kaylule kıraathanesi, 09.06.2005
İnsanoğlunun yeryüzünde geçirdiği süre bir ağaç altında gölgelenmek kadar bir
şey ya, bir teşehhüd miktarı nefeslenmek için bile olsa, insan başının üstüne
bir gölge arıyor. Kıvrılıp bükülerek uzanıp giden tozlu yolların gözde
menzilleri pınarlar da, çoğu zaman gölgelerini yol kıyısına seren ağaçlarla
birlikte oluyor. Yol bir avula uğradığında, bu gölgelik vazifesini çadırlar
devralıyor; köylerden şehirlerden geçtiğinde, çadırların yerini, toprak damlı
evler, oluklu kiremit döşenmiş çatılarıyla şirin bahçeli meskenler, bazen
köşkler, saraylar, kâşâneler, hatta kurşunlu kubbeleriyle mabedler alıyor. Safa
veya bela bulmak için gidilen yerlerin haddi hesabı yok: çarşı, pazar, meydan,
dere, tepe, derya... Lakin huzur bulmak için dönüp dolaşıp yine bir gölgeye
konuyoruz.
Huzur deyince, su sesi kadar yeşilin de lüzumlu olduğunu bilen ecdad, yeşille
suyu türlü şekillerde bir araya getirmiş. Bir zamanların enfes bahçelerinde
çeşit çeşit ağaçlar, gölgelerini şıkır şıkır havuzların üzerine sermiş. Ağaç
ayrı bir cennet nişanesi, ama bir de asma var ki bu gölgesine sığınılan nesneler
arasında, onun da yeri apayrı. Bahçelerde, kır kahvelerinde, hatta mescitlerde
baş köşeye yerleşmiş, çardak olmuş asma, özge bir safaya remiz olmuş.
Asma adeta tabiatla insan yapısını mezcetmeye yarayan, her derde deva,
elastik, plastik bir unsur. Ağaçlar binalara yoldaşlık ediyor; çiçekler
bahçelerde arz-ı endam edebildikleri gibi, saksı marifetiyle içerilere buyur
edilebiliyor; duvarlar, çatılar sarmaşıklarla tezyin ediliyor da, asma gibi
sarmaş dolaş olabilen başka bir nebat yok galiba. Balkonlara, çatılara
tırmanıyor, bütün şirinliğiyle kollarını hayatımızın boynuna doluyor, yüz göz
oluyor. Ama marifetlerini en iyi, çardak haline geldiğinde sergiliyor. Çatı
yağmur ve kar kadar, hava ve ışığı da kestiği için, açık hava ile kapalı alan
arası mekanlar için çok elverişli değil. Sarmaşık gölgesi biraz fazla koyu. Asma
ise, bir yandan gölge ederken, diğer yandan gökyüzünü görmenize müsaade ediyor,
daha aydınlık, daha ferah bir gölge sunuyor. Hususi surette tanzim ettiğiniz
mekanınızda; peykenize, minderinize, iskemlenize kurulup, çayınızı, kahvenizi
yudumlarken, nargilenizi fokurdatırken yeşilliğin tam içinde oluyorsunuz,
böylece leziz bir sohbetin safasını sürmek için ihtiyaç duyduğunuz bütün
techizat, çevrenizde hazır bulunmuş oluyor.
Farz edin ki, kuşluğun taravetinin henüz kaybolmadığı bir vakitte, hafif
meyilli bir yokuşu ağır ağır tırmanıyorsunuz. Toprak yolun iki yanı akasyalar,
ıhlamurlar, tek tük çınarlar; karşı sırtlarda erguvanlar, kırmızı kiremitli, aşı
boyalı, seyrek evlerin bahçelerinde dut ağaçları, serviler arasında küçük bir
mescidin ahşap minaresi... Yolun dirsek yaptığı yerin az ilerisinde, önünde
asmalı çardağıyla, deryaya nazır bir kır kahvesi... Yerler asma gölgesiyle
yamalanmış, başınızın üstünde küçük küçük masmavi gökyüzü parçacıkları... Tahta
masalardan birine yanaştınız, tahta iskemlelerden birini çekip oturdunuz; ahbâb
ü yârânı beklemeden bir çay istediniz; ikiletmeden geldi, lebreng, lebrîz,
lebsûz, taze çayınız; usûlü üzre, râyihâsını genzinize hafifçe çekip, besmeleyle
bir yudum aldınız; üzerinde gün ışığının cıvıldadığı deryânın sükûnetine kısacık
bir nazar salıp, yumdunuz gözlerinizi... Şimdi küçücük bir yavru gibi tertemiz,
neş’eli ve zinde, ve fakat cihanın bin türlü umurunu görüp geçirmiş bir koca
gibi vakar, irfan ve kemâl üzre; gönlünüzde ne dün hasreti, ne yarın endişesi,
ebedî bir ânın eşiğinde, cemâl tezahürlerinin temaşasına dalmış duruyorsunuz.
Siz dururken, damarlarınızdan atlılar sökün edip geçiyor; ebrûlî bir sahrâdan
çıkıp gelerek, lâlgûn bir akşamın ufkuna doğru akıyor. Râyetlerindeki
nakışlardan mermer cûşa gelip, nabzınızla yek-âhenk raksa duruyor, kurşun
çağıldayıp akıyor. Cihangîr civânlar bezm-i cenge giderken, bülbül gülzârda
rezme duruyor. Elinizdeki piyâlede aksinizi görüyorsunuz: yemyeşil bir bahçede
oturmuş dururken çizmiş nakkaş sizi. Yarı sekr halinde açıyorsunuz gözlerinizi,
selam var üzerinize; tebessüm çizgisinde kalmış dudaklarınızı aralayıp
cevaplıyorsunuz selamı. Şimdi anlatın beyne’n-nevm ve’l-yakaza gördüğünüz
rü’yeti ki, dost tabir etsin, paylaşın ağız tadını.
Çay kahve de bahane, kahvehane de bahane, bilinmez ki huzur hangi gölgenin
altında...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder