kaylule kıraathanesi, 25.09.2007
Saat dörde geliyor. On altı dakika sonra iftarın üzerinden dört saat geçmiş
olacak. Bu dört saatte ne yaptım?
Cep saatim rahmetli dedeminki gibi kapaklı değil. Kösteğinden tutup gözümün
önünde sallıyorum. “Saate bak, saate bak!” Çizgi filmdeki gibi uyutacak mısın
beni, saatim? (Sözün tam burasında henüz saatime bir isim vermediğimi fark
ediyorum. Kaç senedir beraberiz… Her fark ediş bir hayret.) Kendimizi
kandırmayalım, elbiselerimde bir saat cebi yok. Asrımız saatsiz cepler ve cepsiz
saatler asrı. “Alaturka” zamanımı cebimde taşıyamıyorum. Gittiğim her yere
götürmüyorum. Şuurumda gezdiremiyorum. Her akşam ezan okunurken tekrar ayarlayıp
kuruyorum, masamın üzerindeki kalemlikten aldığım saatimi. Sonra saat köşesine,
ben yoluma… Bu kadarı bile Ramazan’ın bahşettiği bir saltanat, kalemlik saati
için. Gurûb-ı şemsin vakti işaretleyen mücbir bir hadise olmadığı zamanlarda, “o
an” kim bilir hangi fiil esnasında fevt ediliyor hep ve saat ayarlanmadan,
kurulmadan köşesinde unutulmuş olarak kalıyor. Zamanı dilim dilim boyayan namaz
da olmasa, vakitler unutulacak. İyi ki namaz yıl boyu kılınıyor.
Saat dörde geliyor. Sözün burasına gelmem on beş dakika sürmüş. Çayım bitmek
üzere. Daha yeni uyanabildim (bu saatte bu ne uykusu demeyin, ahir zaman
uykuları bunlar, vakitsiz…), zihnim ancak açılıyor. Aslında yavaş yavaş yatmam
gerekiyor. Yatmadan önce yapılacak çok işim var. Bu yazı bir an önce bitmeli.
Yırtılan, parçalanan uykumun içinden sökülerek ayağa kaldırılan benliğimin
tutunduğu bir can simidi, çay. Beşeri bir vefasızlıkla anında unuttuğum yarım
kalmış rüyalar, şuurun aydınlatamadığı dehlizlerde yeni senaryolar
kurgulayadursun, ayılmış bulunan bu fakir görevlerine dönmeli artık. Lakin yazı
hâlâ bitmiş değil ve şu anda bu şehirde saat dördü altı geçiyor.
(Sigara molası için arka balkona süzüldüğüm sırada anneme yakalandım.
Alacağım gelmiş. Mevhum bir “fakirlik korkusu” ile infak etmeye direnen nefsin
suratında patlayan tatlı bir şamar. Hamd… Bunca açık dersten sonra hâlâ
tevekkülü öğrenememişim.)
Saati kulağıma yaklaştırıyorum. Çın çın öten bir sesle saniyeleri,
dakikaları, saatleri sayıyor. Ben miyim seni ayarlayan ve kuran, ey saat, yoksa
vakitler mi beni ayarlayıp kuruyor? Zamane İkarusları olarak zamanımızın
efendisi olmaya yeltendiğimiz için, vaktin oğlu olamıyoruz. Çın çın öten ses,
mekanik bir nabız. Alıp verdiğim nefesleri sayıyor. Ömrümüz mevhum
milisaniyelerle örülü değil, bir lahza dediğimiz şeyin en küçük somut birimi bir
nefes. Her nefes bir vazife yüklüyor, vaktin oğluna. Ayın, güneşin tutulmasının,
güneşin batmasının, fecr-i sadıkın birer vazife yüklediği gibi. Bileğimdeki
elektronik sayaç yalancı bir özgürlük va’dediyor bana. Semeresi hüsran ve
yorgunluk olan bir aldanış. Tanrılarını öldürdüklerini vehmeden zamane
Nemrutlarının emrinde, israf değirmenini döndüren bir laboratuar faresi neye
hükmedebilir? Hakikat şu: koyunların kuzulama vaktine, iğde çiçeklerinin,
yağmurların ve dolunayın vaktine hükmedemediğimiz gibi; çalışmanın, dinlenmenin
ve ibadetin vakitlerine de hükmedemiyoruz. Kış günü yaz meyvesi yiyebilmek
aldatmasın kimseyi, kuluz ve vakte tabi olmalıyız.
Saat dört buçuğu geçmiş. Ramazannâme okuma zamanımı bölen yazma zamanım
burada sona eriyor. “Ortak bir zamanda buluştuğumuz”* herkese selam
ederim.
-24 Eylül 2007 Pazartesi gününü 25 Eylül Salıya bağlayan gecenin 23:59’u;
12-13 Ramazan 1428, 04:42-
* Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Ramazannâme, Timaş yayınları, İstanbul 2002,
s. 25-26.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder