’ya gönderilmesi ile başlamıştır. Dalbastı kirazlar, kâfûrlu içecekler gibi nimetlerle dolu bir mekandan, yeryüzüne intikal edince, nev’-i beşer, avcılık, toplayıcılık, çiftçilik, işçilik, memurluk gibi meslekler edinmiştir. Anlaşılacağı üzre çalışmak keyfi olmaktan ziyade zaruret neticesidir. Ter döktüğünüz saha size bir şey kazandırmıyorsa, paşa gönlünüzün fermanı mucibiyse, ona hobi derler. Yorulmaktan ziyade dinlenmeye yarar. Çalışmak ise ihtiyaç karşılamak gayesine matuftur. Yiyecek, içecek, giyecek, barınak yahut itibar gibi ihtiyaçlar bu meyanda zikredilebilir. Hepsini anladık da itibar ne ola ki demeyin. Hırs denen illetle malul kişiler için beynennas muteber olmak ilaç gibi bir şeydir. Bir de Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmak gibi bir temel insan ihtiyacı vardır ki, çalışma alanlarının en mühimi ve en kazançlısı da odur, lakin bu yazıda biz daha ziyade dünyevi hususlara temas etmeyi düşünmekteyiz.

Çalışmak zaruret neticesidir, ancak bu sebeple neticesini bağlayan vasıta, ortada bir mücbir bulunmasıdır. Doğrudan açlık, susuzluk gibi haller olabilir bunlar, veya piramit inşaatındaki işçileri kırbaçlayan usta başı, devam ettiğiniz dairenin müdürü gibi dolaylı vasıtalar da olabilir. Müdür kelimesinin mendebur kökünden geldiği tahmin edilebilirse de, hatalıdır. Müdür idare ve daire ile müştaktır. İşleri çekip çeviren kişidir. Amma doğru çevirir, amma eğri çevirir, orası ayrı. Müdürün vazifesi sa’yinizi vicdanınıza bırakmamaktır. İcap görürse işgüzarlık etmekten çekinmez, pösteki saymak gibi uzmanlık alanınıza giren vazifeleri bulup çıkarır. Ne yapıp ettiğinizi gözetler, boş bırakmaz. Lakin müdür dediğiniz de bir insandır neticede, her dakika tepenizde dikilemez. Arada bir fırsatı ganimet bilip arkanıza yaslanabilirsiniz.

İnsan çok çalışınca tatile hak kazanır efendiler. Tatiller ikiye ayrılır: yaz tatilleri, kış tatilleri. Bunların yaz aylarında yapılanı makbuldür. Hafta sonu tatili, bayram tatili gibi türleri de bulunmaktadır, bunlar bilinen hususlar, hepsini sayıp dökerek vaktinizi heba etmeme gerek yok. Esasen bahsi geçen raporun ilk cümlesini de henüz anlayabilmiş olmadığımdan elimi çabuk tutmam lazım. Tatilin en mühim vasfı, amudî vaziyetten ufkî vaziyete geçmenize imkân tanımasıdır. Halk arasında buna yatmak tabir olunur. Zamane ahalisi yatma hususunu icra içün derya sevâhiline, kumsallara gitmeyi tercih ederler ki, yerine göre o da bünyeye iyi gelebilir. Lakin en mahbûbu ağaçlar arasında, suları akan, yemyeşil bir yerde uzanmaktır. Bu esnada zihni yormayan kitap ve mecmualar kıraat edilebilir yahut ufkî vaziyette bulunmanın hakkı verilerek ufka nazar ederek tefekküre dalınabilir. Hafiften kaylûle etmek, uyku ile uyanıklık arasında bitmeyen bir Cennet tatilini düşlemek de imkân dâhilindedir. Bu esnada tükenmek bilmeyen dünya gailesini hatırlayıp kaygılanmak abestir. Tatilin tadını çıkarmak gerekir ki, bünye iyice kendine gelmeye fırsat bulsun, daha çok çalışmak yoluyla daha da çok tatile hak kazanmak kolaylaşsın, vehimler uçup gitsin, arzı da semayı da kimin yerinde tuttuğu hatırlansın, bunca yükü nasıl taşıyacağım endişesi aradan çekilsin.

Dağlar uzanıyor ufukta, mordan maviye, sıra sıra, heybetli. Yamaçlarında çiçekler açıyor, renk renk. Ağaçlar rüzgâra yapraklarıyla el sallıyor, kimisi huşu içinde salınıyor. Sular akıyor çağıl çağıl, buz gibi. Kuşlar cıvıldıyor. Güneş sırtları ısıtıyor, eklemleri gevşetiyor. Çocuklar hoplayıp zıplıyor neşe içinde. Eşiniz, dostunuz yanı başınızda, sohbetler demli. Yiyecek, içecek, canınızın çektiği gibi, canınızın istediği kadar. Leziz yağmurlar yıkayıp geçiyor, bâğ ü bostânı, alâim-i semâ tebessüm ediyor. Her yerde kudret, kerem, rahmet, letâfet ve cemâl tecellîleri… Başınızın üzerinde titreşen yapraklar, semâ sâhifesine büklüm büklüm yazılar, tasvirler resmediyor, hatırlayamasanız da hiç unutmadığınız bir hikâyeyi anlatıyor; aralarından süzülen ışık hüzmeleri yaprakları tasdik ediyor. Uykudan tatlı bir uyanıklıkta mest olmuşsunuz, gözlerinizi yumup dinleyin huzur dolu fısıltıları. Yerinizde, yurdunuzdasınız; ehlinizin arasındasınız, daha neler var, söze gelmez, kapatın gözlerinizi, gönlünüzü açın…

Bugün senenin en uzun günü efendiler, arkanıza yaslanın, bir lahza istirahat buyurun.