29 Eylül 2012 Cumartesi

Halet Efendi’nin Hayaleti

kaylule kıraathanesi, 15.07.2005


Ne işe yarar bu üniversite? Tıp fakülteleri sözkonusu olduğunda üç işe yaradığı söyleniyor: bilimsel araştırma yapmak, hekim yetiştirmek ve halka sağlık hizmeti sunmak. Bildiğim kadarıyla diğer fakültelerin halka doğrudan hizmet etmekle ilgili bir fonksiyonu yok. Bu durumda onların da ilk iki görevi yerine getiriyor olmaları gerek. Bunlara ilaveten aydın yetiştirmekten de bahsedilebilir. Devletimiz de halkımız da üniversiteyi ciddiye alıyor. Bazı şehirlerimizde –biraz da mübalağa ederek- yerleşim yerlerine ayrılan alan, kışlaya ayrılan alan ve kampüse ayrılan alanın neredeyse eşit olmasına bakarak, bu ciddiyetin boyutlarını tasavvur edebiliriz. Devletin üniversitelere ayırdığı ödeneğe, üniversiteye giriş imtihanı için halk tarafından sarf edilen meblağı eklersek, zannederim tasavvurumuzda yanılmadığımızı görebiliriz. Peki bu ciddiyetin sebebi nedir? Galiba devlet halkı adam etmek için, halk da adam sırasında sayılabilmek için üniversiteye güveniyor. Halkın teveccühü aydınlar zümresine dahil olabilmekten ziyade, üniversitelerin meslek edinme yeri vasfı taşıması ile ilgili, ama bu da neticede sınıf atlamakla ilgili bir tavır. Mesele sadece ekmeğini taştan çıkarmak olsaydı, daha kısa yoldan meslek kazandıran meslek liseleri ve meslek yüksek okulları da fakülteler kadar iltifata mazhar olurdu, halbuki imtihanda bir yeri kazanma ihtimalinin çok düşük olduğunu bile bile –veya bu ihtimali düşünmemeye çalışarak- “bir umut” diyerek oyuna katılan, ama kapıda kalan çok büyük bir kalabalık var.

İnsanların sıradan ahalinin bir ferdi olmaktan çıkarak, elit bir zümreye dahil olabilmek hususunda kendisine bel bağladığı üniversite, beklentileri ne kadar karşılayabiliyor diye baktığımızda keyfimiz kaçıyor. Meslek edindirme işi kör topal ilerliyor, ama bu kadar masraf, zaman ve emek daha basit kurumlara aktarılsa da netice şimdikinden daha kötü olmazdı, belki de daha az tekellüfle daha iyi netice elde edilebilirdi. Diğer taraftan üniversitelerin aydın insan yetiştirme fonksiyonu battal olmuş gibi görünüyor. Nasıl lise eğitimi ile öğrenciye ana dilini, tarihini öğretemiyor, kültürünü arttıramıyor, muhakemesini geliştiremiyorsak, yüksek tahsilden sonra da bu neticelere ulaşabilmiş olmuyoruz.

Sıradan bir üniversite mezunu ile bir lise mezunu arasında anlamlı bir fark olmadığı kabul edilirse, yapılacak şey basittir: üniversiteleri kapatmak. Bu şekilde bütçeden tasarruf edeceğimiz meblağı kullanarak, aynı işi gören daha masrafsız meslek okulları açabilir, bilim adamı olacak az sayıda genci de, yurt dışına tahsile gönderebiliriz. Bu yolla kâra geçmek de sözkonusu olabilir, ama bir mesele var, giden öğrencileri geri getirmekte güçlük çekebiliriz. Acaba “dönen sağlar bizimdir” deyip geri gelenleri görevlendirerek sayıca daha az, ama kaliteli yeni üniversiteler kuramaz mıyız? Bu filmi daha önce seyretmiştik sanki... Yurt dışı ile hiç zaman kaybetmesek de meselenin hallinde Neron’un metodunu denesek nasıl olur? “Dinozor” hocalarından, “beleşçi” talebesine, “iş bilmez” personelinden, “işini bilir” memuruna herkesi –aradan idealistlerimizi ayıklamak şartıyla- içeri kilitleyip, üniversiteyi yakmaya karar versek, son dakikada merhamete gelip, hepsini kapı dışarı etmekle yetinsek, idealist aydınlarımızla yeni baştan başlasak, meseleyi çözebilir miyiz? Bugün kovduklarımızın yarın geri gelmeyeceğinin garantisi yok, asıl mesele “içimizdeki şeytanı” kovabilmek.

Aslında “tasfiye” denenmemiş bir “çözüm yolu” değil. Kim kimi niye tasfiye etti, kim hangi meseleyi çözmeye çalıştı, tasfiyeler olmasaydı bugün nerede olurduk gibi konularla ilgili karışık hesapları bir tarafa bırakıp, darülfünun devrinden beri gelenekleşen tasfiyeyi sistematik olarak üreten, kurumlaştıran güç nedir, onu arayalım. Zaman zaman yapılan “toplu” tasfiyelerin haricinde, muhtelif şekillerde “ayak kaydırma” operasyonları tarzında devam edip giden bir tek tek tasfiye işlemi de eksik değil. Görünüşte çok farklı sebepler sözkonusu olabilse de şahsi hesaplar sıklıkla işin içine giriyor ve değişme iradesinin değişmeme iradesi ile iki asırdır süren mücadelesi bu zemin üzerinde hayat buluyor.

Değişmeme iradesi deyince hatıra gelen biri var: Halet Efendi; 1760 yılında doğmuş, 1800’lerin başında birkaç sene müddetle Paris’te Devlet-i Aliyye sefiri olarak bulunmuş, Sultan 2. Mahmud Han devrinde, müsteşar-ı has-ı saltanat unvanı ile padişahın hususi danışmanlığını yürütmüş; döneminde devletin bütün iplerini elinde bulunduran, icraatlarından canı yanmayan kalmayan biri... Frenk tayfasını beğenmeyen Efendi’nin "Frengistan şöyle, Frengistan böyle, Frenklerin aklı gibi akıl olmaz derlerdi; bunlar Frengistan'ın ne semtine düşer cânım efendim?" sözü meşhur. Bir elinde kapıkulunun, diğer elinde ulemanın dizginlerini tutan ve bürokrasiyi kontrolü altında bulunduran Efendi, 1823 yılındaki idamına kadar değişime karşı koymuş. "Ne kendi eyledi râhat ne halka verdi huzûr/ yıkıldı gitti cihandan dayansın ehl-i kubûr" mısraları ile uğurlanan Halet Efendi’nin ölümünden üç sene sonra Yeniçeri Ocağı da ortadan kaldırılmış ve yeni bir devir başlamış.

Yeni devir başladı, ama eskisinin alışkanlıkları ile mülemmâ... Halet Efendi’nin temsil ettiği güç bertaraf edilebilmiş gibi görünmüyor. Aksine genç Türklerimizin naif aydınlanma projesini sekteye uğratan sadece kendi safiyetleri değildi, bir “yaşlı Türk”ün hayaleti enselerinden hiç ayrılmadı. Yeniçerilerin kılıç artığı taifesi dört bir yana dağılarak izlerini kaybettirdi: eksikliğini çekmediğimiz komitacı ruhunda, kapıkulu askerinin dahlini bulmak zor. Lakin ulema da, bürokrasi de hiçbir yere gitmedi, hep buradaydılar. 19. asra ait bir katmandan çıkarılmış fosillere benzeyen bürokrasi de, “avantaya”, “torpile” tamah edip bir yandan şikayet ettiği bir sistemi diğer taraftan sırtında taşıyan halk da biziz.

Zaaflarımızın sağı solu yok, kimlik bilincimizdeki sağ-sol çatlağı, bize bütün kabahatleri ötekine yükleme imkanı verdi, ama işin doğrusu ortada olan facia ortak. Şikayet ettiğimiz her şeyi bünyemiz sistematik olarak üretiyor. Soruların cevaplarını dışarıda değil, kendi içimizde, kaybettiğimiz değerlerde aramamız gerekiyor. Farz-ı muhal Halet Efendi’nin ruhunu bir ispritizma celsesine davet etsek de “ey ruh geldinse söyle, bahsi geçen dîdâr Frengistan’ın ne tarafına düşüyormuş” diye sual etsek, herhalde vereceği cevap şu olurdu: “kendi içinizde kaybettiğinizi başka bir yerde bulamazsınız.”

Hiç yorum yok: