29 Eylül 2012 Cumartesi

Kul Saati

kaylule kıraathanesi, 25.09.2007

Saat dörde geliyor. On altı dakika sonra iftarın üzerinden dört saat geçmiş olacak. Bu dört saatte ne yaptım?

Cep saatim rahmetli dedeminki gibi kapaklı değil. Kösteğinden tutup gözümün önünde sallıyorum. “Saate bak, saate bak!” Çizgi filmdeki gibi uyutacak mısın beni, saatim? (Sözün tam burasında henüz saatime bir isim vermediğimi fark ediyorum. Kaç senedir beraberiz… Her fark ediş bir hayret.) Kendimizi kandırmayalım, elbiselerimde bir saat cebi yok. Asrımız saatsiz cepler ve cepsiz saatler asrı. “Alaturka” zamanımı cebimde taşıyamıyorum. Gittiğim her yere götürmüyorum. Şuurumda gezdiremiyorum. Her akşam ezan okunurken tekrar ayarlayıp kuruyorum, masamın üzerindeki kalemlikten aldığım saatimi. Sonra saat köşesine, ben yoluma… Bu kadarı bile Ramazan’ın bahşettiği bir saltanat, kalemlik saati için. Gurûb-ı şemsin vakti işaretleyen mücbir bir hadise olmadığı zamanlarda, “o an” kim bilir hangi fiil esnasında fevt ediliyor hep ve saat ayarlanmadan, kurulmadan köşesinde unutulmuş olarak kalıyor. Zamanı dilim dilim boyayan namaz da olmasa, vakitler unutulacak. İyi ki namaz yıl boyu kılınıyor.

Saat dörde geliyor. Sözün burasına gelmem on beş dakika sürmüş. Çayım bitmek üzere. Daha yeni uyanabildim (bu saatte bu ne uykusu demeyin, ahir zaman uykuları bunlar, vakitsiz…), zihnim ancak açılıyor. Aslında yavaş yavaş yatmam gerekiyor. Yatmadan önce yapılacak çok işim var. Bu yazı bir an önce bitmeli. Yırtılan, parçalanan uykumun içinden sökülerek ayağa kaldırılan benliğimin tutunduğu bir can simidi, çay. Beşeri bir vefasızlıkla anında unuttuğum yarım kalmış rüyalar, şuurun aydınlatamadığı dehlizlerde yeni senaryolar kurgulayadursun, ayılmış bulunan bu fakir görevlerine dönmeli artık. Lakin yazı hâlâ bitmiş değil ve şu anda bu şehirde saat dördü altı geçiyor.

(Sigara molası için arka balkona süzüldüğüm sırada anneme yakalandım. Alacağım gelmiş. Mevhum bir “fakirlik korkusu” ile infak etmeye direnen nefsin suratında patlayan tatlı bir şamar. Hamd… Bunca açık dersten sonra hâlâ tevekkülü öğrenememişim.)

Saati kulağıma yaklaştırıyorum. Çın çın öten bir sesle saniyeleri, dakikaları, saatleri sayıyor. Ben miyim seni ayarlayan ve kuran, ey saat, yoksa vakitler mi beni ayarlayıp kuruyor? Zamane İkarusları olarak zamanımızın efendisi olmaya yeltendiğimiz için, vaktin oğlu olamıyoruz. Çın çın öten ses, mekanik bir nabız. Alıp verdiğim nefesleri sayıyor. Ömrümüz mevhum milisaniyelerle örülü değil, bir lahza dediğimiz şeyin en küçük somut birimi bir nefes. Her nefes bir vazife yüklüyor, vaktin oğluna. Ayın, güneşin tutulmasının, güneşin batmasının, fecr-i sadıkın birer vazife yüklediği gibi. Bileğimdeki elektronik sayaç yalancı bir özgürlük va’dediyor bana. Semeresi hüsran ve yorgunluk olan bir aldanış. Tanrılarını öldürdüklerini vehmeden zamane Nemrutlarının emrinde, israf değirmenini döndüren bir laboratuar faresi neye hükmedebilir? Hakikat şu: koyunların kuzulama vaktine, iğde çiçeklerinin, yağmurların ve dolunayın vaktine hükmedemediğimiz gibi; çalışmanın, dinlenmenin ve ibadetin vakitlerine de hükmedemiyoruz. Kış günü yaz meyvesi yiyebilmek aldatmasın kimseyi, kuluz ve vakte tabi olmalıyız.

Saat dört buçuğu geçmiş. Ramazannâme okuma zamanımı bölen yazma zamanım burada sona eriyor. “Ortak bir zamanda buluştuğumuz”* herkese selam ederim.

-24 Eylül 2007 Pazartesi gününü 25 Eylül Salıya bağlayan gecenin 23:59’u; 12-13 Ramazan 1428, 04:42-

* Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Ramazannâme, Timaş yayınları, İstanbul 2002, s. 25-26.

Hiç yorum yok: