kaylule kıraathanesi, 15.07.2005
Ne işe yarar bu üniversite? Tıp fakülteleri sözkonusu olduğunda üç işe
yaradığı söyleniyor: bilimsel araştırma yapmak, hekim yetiştirmek ve halka
sağlık hizmeti sunmak. Bildiğim kadarıyla diğer fakültelerin halka doğrudan
hizmet etmekle ilgili bir fonksiyonu yok. Bu durumda onların da ilk iki görevi
yerine getiriyor olmaları gerek. Bunlara ilaveten aydın yetiştirmekten de
bahsedilebilir. Devletimiz de halkımız da üniversiteyi ciddiye alıyor. Bazı
şehirlerimizde –biraz da mübalağa ederek- yerleşim yerlerine ayrılan alan,
kışlaya ayrılan alan ve kampüse ayrılan alanın neredeyse eşit olmasına bakarak,
bu ciddiyetin boyutlarını tasavvur edebiliriz. Devletin üniversitelere ayırdığı
ödeneğe, üniversiteye giriş imtihanı için halk tarafından sarf edilen meblağı
eklersek, zannederim tasavvurumuzda yanılmadığımızı görebiliriz. Peki bu
ciddiyetin sebebi nedir? Galiba devlet halkı adam etmek için, halk da adam
sırasında sayılabilmek için üniversiteye güveniyor. Halkın teveccühü aydınlar
zümresine dahil olabilmekten ziyade, üniversitelerin meslek edinme yeri vasfı
taşıması ile ilgili, ama bu da neticede sınıf atlamakla ilgili bir tavır. Mesele
sadece ekmeğini taştan çıkarmak olsaydı, daha kısa yoldan meslek kazandıran
meslek liseleri ve meslek yüksek okulları da fakülteler kadar iltifata mazhar
olurdu, halbuki imtihanda bir yeri kazanma ihtimalinin çok düşük olduğunu bile
bile –veya bu ihtimali düşünmemeye çalışarak- “bir umut” diyerek oyuna katılan,
ama kapıda kalan çok büyük bir kalabalık var.
İnsanların sıradan ahalinin bir ferdi olmaktan çıkarak, elit bir zümreye
dahil olabilmek hususunda kendisine bel bağladığı üniversite, beklentileri ne
kadar karşılayabiliyor diye baktığımızda keyfimiz kaçıyor. Meslek edindirme işi
kör topal ilerliyor, ama bu kadar masraf, zaman ve emek daha basit kurumlara
aktarılsa da netice şimdikinden daha kötü olmazdı, belki de daha az tekellüfle
daha iyi netice elde edilebilirdi. Diğer taraftan üniversitelerin aydın insan
yetiştirme fonksiyonu battal olmuş gibi görünüyor. Nasıl lise eğitimi ile
öğrenciye ana dilini, tarihini öğretemiyor, kültürünü arttıramıyor, muhakemesini
geliştiremiyorsak, yüksek tahsilden sonra da bu neticelere ulaşabilmiş
olmuyoruz.
Sıradan bir üniversite mezunu ile bir lise mezunu arasında anlamlı bir fark
olmadığı kabul edilirse, yapılacak şey basittir: üniversiteleri kapatmak. Bu
şekilde bütçeden tasarruf edeceğimiz meblağı kullanarak, aynı işi gören daha
masrafsız meslek okulları açabilir, bilim adamı olacak az sayıda genci de, yurt
dışına tahsile gönderebiliriz. Bu yolla kâra geçmek de sözkonusu olabilir, ama
bir mesele var, giden öğrencileri geri getirmekte güçlük çekebiliriz. Acaba
“dönen sağlar bizimdir” deyip geri gelenleri görevlendirerek sayıca daha az, ama
kaliteli yeni üniversiteler kuramaz mıyız? Bu filmi daha önce seyretmiştik
sanki... Yurt dışı ile hiç zaman kaybetmesek de meselenin hallinde Neron’un
metodunu denesek nasıl olur? “Dinozor” hocalarından, “beleşçi” talebesine, “iş
bilmez” personelinden, “işini bilir” memuruna herkesi –aradan idealistlerimizi
ayıklamak şartıyla- içeri kilitleyip, üniversiteyi yakmaya karar versek, son
dakikada merhamete gelip, hepsini kapı dışarı etmekle yetinsek, idealist
aydınlarımızla yeni baştan başlasak, meseleyi çözebilir miyiz? Bugün
kovduklarımızın yarın geri gelmeyeceğinin garantisi yok, asıl mesele “içimizdeki
şeytanı” kovabilmek.
Aslında “tasfiye” denenmemiş bir “çözüm yolu” değil. Kim kimi niye tasfiye
etti, kim hangi meseleyi çözmeye çalıştı, tasfiyeler olmasaydı bugün nerede
olurduk gibi konularla ilgili karışık hesapları bir tarafa bırakıp, darülfünun
devrinden beri gelenekleşen tasfiyeyi sistematik olarak üreten, kurumlaştıran
güç nedir, onu arayalım. Zaman zaman yapılan “toplu” tasfiyelerin haricinde,
muhtelif şekillerde “ayak kaydırma” operasyonları tarzında devam edip giden bir
tek tek tasfiye işlemi de eksik değil. Görünüşte çok farklı sebepler sözkonusu
olabilse de şahsi hesaplar sıklıkla işin içine giriyor ve değişme iradesinin
değişmeme iradesi ile iki asırdır süren mücadelesi bu zemin üzerinde hayat
buluyor.
Değişmeme iradesi deyince hatıra gelen biri var: Halet Efendi; 1760 yılında
doğmuş, 1800’lerin başında birkaç sene müddetle Paris’te Devlet-i Aliyye sefiri
olarak bulunmuş, Sultan 2. Mahmud Han devrinde, müsteşar-ı has-ı saltanat unvanı
ile padişahın hususi danışmanlığını yürütmüş; döneminde devletin bütün iplerini
elinde bulunduran, icraatlarından canı yanmayan kalmayan biri... Frenk tayfasını
beğenmeyen Efendi’nin "Frengistan şöyle, Frengistan böyle, Frenklerin aklı
gibi akıl olmaz derlerdi; bunlar Frengistan'ın ne semtine düşer cânım
efendim?" sözü meşhur. Bir elinde kapıkulunun, diğer elinde ulemanın
dizginlerini tutan ve bürokrasiyi kontrolü altında bulunduran Efendi, 1823
yılındaki idamına kadar değişime karşı koymuş. "Ne kendi eyledi râhat ne
halka verdi huzûr/ yıkıldı gitti cihandan dayansın ehl-i kubûr" mısraları
ile uğurlanan Halet Efendi’nin ölümünden üç sene sonra Yeniçeri Ocağı da ortadan
kaldırılmış ve yeni bir devir başlamış.
Yeni devir başladı, ama eskisinin alışkanlıkları ile mülemmâ... Halet
Efendi’nin temsil ettiği güç bertaraf edilebilmiş gibi görünmüyor. Aksine genç
Türklerimizin naif aydınlanma projesini sekteye uğratan sadece kendi safiyetleri
değildi, bir “yaşlı Türk”ün hayaleti enselerinden hiç ayrılmadı. Yeniçerilerin
kılıç artığı taifesi dört bir yana dağılarak izlerini kaybettirdi: eksikliğini
çekmediğimiz komitacı ruhunda, kapıkulu askerinin dahlini bulmak zor. Lakin
ulema da, bürokrasi de hiçbir yere gitmedi, hep buradaydılar. 19. asra ait bir
katmandan çıkarılmış fosillere benzeyen bürokrasi de, “avantaya”, “torpile”
tamah edip bir yandan şikayet ettiği bir sistemi diğer taraftan sırtında taşıyan
halk da biziz.
Zaaflarımızın sağı solu yok, kimlik bilincimizdeki sağ-sol çatlağı, bize
bütün kabahatleri ötekine yükleme imkanı verdi, ama işin doğrusu ortada olan
facia ortak. Şikayet ettiğimiz her şeyi bünyemiz sistematik olarak üretiyor.
Soruların cevaplarını dışarıda değil, kendi içimizde, kaybettiğimiz değerlerde
aramamız gerekiyor. Farz-ı muhal Halet Efendi’nin ruhunu bir ispritizma
celsesine davet etsek de “ey ruh geldinse söyle, bahsi geçen dîdâr Frengistan’ın
ne tarafına düşüyormuş” diye sual etsek, herhalde vereceği cevap şu olurdu:
“kendi içinizde kaybettiğinizi başka bir yerde bulamazsınız.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder