29 Eylül 2012 Cumartesi

Abi O Bir Kubbe...

kaylule kıraathanesi, 19.07.2005


Din Kültürü


Bütün toplumlarda kültürün inançla bağlantısı vardır, kültürü pek çok başka şeyle birlikte din de biçimlendirir. Bu yüzden kültür ve din çoğu zaman iç içe geçmiş durumdadır ve zaman zaman bir pratiğin dine mi yoksa kültüre mi ait olduğunu söylemek kolay olmayabilir. Böyle durumlarda bazı uygulamaların hem kültürle hem dinle ilgili olduğunu kabul etmek ve sözkonusu uygulamayı bir din kültürü unsuru saymak gerekmektedir. Soyut dini prensiplerin hayata geçirilmesi sırasında, somut bir din kültürü meydana gelir. İslam dini size temiz suyla abdest almanız gerektiğini söyler, ama suyu açık bir havuzdan mı alacağınızı, yoksa musluktan mı akıtacağınızı söylemez. Şadırvan dini bir fonksiyonun kültürel bir pratikle hayata geçirilmesini işaret eden bir unsurdur. Aynı şekilde sabah ezanının saba makamında okunması veya çarşaf yahut pardesü giyilmesi de kültürel uygulamalardır.
Kayıtlı nassları bulunan dinler, zaman içerisinde değişme eğilimi göstermez ve kültüre göre daha istikrarlı bir alan teşkil ederler. Ancak kültürün değişkenliği, din alanını çevreleyen din kültürü alanında da bir hareketlilik meydana getirebilir. Aynı dinî prensibin pratiğe dökülüşü ülkeden ülkeye değişebileceği gibi, aynı ülkenin şehirleri ve köyleri arasında da farklılık gösterebilir veya aynı beldede zaman içinde değişme gösterebilir. Bir medeniyetin merkezi ile muhiti arasındaki din kültürü farklılığı, kültürün diğer unsurlarındaki farklılık gibi tabiîdir. Bu tür bir farklılık aynı malzemenin ham hali ile, işlenmiş hali arasındaki fark gibi, bir derece farkıdır. Mahiyet farkı değildir. Yazma ve yaşmak aynı fonksiyonu farklı şekillerde karşılayan vasıtalardır, özde başka başka şeyler değildir.
Dinin pratiğe dökülmesi değişmeyen bir esas etrafında, değişebilen bir yapı meydana getirmek demek olduğuna göre, değişen ve değişmeyen şeyler arasındaki ilişkinin doğru kavranması önemlidir. Değişmemesi gerekeni, değişen şartlara göre değiştirmek nasıl hatalıysa, değişebilecek şeyleri, değişmemesi gerekenle aynı şey sanıp aynı hararetle savunmak da hatalıdır. Hızlı değişen bir toplumda nirengi noktalarının tespitinde sıkıntılar yaşanabilir. Medeniyet buhranı vasatında, sadece dini pratiklerin kültürel vechesi hususunda değil, sanat, bilim, devlet ve cemiyet düzeni konularında da bir kafa karışıklığı bahis mevzuu olabilir. Gelenek, kültür, din, şimdiki zamanın meydan okuması ve gelecek zamanın çağrısı doğru okunmadıkça ne yaptığımızı bilmeden çabalamak kaçınılmaz görünüyor.

Kafa Karışıklığı

Bir seferinde bir “abi” bir binanın üzerini kapatan yarım küre şeklinde bir mimari elemanı işaret edip “bu bir kubbe değil” demişti. Abi kubbe kelimesinin “cami çatısı” manasına geldiğini düşünüyordu muhtemelen ve gerçekten de bina bir cami değil kütüphaneydi, ancak üzerindeki bal gibi de kubbeydi. Kütüphane üzerine cami kubbesine benzer bir kubbe yapmak bir mimari “arayış” eseri miydi, “olmazsa kütüphaneyi bozar cami yaparız” gibi bir fikirle mi tercih etmişlerdi orası pek mühim değil, zira kütüphane yaparken selatin camilerinin kötü taklitlerinden ötesini tasavvur edememek, cami yaparken selatin camilerinin kötü taklitlerinden ötesini tasavvur edememenin biraz daha sırıtan bir şekli sadece. Kelimelerin yerli yerinde kullanılamadığı, varlıkların kendi isimleriyle anılmadığı bir memlekette fazlasını beklemek de fazla olurdu zaten.
Başka bir şeyin ismi ile anılanlar arasında, varlıkları kendi isimleriyle anmayı beceremeyenlerin kendileri de var. Müslüman kelimesinin umumi manasının haricinde bir de tırnak içi kullanılış tarzı sözkonusu. Zaman zaman kelime öyle bir vurguyla kullanılıyor ki, bırakın şahadet getirenleri, cuma namazı müdavimleri bile ifadenin dışında kalıyor. Hâlâ bu ismi kullanan var mı bilemiyorum, ama bir ara bir grup arkadaş kendilerinden Müslüman Gençler veya Müslüman Gençlik gibi bir isimle bahsediyorlardı. Genç Müslümanların sayıca çok düşük bir nisbetini teşkil etmelerine rağmen bu arkadaşları bu ismi kullanmaya iten neydi? Zannederim bu kelimeleri ve arkalarındaki mefhumları birbirinden ayırıp her birini yerli yerine oturtmaktaki sıkıntımızın bir numunesiydi. Bir siyasi zümre olarak meydana çıkıyorsunuz ve kendinizi bir siyasi zümre olarak tarif ve tesmiye edecek alt yapıdan mahrumsunuz, bu yüzden “küll” için kullanılması gereken bir ismi “cüz” için tahsis ediyorsunuz. Hangisi sebep, hangisi netice bilemiyorum, ama buna bir kendini teşhis ve tayin zaafı da eşlik ediyor. Aynı zaaf Müslüman toplulukların kavranmasında da kendini gösteriyor. İslam dinini kabul etmiş ve İslam umdelerini kendince hayata geçirmiş belirli toplumlar, zaman ve coğrafyadan bağımsız olarak İslam dininin temsilcisi şeklinde anlaşılıyor. Gelenek mefhumunun reddi de bu anlayışın ortaya çıkmasında pay sahibi. Din size hayata geçirmeniz için mücerred bir takım umdeler va’z ediyor, ancak siz bu umdelerin hayata geçirilmesi gayreti ile elde edilmiş bir örneği, umdelerin kendisi ile karıştırıyorsunuz. Böylece geleneği reddettiğinizi düşünürken, din ve geleneğin karıştığı bir halitayı dinin kendisi gibi algılıyorsunuz. Dinin geleneği yok saymadığını, aksine ıslah ve yeniden tanzim etmeyi emrettiğini düşünmüş olsanız belki bu hataya düşmeyeceksiniz. Bir takım müşahhas cemiyetler mevcut ve bu cemiyetlere mücerred esaslar teklif ediliyor. Sözkonusu esasların hayata geçirilmesi yoluyla bir nizam tesis eden, dinin yaşanışını örneklendiren cemiyetleri dinin kendisinden ayırabilmek gerek. Kuvvede kalmış olsa da; Müslüman Türk, Arap, Fars toplumları gibi, Müslüman İngiliz, Japon, Kızılderili toplumları da tasavvur edilebilir. Henüz Müslüman olmamış fert ve cemiyetlere tebliği edilecek olan, daha önce Müslüman olan cemiyetlerin artık klişeleşmiş modelleri değil, bu modeller teşkil edilirken tatbikine gayret edilen esaslardır, yani her cemiyetin vahyin ışığında kendini kendi tarzında ifade etmesine imkan tanımak gerekir. Aradaki farkı idrak edebilmek için ise, dinin kendisi kadar, geleneği de tanımak ve kabul etmek şart. Kısaca söylemek gerekirse, teklif mücerred ve mükellef müşahhastır. Mükellefi zamandan ve mekandan bağımsız mücerred bir varlık kabul etmek ve müşahhas bir örneği teklif olarak dayatmak, aslında pozitivist ideolojinin yaptığından çok farklı değil, onlar da standart ve evrensel bir insan tasavvur ediyorlar ve Batı Avrupa kültürünü karşılaştıkları toplumlara dayatıyorlar. Bu noktada “kubbe” örneğine dönecek olursak, mesela Müslüman Japonların da kubbeli mescitler inşa etmelerini beklemek abes olur, kubbesiz de mescit olur ve onlar da kendi ibadethane mimarilerini kendileri geliştirerek yeni bir model meydana getirebilirler.

Kendini Tanımlamak

Müşahhas ile mücerred arasındaki farkın kavranmasına dair zihin bulanıklığından, hem başka toplumlarla kurulması düşünülebilecek ilişkilerle; hem de içinde yaşadığımız cemiyetle ilgili olarak muzdaribiz. Genç Müslümanların Müslüman Gençlere dönüşmesi de bununla ilgili. Bize sorulan sorulara verdiğimiz kendi cevaplarımızdan müteşekkil geleneğimiz ile bağlantımızı kaybettik, bu geleneğin birleştiriciliğinden mahrum kalıp tesbih taneleri gibi dağıldık. Şimdi ne geçmişimizle, ne birbirimizle bağlantı kurabiliyoruz. Bu belirli bir geleneği cihanşümul bir çözüm sanmaktan daha geri bir nokta. Şimdi bir çoğumuz bütün bir topluma değil, sadece kendi camiamıza ait bir modeli, bütünün ve esasın kendisi ile karıştırıyoruz. Zihnimizde mefhumları yerli yerine oturtamazsak, İslam sanatı, İslam bilimi, İslam devleti gibi iri kıyım başlıklar açıp altına beton kubbeli kübik kütüphane binası gibi karikatür örnekler sıralamaktan fazlasını yapamamış veya çarşaf, yaşmak, ferace, yazma, poşu, eşarp, tülbent, başörtüsü, “türban” kelimeleri arasındaki ortak ve farklı noktaları, kavram ilişkilerini kendimize de başkalarına da izah edememiş olacağız. Şu andaki halimizle, bırakın bütün dünyayı kucaklayacak bir mesajın taşıyıcısı olmayı, kendi başımızın çaresine bakabileceğimiz bile şüpheli. Geçmişle, bugünle, gelecekle, kendimizle ve başkalarıyla konuşacaksak; anlayıp anlatacak ve anlaşacaksak; bugün içinde varolurken, yarını kurmaya dünden başlayacaksak, her şeyden önce salim bir zihne ihtiyacımız var. Onun da ilk şartı anadilimizi iyi öğrenmek.

Hiç yorum yok: